YAZMALARI
OKUMAK
Yazmalarla uğraşan, yazma-basma
ilişkisini düşünmek zorunda. Çünkü biz, çok büyük bir ihtimal son demleri olsa
da, bir basma kültürünü yaşamaktayız. Nasıl sözel kültürden yazılı kültüre
geçiş bütün iletişim ve sosyal yapıları etkilemişse, kitap basımı da toplumun
bilgi üretme ve dağıtma sistemlerini kökten değiştirmiştir. Bu durum, şu
sıralarda yaşadığımız elektronik çağa geçişin aynı şekilde sarsıcı olmasına
benziyor. Ancak şu sırada, metinlerle norm ve beklentilerimiz büyük ölçüde hala
basmaya endekslidir; ve bu yazmaları okumamızı ve kullanmamızı da etkiler.
Osmanlı Yazma Kültürü
Osmanlılar, yazma kültürü konusunda ısrarcıydılar. Basma tekniğini
ikiyüzelli küsur yıllık bir gecikme ile uygulamaya soktular; uzunca bir zaman
da pek benimsemediler. İlk basılı kitabın
çıktığı 1729 ile 1825 arasındaki yüzyıllık süre içinde hiçbir zaman
birden fazla matbu yoktu, ve o müddet zarfında topu topu 120 eser basıldı. Harf
devrimine kadar geçen yüzyıllık sürede basılan tahmini 26.000 eserin sayısı da,
Osmanlılarla daha uygar toplumlarınki karşılaştırıldığında hiç etkileyici
değildir.
Osmanlıların
bu tutumunun sebepleri üzerinde durmak için bu önsözden çok daha uygun
kaynaklar var. Ancak, Osmanlıların şüphesiz var olan kültürel muhafazakarlığının
veya basma tekniğinin bir “gavur icadı”
olmasının bu tutumu izah etmeye yetmediğini belirtmek gerekir. Çünkü, yeniçağın
başlangıcında Avrupa’nın bir başka önemli icadı olan ateşli silahlar,
Osmanlılarca fazla tereddüt edilmeden benimsendi, hatta Osmanlılar el silahları
uğruna, teknik bakımdan o devirde hala isabet üstünlüğünü koruyan ancak daha
pahalı olmasının yanı sıra daha çok maharet isteyen ok ve yay sisteminden
vazgeçtiler.
Bunun için, Osmanlıların uzun zaman
baskı tekniğini denemeye karar verememesi, geç de olsa denendiğinde basma
tekniğinin de başarı göstermemesi Osmanlıların toplum ve iletişim sistemlerinin
özgül niteliklerinde aranmalıdır. Osmanlı kültürünün bir yazma kültürü olarak
devam etmesi, rastlantı veya düşüncesizlik sonucu olarak açıklanamaz. Bu
konuda sistematik bir kültürel tercih söz konusudur.
Bu bağlamda, Jack Goody gibi
antropologların çalışmalarından tarihçilerin öğrenecekleri çok şeyin olduğu
belli. Çünkü Goody, Akdeniz eski çağıyla, çağdaş Afrika topluluklarını
karşılaştırmak yoluyla üretim ve iletişim ilişkileri arasındaki farkı (herhangi
birine mutlak bir öncelik tanımadan) vurgulayarak, iki ilişki türünden yalnız
biri göz önünde tutularak inşa edilmiş toplumsal gelişme nazariyelerinin
boşluklarını izah ediyor.
Bu yaklaşımla Osmanlıların durumu
incelenirse, örneğin ticari ziraatın geç gelişmesi ve sınai üretime geçişin
sığlığı ve gecikmesi ne sadece sosyo-ekonomik etkenlerle açıklanabilir; ne de
bugün “geri kalmışlık” olarak anılan olgunun tek ve ana nedeni olarak öne sürülebilir.
Öte yandan, bir aydınlanma hareketinin oluşamamasından da tek başına,
Osmanlıların kültürel formasyonları sorumlu tutmamak gerekir. Genellikle
soyutlanmış bir batı örneğine göre geliştirilmiş gelişme modellerinin neden
fazla açıklayıcı olmadıkları böylece daha anlaşılır olur.
Yazmalarla uğraşan Osmanlıların, yazma
kültürünü tercih etmelerinin nedenlerini bilmek zorunda değildir. Fakat
üzerinde durduğu ve bu kültürel tercihin neticesinde oluşmuş metinlerin işlev
ve niteliklerini bilmesi faydalıdır. Herhangi bir metnin tarihi bağlamı ciddiye
alınmak istenirse o metnin belirlenebilir bir durumda ortaya çıkmış bir ileti
olarak da ele alınması kaçınılmazdır. Bu, öteki boyutlarını perdelemez ve
değişik okumaları engel olmaz. Dahası; böyle bir yaklaşım, ele alınan metnin
içeriğini anlamsızlaştıramaz veya metnin estetik değerini yok etmez. Ancak,
burada kültürel (Praxeis anlamında) eylemin bir parçası olma veçhesi de
değerlendiriliyor.
