KARATAY’IN ÜNLÜ İLİM, FİKİR, DEVLET VE SİYASET ADAMLARI İLE SPORCULARI
KARATAY’IN
ÜNLÜ İLİM, FİKİR, DEVLET VE SİYASET
ADAMLARI İLE SPORCULARI
I- ÜNLÜ İLİM, FİKİR VE DEVLET ADAMLARI
MEVLÂNA CELALEDDİN-İ RUMİ
Karatay bölgesinin en ünlü ilim ve fikir adamı,
kuşkusuz Mevlâna Celaleddin-i Rumi’dir. İkinci Bölümde Mevlâna’nın biyografisi
incelendiği için burada tekrar bu konu ele alınmayacaktır.
ŞEMS-İ TEBRİZİ*
İnancın zirvesinden Hakikat’in özüne ulaşan
tefekkür insanı Şems-i Tebrizi, bir ömür boyu dürüst, arı ve mütevazı
yaşantısını insanlar için değil Allah için sürdürmüştür. İnsanlarla, kendisiyle
ve Allah ile olan ilişkilerinde, gösteriş ve riyâdan uzak içten özelliklerle
dolu, sağlam kişilikli bir velidir. Bütün serveti Allah sevgisi olarak nihaileşmiş,
Allah sevgisini her nefesinde derin bir vecd ile dile getirmiş olan bir cihan,
bir âlemdir. Mevlâna gibi sâkin bir okyanusu coşturan, şiddetli aşk
fırtınalarıyla dalgalandıran, sermest eden âsûde bir âlem...
Zahirî
ilimlerde zirveye ulaşmış olan Mevlâna’nın müritleri, talebeleri, kitapları ve
medresesi arasındaki düzenli geçen yaşantısını alt üst eden, sahip olduğu
maddi, manevi her şeyini elinin tersiyle ittiren, bilginler bilginini önünde
diz çöktürerek öğrenci yapan bu celalli, esrarengiz yabancı kimdi? Neye inanıyordu ve ne istiyordu?.. Mevlâna
gibi bir bilgi cevherinin şahsında bütün dünyaya duyurmak, anlatmak istediği
sırrın ana konusu neydi? İnsanlığa nasıl bir mesaj, nasıl bir insan-Allah
ilişkisi öğretmek istiyordu? Kendisi hakkında çok sınırlı kaynak olmasına
rağmen, satıraralarından Şems-i Tebrizi’nin sırlı yaşantısını, karakterini ve
ne istediğini bulmak mümkün.
Kendisinin
de dediği gibi, “Sırların sırrı, bâtının
bâtını” olan İlahî Ulak, Şems-i Tebrizi’nin çocukluğu, gençliği, olgunluğu
ve yaşlılığı da alışılmış veli tiplemesinden farklıydı elbette.
Şems-i
Tebrizi’nin babası, Melek Dadoğlu Ali’dir. Devletşah
Tezkiresi, (Leyden tb. s,195)’nde Buzurk Ümit ailesinden, Alamut
Valiliği’nde bulunan Nev-Müslüman adıyla tanınan Celaleddin Hasan’ın oğlu
olduğunu yazar. Azeri Türklerinden olduğu tahmin edilmektedir. Bazı
tezkerecilere göre aslen Horasanlıdır.
Şems-i Tebrizi’nin babası ticaret sebebiyle
Horasan’dan Tebriz’e gelmiş ve burada yerleşmiştir. Şems-i Tebrizi bu kentte doğmuştur.
Şems-i Tebrizi’nin Makalât adlı
kitabından, 26 Cemaziyelahir 622/7 Temmuz 1225’te Konya’ya gelmiş olduğunu
anlıyoruz. Konya’ya geldiği zaman altmış-altmış iki yaşlarında olduğu göz önüne
alınarak doğum tarihi 582/1186, 584/1188 olarak tahmin edilmektedir.
İsmailiye Mezhebi büyüklerinden Buzurk
Ümit’in torunu, Şems’in büyük babası Havend Alâeddin dedelerinin sapkın
inançlarına karşı çıkarak zındıklık yolundan ayrılmıştır, babasının ve
dedelerinin kitaplarını ve defterlerini yakarak İslami inançları ve ehlisünneti
yaşamaya başlamıştır. Şems’in tavizsiz ve hür yaşantısını, yanlışlar
karşısındaki celalli tavırları tahlil zaman bu karakteristik özelliğini
büyükbabası Havend Alâeddin’den aldığı düşünülebilir.
Şems-i Tebrizi’nin, yaratılış itibarıyla
sıradışı bir karaktere sahip, meziyetlerle bezenmiş, istidat sahibi biri olduğu
görülüyor. Daha küçük bir çocukken bile akranlarından farklılığı fark ediliyor,
üstün yaratılışta olduğu gözleniyordu. Çocukluğunda geçen bu olağanüstü
hallerden birisini Makalât’da şöyle
anlatır;
“Çocukluk
çağlarında bana garip bir hal gelmişti. Kimse bu halimi anlayamadı. Babam bile
ne olduğunu bilmiyordu. Bana diyordu ki, ‘Sen divane değilsin, bilmem ki bu
gidişin sebebi ne? Sende bu yola gitmek için gerekli olan ne terbiye var, ne riyazet
var, ne de başka bir şey.’ Babama dedim ki: ‘Şu sözü benden dinle! Sen ve ben
öyle bir haldeyiz ki, sanki bir kaz yumurtasını tavuğun altına koymuşlar; bu
yumurtadan kaz yavrusu çıkmış; biraz palazlaşınca bir su kenarına gelmişler,
kaz yavrusu hemen suya atlamış. Ana tavuk etrafında çırpınmış. Çünkü o kümes
kuşudur; onun suya girmesine imkân yoktur. İşte seninle ben de böyleyiz. Ey
babacığım! Ben kendimi yüzdürecek bir deniz görüyorum, benim yurdum o denizdir;
halim de; deniz kuşunun hâli gibidir. Eğer sen benden isen gel! Yahut ben bu
derya içinde senden değilim git, kümes kuşlarına karış. Bu sözlerim sana
armağan olsun!’ dedim. Babam, ‘Dosta böyle yaparsan düşmana ne yaparsın’ dedi.”
Şems-i Tebrizi daha çocuk denecek yaşlarda
Tanrı’ya içten âşık olduğunu ve aşk deryasına dalarak aşkından dolayı otuz kırk
gün bir şey yemediğini şöyle anlatır;
“Ben ilk mektepte idim. Daha ergenlik çağına
gelmemiştim. Otuz, kırk gün geçtiği halde canım, Muhammed’in siyretine olan
aşkımdan ötürü hiç yemek arzu etmediği olurdu. Yemek lafı edilse bile yüzümü
çevirirdim. Bazen de bana verilen yiyeceği kibarlık olsun diye yenime
saklardım. Bendeki bu nazlanma ayıbı babamdan ve annemden dolayı idi. Mesela:
bir gün kedi sütü döktü ve tası kırdı. Babam yanımda kediye bir şey demedi ve
bana da kızmadı. Sadece gülerek dedi ki, ‘Yine ne yaptın? Hayırdır. Böyle
yapmasaydın ya bana, ya annene ya da sana bir şeyler olurdu. Tanrı bize acıdı
da bu kadar ile atlattık’ dedi.”
Makalât, bize Tebrizli Şemseddin’in, zamanında en yüksek İslami
bilgilerden olan tefsir, hadis, fıkıh, felsefe ve kelam bilimlerinde yeter
derecede ilerlemiş olduğunu, dört mezhebin fıkıh esaslarına aşina bulunduğunu
ve Şafiilerin meşhur beş kitabından Tenbih
adlı eseri incelediğini gösteriyor.
Makalât’taki konuşmalarından Eflatun, Sokrat, Hipokrat, İbn Sina, İhvân-ı
Safa gibi filozoflardan ve eserlerinden haberdar, Arap Dili ve Edebiyatı’nda
üstün bir bilgiye sahip, Fars Dili ve Edebiyatı’na hâkim olduğunu göstermektedir.
Ahmet Eflâki’nin aktardığı bilgiler simya, astronomi, astroloji, mantık ve
felsefeye tam vakıf olduğunu göstermektedir. Yıllarca Halep, Şam, Bağdat gibi
büyük şehirlerde yaşayıp eğitim gördüğünü, Arapların dillerini gayet iyi bir
şekilde konuşup yazdığını Makalât’taki
yer yer Arapça pasajlarından anlaşılmaktadır.
Şems-i Tebrizi’nin, gezgin bir derviş
olmadan önce iyi bir eğitim gördüğü, ne var ki, bu bilgilerini ifşâ etmeyip
yoğunlaştığı aşk okyanusunda yüzdüğü, ilahi aşk bilgisine önem verdiği görülmektedir.
Şöhreti afet olarak kabul eden ve deşifre
olmaktan sakınan Şems-i Tebrizi, geniş bir bilgiye ve gelişmiş, eleştirel bir
zekâya sahip olan, insanı çok iyi tanıyan ve onun eylemlerinin doğurduğu
problemleri iyi tahlil eden, tanınmaktan kaçan bir derviş profili çizmektedir.
Sıradanlık ve basitlik ruhuyla uzlaşmaz bir
haldir ki, bu durum onda gurur ve kibre yol açmamıştır. Kendisinin diğer
nefislerden ayrıştırılmasına tahammül edemeyen hatta fırsat bile tanımayan
Şems-i Tebrizi’ye yakışan da bu olsa gerek.
Olgunluk çağı da çocukluk çağında olduğu
gibi sıra dışı olay ve haller içinde geçmiştir.
Makalat’ta Erzurum’da okul müdürlüğü ve öğretmenlik yaptığını
anlatır. Ancak bu uzun sürmemiştir. İlimde son derece ilerlemiş olmasına rağmen
bir medresede kalıp, ilim öğretmek yerine kendisine şeyh, sohbet arkadaşı
aramak için diyar diyar dolaşmış; Efrad, Aktab, Evtad, Ekbal huzuruna
erişmiştir. Suret ve mana ulularını ziyaret etmiştir. Bu gezginciliğinden
dolayı gönül sahipleri ona “Şems-i
Perende” Uçan Şems lakabını takmışlardır.
Feyz
Aldığı Şeyhler
İlk şeyhi, Tebriz’de Şeyh Ebûbekir
Sellebâf’tır. Uzun süre onun hizmetinde bulunmuş, büyük bir olgunluk ve
erginlik mertebesine erişmiştir. Ancak daha fazla olgunlaştırmak şeyhinin
takati üstüne çıkınca Ebûbekir, insaf ve takdir yoluyla Şems-i Tebrizî’ye bu
olgunlaşmanın daha ileri mertebesini başka yerde aramasını tavsiye edip,
seyahate çıkmasına izin vermiştir. Şems-i Tebrizi, önce Kirmanlı Şeyh Evhadüddin’in
pîri Secaslı Rükneddin’in dergâhına gitmiştir, Daha sonra Tebrizli Şeyh
Şahabeddin Mahmud’a Centli Baba ve Kemal’e gitmiştir. Zamanın büyük mürşitlerinden
olan bu üç zatın hizmetlerinden de çok feyz almıştır.
Birçok tekke ve dergâhı dolaşan Şems-i
Tebrizi bir gün bu dergâhlardan birisinde Şeyh Fahrettin Iraki’nin bir gazelini
duymuş ve çok etkilenmiştir. Sürekli o gazeli okumaya başlamış, her okuyuşunda
aynı etkiyi hissetmiştir. Bu gazel şöyledir:
“Bardağa
dolan ilk şarabı sâkinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar.
Âlemin
neresinde bir gönül derdi varsa, onları bir araya topladılar, adına aşk
dediler.
Diyelim
ki âşıklar kendi sırlarını açıkladılar. Ama Iraki’nin adını neden kötüye
çıkardılar?”
Şems-i Tebrizi’nin içinde doğup büyüdüğü
mistik iklim, yaradılışındaki vasıflar, diyar diyar tekke ve dergâhları
dolaşması hâlet-i rûhiyesindeki ilahî aşk yolculuğunu tetiklemiştir. Zaten
Şems’in ebediliğini sağlayan ve Mevlâna’yı coşturan bu yolculukta yaşanılanlar
ve kazanılanlar olmuştu. Şems’in ruh şemsi, hayatı boyunca bulutlu gökyüzünde,
bulutlar arasında parıldayan güneş ışıkları gibi bulutlara inat kendini
gösteren, kendi öz hüviyetini sergileyen gün ışıkları gibi parlaklığını
hissettiren bir ruh yapısındaydı. İlahî bir kaynaktan fışkıran, gözleri
kamaştıran kendiliğindenlik kuvvetinin büyüsü, ebedilik sırrını ifşâsıydı…
Şems-i Tebrizi iyi bir eğitim görmüş, pek
çok dergâhlarda dolaşmış ancak tatmin olamamıştır. Bu süre zarfında sürekli
olarak Rabbine niyâzda bulunmuş “Dünya
boş değil ya, elbette vardır” diyerek, kendisini anlayacak, sohbetine
dayanacak bir dost istemiştir. Makalât’da
şöyle anlatır:
“Tanrı’ya
yalvardım. ‘Yarabbi beni kendi velilerinle tanıştır, onlarla yoldaş et,’ dedim.
Rüyamda ‘Seni bir veliyle yoldaş edelim’ dediler. ‘O veli nerededir?’ diye
sordum. Ertesi gece bu velinin Rum (Anadolu) diyarında olduğunu söylediler.” Bu rüyanın devamında kendisine, “Seni bir velî ile dost edeceğiz ama şükrane olarak ne vereceksin?” diye
sorduklarını ve kendisinin de “Malım
mülküm yok bir tek başım var, onu vereceğim” dediğini söyler.
Bu açıklama bize Mevlâna’nın da vaktin
olgun velileri mertebesine yükselmiş, kendisine muhatab olacak kuvvetli bir mana
ehli bulamadığı için zahirî bilgiler çerçevesi içerisinde kalmış olduğunu
göstermektedir. Şems bunu duymuş ve sezmiştir. İçindeki coşkun hisleri
aktaracak derin ve geniş bir gönül aramaktadır. Aradığını da Mevlâna Celaleddin’de
bulmuştur.
Şems-i Tebrizi alışık olduğumuz veli
tiplemesine pek benzemez. Her söz ve davranışı insan muhayyelesini altüst
ederken, insana, kendi özeleştirisini yaptıran fiillere dönüşür. Gençliğinde başlayan
tatmin olmaz dost arayışı sebebiyle babası onun hâlini ve farklılığını anlamış
ve “Allahu teala, sana günlük bir arkadaş
versin ki, evvellerin, âhirlerin bilginlerini hakîkatlerini senin adına izhar
etsin. Hikmet ırmakları, onun kalbinden diline aksın, harf ve ses kıyafetine
girsin, o kıyafetin rütbesi de senin adına olsun” demiştir…
Asırlar sonra günümüzde görüyoruz ki
Allahuteala’nın Şems-i Tebrizi’ye verdiği dost Mevlâna’nın Şems-i Tebrizi adına
izhar ettiği hikmet ırmakları bütün dünyada gürleyerek akmaktadır.
Tarikat
Bağlantısı
Şems’in tarikat silsilesi Hz. Aliye
dayanmaktadır. Eflâki, Şems-i Tebrizi’nin tarikat bağlantısını şöyle açıklar:
Hazret-i Ali, Hasan-ı Basi’yi; Hasan-ı Basri, Habib-i Acemiyi; o, Davud-ı
Tai’yi; Davud, Maruf-ı Kerhi’yi; Maruf, Seri-i Sakati’yi; o, Cüneyd-i
Bağdadi’yi; o, Şibli’yi; o, Muhammed Zeccac’ı; o, Ebubekr Nessacı; o, Ahmed
Gazali’yi; o, Ahmed Hatibi’yi; o, Şemsül Eimme Serahsi’yi; o, Sultanü’l –ulemâ
Bahaeddin Veled’i; Bahaeddin Veled, Seyyid Burhaneddin Tirmizi’yi; o da Mevlâna
Celaleddin’i; o da Şemseddin-i Tebrizi’yi, Tebrizi de Sultan Veled’i irşad
etmiştir.
Eserleri
Şems-i Tebrizi’nin kendi el yazması, telif
ettiği bir eseri yoktur. Ama öyle bir “Aşk
Eseri” bırakmıştır ki, yazıya ne hâcet… Onun aşk okyanusundaki
fırtınalarının etkisi, sürekli ve çok güçlü çalkantılar meydana getirdiği için
ruhunda her dem yeni yeni devasa dalgalar husule gelmekte ve düşüncelerindeki
durağanlık kaybolmaktadır. Yaşadığı devirden günümüze kadar o, hâlâ gıpta ile
anılmakta, söylenmekte, merak edilmekte ve gönüllerde okunmaktadır.
Şemsi’in aslında yazı alışkanlığı yoktur. Yazmak
alışkanlığının olmamasını şu sözlerle açıklar; “Bende yazı yazma alışkanlığı yok ve yazıya dökmediğim sözler bende
kalır ve her an yeni bir şekil ve biçim alır.”
“Şems
neden hiç yazmamıştır?” sorusuna,
Chittick şöyle bir açıklama getirmiştir:
“… Kendi zamanlarında ya da daha sonraki nesiller tarafından büyük sûfi ya da
ârif olarak bilinenlerin çoğu için de geçerli olmak üzere kendisini Allah’a adamış Müslümanların büyük çoğunluğu yazmayı
iş edinmezlerdi. Yazıya dökülmüş olanlar, mahiyeti gereği dışarıdan bilinmesi
mümkün olmayan çok daha derin ve geniş bir gerçekliğin ancak ismini temsil
eder.”
Şems-i Tebrizi’nin tek ve ünlü eseri,
Makalât-ı Şems-i Tebrizi diğer adı ile Hırka-i
Şems’dir. Ancak bu eser, bizzat Şems-i Tebrizi tarafından kaleme
alınmamıştır. Kendisini dinleyenler tarafından sohbet ve toplantılarındaki
konuşmaları sırasında tutulan notlardan ibaret bir eserdir. Muhtemelen
müritleri tarafından yapılan kayıtların itinalı olup olmadığına bakılmadan
toparlanmasıyla meydana getirilmiştir.
Mevlâna gibi bir deryayı coşturan, kabından
taşıran ilim ve irfan okyanusu Şems, neden hiç kitap telif etmemiştir?
Sorumuza, Fürûzanfer şöyle açıklama getirmektedir;
“…
Şemseddin, âlim, kâmil, cihanı görmüş, büyük erlerden birçoğunun sohbetine
erişmiş biri idi. Dış sülukta, iç gidişte yüce bir yeri vardı. Söz biliminde,
hal remizlerinde esaslı olgunluğa sahipti. Eğer telif işine el sürerse, mânâlar
yazmaya himmet etse idi, kâğıt üstüne inciler saçar, gevherler dağıtırdı.
İsteklerinin hatırını, gönlünü söz refakatiyle cennet bahçesine çevirir, yüksek
değerlerde eserler yâdigâr ederdi. Fakat bu meslekte olanların çoğu zâhir
ilmini, yazı yazmayı yol kapayıcı bir perde saydıklarından, kitap telifi
cihetine gitmemişlerdir. Bundan ötürü Şemseddin’in telif ettiği herhangi bir
kitap şimdilik mevcut değildir. Eski müellifler de ondan bir alâmet
görmemişlerdir. Onun eserlerinden olmak üzere bir kitap vardır ki, adı da
Makalât (Sözler)’tır. Bu nefis nüshanın aslı Konya müzesinde saklıdır.”
Makalât’ı Türkçe’ye çeviren Mehmet Nuri
Gençosman ise bu çeviri ile ilgili olarak “Giriş”
yazısında şöyle der:
“…
Konuşmalar diye adlandırdığımız bu kitabın aslı, Farsça ve Arapça ile karışık,
on üçüncü yüzyılda yazılmış çok çetin ve arkaik pasajlar ve deyimlerle dolu bir
el yazmasıdır. Eser, çok önemli ve şaşırtıcı tasavvuf konularını içine aldığı
gibi, o çağın belli başlı şahsiyetlerini, zamanın küfür ve bilim hareketlerini
yansıtması, hele Mevlâna Celâleddin’in karanlıkta kalmış olan bazı yönlerini
aydınlatması bakımından da bir hazine değerindedir. Şems-i Tebrizî Konya’ya
niçin gelmiştir? Mevlâna ile onun arasındaki ilişki nasıl başlamıştır?
Mevlâna’nın normal hayatını birdenbire alt üst ederek ona coşkun ve taşkın
yepyeni bir ruh aşılayan bu adam kimdir? İşte bu noktaları bize açıkça
gösterecek çok önemli bilgileri bu kitapta bulmaktayız. Kitabın gerçi çok çetin
ve dikenli tarafları vardır ve bu özelliği bugüne kadar bir çevirisinin
yapılmasına engel olmuştur.”
Gençosman tarafından “Konuşmalar” adıyla Türkçe’ye çevrilen Makalât iki cilt halindedir Makalât’ın nüshalarının bulunduğu
kütüphaneler; Konya Mevlâna Müzesi İhtisas Kütüphanesi (No: 2/44, 2145); Prof. Dr.
F. Nafiz Uzluk’un özel kitaplığı; İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (No: 679
F.Y.); İstanbul Bayezid Kütüphanesi Veliyyüddin Efendi kitaplığındadır.
Makalât ile arasında kuvvetli bir ilişki
vardır. Mevlâna, Mesnevî’de geçen
birçok hikâye ve nükteleri Makalât’tan
almıştır.
Şems-i
Tebrizi’ye İsnad Edilen Eserler: Şems-i
Tebrizi’ye isnad edilen çeşitli eserler mevcuttur. Ancak bunların Şems’e ait
olmadığı bilinmektedir. Bunlardan birisi, Hindistan’da basılan ve içinde 150
beyit bulunan Gönüllerin Sevgilisi
(Merfubü’l-Kulûb) manzumesidir. Manzumenin sonunda yazılmış olan tarihe
göre 757/1356’yı göstermektedir. Bu tarih ise Şems’in kaybolmasından 112 yıl
sonrayı göstermektedir. Üstelik Şems’in “Mesnevî”
tarzında yazı yazan bir zat olmadığı da bilinmektedir.
Karakteri
Şems-i Tebrizi’nin karakter tahlili
konusunda yapmaya yeltensek de, öncelikle şunun altını koyu bir çizgiyle çizmek
gerekir. Şems’i Şems yapan ne karakteri, ne aile geçmişi, ne şeyhi, ne de
bilgisidir. Onu Şems yapan, ruhunda çağlayan debisi çok büyük aşk ırmaklarıdır.
Zira ondaki aşk kudreti sınır tanımayacak kadar ufuk çizgisini aşmıştır, asıl
hüviyeti aşkında gizlidir. O İlahî aşkın ateşli remzinin müstesna kor ateşi,
yaklaşık sekiz asırdır dünya ufuklarında yalımlanıyor, yalımlaşmaya da devam
edecektir.
Şems-i Tebrizi’nin karakterinin oluşumunda
ve psikolojik özelliklerinin gelişmesinde, biyolojik muhitinin karakteri
nasıldı ve ne ölçüde etkili oldu? Etki derecesini ve o devre hâkim olan ruhun
detaylarını ve müphem taraflarını tamamıyla bilemiyoruz. Başka eseri olmadığı
için karakter tahlilinde yararlanılabilecek kaynaklardan en önemlisi, Makalât’tır. Diğer önemli kaynaklardan
biri Mevlâna’nın ikincisi Şems’i yakından tanıyan ve müridi olan Sultan
Veled’in eserlerindeki Şems’le ilgili bölümler, üçüncüsü Mevlâna’dan sonra
vefat etmiş, yakın hizmetinde bulunmuş olan müridi Sipehselar’ın naklettikleridir.
Bunlar Şems’in karakteri hakkında belge ve kaynak olarak bize önemli ışıklar
tutmaktadır. Bu kaynaklardaki bilgilerden ışığından yola çıkarsak, yukarda da
bahsettiğimiz gibi Şems’in çocukluğundan itibaren farklı bir gelişim süreci
yaşamış olması, onun kişiliğinin özünü oluşturan özelliklerin, kazanılmaktan
ziyade doğuştan mevcut olduğunu gösteriyor. Kişisel özellikleri, ne koşullara
bağlanarak yavaş yavaş, ne de aniden değişip gelişivermiştir. Dış koşullara bağlı olarak değişip
gelişmeyen, kendine has davranışlar ve özellikler bütünlüğü gösteren özgür kişiliği,
içten gelen manevi aşamalara sahip oluşu kendiliğindenliktir. Ancak, “gelişimi, dış koşullardan tamamen
soyutlanarak devam etmiştir”, demek de eksik olur. Mutlaka çevre koşulları
da etkisi olmuştur. Makalât’ta, “Ben teklifsiz, pervasız bir adamım; ne
Mevlâna’nın ayrılığından bana bir zahmet, ne de ona kavuşmaktan bir sevinç
gelir. Benim bir şeyden hoşlanmam da, incinmem de yaratılışımın gereğidir”
sözlerinden hiç kimseye eyvallahı olmayan bir derviş olduğunu anlıyoruz.
Şems’in ruh ve beden yapısının oluşmasında
çevresinin, anne, baba ve dedelerinin bazı biyo-fizyolojik, psiko-sosyolojik
özelliklerinin ne dereceye kadar etkili olduğu ve sürdüğü çok fazla bilinmese
de, Makalât’taki konuşmalarından bazı
ipuçları elde etmek mümkündür. Yukarıda da değindiğimiz gibi, büyükbabaları,
kendi babaların İslamiyet’e ters düşen kitap ve defterlerini yakarak zamanın
sapkın inançlarına başkaldırmaları önemli bir noktadır. Buradan bir bağ kurarak
psikolojik ve genetik açıklama yapılabilir. Kendi müntehasında ilâhi aşkla
dolması ve gerçek İslami kurallar dışında hiçbir kural tanımayışında
dedelerinin tavırlarıyla çok yakın benzerlikler kurulabilir.
Dünyanın mal, mülk, mevki, makam
vesairesine nazar-ı istihkarla bakan Şems, dünya mihnet ve hazlarını elinin
tersiyle itmiştir. Hayatı boyunca nefsine karşı, olabildiğince tavizsiz bir
irade göstermiştir. Makalât’ta, “Benim nefsim bana öyle uysallık gösterir
ki, önüme yüz binlerce helva ve kebap getirseler, gerçekten isteğim bile olsa,
başkalarının can attıkları o yemeklere asla dönüp bakmam. Vaktinde ona
vereceğim arpa ekmeği, vakitsiz vereceğim kebaptan daha hoştur” der. Şems,
ruhunda kendi kendisiyle aktif bir etkileşim süreci yaşamıştır. Emsalsizliği ve
kendine özgülüğü olan, hür yaşayan bir derviştir. Gösterişe hiç ehemmiyet
vermeyen, şan şöhrette gözü olmayan, sultanlara, beylere eyvallah etmeyen,
sözünü sakınmayan, biraz da sivri dilli, çoğu zaman geleneklere baş kaldırışı,
sert tabiatı, yaratılış itibarıyla başına buyruk şahsiyeti, dürtülerinden
kaynaklanmıştır. Birdenbire bora gibi parlayan, belki de izin verilse uzayın
akla sığmaz sonsuz boşluklarını dolduracak ya da şems’i ile yakacak güçte hür
bir dervişti...
Mizacının hususiyetlerinden aldığı duygu,
davranış ve ruh yüksekliği dolayısıyla, sultanlara boyun eğmeyen yüce
kanaatkârlığı, ruhunun bedenî ihtiyaçları karşısında gurur –azamet ve tevazu-
mahiyet kutupları arasındaki tavizsizliği, fakr-ı manevi, yani dünyevi
nimetlere kıymet vermeyen bir şahsiyet olmasındaki sebep; fakr u zaruret içinde
olmasından değildi. Hadis-i Şerif’e müessir olmasından ileri geliyordu. Onda
tecrid yani Kalpten ve akıldan dünyaya ait şeyleri çıkararak yalnız Allah’a
gönül bağlama kabiliyeti fazla olan karakter özelliklerinin akisleri
görülmektedir. Ruhi insicamı, Allah sevgisinden ileri gelmektedir. Bütün hayatı
boyunca mizacındaki ana mihver tasavvufi aşk olmuş, bütün mevcudiyetiyle o
sevgiye bağlanmıştır.
Şems’in çocukluğunda; kadın öğretmenin
ritim tutturması üzerine cezbelenerek sema etmeye başlaması olayına istinaden,
onda gönül cezbesinin küçük yaşlardan itibaren var olduğunu müşahede ediyoruz.
Bu yüzden Şems’in davranışlarını kuvvetli bir psikolojik faktör mahiyetinde
telakki etmek yerine karakteristik vasıfları arasında ruh yapısındaki insicamı
ve mana ehli oluşunu göz önüne almak daha doğrudur. O, zamanın değer ölçülerini
aşan, yaradılışında üstün vasıflarla bezenmiş, Allah vergisi bir istidat ve
yetenekle doğmuştur.