Sözel Kültürler, Yazılı Kültürler
Sözel
kültürden yazılı kültüre geçiş prensip olarak bir şeyleri yok etmedi. Sözel
kültürün bütün iletişim pratikleri devam etti: Ayinler, nikah kıymalar yüz yüze
ve sözel olarak yapılıyor. Bu devamlılıklar basma tekniğine geçildikten sonra
de sürdü. Ancak, yeni teknikler yeni pratikleri de beraberinde getiriyor; eski
pratiklerin konum ve önemi değişiyor. Büyük bir ihtimalle günümüzde elektronik
medyaya geçiş tamamlandıktan sonra da benzer bir şekilde eski medya
tekniklerinin kullanımına devam edilecek; yine plajda romanlar, otobüste gazeteler
okunacak...
Yazılı
kültürde, sözel kültüre göre metin ve bilgi düzeyinde ikili bir yan vardır:
Birincisi, metinler yazılırken daha sabit bir hale gelirler; ikincisi, yazılı
metin yeni bir bilgi edinme kanalını açar. Bu iki öğe, toplumsal sonuçları de
hemen beraberinde getiriyor.
Metinlerin
daha sabit hale gelmesi, metinlerin çoğalmasına ve karmaşıklaşmasına olanak
tanıyor, ancak buna koşut bir şekilde toplumsal yapıyı karmaşıklaştırıyor.
Bütün var olan bilgiyi beşeri hafızaya yüklemek zaruretinden kurtulan bir toplumda, daha çok metin
hazırlanması kadar kolay bir şey yok. Yazılı metinlerin kontrolü sözel
metinlerin kontrolünden daha kolaydır. İki ayrı yerde okunan ilahilerin, iki
ayrı şehirde uygulanan pazar ve gümrük vergilerinin karşılaştırılması sözel bir
kültürde neredeyse imkansızdır. Yazılı metinler ise yan yana konup
kıyaslanabilir. Metinlerin kontrolü, mekanda olduğu kadar zaman ekseninde de
mümkün: Kutsal bir metnin değişmemesi ancak yazılı kültürde garanti altına
alınabilir. Böylece yazılı kültürde dini doktrin, yasal ayrıntı, muhasebe ve
kredi ortaya çıkar.
Bir başka
önemli sonuç da, toplumsal işbölümünün gelişmesi. Okuma yazmayı bilenlerle
bilmeyenler arasında böyle bir işbölümü zaruri bile olabilir. Özellikle
hiyeroglif gibi karmaşık yazı sistemleri kullanan veya yazı dilini halk
dilinden ayırmak zorunluluğu duyan toplumlarda, yazı bilenler, önemli bir bilgi
kaynağı tekelini eline almış elitin önemli bir kesitini oluşturuyor.
Yazı bilenler,
elbette yazının açtığı yeni bilgi edinme (ve dağıtma) kanalını kontrolleri
altında tutuyor. Sözel kültürde bilgi edinmenin üç yolu vardır; gündelik
hayatta çevredeki insanların “söz arasında” malumat toplamak; bilge bir
insandan veya bir çerçevesinden daha formel bir şekilde öğrenmek; bir tanrıdan
insan üstü bir varlıktan vahiy, ilham ve benzer şekilde bilgi edinmek. Yazı
araya girdiğinde o üç yol ortadan kaldırılmıyor elbette. Ancak bir dördüncüsü
ekleniyor: Yazılı bir metinden yaralanarak öğrenmek; daha doğrusu onun
“içeriğini” (ki çoğu zaman bununla bir töz değil, tözüyle bütünleşmiş olan
bunun için ezberlenmesi gereken bir biçim kastediliyor) bilmek. Bu dördüncü
yol, ayrı ve bir ek bir kanal olarak kalmaz; eskiden var olan üç kanalın birer
alternatifi olarak kendini gösterir. Yemek pişirmeyi annesinden, ilaç
hazırlamayı yaşlılardan öğrenen insan, şimdi tariflerini de okuyabilir. Vaazlar
ortadan kalkmıyor, ancak mektepler (onlara devam edenler için) daha önem
kazanıyor. Nihayet insanlarla birlikte tanrılar da yazıyı kullanmaya
başladıkları için Evamir-i Aşere, Kuran-ı Kerim yoluyla insanı bilgilendirmeye
ve yönlendirmeye girişiyorlar, yazılı dua ve yakarışlar da kabul ediliyor.
Yazı, batın bilginin kapılarına dayanıyor, ancak pek içeriye giremiyor: Meister
Eckard da Mevlana da sonuçta sırra işaret edebilir, sırrın ifşası ise yazı
yoluyla pek mümkün değil.