Şems’in yaşadığı devre göre sıra dışı
özellikleri, manyetik kişilik yapısı, zamanın geçerli tabularına ve
geleneklerine baş kaldırışı; çevresinde bulunan insanların kimi zaman
tepkisine, kimi zaman da ilgisine sebep olmuştur. Düzenli bir hayatı olan
Mevlâna’nın normal yaşantısını birdenbire alt-üst ederek, coşturan ve ona
taşkın bir ruh armağan eden Şems’in günümüze kadar ilgiyle ve sevgiyle
anılmasını göz önüne alacak olursak kozmik bir insan oluşu noktasında
derinleşmek gerekir. A. Schimmel, “Kaynaklar
Şems’i, yorumları ve sert sözleriyle insanları şoke eden, tuhaf davranışlı,
tahammül edilmez bir kişi olarak tanımlar.” der. Bir başka eserinde “Şems’den bahseden menkıbeler ve onun
tasavvufî vecizeleri, kendisinin çağdaşı sûfîleri çoğu zaman keskin alaylarla
şaşırtan, olağanüstü gururlu ve harikulâde bir şahsiyet olduğunu gösterir”
der.
Şems, gururlu, sivridilli kişiliğinin
arkasında sıcacık, merhametli bir kalp taşır. Bir menkıbede her gün bir
harabeye giderek oradaki köpek ve yavrularına ekmek götürdüğü anlatılır.
Şems-i Tebrizi, kimliği ve kişiliği hep
tartışıldığından dolayı bazılarınca saygın bir veli, bazılarınca da “patavatsız” biridir. Ancak çoğu
kimselerce evliya derecesinde hürmet görmüştür.
Başkalarının üstünde tesir yapmaktan
hoşlanmayan bir kişiliğe sahip olan Şems, dış görünüşü dikkate almamıştır.
Hatta dış görünüşü önemseyenlerin düşüncelerinin aksine tavır geliştiren
biridir. Bununla birlikte Şems, kendisinden beklenen davranışları sergilemeyen
veya ne tepki vereceği tahmin edilemeyendir.
Aşk, vecd ve hakikat dervişi Şems,
özgürlüğünden kolay kolay taviz verecek bir şahsiyet değildir. O, aynı zamanda
keskin bir zekâ, insanları iyi tanıyan bir bilge ve şöhretten kaçan bir
sufîdir. Özgür ruhlu ve çekici bir insandır. Kendisinin de söylediği gibi,
sırların sırrı ve aydınlanmanın nurudur. Bir rehber olarak ulaşılması zor bir
yetenek ve irfana sahiptir.
Dışa açık, inandığı ideallerini sonlu
hiçbir güçten–buna Mevlâna da dâhildir-çekinmeden söyleyen ve savunan Şems,
kendisi için prensip edindiği özgürlüğü ve serbestliği, karşısındaki insana da
tanımaktan kaçınmaz.
Sözlerin ve kelimelerin anlatmada güçlük
çektiği makamlara erişen Şems, çıktığı en uzun yolculuk ve bunun yansıması olan
gurbet sonucunda ailesine ve en yakınlarına yabancılaşan bir kimliğe bürünür.
Bu o derece hüzünlü bir gurbettir ki, adeta sürgündeki bir Şems ortaya çıkar.
Şems ile Mevlâna’nın buluşması,
yakınlaşması ve nihai aşamada bir olması, hem maddi hem de gönül cihanında
ender gerçekleşmiş hadiselerdendir. Bunu büyütmemizin ve yüceltmemizin sebebi,
evrensel vuslatın sonuçları itibarıyladır. Sonuç, birleşmenin, dostluğun ve
muhabbetin zirvesi, “ikiz ruhlar”ın
iki ayrı bedende ama tek bir ruhta “bir”
olmasıdır.
KAYNAKÇA
Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, (çev. Tahsin Yazıcı), MEB Yayınları,
İstanbul, 2001.
Chittick, William C. - Sachiko Murata, İslâm’ın Vizyonu, (çev. Turan Koç),
İnsan Yayınları, İstanbul, 2003.
Fürûzanfer B.; Mevlâna Celâleddin, (çev. F. Nafiz Uzluk), Konya Valiliği Kültür ve
Turizm Müdürlüğü, Konya, 2005.
Mevlâna, Mesnevî, VI, (Haz. Şefik Can), Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002.
Özönder, Hasan; Mevlâna’nın Gönül Dostları, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm
Müdürlüğü, Konya, 2004.
Schimmel, Annemarie; İslâm’ın Mistik Boyutları, (çev. Ergun Kocabıyık), Kabalcı
Yayınevi, İstanbul, 2001.
, Ben Rüzgârım
Sen Ateş, (çev. Senail Özkan), Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2003.
Sipehsâlar, Risale-i Sipehsâlâr, Konya Valiliği İl Turizm ve Kültür Müdürlüğü,
Konya, 2005.
Sultan Veled, İbtidâ-Nâme, (çev. Abdülbâki Gölpınarlı), Altunarı Ofset, Konya,
2001.
Şems-i Tebrizî; Makalât, II., (çev. M. Nuri Gençosman), Hürriyet Yayınları,
İstanbul, 1974.
Türkmen, Erkan; Şems-i
Tebrizî’nin Öğretileri, Anadolu Manşet Gazetesi Yayınları, Konya, 2005.
Ürkmez Melahat, Gönül Bahçesinde Mevlâna, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm
Müdürlüğü, Konya, 2005.
, Mevlâna’da Aşk
Sırrı ve Nihai Bütünleşme, Nüve Kültür Merkezi, Konya, 2005.
, Şems-i Tebrizî,
Nüve Kültür Merkezi, Konya, 2009.
Türkiye Selçuklularının ünlü veziri Celaleddin
Karatay’ın hangi tarihte doğduğu bilinmemektedir. Bazı araştırmacıların doğum
tarihine ilişkin verdiği bilgiler kesin delillere dayanmadığı için tahminden
öte geçmemiştir. Onun Sultan II. Kılıçaslan’ın saltanat yıllarının (1156-1192)
son dönemlerinde yahut I. Gıyaseddin Keyhusrev’in hükümdarlığı (1192-1196)
sırasında doğmuş olabileceğine yönelik görüşler daha tutarlı sayılabilir. Altmış
yaşında vefat ettiğine dair yaygın görüş ise bilimsel açıdan tam
ispatlanamadığı için vefat tarihi olan 1254’ten 60’ı çıkarmak suretiyle bulunan
doğum tarihi (1194) de ne yazık ki gerçeği yansıtmaktan uzaktır.
Etnik kökenine ait bilgiler de tartışma
konusudur. İbn Bîbî’nin[1] onun “Rûm
asıllı bir gulâm”, Ebü’l-Ferec’in ise[2] “Alâeddin
Keykubad’ın yetiştirmelerinden” olduğuna dair verdiği bilgi değişik
şekillerde yorumlanmıştır. Araştırmacılar[3] bu
iki kaynaktan hareketle Celaleddin Karatay’ın I. Gıyaseddin Keyhusrev zamanında
gerçekleştirilen ve şehrin fethiyle sonuçlanan Antalya seferi sırasında ele
geçirilen Rum esirlerinden olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre genç yaşında
İzzeddin Keykavus zamanında siyaset sahnesine çıkan Celaleddin Karatay’ın daha
önceki bir sultan, muhtemelen II. Kılıç Arslan döneminde Gulâmhâne’ye[4]
alınmış olması gerekir. II. Kılıç Arslan zamanında Rum diyarlarına yapılan
seferler incelenir ve Karatay’ın Antalya’ya yaptırdığı Daru’s-sulehası[5] da
memleketine bir hizmet olarak düşünülerse İbn Bîbî’nin onun Rum kölesi olduğuna
dair kaydının hakikati yansıttığı anlaşılır. Kaldı ki İbn Bîbî’nin kaydını
geçerli kabul etmek için bir sebep daha vardır. Babası Mecdüddin Muhammed ile
Celaleddin Karatay II. Gıyaseddin Keyhusrev (1237-1246) zamanında devlet
hizmetinde görev aldıkları için[6] İbn
Bîbî Karatay’ı yakından tanımaktadır. Öyleyse o Celaleddin Karatay’ın etnik
kökeni hakkında gerçek bilgiyi verebilecek en yetkin isimlerin başında
gelmektedir. Bazı araştırmacılar[7]
kölelikten yetişen önemli kişilerin çoğu defa kimin köleleri olduğuna kayıt
düşüldüğünü fakat İbn Bîbî’nin Celaleddin Karatay hakkında böyle bir bilgiye
yer vermediğini dile getirerek bu görüşe karşı çıkmışlardır. İbn Bîbî’ye eşlik
eden ve Celaleddin Karatay’ın etnik kökenine neredeyse aynı ifadelerle değinen
ikinci kaynak bu tartışmalar sırasında galiba biraz ihmal edilmiştir.
Ebü’l-Ferec’in tarihi, Türkiye bilim çevrelerinde genellikle Ömer Rıza
Doğrul’un tercümesi vasıtasıyla yararlanılan bir kaynak özelliği taşımaktadır.
Doğrul’un tercümesinde “Kânyâ (Konyâ?)’da Sultan Alâeddin’in kölesi olup
ismi Celâleddin Karatay olan bir asilzade vardı”[8] denilmektedir.
Ebü’l-Ferec’in eserini Süryaniceden
İngilizceye Ernest A. Wallis Budge çevirmiş, Ömer Rıza Doğrul da Budge’ın
tercümesini Türkçe’ye kazandırmıştır. Doğrul, tercümesine esas aldığı nüshayı
işaret etmek üzere Budge’ın ismini kitabın kapağına koymayı ihmal etmemiştir. Budge’ın
İngilizce tercümesine başvurulduğunda Celaleddin Karatay’dan “Kânyâ
(Gûnyâ?)’da Celâleddin Karatay adında malum bir soylu, Sultan Alâeddin’in eski
bir kölesi vardı”[9] şeklinde söz edildiği görülür. Ebü’l-Ferec
Süryanice yazdığı bu eseri ömrünün sonlarına doğru dostlarının ısrarları
üzerine birtakım ilave ve tashihlerle ama özetle Arapça olarak yeniden kaleme
almıştır. Süryanice aslında bulunmayan söz konusu ekleme ve düzeltmelerin
kıymeti bu çalışmayı göz ardı edilmemesi gereken bir özet konumuna
yükseltmiştir. Târîhu Muhtasari’d-Düvel adlı Arapça özette Celaleddin
Karatay’la ilgili ifade “Kökeni Rum’dur. O Sultan Alâeddin’in kölelerinden
ve yetiştirmelerindendir.”[10] Şeklinde geçmektedir. Eserin,
Ebü’l-Ferec’in 700. vefat yıldönümü münasebetiyle yayınlanan bir nüshası daha
vardır. Söz konusu nüsha daha önce İshak Ermele tarafından Arapça’ya tercüme
edilerek Maşrık dergisinde 1949-1956 yılları arasında Târîhu’d-Düveli’s-Süryânî
başlığıyla yayınlanmıştır. Ermele’nin bu çalışması Jean Maurice Fiey
tarafından yeniden ele alınarak titizlikle incelenmiş, eksiklikleri giderilmiş,
yanlışlıkları düzeltilmiş ve kadim Süryanice yazmalarındaki asıl ismine sadık
kalınarak Târîhu’z-Zemân adıyla 1986 yılında neşredilmiştir. Târîhu’z-Zemân
on bir tabakalık bu büyük ansiklopedik tarih kaynağının sadece 10. ve 11.
tabakalarının bulunduğu bir cildinin yayınından ibarettir. Ne mutludur ki Celaleddin
Karatay’dan söz eden kısım, burada yer almaktadır. Adı geçen yayında
Ebü’l-Ferec, Celaleddin Karatay için “Sultan Celâleddin’in kutuplarından
güngörmüş bir ihtiyar”[11] tanımlamasını kullandıktan sonra onun
müstesna özelliklerini saymaya başlamaktadır. Tanımlamada yer verilen iki
Arapça kelimeden birisi “şeyh”,
diğeri “aktab”tır. Şeyh tabiri Celaleddin
Karatay’ın yaşlılığını gösterdiği kadar güngörmüşlüğüne de işaret eden bir
özellik taşımaktadır. Aktab kelimesi ise yönetimde gücü ve etkisi olan kimse,
önder, şef, bir topluluğun başı, komutan, bir kimsenin kayırıcısı, sözü geçer,
baş, başkan anlamlarına gelir. Bütün bu bilgiler araştırmacıların “kölelikten
yetişen önemli kişilerin çoğu defa kimin köleleri olduğuna kayıt düşüldüğüne
fakat İbn Bîbî’nin Celâleddin Karatay hakkında böyle bir bilgiye yer
vermediğine” dair kuşkularını giderecek düzeydedir. Onun için İbn Bîbî ve
Ebü’l-Ferec gibi iki önemli kaynağın onun etnik kökenine ilişkin bilgileri
yeterince açıktır denilebilir.
Konuyla ilgilenen pek çok araştırmacı, “Rûmî” kelimesinin ne anlama geldiğini
çözmek için de hayli mesai harcamıştır. Selçuklular zamanında bütün Ortodoks
Hristiyanlara “Rûm” denilmesi, hattâ
Anadolu sakinleri Rûm, yani Bizans diyarında ikamet ettikleri için
kendilerinden oturdukları yere nispetle “Anadolulu”
anlamına Rûmî olarak söz edilmesi değişik yorumlara sebep olmuştur.
Batılı araştırmacılarda Celaleddin
Karatay’ın soyuna dair farklı görmüşler ileri sürmüşlerdir. C. Huart,
Karatay’ın soyunun Türk bir aileden geldiğini iddia etmiştir[12].
Paul Wittek ise[13] Celaleddin Karatay’ın
medrese vakfiyesinde geçen bir pasajı esas alarak onun ve iki erkek kardeşinin
mühtedi olduklarını, İslamiyet’e yüksek mevki elde etmek için girdiklerini
ileri sürmüştür[14]. O, İslamiyeti sonradan
benimseyen üç kardeşin böylesi büyük mevkilere çıkmalarını ve aile bağlarını
koruyabilmelerini, satın alınmış köleler olamayacaklarına bağlamaktadır.
Wittek, Karatay kardeşlerin babalarının I. Gıyaseddin Keyhusrev’e kızını veren,
Bizanslı Mavrozomis olacağını tahmin etmektedir. Ona göre Karasungur’un, Lâdik/Denizli’de
valilik yapması ve üç kardeşin “kara”
kelimesiyle başlayan adlarıyla babaları sandığı Selçuk hizmetinde bulunan
Bizans asilzadesinin adının başında bulunan “mavro”[15] kelimesi arasında
bir ilgi olmalıdır. Wittek’in tezi zayıf bulunmuştur. Osman Turan’ın da
belirttiği gibi[16] Karataylar Selçukluların
itibar ettiği meşhur bir aileye mensup olsalardı kaynaklar kendilerinden köle
olarak değil ailelerinin adıyla söz ederlerdi. Zira meşhur ailelerin mensupları
o dönemde İslamiyet’i kabul ettikten sonra da eski unvanlarını koruyorlardı. Kaldı
ki kara kelimesi Türkler tarafından çokça kullanılmıştır. “Kara” güçlü, “tay” da
denk, eş, yol arkadaşı anlamına gelmekte olup iki kelime Karatay şekliyle
birleşik özel isim haline getirilmiştir. Celaleddin Karatay’ın bir Yunan gulamı
olduğuna ikna olmuş görünenler arasında Speros Vryonis[17],
Claude Cahen[18], John Ash[19] de vardır.
Eski bir vesikaya dayanılarak Celaleddin
Karatay’ın aslen Konyalı olduğu sonucuna ulaşan araştırmacılara göre ise Celaleddin
Karatay şehrî yani Konya’nın yerlisi ve mühtedîdir. Küçük yaşlarda Müslüman
olmuştur. Asıl ismi Karatay, Karatayı yahut Karadaî’dir. Kardeşleri ise
Karasungur ve Turumtaş isimlerini taşıdıklarından ailesi Türk olmalıdır. Bu
durumda ataları Abbasiler zamanında Orta Asya’dan getirilerek “Sugur”a Bizans sınırlarına yerleştirilen
Müslüman Oğuz Türklerindendir. Zamanla esir düştükleri yahut yerleşmek zorunda
kaldıkları Konya’da Hristiyanlığa geçmişler fakat isimlerini ve dillerini
muhafaza etmişlerdir[20].
Celaleddin Karatay’ın Anadoluluğunda şüphe
edilecek bir yön yoktur. Aile üyeleri arasındaki ilişkiler hiçbir zaman
kopmamıştır. Onun ve kardeşlerinin öz Türkçe isimler taşıması bu ailenin Türk
olma ihtimalini artırmakla birlikte Türk aslından gelmeyen kölelere de öz
Türkçe adların verilebildiğini unutmamak gerekir.
Onun Müslüman bir ailenin çocuğu olmadığı,
İslamiyeti sonradan, muhtemelen Gulâmhâne’de iken küçük yaşlarda kabul ettiği,
banisi olduğu çeşitli eserlerin kitabe ve vakfiyelerinden anlaşılmaktadır.
Çünkü kitabe ve vakfiyelerde ismi daima “Karatay
b. Abdullah” olarak geçmektedir. Gayrimüslim ailelerin Müslüman olan
çocuklarının erkekse “İbn Abdullah”,
kız ise “Bint Abdullah” olarak
adlandırılması Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslümanlarca uygulanan bir
yöntemdir. Bu gelenek Selçuklularda da sürdürülmekteydi. Öyleyse babasının
isminden hareketle onun gayrimüslim bir ailenin evladı olduğu söylenebilir. Karatay
Kervansarayı vakfiyesindeki bir kayıt da ailesinin sonradan Müslüman olduğuna
işaret etmektedir. Celaleddin Karatay, bu vakfiyenin tevliyetini kendisinden
sonra erkek kardeşleri ile bunların oğullarına ve şayet bunların nesli
kesilirse kız kardeşlerinin oğullarına şart koşmakta, ayrıca akraba ve azatlı
kölelerinden muhtaç kimselere tahsisat ayırırken bunların Müslüman veya
gayrimüslim olabileceğini belirtmektedir[21].
Bu şart, Karatay ailesinin genişliğini ve
ailede hala İslamiyet’i kabul etmemiş olanların bulunduğunu göstermektedir.
Zaten kölelerin en kıymetlileri ailecek köle olanlardı. Böyle bir köle ailesine
sahip olan “efendiler” bahtiyar
sayılırlardı. Ailecek köle olanlar çalışkanca ve dürüstçe hareket etmeliydiler.
Değilse aile dağılırdı. Hatta sahipleri onlardan daha fazla yararlanmak için
bazen içlerinden birisini ayırıp satmak istediğini söyleyerek baskı
oluşturmaktaydı. Dolayısıyla canla başla hizmet ve efendilerini memnun etmekten
başka çareleri yoktu. Bunu kendileri için değilse bile ailenin dağılmaması için
yapmak zorundaydılar[22].
İbn Bîbî’ye göre Karatay, I. Alâeddin
Keykubad’ın tahta çıkışından ölümüne kadar (1220-1237) hazarda ve seferde bu
büyük sultanın hizmetinden ayrılmamıştır[23]. O,
sultanın cülusu sırasında orta yaşın üzerinde ve önemli bir mevkide bulunuyor
olmalıdır. Çünkü Keykubad’ın saltanatını tasdik ve tebrik maksadıyla halife
tarafından gönderilen Şehâbeddin es-Sühreverdî’yi (ö. 632/1234) dönüşü
esnasında Konya’dan yolcu edenler arasında Sultan Alâeddin’le birlikte Celaleddin
Karatay’la Necmeddin Tûsî de vardı[24].
Şayet Karatay’ın yaşı, bulunduğu makam ve tecrübesi yetersiz olsaydı, Sultan bu
önemli konuğunu Zincirli Hanı’na kadar uğurlarken onun yanında bulunmasına
herhalde izin vermezdi.
Celaleddin Karatay’ın zekâ ve becerisiyle,
samimiyet ve sadakatiyle Selçuklu sarayında görev basamaklarını birbiri ardınca
tırmanarak Keykubad’ın saltanatı boyunca taştdârlık makamında bulunduğu
anlaşılmaktadır[25]. O, 1236’da Alâeddin
Keykubad ile Kayseri’ye gitmiş, sultanın orada ölümüne yakından tanık olmuştur[26].
Karatay’ın sonraki yıllarda görülen nüfuz
ve tesirinin yerleşmesinde, sağlam kişilik ve karakterinin yanı sıra Keykubad
tarafından ona verilen mevkiin ve onun da sultanın mahremi olarak edindiği
tecrübe ve bilgilerin büyük rolü vardır[27].
Belki en önemli özelliği dürüstlüğü, çatışmalardan uzak durmadaki hassasiyeti,
hizipleşmelere katılmaması, etkili bir kişiliğe sahip olması ve görevinin
güçlüğünü bilmesidir[28]. Aksarayî,
onu, Alâeddin Keykubad öldüğünde devleti idare eden iki samimi Müslümandan biri
olarak gösterir ve meziyetlerini sıralar[29].
Keykubad’ın ani ölümü dengeleri değiştirdi.
Sultan Alâeddin büyük oğlu Keyhusrev’i değil Eyyubi melikesinden[30]
doğma küçük oğlu İzzeddin Kılıç Arslan’ı veliaht tayin etmişti[31].
Fakat o öldüğünde veliaht 8-9, Gıyâseddin Keyhusrev ise 16 yaşında idi.
Tarihçiler, büyük oğul dururken küçük oğlun veliaht yapılmasını, büyük oğlun
iyice belirginleşen liyakatsizliğine bağlamaktadırlar[32].
Sultan Alâeddin’in aldığı bütün tedbirlere ve yeminlere rağmen[33]
ondan sonra yerine veliahdı değil II. Gıyaseddin Keyhusrev geçti. Yönetimde
zafiyet baş gösterdi. İbn Bîbî’nin deyimiyle o andan itibaren Rum ve Şam diyarı
karıştı. Düzensizlik, istikrarsızlık, belirsizlik ve sıkıntı kol gezmeye
başladı. Anadolu bir daha rahatlık yüzü görmedi[34].
Çünkü Sultan Gıyaseddin’in yetersizlik ve liyakatsizliğine karşı idarenin
dizginlerini ele almayı başaran Sadeddin Köpek de bir o kadar keskin, entrikacı
ve zeki idi. Hatta kendisine rakip olabilecek bütün büyük devlet görevlilerini
bertaraf ettikten sonra düzmece bir hikâyeyle Selçuklu tahtına bile göz dikti.
Ancak hevesi kursağında kaldı. Akıbeti acı oldu[35]. “İkinci
derecede oldukları için öldürülmemiş ve kenarda kalmış kimseler”[36] arasında olan ve
köşesine, muhtemelen Antalya’ya çekilen Celaleddin Karatay diğerleriyle
birlikte hizmete çağrılarak eski görevi olan taştdârlıkla birlikte hazîne-i
hâssa emirliğine tayin edildi[37].
Görevini Keyhusrev’in ölümüne kadar sürdürmüştür.
Artık devlet gücünü göstermiş ve Diyarbakır’ın
alınmasıyla (1240) soluk almıştı ki önce Babâî isyanı patlak verdi (1243),
ardından da Moğollarla savaşa tutuşuldu. Genç ve atılgan devlet adamlarının
kışkırtmasıyla girişilen Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu ordusu ağır bir yenilgi
aldı (1243)[38] ve devlet bundan sonra bir
daha toparlanamadı.
II. Gıyaseddin Keyhusrev 1246’da ölmüş ve
ardında üç oğul bırakmıştı. En büyük
oğlu İzzeddin Keykâvus on bir, Rükneddin Kılıç Arslan’la Alâeddin Keykubad ise
dokuz ve yedi yaşlarında idiler. Keykavus’un annesi Konyalı bir Hristiyanın
kızı olan Berduliye Hatun, Kılıç Arslan’ınki yine Konyalı bir Hristiyan kızı ve
nihayet Alâeddin Keykubad’ınki ise ünlü Gürcü Hatun’du. Sultan Gıyaseddin’in
Gürcü melikesinin kızından olan en küçük oğlu Alâeddin Keykubad’ı veliaht
tayin etmesini değerlendiren Vezir Şemseddin Muhammed el-İsfahânî. Celaleddin
Karatay, Şemseddin Has Oğuz, Esededdin Rûzbe ve Fahreddin Ebû Bekir gibi devrin
güçlü devlet adamları, ortak kararla[39] tahta
büyük şehzade II. İzzeddin Keykâvus’u çıkardılar. Karatay da nâib-i saltanat tayin
edildi. İbn Bîbî, Vezir Sâhib Şemsed-din’in kesin hâkimiyetinden önceki devrede
Karatay’ın fikrini almadan memleket işlerine bakmadığını kaydeder[40]. Zamanla
vezir Şemseddin kendisine rakip gördüğü devlet adamlarını ortadan kaldırdı.
Gücünü artırmak maksadıyla sultanın annesi Berduliye Hatun’la da evlendi[41].
Kamuoyu ve Beylerbeyi Şerefeddin Mahmud Erzincani bundan etkilenmişti. Bunun
üzerine Vezir Şemseddin Isfahani bir hileyle Beylerbeyini ortadan kaldırdı.
Fakat bir süre sonra kendisi de aynı acı akıbete uğradı[42].
Güyük Han’ın cülus merasimine katılmak
üzere Moğolistan’a giden II. Gıyaseddin Keyhusrev’in ortanca oğlu IV. Kılıç
Arslan ve taraftarlarının Sultan Keykâvus ve veziri Şemseddin’in azillerine
dair yarlıg[43] getirmeleri üzerine Celaleddin
Karatay, IV. Kılıç Arslan’ın elçisi sıfatıyla gelen Hotenli Cemaleddin’in de
katıldığı mecliste büyük kardeş dururken küçüğün sultan olmasının şeriata ve
örfe uygun olmadığını, üç kardeşin birlikte tahta çıkarılmasının ve Kılıç
Arslan’la birlikte gelen 2000 Moğol süvarisinin geri gönderilmesinin
gerektiğini söyledi. Nihayet onun nüfuz ve gayretleriyle yalnız kardeşler arasındaki
ihtilâflar değil bunlara intisap ederek şahsî ihtiraslar peşinde koşan beyler
de yatıştırıldı. Ancak bu sırada Keykâvus ile Kılıç Arslan arasında
anlaşmazlık çıktı. Aksaray yakınlarında karşı karşıya gelen iki kardeşin
mücadelesinde Kılıç Arslan mağlup oldu. Fakat Keykâvus kardeşini affetti. Celaleddin
Karatay, üç kardeşin birlikte saltanat sürmelerini temin ederek devletin
parçalanmasını önledi. Onun yerinde tedbiriyle üç kardeş birden Selçuklu
tahtına oturmuş, sikke ve hutbede ise adları doğum sırasına göre kullanılmıştır[44]. Böylece
Karatay, siyasi tutkuları dizginlemiş, devletin idaresini eline almış ve üç
kardeşin saltanatı adı altında Selçuklu birlik ve düzenini büyük bir beceriyle
yeniden kurmaya çalışmıştır. Ona göre asıl sultan yine büyük kardeş II.
İzzeddin Keykâvus’tu. Hutbe, para ve kitabelerde sırayla adları anılan
kardeşlerden bazen sadece İzzeddin’in ismiyle yetiniliyordu[45].
Celaleddin Karatay, Mengü Han’ın huzuruna
çıkmak üzere Moğolistan’a hareket eden Keykâvus’u yolcu etmek için gittiği
Kayseri’de vefat etti (1254). Sivas’ta iken durumu öğrenen Keykâvus memleketin
başsız kaldığı bahanesiyle zaten isteksiz çıktığı bu yolculuktan vazgeçerek
geri döndü. Kendi yerine ise küçük kardeşi Alâeddin Keykubad’ı bazı devlet
adamlarıyla birlikte Moğol Hakanı’na gönderdi. Karatay’ın cenazesi Konya’ya
getirilerek medresesinin yanındaki (veya kervansarayındaki) türbede defnedildi.
Kaynakların tamamı Celaleddin Karatay’ın
samimiyet ve dürüstlüğüne değinirler. Mesela İbn Bîbî, eserinin farklı yerlerinde;
“seçkinler zümresinin önde geleni,
zahidler ve abidler göğünün güneşi, devrinin bir tanesi, iyilik yapma,
doğruluğu ve dürüstlüğü ön plana çıkarma çabaları her zaman anılacak olan büyük
emir”[46], “bütün işler ve
meseleler görüşülürken divanda isabetli düşüncesine başvurulan, şerefli nefsi
irfan göğünde ve bilgi semasında yükselmiş, temiz kişiliği meleklerin ruhu gibi
kutsallaşıp arınmış olan, menşurların, fermanların ve divan kararlarının
(emsile-i divani) üzerine adının yanına ‘veliyyullah fi’l-arz’ (Allah’ın
dünyadaki velisi) şeklinde yazmayı görev bildikleri”[47], “bir efendinin veya
bir zahidin özelliklerine sahip olan, Eflatun’un düşüncesinde yer alan kutsal
ruhun gayb sırlarının mahalli olan kusursuz zatına inip yerleştiği, cömert,
güzel huylu, sultanlarla iyi geçinen, gecelerini namazla, gündüzlerini oruçla
geçiren, yemeye, içmeye ve şehvetine mağlup olmayan, boş işlerden uzak duran,
yumuşak başlı, güçlüyle güçsüz arasında fark gözetmeyen, Çin, Taraz, Yemen,
Hicaz ve Suriye’ye kadar yardımlarda bulunan, mescit, medrese, kervansaray,
tekke… gibi hayır kurumları yaptıran” şeklindeki ifadeleriyle onun
büyüklüğünü ortaya koymaya çalışmaktadır.