Bir toplumda
“herkes” okuma yazma bilmediği sürece, bilenler bütün bu metinleri kontrol
altında tutarlar. Bu, kolektif bir kontrol; sözel kültürde tek başına töreye
eklemeler yapabilen bilge, aynı şey için yazılı kültürde meslektaşlarının
onayına muhtaçtır. Metinlerin hiyerarşileri ortaya çıkar ve bu hiyerarşilere
bağlı olarak, metinlere müdahale yetkisi hiyerarşik bir şekilde dağıtılır.
Bununla
paradoksal bir durum ortaya çıkıyor: Bir yandan yazının icadı metinlerin
çoğalmasına yer açıyor, öbür taraftan metinlerin adedi ve versiyonlarının
sınırlandırılmasına doğru bir eğilim yaratılıyor.
Çünkü yazılı
kültür bir yazma kültürü olduğu müddetçe, metinlerin gerçekten sabit olması,
çözülmesi neredeyse imkansız bir problem. Bazı kültürler en azından, kutsal
metinlerini çok sıkı bir kontrol altında tutmayı başarırlar. İslamiyetin
Kuran-ı Kerim’i muhafaza konusundaki başarısı bunun parlak bir örneğini
oluşturur. Kuran’ın özelinde bu başarının bedeli de çok açık bir şekilde ortaya
çıkar. Yüzyıllar boyunca tefsir uzmanlarının bile anlamlandıramadıkları
revizyona tabi tutulamıyor, sonra “şeytan ayetleri” olarak her türlü manasız
münakaşaya neden olabiliyor.
Osmanlıların
son derece başarılı bir yazma kültürüne sahip oldukları, basma kültürü
bakımından bile teslim edilmedi: Standardizasyon dereceleri gayet yüksekti,
bunun sayesinde sayesin de yazılı iletişim nispeten kolay, metinler arası
gönderme yapma imkanı nispeten yüksekti.
Birincisi,
kullanılan dil sayısı sınırlı kaldı.Eski yazı dillerinde (Arapça, Farsça,
Ermenice, Rumca, İbranice) sadece, daha önce çok sınırlı bir şekilde kullanılan
Türkçe eklendi. Bu dil, civar dilleriyle ilişki kurarak işlek ve zengin bir
yazı diline dönüştü. Oysa, örneğin Slav dilleri, Arnavutça, Kırmanca ve öbür
Kürt dillerini de serbestçe kullanmaya karşı herhangi bir yasak yoktu. Ancak,
Osmanlı çerçevesinde bu diller yazı dili olarak son derece silik bir
kullanımdan öteye gidemiyordu.
İkincisi,
büyük bir satıh üzerinde yayılmış, farklı lehçelerle kullanılan bir dilin
imlada birlik sorunu genellikle çok ağırdı. Osmanlılarda ise Türkçe, 16.
yüzyıldan sonra büyük ölçüde tutarlı ve ta 20. yüzyılın başına kadar süren bir
devamlılık da gösteren bir imlaya sahipti.
Osmanlılarda
yazma kültüründen vazgeçilmemesi belki bir ölçüde bu başarı ile açıklanabilir.
Yazma
Kültürleri, Basma Kültürleri
Normal durumlarda ise nüshalar arasında farklar var.
Bu farklar sırf kopyalama hatalarından kaynaklanmıyor. Kopyalama hataları da
sadece dikkatsizlik eseri olarak görülemez. Müstensih, yazardan daha cahil ise
(veya çok farklı bir formasyona sahipse) yanlış anlamalar kaçınılmaz bir
şekilde ortaya çıkacak; aynı şekilde çok bilgili bir müstensih, orijinal metnin
imlasını tashih edecek, belki dili düzeltecek.
Daha önemli
olan müdahaleler, bilinçli bir şekilde yapılanlar. Kısımlar çıkarılır,
kenarlara ve satır aralarına yorumlar eklenir, belki zeyller de yazılır. Bu
gibi değiştirmeler, metni daha anlaşılır, daha kullanışlı, daha doğruya
yöneliktir. Ancak bununla hedeflenen kusursuzluk, nüshayı orijinalden
uzaklaştırır.
Prensipte her
bir kopyalama süreci, metni orijinalinden farklılaştırıyor. Basma kültüründe
tam tersi geçerli: Yeni bir edisyonkritiğin (veya Türkiye’de bildiğim kadarıyla
hiç yapılmayan bir türün esamesini okumak caizse; yeni bir
edisyonistorikkritiğin) aynı metnin daha eski bir yayımına oranla asıl metne
daha sadık olacağı beklenir.