Eflâki de Celaleddin Karatay’ın
meziyetlerini saymada İbn Bîbî ile adeta yarışır. Ona göre de Karatay “veli yaratılışlı, temiz karakterli,
hayırları, sadakaları herkese ulaşan iyi bir insandı. Yine Eflaki’ye göre
Celaleddin Karatay içinden gelen coşkuyu engelleyemez bazen Mevlana’nın
arkasında namaz kılmak için sabaha karşı yanına gelir ve onun kerametlerine tanıklık
ederdi[48]. Mevlana da onu
ağırlar, daima taltif eder, zaman zaman
yaptırdığı medreseye ziyaretlerde bulunur, okutulan derslerle, hocalarla,
öğrencilerle ilgilenirdi[49]. Mevlana’nın
Karatay’a olan ilgisi ölümünden sonra da devam etmiştir. Bir ara medfun bulunduğu
medresesinin önünden geçmekte olan Mevlana durmuş, Celâleddin Karatay’ın
kendilerini davet ettiğini söyleyerek içeri girmiş, hafızlar Kur’an’dan
parçalar, ‘dostlar’ gazeller ve Mesnevi okumuşlardır”[50].
Aksarayi’ye göre de Celaleddin Karatay, dindar ve ibadetine düşkün
birisiydi. Veliyyullah fi’l-arz yani yeryüzünde Allah’ın velisi diye hitap
edilen Karatay, gerçekten iyi huylu, halis inançlı bir kişiydi. Hayır, bağış,
fakiri gözetmede mükemmeldi. O kadar mütevazı idi ki Zamantı/Pınarbaşı’da
yaptırdığı ribatı görmek amacıyla yola koyulmuş fakat az bir mesafe kala binayı
görünce kibre kapılacağı endişesiyle geri dönmüştür. Hatta kendisine sunulan
masraf defterini de borçluları gözetmek için yaktırmıştır[51].
Çağdaş gayrimüslim tarihçilerden
Ebü’l-Ferec de Celaleddin’in dindarlığına, zühdüne, iyilik ve merhametine
özellikle dikkat çeker[52].
Araştırmacılar da bütünüyle aynı sonuca
varmışlardır. Alâeddin Keykubad zamanında üst makamlara çıkmış ve dikkat çekmiş
bir devlet yetkilisi olarak o hırslarına mağlup olmamaya özen göstermiştir. O
kadar ki Sadeddin Köpek’in manevraları karşısında köşesine çekilerek olaylara
karışmamaya özen göstermiş, yalnız devletin ciddi tehdit ve tehlikelerle
karşılaşabileceği durumlarda[53]
ortaya çıkmıştır.
Yakın dönemin araştırmacılardan Cahen onun Moğollara karşı devletin
bütünlüğünü ve Müslümanlığını korumak için çabaladığını, o dönemde basılan
sikkelerde bu durumun gözlemlendiğini belirtir[54]. Ona
göre Karatay, İzzeddin Keykavus’la birlikte tamamen Moğollara baş eğmekten yana
olan Rükneddin’e karşı geleneksel rejimin hiç değilse bir bölümünü korumak
isteyen grupta yer almaktaydı[55].
Bazı araştırmacılar ise Osmanlı Devleti’nde Sokullu ve Köprülüler gibi
vezirlerin devlet içerisinde güçlenip hükümdarı geride bırakacak icraat1ar
yapmalarının, dönemlerinin kendi isimleri ile anılmasına sebep olduğunu
vurgularlar. Ardından Türkiye Selçukluları’nda da aynı şekilde yaşanan,
Sadeddin Köpek, Şemseddin İsfahani, Celaleddin Karatay ve Pervane Muineddin
Süleyman dönemlerinin bulunduğunu, ancak Selçuklu tarihinde Pervane Muineddin
Süleyman hariç vezirlere dayalı bir dönem tasnifi yapılmadığını dile getirirler[56].
Osman Turan’ın da isabetle kaydettiği gibi o Moğol Hakanı’na giderek
her biri bir makam ve mansıpla dönen Selçuklu devlet adamlarının hareketinden
ıstırap duymuş, bu yaptıklarının devletin menfaatine aykırı ve Selçuklu
hanedanına ihanet olduğunu belirterek onları kınamıştır. Karatay’ın varlığı ile
dizginlenen ihtiraslar ve entrikalar onun yokluğu ile devlet nizamı ve
birliğinin tekrar sarsılmasını mukadder kılıyordu. Celaleddin Karatay’ın bir
müddet vücuda getirdiği birlik ve ahenk onun ölümü ile nihayet buluyordu.
Karatay’ın otoritesi sayesinde ve üç sultan namına müşkilatla kurulan dört
yıllık (1249-1254) nizam artık bozuluyordu. Karatay’ın vefatıyla tam
delikanlılık çağında bulunan Sultan İzzeddin içkiye, kadına ve eğlenceye daldı.
Hatta bırakın bir sultan için, herhangi aklı başında bir insan için bile hatır
ve hayale gelmeyecek düşüklükler sergiledi. Etrafını da Celaleddin Karatay misali
erdemli kişiler değil adi insanlar sardı. Hıristiyan dayıları da devlet
işlerine karışıyor, Kılıç Arslan’ı şerik durumundan düşürmek için
kışkırtmalarda ve ona karşı edep dışı hitaplarda bulunuyorlardı. Bu durum
kamuoyunun Sultan aleyhine dönüşmesine sebep oldu ve Türkiye Selçuklu Devleti
artık bir daha o şevketli günlerine dönemedi. Karatay’ın ölümüyle üçlü ittifak
yürütülemediği gibi devlet kısa sürede tarihe karıştı.
Celaleddin Karatay’ın bir devlet yetkilisi olarak verdiği hizmetler
asla unutulmadı. Geride bıraktığı Türk İslam eserleri sayesinde de ismi sürekli
yâd edildi, ediliyor.
Fatih devri veziriazamı, ilim adamı ve Osmanlı
tarihçisi olan Mehmet Paşa’nın birçok Osmanlı kaynağı Karamani, Sehî ise hem
Karamani hem de Konevi olduğunu yazmaktadır. Her iki nakil de Mehmet
Paşa’nın Konya doğumlu olduğunu, bundan dolayı Karamani lakabı ile şöhret
bulduğunu gösterir. Çünkü o devirde Konya ve çevresinden olanlara önceleri
Karamaoğulları’nın hâkimiyet sahasına girdiği için, Osmanlı döneminde ise eyaletin
adından dolayı Karamani deniyordu. Kendi yazdığı Târîh-i Âl-i Osman adlı
eserinde; 4 Zilkade 862/13 Eylül 1458 tarihli vakfiyesinde ve mezar taşında “Mehmed
Paşa ibn Ârif Çelebi Celâliyyü’s-Sıddîkî” dendiğine
bakılırsa, babasının adı Ârif Çelebi’dir. Sakıp Dede’ye göre Mevlâna Celaleddin-i
Rûmi soyundan olan Ârif Çelebi, Konya Mevlâna Dergâhı postnişini iken 1421’de
vefat etmiştir. Sıddîki ve Celâlîliği, onun Hz. Ebûbekir ve Mevlâna soyundan
geldiğine işaret etmektedir. Ş. Tekindağ, Mehmet Paşa’nın Sıddîkîliğini hocası
Musannifek’e bağlamaktadır. Oysa Eflâki, Mevlâna’nın atalarının Hz. Ebûbekir
evlâdından geldiği için Sıddîki olduğunu yazmaktadır. Mehmet Paşa’nın
sağlığında düzenlenen belgelerde de Mevlâna ailesinin Sıddîkîliği
vurgulanmaktadır. Şu halde Karamani Mehmet Paşa, Mevlâna neslinden geldiğinden
Celâli, şeceresi Hz. Ebûbekir’e dayandığından da Sıddîki lakabını kullanmıştır.
Mehmed Paşa’nın doğum tarihi bilinmemektedir. Babasının 1421’de Konya’da vefat
ettiğine bakılırsa, bu şehirde, zikredilen tarihten önce, XV. yüzyıl başlarında
doğduğu söylenebilir.
Tahsili: Çocukluğu, Konya’da Mevleviler arasında geçen Mehmed Paşa,
848/1444’de Konya’ya gelip müderrislik yapan Musannifek’in öğrencisi olduğuna bakılırsa;
medreseye de Konya’da başlamıştır. İkinci hocası Hacı Baba-i Tûsî’dir. İranlı
Tûsi, II. Murat zamanında Anadolu’ya gelmiş, önce Konya’da, sonra sırasıyla
Bursa, İstanbul ve Edirne’de müderrislik yapmıştır. İran’dan ilk olarak
Konya’ya geldiği ve uzun süre burada kaldığından olacak Gelibolulu Mustafa Âli,
Tûsi için “Karaman vilâyetindendir” demektedir. Mehmed Paşa’nın
Konya’da iken Tûsî’den de ders aldığı ve medrese tahsilini ondan tamamladığı
anlaşılmaktadır.
Müderrisliği ve Devlet Adamlığı: Musannifek ve Tûsi gibi Türk-İslam
dünyasının XV. yüzyıldaki iki büyük ilim adamından tahsilini tamamladıktan
sonra, Mevlâna soyundan Celaleddin Çelebi’nin eğitimiyle yakından ilgilenen II.
Murad’ın tavassutuyla muhtemelen Konya’dan Osmanlı Ülkesi’ne gelen Mehmed Paşa,
İstanbul’un fethinden sonra, Veziriazam Mahmut Paşa’nın himayesine girmiştir.
Mahmud Paşa, Karamani Mehmed
Paşa’nın önce İstanbul’da yaptırdığı medresenin müderrisliğine,
sonra divan kâtipliğine tayinini sağlamıştır. Dürüstlüğü, devlet işlerinde
becerisi ve yazışmada yeteneği ortaya çıkınca, Mahmud Paşa’nın tavsiyesi
üzerine 869/1464 yılında nişancılığa getirilmiş; daha bu görevdeyken, 875/1470-71’de
vezir olmuştur. Böylece Osmanlı Devleti’nde nişancı iken vezir rütbesi verilen
ilk bürokrat olan Karamani Mehmed Paşa bu görevde uzun süre kalmış ve
yaptıklarıyla ün kazanmış, “Nişancı Paşa” unvanıyla anılmıştır. Ş.
Tekindağ, vakfiyesindeki “el-emîr el-hatîr ve’l-vezîr el-kebîr” kaydına
dayanarak onun vezirliğe atanmasının 1458’den önce olduğunu ileri sürmüştür.
Vakfiyenin onun veziriazamlığı sırasında yapılan istinsahda değişikliğe
uğradığından “el-vezîr el-kebîr” yani
veziriazam dendiği anlaşılmaktadır. Öyle ise vakfiye, nişancılığından
önce, müderrisliği döneminde düzenlenmiştir.
Karamani Mehmed Paşa, veziriazamlığa 1478 yılı ortalarında
atanmıştır. Münecimbaşı, onun 1480’de Mesih Paşa’nın; bazı tarihçilerse Gedik
Ahmed Paşa’nın azli üzerine bu göreve getirildiğini yazmaktadır. Oysa Gedik
Ahmed Paşa 1477’de azledilmiş, yerine Sinan Paşa atanmış, kısa bir süre sonra
bunun da görevden alınmasıyla Mehmed Paşa veziriazamlığa tayin edilmiştir.
Veziriazam Karamani Mehmed Paşa adına bir tımarın gurre-i Ramazan 883/26 Kasım
1478 tarihinde kaydedilmesi, onun bundan birkaç ay önce, yani 1478 ortalarında
bu göreve getirildiğini göstermektedir.
Fatih Devri Reformlarının Teorisyeni Olduğu: II.
Mehmet, İstanbul’un fethi ile Anadolu ve Balkanlar’da sınırları genişleyen
Osmanlı Devleti’ni yeniden yapılandırma projesinde Karamani’nin engin
bilgisinden yararlanma yönüne gitmiştir. Bunun için gerekli olan Kanunnâmeler’in
hazırlanmasında Mehmet Paşa etkin rol oynamıştır. O, âdeta Fatih devrinde
yapılan reformların teorisyeni olmuştur. Nitekim eskiden beri varlığı bilinen
kardeş katline cevaz verdiği ve onun görüşleri doğrultusunda bu uygulamanın
kanun haline getirildiği kendi eserindeki ifadeden anlaşılmaktadır. Mehmet
Paşa, II. Mehmet’le birlikte yeni veraset kanununun da kurucusu olmuştur.
Teşrifat usulünü, ortaya çıkan yeni şartlar çerçevesinde belirleme yönüne
gitmiş, vezir sayısı üç iken dörde çıkarılmıştır. Daha önce kazaskerlik tek iken, devlet işlerinin hızlandırılması amacıyla Fatih’e
ikiye çıkarılmasını arz etmiş; teklifi kabul edilerek 1480’de biri
Rumeli diğeri Anadolu için kazaskerlikler kurulmuş, bunların atamaları ile
ilgili yetki, veziriazama verilmiştir. Devletin maliye işleri de yeniden
düzenlenmiş; devlet hazinesinin başı durumunda olan defterdar, divan-ı
hümâyûnun aslî üyesi yapılarak müstakil bir makam haline getirilmiştir. Hz.
Hüseyin’in soyundan gelen ve “Seyyid”
denilen kişilerin işlerinin belli bir düzen içinde yürütülmesi için I. Mehmet
devrinde kurulan “Nakîbü’l-Eşraflık”
makamı 1480’de lağvedilmiştir. Cami görevlileri ile vakıf çalışanlarının atama
ve azilleri yetkisi mütevellilerden alınarak padişahın beratıyla devlet
tarafından yapılmaya başlanmıştır.
Mehmet Paşa, ekonomisi geniş çapta tarıma
dayanan Osmanlı Devleti’nin gelirlerini artırmak için araziyi rantabl bir
şekilde düzenleme yönüne giden ilk veziriazamıdır. Devletin sınırları geniş
alana yayılmasına rağmen toprak, hâlâ Kuruluş Dönemi’ndeki gaza ve cihat
mantığıyla işletiliyordu. O, buna son verip arazi işlerini yeni kurallara
bağlama yönüne gitti. Karamani, usulsüz yollarla mülk ve vakıf haline getirilen
araziyi tekrar mîrî toprağa çevirmiş ve devlet gelirlerinin artmasına alt yapı
oluşturmuştur. Bu yeniden yapılanma nedeniyle vakıf arazisi elinden alınanları
mağdur etmemek için değişik görevlere atamıştır. Toprak tahsisinde karışıklığı
önlemek maksadıyla 1478’de timar ve zeamet sahiplerine, kendi isimleriyle
birlikte o timarın bulunduğu yer ve senelik geliri Tapu Defteri’ne
kaydedildikten sonra beratla verilmeye başlanmıştır.