Ancak bu
farklılaştırma, yazma kültürünün bir zenginliğidir. Orijinal metnin tesisi
genellikle imkansızken müstensih, kitaba müdahaleden fazla çekinmiyor. Kitabı
kenarlarına yorumlar ekleyerek kopya eden müstensih ile yorumlayan şarih
arasındaki veya bir kitabı çeviren mütercim ile o konuda önemli bir eseri
yorumlayarak yeniden yazan müellif arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor, hatta bu
sınırların büyük ölçüde, basma çağının filologlarınca yaratılıp tespit edildiği
söylenebilir. Sözgelimi Osmanlılar, bir tercümede asıl metne sadakat değil,
kendi pratik ya da estetik ihtiyaç ve tercihlerine uygunluk arardı. Tercüman da
kitaba, “aslının” ismiyle ilgisi olmayan bir ad takabilirdi.
Birçok
durumda, asıl bir metin aramak abesle iştigal bile olabilir; çünkü yazma
kültüründe bu kavram bizim zamanımızda ki kavrama pek uymuyordu. Basma
kültüründe metnin geri dönüşü olmayan bir son şekli var, basılmış hali. Bunun
için basma kültüründe tashihlere, provalara, düzeltilere büyük önem verilir
(provaların Türkiye’de kendilerini bilimsel zanneden yayınevlerince bile çoğu
zaman yazarlara gönderilmesi, basma kültürünün tam yerleşmediğine işaretlerden
birisidir). Yazma kültüründe bunun karşılığı yok. Bu bakımdan yazma kültürüyle
elektronik kültür bir benzerlik arz ediyor; çünkü elektronik alanda yayımlanan
bilgiler, web siteleri ve sayfaları devamlı gözden geçirilmektedir. Erken
Osmanlı kroniklerine gelince, artık asıl kaynaktan söz etmekten büyük ölçüde
vazgeçildi.
Burada bir
soru ortaya çıkıyor. Herhangi bir söylem için metinler arasılık bir ön
koşuldur. Tamamen kaotik, birbirinden kopuk, doğruluğu bir şekilde tespit
edilemeyen metinler arasında göndermeler yapılamaz, içerikler tartışılamaz.
Peki, pek sabit olmayan metinler arasında yazma kültürleri nasıl iletişim
sağlar.
Neredeyse
kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bir yöntem, göndereme yapılan metinlere suni bir
sınırlamadır. Merkezi bir karar mekanizması olmadığı için, bu elbette tepeden
inme bir şekilde gerçekleşmiyor. Ancak okunmak isteyen her yazar kendi çıkarı
doğrultusunda kendi eserini herkesin sevdiği bir esere eklemliyor: Kendi
yazacağı fikrini, bilinen bir esere şerh olarak yazıyor, şiirini başka bir şiire
nazire olarak kaleme alıyor, bu şekilde de popüler eseri okumak isteyenlerin
kendi eserini okumasını umuyor.
Metinler
arasında farklılıkların ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğu, dış görünümde
nüshaların da birbirine hiç benzeyemediği bir ortam, alıntılamayı ve gönderme
yapmayı kolaylaştıran bir metot, metni hiyerarşik bir biçimde organize
etmektir. Bablar, fasıllar, matlaplar, nevler vs. metnin içinde bütün
bilgilerin ayrı bir yerinin olmasını sağlar. Divanlar da konulara göre değil,
şiir türü ve tür içinde kafiye kelimelerinin elifba sıralamasına göre
düzenlenir. Burada da yazma kültürü ile hiyerarşik bilgi düzenlerine başvuran
elektronik çağ arasında bir benzerlik ortaya çıkmışa benziyor.
Bu durumlar,
yazma kültüründe metnin kontrolünün, filolojik bir tashihten çok, toplumsal bir
gözetime dönüşmesini sağlıyor: Örneğin, metinler ancak işin ehliyle
buluşturulur. Nakşibendi metinleri Nakşibendi tekkelerinden dışarı çıkmaz,
fıkıh kitapları medreseli olmayanın eline düşmez. Yazmalar da çoğu zaman, izole
edilmiş bir birey tarafından sükunet içinde okunmuyordu. Okumak çoğu zaman ve
büyük ölçüde, sosyal bir olaydı: Hoca talebelere okutuyor, kıraathanede biri
ahbaplara okutuyor, mesnevihan, Mesnevi’yi müritlere okuyarak yorumluyordu. Bu
usul, arada bir günümüzde de görülecek kadar gelenekselleştirmiştir. Evliya
Çelebi’nin yeni bir neşrini yapmak isteyen bir ekip, hocaları olan Orhan Şaik
Gökyay’a esas alınan nüshayı okutmuş, sonra onun okuduğunu (daha doğrusu
okuduğunun bant kaydını) nüshayla karşılaştırarak, yeni bir metne, edisyona
dönüştürmüş. Okumak, çoğu zaman yüksek sesle yapıldığı için, bir iletişim
üçgeni yaratıyor; okuyan, nüsha, dinleyici. Dinleyici her zaman gerçekten
ortada olmasa da yüksek sesle okumalar prensip olarak bu üçüncü öğeyi öngörüyor. Anahtar konumdaki ise nüshadan
çok, ona hakim olan ve genellikle onu elinde tutarak okuyan şahıstır, hocadır.
Tek olan yazma, onun otoritesi altındadır. Basma çağının kitabında ise bütün
bunlar değişir: Hoca ile talebe bir metni paylaşır, bu durumda metnin otoritesi
hocanınkini gölgede bırakabilir, çünkü öğrenci elindeki metne bakarak bir
anlamda hocanın söylediğini kontrol edebilir. Yüksek sesle okumak ise yavaş
yavaş seyrekleşir, özel durumlara has bir faaliyete dönüşür. Metinlerin
kontrolü, basma kültüründe büyük ölçüde hiyerarşik olmayan, bütün oku yanlara
katılma imkanı veren bir şekilde gerçekleşir.
Yazma
ve Basma Kültürünün Kesiştiği Noktada
Sermet
Çifter Araştırma Kütüphanesi Koleksiyonu
Matbaa teknolojisinin bir sonucu olarak, aslında
kuruntu (bu tabiri sert bulanlar “muhayyel” diyebilirler) olan bir şey genel
geçer kabul gördü. Basılıp yayımlanmış bir yazıdan herkesin haberdar olması
varsayımı hayatımızın bir parçasıdır. Pek çok kimse resmi gazeteleri okumuyor,
ancak yasalar orada yayımlandığında “herkes okudu” veya en azından “herkese
haber verildi” varsayımından hareketle geçerlilik kazanıyor. Bilimsel söylemde
de benzer kurallar geçerlidir. Başka bir yerde basılmış bir bulgu yeniden
keşfedilirse, o ikinci keşif geçersiz sayılır.
Kütüphaneler
bu durumda yeni bir işlev üstlenirler. Yazma kültüründe kütüphane, onu kullanan
grup için gerekli metinleri barındırmakla yükümlüydü. Bunun için Osmanlı
kütüphaneleri küçüktü; veya nispeten küçük idi. Basma tekniğinin ortaya
çıkmasıyla dünyanın veya en azından bir ülkenin bütün kitaplarını bir yerde
toplamak fikri gerçekçi gözükmeye başladı.
Milli
kütüphaneler bu amaçla oluşturuldu. Büyük kütüphane, okuyucunun gerçekten bütün
yayınlarla buluştuğu, yukarıda değinilen “yayımlanmış, demek ki bilinmiş”
kuruntusunun gerçeğe dönüştüğü yer olarak tasarlanmış, bir ölçüde (Paris,
Londra, Washington D.C. gibi yerlerde çok büyük bir ölçüde) de gerçekleşmiş
yerlerdir. Küçük kütüphaneler de bu evrensel yaklaşıma dahildir; çünkü onlar bu
bütünün birer parçası olarak düşünülmeye başlanıyor.
Belirtmeye
bilmem gerek var mı, büyük kütüphaneler hemen, aynı cihanşümullukta yazma
koleksiyonları da edinmeye başlıyor. Çünkü yazmalar, basma kültürünün bakış
açısından ayrı ve kendi kuralları olan bir devrin kitapları değil, sırf matbaa
öncesi bir zaman, yani bir ön tarihinden arta kalanlardır ( burada, basma
kültürüyle, hiçte rastlantı olmayan bir şekilde, ilerleme fikrinin yeşermesinin
aynı zamana denk gelmesi elbette büyük bir rol oynuyor).
Türkiye’de
hiçbir zaman evrensel bir kütüphanenin oluşmasına olanak tanınmadı. Osmanlı,
daha doğrusu II. Abdülhamid zamanından bu yana devletçe yapılan, mevcut vakıf
kütüphane sistemi merkezileştirmek, Beyazıt ve Süleymaniye gibi birkaç yerde
mümkün olduğu kadar çok yazma
toplamak, ülkede basılan kitaplardan
örnekleri (çoğu zaman bir tür ayni vergi olarak ve vergi toplama konusundan
genel başarıdan öte bir başarıda göstermeyerek) yayınevlerinden toplamak idi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda olsun, Türkiye Cumhuriyeti’nde olsun, adı tahsisat
olsun, ödenek olsun, bir kütüphane sistemini sürekli bir biçimde besleyecek
kaynaklar bulunamadı. Türkiye’de faaliyet gösteren birtakım yabancı araştırma
kurumlarının ihtisas kütüphaneleriyle son yıllarda yarı kamusal bir kuruluş
olan Türkiye Diyanet Vakfı’nın kurduğu kütüphane bu sebeple asıl amaç ve
boyutlarının ötesinde büyük bir rol oynamaktadır.