Veziriazamlığı sırasında
şairlerin öğdükleri Karamani’nin yaptıklarını devrin önde gelen tarihçileri
tenkit etmiş olup, bu durum onun yapmak istediklerine Fatih dışındakilerin
destek vermediğine, tek başına devleti teşkilâtlandırmaya çalıştığına işaret
etmektedir. Nitekim onun toprak konusunda getirdiği yeni düzen, Âşık Paşa-zade
başta olmak üzere, bazı kişileri rahatsız etmiş; eski düzenin “nass-ı
katî” üzere kurulduğunu, yeni
yapılanmanın “bid’at” olduğunu iddia etmişlerdir. Fatih’i etkileyerek
devleti yeniden yapılandırmasındaki espiriyi anlayamayan Kıvami ve İbn Kemal
gibi bazı tarihçiler yapılanları yanlış değerlendirmiş, bu nedenle onu
acımasızca tenkit etmişlerdir. Sehî’nin “Vezâret
sadrına geçüp fikir ve tedbîrin ve re’y ve takrîrin padişaha beğendirüp tek ve
tenhâ sadr-ı vezâretde kalup hıdmet-i vezâreti ve meşgale-i umûr-ı memleketi ve
mesâlih-i âmm ve hâssı yalnız görüp vezâret iderdi”demesi, dikkat çekicidir.
Karamani, tüm karşı çıkmalara rağmen popülist politikalara tek başına karşı
durmuş; yapılması gerekeni çekinmeden yapmış; bu yüzden çok sayıda düşman
kazanmıştır. Son ana kadar manevî yönden destek veren, öldüğünde ortada kalan
cenazesini kaldıran hemşehrisi ve dostu Şeyh Vefa bile onun toplumdan kopuk
hareket etmesi yüzünden katledildiğini mezar
taşına yazdırmıştır. Devlet işlerindeki tavizsiz tutumu, aile çevresini bile
ondan uzaklaştırmış, adı Mevleviler arasında anılmaz hale gelmiştir. Nitekim
Sakıp Dede, eserinde Hızır Bey, Sinan Paşa ve Piri Mehmet Paşa’yı büyük Mevleviler
listesine alıp biyografilerini verdiği halde ondan hiç bahsetmemiştir.
Askerî Yönü ve Diplomatlığı: Mehmet Paşa, medreseden yetişmiş Anadolulu
bir bürokrattır. Devlet teşkilatında yaptığı değişiklikleri göz önüne alan
Hammer, onun askerî komutan değil, kanun yapan ilim adamı olduğuna işaret
etmektedir. Ancak o, daha nişancılığı döneminden itibaren savaş meydanlarında
da görülmektedir. Fatih’in Karaman seferinde bulunması, doğum yeri Konya ve
çevresinin fethi konusunda padişah üzerinde etkili olduğuna işaret etmektedir.
Veziriazamlığı sırasında Arnavutluk, Venedik, Rodos ve İtalya savaşlarının
vukuu ile, bu savaşlar sonucu doğan siyasi buhranları tehlikesiz bir şekilde
atlatması, onun aynı zamanda başarılı bir asker olduğuna işaret kabul
edilebilir.
Karamani Mehmet Paşa, diplomatlığıyla da
tanınan bir devlet adamıdır. 1458 Sırbistan seferinde, Semendire kalesinin
teslimini sağlamak maksadıyla İshak Bey’le birlikte Sırp komutanla görüşmeye
memur edilmesi ile Venedik’le 16 yıl süren savaşı sona erdiren 26 Ocak 1479
tarihli barış antlaşmasını yapıp imzalaması, onun dönemin en büyük Osmanlı
diplomatı olduğunu göstermektedir.
Şehzadeler Arasındaki Taht Mücadelesine
Karışması: Mehmet Paşa, iç siyasette padişah üzerinde
etkili olmuş, Fatih, onun empoze ettiklerini yapma yönüne gitmiştir. Bu nedenle
Kıvami’nin “Sultân-ı âlemün huzûrunda bir sözü iki olmazdı. Sultân-ı âlem
kendüyi, memleketin ana teslim eylemişdi”; İbn Kemal’in “Şehryâr-ı
Cihânün inân-ı ihtiyârı anun elinde olmağın çok bid’at vaz’ itmişdi”demeleri
bunu göstermektedir. Yaptıkları reformları kendisinden sonra devam ettirecek
şehzadenin padişah olması için taht mücadelesine katılan, bu yüzden padişah
nezdinde Şehzade Bayezid’i sürekli kötülediği anlaşılan Mehmet Paşa, Fatih’i,
Sultan Cem’i sevme konusunda etkilemiştir. Nitekim Kanunnâme’de
şehzâdelere yazılacak lâkaplara “vâris-i mülk-i Süleyman… oğlum Sultan Cem” şeklinde
yazdırmayı sağlayarak Cem’in veliaht olduğu mesajını verdirmiştir. Ayrıca, Cem’in padişah olması için kamuoyu
oluşturmaya çalışmış; bu konuda Şeyh Vefa aracılığıyla Konya’nın büyük
mutasavvıflarını etkilemiştir. Ancak Halvetîye meşâyihinden Çelebi Halife ile
Bayramiye hulefasından Şeyh Muhyiddin-i İskilibi, Şehzade Bayezid tarafını
tutmaya devam etmişlerdir. Özellikle Çelebi Halife, Osmanlı fikir ve siyasî
hayatında etkili oldukları anlaşılan Konya şeyhlerini ikna ederek Cem
taraftarlığından onları çevirmiştir. Böylece veziriazam, Cem’i tahta çıkarma
konusunda İstanbul’da oturan Şeyh Vefa dışındakilerin desteğini kaybetmiştir.
Cem’i, her halükârda tahta oturtma niyetinde
olan Mehmet Paşa’nın olayların Bayezid lehine geliştiğini görünce, başka
yollarla amacına ulaşmak istediği anlaşılmaktadır. Tursun Bey’le İbn Kemal’in
anlattıklarından hasta padişahı Mısır seferine ikna etmesinin arkasında onun
yolda ölümü durumunda, Konya’ya yakın olunacağından Cem’e hemen ulaşma ve onu
kolayca tahta çıkarma niyetinin yattığı sezilmektedir. 886/1481’de sefer için
ordusuyla Anadolu yakasına geçen Fatih, Gebze yakınlarında
vefat edince Karamani Mehmet Paşa niyetini gerçekleştirememiş olmaktadır.
Bununla birlikte Cem’i tahta çıkarmak için son bir siyasî manevra yaparak Fatih’in
ölümünü gizleyen ve hastalığı arttığından istirahat ettirmek için saraya
götürüldüğünü çevreye yayan Mehmet Paşa, aldığı önlemlerle Bayezid yanlısı olan
yeniçerilerin Üsküdar’dan İstanbul tarafına geçmelerini engelledi.
Kendisi Cem taraftarı olmasına rağmen divanda çoğunluğun görüşüne mecburen
uyarak Hoca Sadeddin’in işaret ettiği üzere, devlet erkânı ile birlikte
yazdıkları nâmeyi Şehzade Bayezid’e, bundan ayrı olarak yakın adamlarından
birini de gizlice Konya’daki Cem’e gönderdi.
Karamani Mehmet Paşa’nın bir emr-i vaki
yaparak Cem’i Bayezid’den önce İstanbul’a getirtip tahta oturtmak istediği
anlaşılmaktadır. Ancak Cem’e gönderdiği haberciyi Bayezid’in damadı Anadolu
Beylerbeyi Sinan Paşa’nın yakalaması üzerine Şehzâde Cem olup bitenden vaktinde
haberdar olmamış; böylece veziriazamın plânı bozulmuştur.
Yeniçeriler Tarafından Katledilmesi: Mısır seferi için Anadolu yakasında
bulunan yeniçerilerin İstanbul tarafına geçmesini ısrarla istemeyen Mehmet
Paşa, İstanbul-Üsküdar arasındaki nakli engellemek maksadıyla bizzat iskeleye
gidip “Üsküdar yakasına gemi ve kayık yanaşmaya” emrini verdi. Acemi
oğlanlarını da Fil Çayırı’ndaki köprüyü onarmaları için İstanbul’dan dışarı
çıkararak şehri silahlı güçlerden arındırdı. Aldığı tüm önlemlere rağmen
padişahın vefatı duyuldu ve yeniçerilerden bir kısmı Fatih’in ölümünden (4 R.
evvel/3 Mayıs) bir gün sonra, yani 5 R. evvel 886/4 Mayıs 1481 günü
arkadaşları tarafından İstanbul’a geçirildi. Mehmet Paşa, yasağa uymayanları
tehdit etti ve onları azarladı. Kendisinden nefret eden yeniçerilerin beklediği
de bu idi. Bir grup yeniçeri, İstanbul subaşısı ile birlikte Mehmet Paşa’nın
divanhanesini basarak onu ele geçirdiler ve başını kesip, bir mızrağın ucuna
takarak İstanbul sokaklarında gezdirdiler. Böylece reform karşıtları ondan
kurtulmuş oldular.
Mehmet Paşa’nın kabri, İstanbul’da
isminden dolayı Nişancı olarak anılan mahalledeki kendisine ait camiin kıble
tarafındaki türbededir. Sehî, kabrinin Şeyh Vefa Tekkesi’nde olduğunu
yazmaktadır. O, paşayla Şeyh Vefa arasındaki yakınlıktan dolayı kabrini
yanlışlıkla Şeyh Vefa Tekkesi’nde göstermiş olmalıdır.
Şahsiyeti: Daha önce Konya’da doğduğuna işaret edilen
Karamani Mehmet Paşa’nın o zaman Karamanoğulları’nın başkenti olan bu şehirde devrin en
gelişmiş kültür ortamı durumundaki Mevlâna Dergâhı’nda gözlerini dünyaya
açmıştır. Babasının postnişinlik makamında bulunması sayesinde Karamanoğulları
ile onların saray protokollerini de tanımıştır. II. Murat’ın Mevlâna soyundan
olanlarla yakından ilgilendiğine bakılırsa, daha genç yaştayken Osmanlı
ailesini de yakından tanıma fırsatını bulan Mehmet Paşa, aldığı medrese
bilgileriyle çocukluğundan beri içinde bulunduğu yüksek kültürel ortamın ve
sultanların saray geleneğinin sentezini yapmasını bilmiş; Osmanlı Devleti’nde
üstün yeteneklere sahip bir bürokrat olarak öne çıkmıştır. Onun teorik
bilgilerini pratikte uygulayacak kapasitede örgütçü bir devlet adamı olacağını
gören, serbest düşünceye değer veren, ilim adamlarını himaye eden, istidatlı
olanları yetiştiren Veziriazam Mahmut Paşa, Karamani’nin elinden tutarak
yetişmesini sağlamıştır.
Aile Yapısı ve
Çocukları: Karamani Mehmet
Paşa’nın üç eşinin olduğu ileri sürülmektedir. Bunlardan birincisi, hocası Musannifek’in kızıdır. Oğlu
Zeynelabidin Ali Çelebi’nin bundan doğduğu tahmin edilmektedir. İkinci eşi Sitti
Şah, Selçuklu ailesinin son temsilcisi olan Alâiye Beyi Kılıç Arslan’ın kızı
idi. Nişancı Mehmet Paşa’nın mezarlığında, toprak altından çıkarılan “Ayşe
bint Rabia ve ebûhâ Mehmed” yazılı mezar taşına bakılırsa, onun Rabia adlı
üçüncü hanımından doğmuş Ayşe adlı bir de kızı bulunuyordu.
İlim Adamlarını Himaye Etmesi: Karamani
Mehmet Paşa’nın kendisini himaye eden Mahmut Paşa gibi, ilim adamlarını,
mutasavvıfları ve şairleri himaye ettiği, onları Fatih’le tanıştırarak belli
yerlere gelmelerine zemin hazırladığı görülmektedir. Nitekim Horasan’dan
Konya’ya gelen Musannifek ile hocası Tûsi’yi muhtemelen İstanbul’a getirtip Fatih
ve Mahmut Paşa ile görüştürdüğü, padişahla veziriazamın başkentte kalan bu
âlimlerden son derece faydalandıkları bilinmektedir. Yine Şeyh Vefa’nın
Konya’dan İstanbul’a gelmesi ve padişah nezdinde itibar kazanması da onun
tavassutu ile olmalıdır. Mevlâna soyundan olup medrese çıkışlı ilim adamı
akrabalarının da İstanbul’a gelmelerine vesile olduğu anlaşılmaktadır. Cemaleddin
Çelebizade Âbid Çelebi bunlardan biridir.
Mehmet Paşa, çevresindekileri, toplumdaki
statüsü ne olursa olsun belli bir kültür seviyesine gelmesi için teşvik etmiş,
eğitim aldırarak yetişmelerini sağlamıştır. Nitekim kölesi Hüsameddin’in oğlu Muhyiddin
Mehmed Hicrî Efendi (ö. 1557) onun himmetleriyle medreseden yetişerek İstanbul
kadılığına kadar yükselmiş bir âlimdi.
Karamani Mehmet Paşa, veziriazamlığı sırasında
ilim adamlarına tartışmalar yaptıran ve kendisi de özellikle felsefî konularda
tartışmalara katılan bir âlim devlet adamıydı. Özellikle Fatih’in İstanbul’da
açtığı medreselerde gençlerin daha iyi şartlarda yetiştiğini göstermek
maksadıyla genç ilim adamlarıyla yaşlı olanları tertip ettiği ilim
meclislerinde yarıştırmak istediği, ancak bunun yanlış anlaşıldığı görülmektedir.
Hatta onun kıskandığı ilim adamlarını zor durumda bırakmak için böyle
davrandığı eserlerde yer almaktadır. Ancak Karamani, sürekli yeniliğe açık bir
devlet adamı olup, “ehl-i hak”tan yana olma iddiası ile statükoculuk
yapan ve devlet işlerinde kendisine ayak uyduramayanları değişik metodlarla
pasifize ettiği görülmektedir. Nitekim Fatih’in istemesine ve ihtiyaç olmasına
rağmen Kastalanî’nin ikinci kazaskerliğin kuruluşuna karşı çıkması ve II. Bayezid’in
Kastalanî’yi 890/1485’de emekliye ayırması, Mehmet Paşa’nın bu kazaskerle
uğraşmasında ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Hoca-zade denmekle
meşhur Muslihuddin Mustafa bunlardan bir diğeridir. Kazasker iken Karamanî’nin
padişaha, “Hoca-zâde, İstanbul’un havasından şikâyet ediyor...” deyip
tâyininin İznik Medresesi’ne yapılmasını arz etmesi; Hoca Sadeddin’in işaret
ettiği üzere, Fatih’in de yüksek görevlere kem gözle bakmasından dolayı kırgın
olduğu Hoca-zade’yi İznik Medresesi’ne göndermede yarar görmesi; devleti
yeniden yapılandırmada ayak bağı olan Hoca-zade’yi padişahla veziriazamın ağız
birliği yaparak İstanbul’dan uzaklaştırmasından başka bir şey değildir. Hocası
iken Fatih’in basit bir sebepten dolayı görevden azletmesi, Mahmut Paşa ile de
ilişkilerinin normal olmaması; onun sadece Karamani’yle değil, tüm üst düzey
yöneticilerle sürekli kavga içinde, geçimsiz biri olduğunu gösterir. Mehmet
Paşa, Hoca-zade ile ilişkileri bozuk olduğu halde, onun öğrencisi Seyyid
İbrahim’den oğluna ders aldırmış; Şehzade Korkut’a hoca olarak tayinini
sağlamıştır. Bu durum, onun ilim adamına saygılı olduğunu, ancak devlet
idaresinde gelişmeye ayak uyduramayan statükocuları saf dışı bırakarak genç
ilim adamlarına öncelik tanıdığını göstermektedir.
Milliyetçiliği: Mehmet Paşa,
milliyetçiliğiyle de dikkat çekmektedir. Onun sonradan Müslüman olanlara üst düzey devlet
görevlerinin verilmesine sıcak bakmadığı, bu durumda olup yüksek makamlara
çıkanlarla uğraştığı görülmektedir. Musevi iken ihtida eden Hekim Yakup Paşa’ya
Fatih’in tedavisini yaptırmak istememesi; Rum Mehmet Paşa’nın onun teşvikiyle
veziriazamlıktan azledilmesi ve onun katline sebep olması gibi davranışları,
Karamani Mehmet Paşa’nın milliyetçilik yönünü yansıtmaktadır.
Edebî Yönü ve Tarihçiliği: Karamani
Mehmet Paşa, Osmanlı inşâ, yani güzel nesir yazı yazma san’atıyla tanınmıştır.
Daha nişancı iken Uzun Hasan’a yazdığı söylenen mektuptan dolayı Fatih’in
teveccühünü kazanmıştır. Onun değişik mektupları, münşeât mecmualarında örnek
olarak verilmiştir.
Karamani Mehmet Paşa, inşa
san’atındaki kadar olmasa bile, şiirleri ile de tanınan bir devlet adamıdır.
Kınalı-zade’nin onun şiirinde inşâ’daki kadar üstün olmadığına işaret etmesi de bunu
göstermektedir. Mahlası “Nişanî” olan
Mehmed Paşa, sadece Türkçe değil, Arapça ve Farsça şiirleriyle de şöhret
bulmuştur. Şiirleri bir divanda toplanmadığından, değişik tezkire ve
mecmualarda dağınık şekilde bulunmaktadır.
Karamani, Osmanlı tarihçisi olarak da dikkat
çekmektedir. Onun iki adet Arapça risalesinden
birincisi, Risâle fî-Tevârîhi’s-Salâtîni’l-Osmaniyye; ikincisi, Risâle
fî-Târîhi Sultân Mehmed b. Murad Han min-Âli Osman’dır. Birincisinde
Osmanlı Devleti, Osman Gazi’den başlayarak II. Mehmed’e; ikincisindeyse, II.
Mehmet’in tahta çıktığı 1451’den 13 Mart 1480’e kadar olaylar anlatılmaktadır.
Bunun tercümesini yaparak bilim âlemine ilk duyuran M. Halil olmuştur. Yeni
Türk harfleriyle tercümesini ise İ. H. Konyalı yayımlamıştır.
Hayratı: Mehmet Paşa’nın İstanbul’da
değişik amaçlara yönelik inşa ettirdiği hayır eserleri bulunmaktadır.
Kumkapı’daki Nişancı Paşa Camii, 870 (1465)’de inşa edilmiştir. Aynı mahallede
kendi adıyla anılan bir çifte hamamla caminin bitişiğinde zaviyesi ve bir de
Uzunçarşılı’ya göre medresesi bulunuyordu. Bunun dışında ikinci bir mescidi daha
vardı ki, Tacî-zade’nin tarih düşürdüğü bu mabedi araştırmacılar, Kumkapı’daki
camiyle karıştırmışlar, şu anda İstanbul Müftülüğü olan yerdeki sarayıyla
birlikte yaptırılan mescidin inşa tarihini (1480) camininki sanmışlardır.
Piri Mehmet Paşa, Selçuklu devri ünlü İslam
bilgini Fahreddin-i Razi’nin soyundan gelen Beylikler dönemi âlimlerinden
Cemaleddin Aksarayi’nın torunlarındandır. Dedesinden dolayı ailesine ‘‘Cemâlî’’ denmektedir.
Piri Mehmet Paşa’nın babası Şeyh Mehmet
Çelebi el-Cemali (ö.1497-1948), aynı zamanda Çelebi Halife olarak da
bilinmektedir. II. Bayezid dönemi Halvetiye meşâyihinden olup, bu tarikatın Cemaliye
kolunun kurucusudur. Halvetiye Tarikatı, onunla Anadolu, İstanbul ve
Balkanlar’da yayılmıştır. Anne tarafından dedesi II. Murad devri âlimlerinden
meşhur Lârendeli Mevlâna Hamza’dır.
Piri Mehmet Paşa 1463’te Konya’da doğmuş,
babası kendisine şeyhi Pir Mehmet Erzincanî’nin adını vermiştir. Çocukluğu muhtemelen
Konya veya Karaman’da dedesi Mevlâna Hamza’nın yanında geçen Piri Mehmet,
babasının Halvetiye şeyhi olarak bulunduğu Amasya’da başladığı tahsilini
İstanbul’da tamamlamıştır. Kaynaklar, kendisini devrin ilim ve fennini öğrenmiş
âlim devlet adamı olduğunu yazmaktadır.
Devlet
Memurluğundaki Başarıları Önünü Açtı ve Veziriazamlığa Kadar Yükseldi: Tahsilini tamamlayan Piri Mehmet Efendi, 1491’de
Amasya Şer’iye Mahkemesi’nde kâtip olmuş, kısa sürede başkâtipliğe
yükselmiştir. Amasya valiliği sırasında babası aracılığı ile kendisini tanıyan
II. Bayezid’in tahta çıkmasından sonra Sofya,
Siroz ve Galata kadılıklarında bulunmuş; arkasından İstanbul Fatih
İmareti mütevelliliğine getirilmiştir. Görevlerinde dürüstlüğü ve çalışkanlığı
ile dikkat çekmiş; II. Bayezid’in son yıllarında kadılıktan hazine
defterdarlığına atanmıştır. Yavuz Sultan Selim’in cülusundan hemen sonra
Başdefterdar yani şimdiki anlamda Maliye Bakanı olmuştur. Osmanlı maliyesini
kısa sürede düzene soktuğu için Yavuz onu Çaldıran Seferi’nde vezir; Mısır
seferi sırasında ise veziriazam yapmıştır.
Piri Mehmet Paşa’nın bilgi ve
tecrübelerinden yararlanan Yavuz devlet idaresinde karşılaştığı birçok problemi
çözmüş, işleri kısa sürede düzene koymuştur. Bunlardan en önemlisi, Şehzade
Ahmed gailesinin halledilmesidir. Bilindiği üzere I. Selim babasını bertaraf
edip tahta çıkınca, kardeşi Ahmed ona karşı harekete geçmiş, Anadolu’da kardeşkanı
akmaya başlamıştı. O zaman devlet kadrolarını işgal eden üst seviyedeki
bürokratlar, Şehzade Ahmed’i desteklediği için Yavuz kardeşine karşı nasıl
hareket edilmesi gerektiği hususunu hep Piri Mehmet’e sormuş, onunla yaptığı
istişareler sonucu Şehzade Ahmed ve yandaşlarını ortadan kaldırmıştır.
Çaldıran Seferi’ne Başdefterdar olarak
katılan Piri Mehmet Efendi, ordunun ihtiyacını başarı ile karşılamıştır.
Çaldıran’da Safevi ordusu ile karşılaşıldığında yerinde mütalaası ile savaşın
kazanılmasında önemli rol oynamıştır.
Yavuz,
Şah İsmail’in savaş meydanından kaçıp Tebriz’i terk etmesi üzerine
Şah’ın şehirdeki hazine ve mallarını denetim altına alması için gönderilen
heyette Piri Mehmet’e de görev vermiştir.
Karşılaşılan problemlere pratik çözüm
getirmede mahir olan ve padişahın dikkatini çeken Piri Mehmet Efendi, Mustafa
Paşa’nın azli sonucu boşalan vezirliğe 22 Eylül 1515’de getirildi. Yavuz kışı
Amasya’da geçirip tekrar İran üzerine gitme düşüncesinde idi. Amasya’ya
gelinince, İstanbul’a dönmede ısrar eden yeniçeriler, Yavuz’u yönlendirdiği
için kızdıkları vezir Piri Mehmet Paşa’nın evini basmış, Paşa canını kaçarak
kurtarmıştır. Bu ayaklanmaya sebap olan Sadrazam Dükakinoğlu Ahmed Paşa,
Amasya’da hemen katledilmiştir.
Yavuz Sultan Selim Mısır Seferi’ne çıkarken
Piri Mehmet Paşa’yı İstanbul muhafızı olarak görevlendirmiş; Güneydoğu Anadolu
ve Suriye’nin fethinden sonra kurduğu Arap ve Acem Kazaskerliği’ni ona
vermiştir. İstanbul muhafızı Piri Mehmet, aldığı önlemlerle, Mısır’daki ordunun
maaş problemini halletmiş, kısa sürede hazırladığı 82 parça donanma ile ordunun
ihtiyacı olan zahireyi Mısır’a göndermiştir. Bundan başka iki büyük kale dövme
topu imal etmiş, gemilere yükleyip Yavuz’a götürülmek üzere yola çıkarmıştır.
Mısır’ın fethi ve gerekli idari
düzenlemeleri yaptıktan sonra Şam’a dönmekte iken Yavuz, Veziriazam Yunus
Paşa’yı sarfettiği bazı sözlerinden dolayı katletti. Bu gelişmelerden sonra
padişah, Piri Mehmet Paşa’yı sadrazam yapmak üzere Şam’a çağırmıştır.
Yavuz’un
Ölümünü Gizleyerek Paniği Önledi: Kısa
süre içinde İstanbul’dan Şam’a gelen Piri Mehmet Paşa, 3 Aralık 1518’de
veziriazamlığa getirilmiştir. I. Selim, İstanbul’a dönerken Veziriazam Piri
Mehmet Paşa’yı Güneydoğu Anadolu’ya bir miktar askerle bırakmış; bu bölgeye
İran’dan gelecek herhangi bir saldırının önüne geçmek istemiştir. Sadrazam,
burada kaldığı süre içinde önemli başarıların altına imzasını atmıştır.
Güneydoğu Anadolu’da İran nüfuzunu ortadan kaldırmış, Kuzey Irak’ı Safevi
Devleti’nden alarak Osmanlı toprakları içine katmıştır (1518). Burada iken,
Yavuz tarafından Osmanlı sınırları içine alınan Arap topraklarının tahririni de
yapmış, kurduğu yeni düzenle orada yaşayan herkesi memnun etmiştir.
Yavuz Sultan Selim, Safevi hükümdarı Şah
İsmail’i yenip, ülkenin doğusundaki büyük tehlikeyi bertaraf edince, Piri
Mehmet Paşa’nın teşvikleri ile Batı’ya Macaristan üzerine sefere çıkmıştı
(1520). Çorlu yakınlarında hastalanan padişah, veziriazamı yanına çağırtıp
helalleşti; oğlu Süleyman’ı kendisine emanet etti ve o günün akşamı vefat etti.
Padişahın ölümünü gizleyen Piri Mehmet Paşa, “Padişah sağlığına kavuştu” diye askere şenlik yaptırdı. Böylece
büyük bir paniğin önüne geçti. Şehzâde Süleyman’a adam gönderip, İstanbul’a
gelinceye kadar geçen zaman içinde onun yerine devleti idare etti. Yeni padişahın
İstanbul’a hareket ettiği haberini aldıktan sonra Yavuz’un ölümünü askere
duyurdu. Kendisi de ordudan önce hareket edip süratle İstanbul’a ulaştı (30
Eylül 1520). Aynı gün İstanbul’a gelen Sultan Süleyman’a biat etti.
Kanuni
Dönemindeki Başarıları ve Belgrad Kuşatması Sırasında Karadan Gemileri
Yürütmesi: Piri Mehmet Paşa, Kanuni
Sultan Süleyman’a üç yıla yakın sadrazamlık yaptı. Bu kısa süre zarfında çok
önemli işlerin başarıldığı görülmektedir. Bunlardan birincisi Şam Beylerbeyi
Canberdi Gazali İsyanı’nın bastırılmasıdır. İkincisi, Batı’daki fetihlerde
stratejik öneme sahip olan Belgrad’ın, üçüncüsü ise Rodos’un fethidir.
Piri Mehmet Paşa, Belgrad’ın Avrupa’nın kilidi olduğu, bunun
için mutlaka fethedilmesi gerektiği görüşünde idi. Yavuz’u buranın alınması
için sürekli teşvik etmiş fakat onu bu konuda iknaa muvaffak olamadı. Onun ölümünden
sonra Kanuni’ye buranın önemini anlatmayı başardıktan sonra hazırlıklar
yapılarak ordu Belgrad Seferi’ne çıktı. Sadrazam, öncelikle Belgrad’ın alınması
görüşünde idi. Çünkü burası alındığında Avrupa kapıları Osmanlı ordusuna
açılacaktı. Devşirme kökenli üçüncü vezir Ahmet Paşa ise, Sava Nehri’nin
sağında bulunan Böğürdelen Kalesi’nin daha önemli olduğunu, bunun için
öncelikle buranın alınması gerektiğini iddia etmiş; Kanuni’yi de ikna etmiştir.
Bununla birlikte bir miktar askerle Piri Mehmet Paşa Belgrad Kalesi’nin kuşatılmasına
memur edilmiştir. Fakat padişah Böğürdelen tarafına ağırlık verince burası
zayıf kalmıştır. Yanlış hareket tarzından dolayı öbür taraftaki faaliyetlerden
de bir türlü netice alınamamış, Piri Mehmet Paşa’nın askeriyle padişahın
bulunduğu cepheye gitmesi istenmiştir. Belgrad’ın önemini çok iyi bilen
sadrazam, padişahın isteğini yerine getirmede ağır davranmış, bunu gören Ahmet
Paşa, Kanuni’yi sürekli veziriazama karşı sert davranmaya teşvik etmiştir.
Padişahın ısrarı karşısında Piri Mehmet Paşa, maiyetindeki askeri karşı tarafa
geçirmek için Sava Nehri üzerine büyük bir ahşap köprü yaptırmış, fakat bu
sırada yağan yağmurlarla meydana gelen seller yüzünden köprü yıkılınca Belgrad
önünde bulunan gemileri asker gücüyle karadan Sava Nehri’ne geçirmiştir. Fakat
bu sırada Piri Mehmet Paşa’nın ortaya koyduğu savaş planının doğruluğu
anlaşılınca, sadrazamın Böğürdelen tarafına asker sevkıyatı durdurulmuş, Sultan
Süleyman, beraberindeki askerlerle Belgrad Kalesi’nin önüne gelerek kısa sürede
burayı almıştır (30 Ağustos 1521).