Bu durumda
özel kütüphaneler özel bir rol oynamaya mahkumdur. Türkiye’de kitap severler,
bibliofiller kamunun yapmadığını yapmış, büyük koleksiyonları bir araya
getirmiş, sonra kütüphanelere dönüştürmüştür. Ali Emiri veya İbrahim Hakkı
Konyalı kendi vakfını kurarak; Fuad Köprülü, Cavid Baysun ve Hamdullah Suphi
Tanrıöver gibi kişiler kitaplarını bir özel kütüphaneye devrederek değişik
yollardan sonunda özel kitapların kamuya açılmasına öncülük etmişlerdir. Bu son
üç önemli aydının ve II. Abdülhamid devrinde yedi defa sadrazamlık yapmış olan
Küçük Said Paşa’nın kitapları, Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi
Yazma Koleksiyonunu oluşturuyor, sonradan yapılan bazı alımlar sayılmazsa.
Bu, büyükçe
bir koleksiyon: 1117 cilt içinde toplam 1761 eseri ihtiva ediyor. Birçok nüsha
da son derece değerlidir. 3 yazma 14. yüzyıla, 22 yazma 15. yüzyıla, 120 yazma
16. yüzyıla tarihlendirilebilir: Bu, kökü derine giden bir birikim. Koleksiyonda
müellif nüshaları da var: Bir koleksiyonu önemli yapacak bütün unsurlar
mevcuttur.
Bu yazmaların
bir koleksiyon oluşturduğu ise, ancak bu katalogun çıkmasından sonra
söylenebilir. Sayfaları karıştırırken birçok nüshanın nereden geldiği hemen
belli oluyor; siyaset tarihçesi Baysun ile siyasetçi ve idareci Said Paşa bir
tarafta, kültür tarihçisi Köprülü ile milliyetçi aydın Tanrıöver öte tarafta
çoğu yazmanın eski sahibi belli oluyor. Ancak katalogun neşredilmesiyle bütün o
yazmalar ve dünya kütüphaneleri mukabilleriyle arasında bir ilişki kurulmuş
oluyor. Bunu, bu katalog basma kültürüne
yakışır bir anlayışla yapıyor; verilen bilgi, bir künye mahiyetindedir.
Basma
kültüründe ancak iki tür metin var: Neşri yapılmış ile henüz yapılmamış/bir
daha yapılması gerekenler. Elektronik çağda yeni yayım teknikleri hızla
gelişmektedir. Yazma kültürü, ancak metinler arasında gerilmiş ince ve kopması
kolay bağların yerini, ikisinde başka bir şey almış. Basma kültürü, nüshalar
arasındaki maddi fakları da tespit ederek yeni bir metin inşa ediyor, kendi
maddi düzenini (künye, cilt ve sayfa numaraları) geçerli referans sistemi
olarak ikame ediyor. Elektronik çağda istikametin, metnin bütün öğelerinin
endekslenip, maddi kaynağa (yazma, basma, her ne ise) gönderme yapmaya doğru
olduğu tahmin edilebilir (bu tamamıyla dijital ortamda yaratılan metinler için
elbette farklı olacak).
Kendisi
bilgisayar ile hazırlanan bu katalog ile Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi
yazmaları ikisine de eklemleniyor. Bundan böyle burada zikredilen 1700 küsur
eser üzerine tetkik yapan, bu kütüphaneyi de göz önünde tutmak zorunda.
Kütüphane için de bunun önemi büyük. Basma kültürünün yarattığı muhayyel,
elektronik çağın yaratacağını vaat ettiği hem hakiki hem sanal bilgi evrenine
eklemlendi. Gelişmiş bir hizmet düzeniyle sistematik bir kaynak aktarımı,
kurulan bu bağla işlerlik kazanacak.
Sermet
Çifter Araştırma Kütüphanesi ve
Yazma
Koleksiyonu
9 Eylül 1944’de kurulan Yapı ve Kredi Banksı A.Ş.
kurucu ve yöneticilerinin sanat ve kültüre duydukları ilgi nedeniyle bu
alanlarda da hemen faaliyete başlar. Vedat Nedim Tör, Kazım Taşkent’in isteği
üzerine 1945 yılında Kültür ve Sanat Müşaviri olur. Aynı yıl Doğan Kardeş isimli çocuk dergisi
çıkarılır. Bunun ardından Aile
Dergisi yayımlanır.Bu tür kültür etkinlikleri kısa sürede bankacılık
sektörünün dışına taşmaya başlayınca da 1948 Şubatı’nda Doğan Kardeş yayınları
Anonim Şirketi kurulur ve Kuledibi’ndeki binasında faaliyete başlar. 1953
yılına gelindiğinde bu bina artan ihtiyaçları karşılayamadığı için Doğan Kardeş
Şirketi Sultanahmet-Binbirdirek’teki yeni binasına taşınır. Yapı ve Kredi
Bankası A.Ş.’nin bir iştiraki olan bu şirket Hayat,
Ses, Hayat-Tarih gibi birçok önemli dergi yayımlar Hayat, Türkiye’de tifdruk tekniği
ile basılan ilk dergidir. Bu arada bütün bu yayımcılık faaliyetine temel ve
kaynak olacak bir kütüphane ve arşiv de bu işlerle birlikte kendiliğinden
oluşmaya başlar. Vedat Nedim Tör ve Şevket Rado, kitap düşkünleri ve sahafları
ile ilişkileri sayesinde zaman zaman kendilerine sunulan büyük koleksiyon ve
kütüphane tekliflerini geri çevirmeyip banka adına satın alırlar. Bütün bu
koleksiyonlar ve kitaplar bir müze ve kütüphane açacak toplama eriştiğinde
Binbirdirek’teki bina, basın dünyası ve üniversite çevresine yakınlığı
nedeniyle bir kütüphane olarak düzenlenir. Bu arada matbaa Topkapı’daki yeni
binasına taşınır. Kuruluş çalışmalarına 1975 yılında başlanan kütüphane, Yapı
ve Kredi Bankası A.Ş.’nin 35. kuruluş yıldönümüne denk gelen 9 Eylül 1978
tarihinde açılır.
Yapı ve Kredi Bankası Kütüphanesi adını taşıyan
kütüphanenin koleksiyonları arasında yer alan Yazma
Koleksiyonu’nun tasnif ve tanzim işleri uzman kişilere havale edilir;
fakat bu işlemler gereğinden fazla sürüdüğü için, Yazma Koleksiyonu, kütüphane Binbirdirek binasındayken
bir türlü kullanıma sunulamaz. Kütüphane 1992 yılında Kültür Merkezi haline
dönüştürülen Galatasaray binasına taşındıktan sonra Yapı ve Kredi Bankası
A.Ş.’nin ilk genel müdürü olan Sermet Çifter’in adını alır ama Yazma
koleksiyonu hala tasnif ve tanzim arkasındadır. Tasnif ve kataloglama işlemleri
uzun bir zaman dilimine yayılır; ilk yıllarda hazırlanan ve yazma adlarını
içeren liste akademisyen çevrelerinde elden ele dolaşır ve Yazma
Koleksiyonu, bilinen fakat bir türlü
ulaşılamayan bir efsane halini alır.
Yazmalar üzerine 1999 yılında yapılan son çalışmada
eski bilgi fişleri, eserler ile karşılaştırılarak kontrol edilmiş ve Yazma
Koleksiyonu yeniden düzenlenmiştir. Yazma Koleksiyonu, bilgi fişleri bilgisayar
ortamına aktarılarak Türkiye’nin her yerinden gelen akademisyen ve
araştırmacıların hizmetine sunulmuştur.
Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi Yazma
Koleksiyonu, 1117 cilt içinde yer alan 1761 eserden oluşmaktadır. Bunlardan
1389’u Türkçe, 274’ü Farsça, 98’i Arapça’dır. Bu yazmaların büyük bir kısmı iki
ünlü bilim adamımızın, Prof. Fuad Köprülü ve Prof. Cavid Baysun’un
kütüphanelerinden gelmektedir. Her ikisi de Türk tarihi ve edebiyatı
alanlarında engin bilgilerinin yanı sıra kitaplara olan düşkünlükleri ve
kütüphaneleri ile de tanınırlar. Koleksiyonda ki yazmaların 1080 tanesi Fuad
Köprülü, 649 tanesi Cavit Baysun, 7 tanesi İ. Hikmet Ertaylan kütüphanesinden
satın alınmıştır. Bunların dışında kalan 25 yazma ise Yapı Kredi Kültür
Merkezi’nce münferiden satın alınan yazmalardır. Bu koleksiyonda 299 divan, 288
mecmua, 15 tezkire, 62 şerh, 35 tarih, 8 fetva, 27 cönk, 19 hikaye, 3 vakfiye
vardır.
Türk edebiyat tarihinin kurucusu kabul edilen ünlü
bilim adamımız Prof. Fuad Köprülü’nün kütüphanesinden gelen yazmalar,
kendisinin Türk edebiyatı tarihi üzerine yazdığı kitap ve makalelerde kaynak
olarak kullandığı ve dipnotlarında “şahsi
kütüphanemizdeki yazma nüsha” şeklinde ifade ettiği eserlerin bir
kısmını kapsamaktadır. Bu yazmaların bazıları Köprülü’ye Türkoloji alanındaki
etkin konumu nedeniyle incelemesi, faydalanması ve yayımlaması için Anadolu’nun
önemli kültür kentlerinden gönderilmiştir. Katalogdaki 852 numaralı Zati Divanı, Niğde Halkevi
Dil-Tarih kolu üyelerinden Zeki Oral Tarafından Fuad Köprülü’ye gönderilmiştir.
Bazı yazmalar ise Fuad
Köprülü’nün bilimsel
çalışmalarının ürünüdür. Katalogun 802 numaralı yazması ise Fuad Köprülü’nün
istinsah eserlerden oluşur. Koleksiyondaki yazmalar arasında Köprülü’nün
hocalık ve dostluk ilişkisi nedeniyle kendisine hediye edilen eserler de
vardır. 51 numaralı yazma Abdulhak Hamid Tarhan tarafından Köprüle’ye hediye
edilen Yadigar-ı Harb isimli
eserinin orijinal nüshasıdır. 289 numaralı yazma ise Mahir İz’in Adanalı Hayret: Şahsiyeti, Eserleri ve
Zamanı isimli mezuniyet tezinin hocası Fuad Köprülü’ye verdiği nüshadır.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü hocalarından olan Cavid Baysun’dan gelen yazmalar ise koleksiyonun
ikinci büyük kısmını oluşturur. Bir tarih profesörü olmasına rağmen Cavid
Baysun yazmaları daha çok edebiyat ağırlıklıdır. 299 Divan’ın 184’ü Baysun
kütüphanesindedir. Baysun kütüphanesinden gelen yazmaların cilt ve tezhip
özellikleri diğer yazmalara oranla daha sanatlıdır. Bu da Cavid Baysun’un kitap
toplarken akademik değerin yanı sıra estetik özelliklere de önem vermesinin bir
sonucudur.
Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi Yazma
Koleksiyonu’ndaki eserlerin bir çoğu bilim çevreleri tarafından henüz
incelenmemiştir. Yazmalar arasında müellif hattı nüshaların yanı sıra ünik
(tek) kabul edilen eserlerde vardır. Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi’nde
yer alan yazma eserlerden bir kısmının başka kütüphanedeki çeşitli nüshalarının
eleştirmeli basımları (edisyon kritik) yapıldığı halde, Sermet Çifter Araştırma
Kütüphanesi Yazma Koleksiyonu’nun bilinememesi nedeniyle, araştırmacılar
tarafından görülemedikleri için bu çalışmalarda kütüphanedeki nüshalar kapsamlı
eleştirel basımlarda yer almamıştır. Buna göre örnek İbrahim Kutluk’un büyük
emekler vererek yayıma hazırladığı Kınalızade Hasan Çelebi’nin
Tezkiretü’ş-Şuara’sıdır. İbrahim Kutluk eseri yayıma hazırlarken Türkiye
genelinde kütüphanelerde bulunan 48 nüshayı incelemiş, karşılaştırarak bir
metin oluşturmuştur; ne yazık ki, Fuad Köprülü Yazmaları arasında bulunan 1018
(1600) tarihli güzel nüshayı görüp inceleyememiştir. Yazmalardan bazıları bu
kadar şansız değildir. Örneğin Katalogda ki 650 numaralı Naili Divanı , Prof. Dr. Haluk İpekten’in
çalışmasında Cavid Baysun’un kütüphanesinde iken görülmüş ve kullanılmıştır.
Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi Yazma
Koleksiyonu tezhip ve cilt örnekleri açısından da değerli eserler içermektedir.
Katalogda ki 473 numaralı Takvim padişaha veya nazırlara sunulduğu için “erkan
nüshası” adı verilen türdeki yazmalardandır. Eflatun renkli, kadife kaplı
cildinin ön tarafında Sultan II. Mahmud’un tuğrası, arka yüzünde de ay yıldız
motifi vardır. İçi ise tamamen altın varakla süslenmiştir.
Bunların dışında Muhyi-i Gülşen’in Menakıbı
İbrahim Gülşeni ve Reşahat-ı
Muhyi, Seyyid Şükrü’nün Divan
, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’in Keşfü’z-Zünun
Zeyline Müteallik Defter, Vamık Şükrü’nün Tarih-i
Ebcedi, Mütercim Asım’ın Yevmi
Müsveddat adlı eserleri müellif hattıyla yazılmış olan nüshalardandır.
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.Ş. bünyesinde
sessiz ve sürekli hizmet veren bir birim olan Sermet Çifter Araştırma
Kütüphanesi, Fuad Köprülü gibi dev bir edebiyat tarihçisinin yazmalarını da
içeren nadir pek çok eseri bilim dünyasına sunuyor. Yayımı yıllardan beri
geciken bu katalogun elbette eksikleri kusurları olabilir. Bu eksik ve
kusurların bilim çevrelerince incelenip düzeltileceğine ve zaman içinde
yapılacak yeni basımlarda bu yanlışların ortadan kalkacağına inanıyoruz.
Şimdiye dek yalnızca adı bilinen, fakat görülüp incelenememiş oldukları için
neredeyse efsaneleşen bu yazmaların katalogu bilim dünyasına sunmaktan ve işin
mutfağında bulunmuş olmaktan dolayı bahtiyarız.
Yorumlar