Toprak
Dolu Çuvallarla Kuleler Yaparak Rodos Kalesindeki Savunmacıları Ateş Edemez
Hale Getirmesi: Veziriazam Piri
Mehmet Paşa’nın Kanuni dönemindeki üçüncü başarısı, Rodos Adası’nın fethidir.
Çünkü buradaki Sen Jan Şövalyeleri, Müslüman gemilerini Akdeniz’de devamlı
vuruyorlardı. Yavuz’u buranın fethine bir türlü ikna edemeyen Piri Mehmet Paşa,
Kanuni’ye buranın alınmasına dair projesini de kabul ettirdi. Yapılan
hazırlıklardan sonra Rodos Seferi’ne karar verildi. Rodos kuşatmasına Kanuni
ile birlikte Piri Mehmet Paşa da katıldı. Belgrad seferi sırasında padişahı
yanlış yönlendiren vezir Ahmet Paşa burada da Kanuni’yi etkilemeye başladı.
Rodos Kalesi’nin düşmesi uzayınca Serdar Mustafa Paşa görevinden alınarak
yerine Ahmet Paşa getirildi. Ahmet Paşa devşirme kökenli olduğu için, statik
düşünceli bir devlet adımı ve asker idi. Rodos Kalesi’ni top atışlarıyla yıkmak
istiyordu. Fakat duvarlar çok sağlam olduğundan başka kalenin burçlarındaki Sen
Jan Şövalyeleri, savaşan Türk askerine ve topçusuna göz açtırmıyor; çok sayıda
Osmanlı askerini şehit ediyorlardı. Durumun iyi gitmediğini gören Piri Mehmet
Paşa, harp meclisinde toprak dolu çuvallarla kuleler yapıp, bunun üzerine
yerleştirilecek top ve tüfek atışlarıyla düşmanın burca çıkmasının önlenmesine
ve Türk askerinin kale duvarını yıkmak için gerekli olan tünelleri açma
çalışmalarını rahat bir şekilde yürütmesine altyapı oluşturulmasını önerdi.
Fakat Ahmet Paşa, onun yapmak istediğini anlamayıp bunu kabul etmedi. Eskisi
gibi açıkta askerin savaşması için orduya tekrar emir verdi. Piri Mehmet Paşa,
harp meclisinde alınan olumsuz karara rağmen başında bulunduğu cephede planını
uygulamak maksadıyla kum çuvallarını üst üste yığarak bir kule yaptı. Üstüne
çıkardığı silahlı askerler, karşı tarafın askerini kalenin burcuna çıkartmadı.
Bunun üzerine onun sorumluluk sahasında Türk askerinin kaleye karşı hücumu
rahatladı. Bunu gören Ahmet Paşa, aynı şekilde kuleler yapılmasını askerin
tamamından istedi. Bundan sonra düşman, kalenin burçlarına çıkamaz oldu. Rahat
çalışma imkânı bulan Türk askerleri lağımlar açıp patlatarak Rodos Kalesi’nin
duvarlarını yıkmaya başladılar. Kale 24 Aralık 1522’de Türk ordusunun eline
geçti.
Piri
Mehmet Paşa’nın Görevden Alınması ve Öz Oğlu Tarafından Katledilmesi: Ordu ve donanma İstanbul’a dönünce Kanuni Sultan
Süleyman, savaş meydanında sanki başarıları görülmemiş gibi, Piri Mehmet
Paşa’yı azletti. Yerine devşirme kökenli Makbul İbrahim Paşa’yı atadı.
Piri Mehmet Paşa, emeklilik yıllarını
Silivri de geçirmiştir. Onun varlığından rahatsız olan Makbul İbrahim Paşa,
Piri Mehmet Paşa’yı büyük oğlu Edirne Kadısı Mevlâna Muhyiddin Mehmet Raşit Efendi’ye
zehirleterek öldürtmüştür (1532/1533).
İlim
ve Fikir Adamlığı, Hukukçuluğu, Şairliği ve Tarihçiliği: Piri Mehmet Paşa’nın baba ve anne tarafı daha önce
kısaca değinildiği üzere ilim geleneği olan ailelere dayanmaktadır. Özellikle
baba tarafı Fahreddin-i Razi ile başlayıp Cemaleddin-i Aksarayi’ye kadar
uzanmaktadır. Kendisi de zamanın en iyi eğitim veren medreselerinde yetişmiş
büyük ilim ve fikir adamıdır. O, aynı zamanda tasavvufla yakından
ilgilenmiştir. Mutasavvıflara çok büyük imkânlar sağlamasına, Mevlevi ve Halvetiler’e
sempati duymasına rağmen herhangi bir tarikata bağlanmamıştır. Devlet adamı olarak
tarikatlar karşısında yansız kalmayı tercih etmiştir.
Piri Mehmet Paşa, Osmanlı devlet yapısını
ve hukukunu çok iyi bilen biriydi. Yaptığı idari ve hukukî düzenlemelerle yeni alınan
Arap topraklarında huzuru sağlamıştır.
Telif eseri olarak Semendire Eflâkileri Kanunnamesi onun hukuk
alanındaki gücünü göstermektedir.
Piri Mehmet Paşa, devrinin aynı zamanda
büyük şairlerindendir. Onun için Sehî, “Tarz-ı
şi’ri gâyet latîf anlamış idi” demektedir. Diğer tezkiretü’ş-şuârâ
yazarları da onun Türkçe’yi çok iyi konuştuğunu ve yazdığını söylemektedirler.
Piri Mehmet Paşa, tarihe dair bir kitap
yazmamıştır. Fakat Celal-zade’nin ondan dinlediklerini eserlerine alması ile o
dönemdeki birçok olayın doğru olarak bize gelmesi sağlanmıştır.
Kendisi âlim ve şair olduğu kadar, bu sahada
uğraşanları da koruyan bir devlet adamı idi. Onun himayesine mazhar olan Cafer
Çelebi, Kalkandelenli Sücûdi ve Celâl-zade Mustafa Çelebi, Osmanlı Devleti’nde
yetişmiş büyük devlet adamlarıdır.
Hizmetleri
Piri Mehmet Paşa, XVI. yüzyılın başında
Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkmış büyük bir devlet adamı ve askerdi. Devlet
yönetiminde aldığı önlemler sayesinde Türkiye, 1520’lerde dünyadaki diğer
devletlerle eşit olacak büyüklükte bir güce ulaşmıştır. Bu duruma gelmede her
ne kadar Yavuz’un etkisinin bulunduğu söylenmekte ise de Piri Mehmet Paşa’nın
rolü küçümsenemeyecek derecede olmuştur. Bu nedenle uzun süre Osmanlı devlet
adamları arasında örnek sadrazam olarak saygıyla anılmıştır. Ondaki becerinin
temelinde, ailesinden gelen ilim adamlığı geleneğinden başka kendi yeteneğinin
olduğu görülmektedir. İlim, irfan, zekâ ve pratik çözüm yeteneği ile Yavuz
Sultan Selim’i etkilemiş, kolay kolay adam beğenmeyen bu padişah, ölümüne kadar
onu danışman gibi devletin başında tutmuştur.
Piri Mehmet Paşa, çalışmaktan yorulmaz,
gece yarılarına kadar devlet adamlarıyla toplantı yapardı. Günlük uykusu birkaç
saati geçmezdi.
Piri Mehmet Paşa, medrese çıkışlı olmasına
rağmen büyük bir askerdi. Cephede tesadüflere kesinlikle yer vermez, düşmana
karşı en ince ayrıntılara kadar gerekli önlemleri alırdı. Statükocu bir asker
değildi. Olayların gelişine ve stratejik duruma göre pratik çözümler ortaya
koyardı. Belgrad ile Rodos Adası’nın kuşatılması sırasındaki tavrı, onun bir
asker olarak ne kadar geniş düşündüğünü ortaya koymaktadır.
Piri Mehmet Paşa, devletin bekası için
istihbarat teşkilâtının önemini kavramış bir devlet adamıdır. Onun zamanında
Osmanlı İstihbarat Teşkilatı örgütlenmiş; veziriazama bağlı olarak çalışır hale
getirilmiş; dünyada olup bitenler kısa sürede casuslar aracılığıyla haber
alınmıştır.
Türk donanma ve topçuluğunu geliştiren Piri
Mehmet Paşa, Kanuni dönemindeki güçlü Türk donanmasının da alt yapısını kuran
kişidir. İstanbul’daki büyük tersaneyi sadrazamlığı sırasında inşa ettirmiş,
Yavuz ve Kanuni döneminde dünyanın en güçlü donanmasını burada hazırlamıştır.
Bu sayede Türk donanması Akdeniz’de rakip tanımamıştır.
Piri Mehmet Paşa diğer taraftan büyük bir
top mühendisidir. Yavuz zamanında Osmanlı ordusunda kullanılan yivli topları
ilk o yapmıştır. Osmanlı-Memluklü savaşı sırasında 22 ton ağırlığında iki adet
topu yaptırıp İstanbul’da inşa ettirdiği büyük gemilerle Mısır’a sevk etmiştir.
Devşirmelerin
Hedefi Olması ve Azlı: Piri Mehmet
Paşa, bir Türk bürokratı olarak veziriazamlığa getirilmesi ve büyük başarılara
imza atması, devşirmelerin hedefi haline gelmesine sebep olmuştur. Tüm
başarılarına rağmen Kanuni tarafından görevden alınmış, devlet yönetimi vizyonu
olmayan devşirmelere verilmiştir.
Günümüzde Batılılar, devleti hantallıktan
kurtarmak için yönetim biçimi olarak demokrasiyi tercih etmektedirler. Çünkü
demokrasilerde farklı fikirler ortaya koyarak yeni çözümler üretmek mümkündür.
Osmanlı Devleti’nde Fatih, parti yerine devşirme-Türk bürokrat rekabeti için
zemin hazırlamış; böylece devlet yönetiminde yeni fikirlerin ortaya çıkmasını
sağlamıştır. Bu durum, Piri Mehmet Paşa’nın sadrazamlıktan azline kadar sürmüş;
bundan sonra dengeler bozularak devlet yönetiminde artık sadece devşirmeler
etkin olmuştur. Tabii bu yeni durum sonucu Osmanlı Devleti’nde duraklama süreci
başlamıştır.
Abditollu Hüseyin Ağa, Atatürk’ün
ve eşi Latife Hanım’ın “Baba” dediği
ve evinde misafir olup “Sedirler Böreği”
yediği Konyalı’dır.
Dedelerinin Konyalı olduğu söylenen
Atatürk, Konya’ya on üç defa gelmişti. Resmen bilinen bu ziyaretlerinden başka,
gayri resmî ve yabancılardan gizli gelişlerinin de olduğu, Selçuk Es, M. Ali
Apalı, A. R. İzzet Koyunoğlu gibi, o günleri bilen yaşlı Konyalılar tarafından
nakledilmiştir.
Gazi’nin, 20 Mart 1923 tarihindeki
beşinci gelişinde yanında eşi Latife Hanım da vardı. Soğuğa, yağan kara rağmen,
kalmakta oldukları “Atatürk Müzesi”
olan konağın etrafında toplanıp sevgi ve bağlılık tezahüratında bulunan
kadın-erkek binlerce Konyalı’nın arasında, Ata’ya son derecede hayran ve meftun
olan Abditollu Hüseyin Ağa da vardı. Hayli ileri yaşına rağmen oldukça dinç,
aksakallı, mahallî kıyafetli olan bu sevecen Konyalı, Ata’yı ve eşini daha
yakından görüp tanımak, sevgi, saygı,
minnet ve şükranlarını bizzat sunmak için görüşmek isterse de, o an bunun
mümkün olamayacağı ilgililer tarafından kendisine bildirilir. O sırada konağa
girmek üzere olan Belediye Başkanı M. Muhlis
(Koner) Bey, bu temiz yüzlü, güngörmüş ihtiyarın arzusunu dinler ve
görevlilerden izin alarak, Gazi’nin de muvafakati üzerine, birlikte içeriye
girerler. Gazi, kendilerine yer gösterirse de Hüseyin Ağa, saygısından dolayı
özür dileyerek, kısaca maruzatta bulunup, ayrılacağını söyler. Yaşlı adam; “Muhterem Paşam; bana, Abditolllu
Hüseyin’derler. Sedirler’de otururum. Üç oğlum vardı, çeşitli cephelerde vatan
uğruna şehit verdim; Helâl olsun; vatan sağ olsun; Allah sana uzun ömür versin.
Şimdi sizden bir istirhamım var; Üç şehid oğlumun yerine size, ‘Oğlum’ diye
hitab edebilir, alnından öpebilir miyim ?” deyince Gazi de, Latife Hanım
da, derhal ayağa kalkarak , “ Bizleri
evlât olarak kabul etmenizden gurur duyarım babacığım” diyerek, üç şehit
babası Abditolllu Hüseyin Ağa’nın elini öperler. Ertesi gün, Hüseyin Ağa’nın
eşi Âkile Hanım’la da tanışıp, onu da , “Annelik” olarak kabul ederler.
Baba-evlât, ana-evlât olurlar.
Bu sevindirici haber, Konya’da hızla duyularak, yayılır.
Konya ve Konyalılar için büyük bir sevinç ve kıvanç kaynağı olan bu olayı,
zamanın en meşhur gazetesi Babalık
da, günlerce haber yaparak yer ayırır. Hüseyin Ağa, bu unvanı ile vali ve Konya
Belediye Başkanı tarafından da hüsnükabul görür. Özel ve resmî merasimlere,
yemek ve toplantılara davet edilir.
Latife Hanım da, bu son derecede samimi, açık yürekli,
aydınlık yüzlü, mert sözlü yaşlıyı, çok sevmiştir. Konağa, Ağa ile eşi Âkile Anayı
davet ederler. Mahallî kıyafet giymiş, gayet saf, samimi, açık sözlü, sempatik
Konya kadını, Latife Hanım’ı, “Gelinim..”
diyerek bağrına basar. Ana-kız gibi
olurlar.
Ata’nın Konya’dan ayrılmasından sonra da, Konya valisi ve
belediye başkanı, Hüseyin Ağa ile münasebetlerini devam ettirirler. Sedirler’de
evinin bulunduğu sokak yeni baştan düzenlenir. Bir de mahalle çeşmesi yapılır.
Belediye başkanı ile görüşmeleri gayet samimi ve teklifsizdir. Şehrin tanınmış
gazetesi Babalık’ın sahibi Yusuf
Mazhar Bey’le sık sık sohbetler yaparlar. Belediye Başkanı M. Muhlis, bir gün
onu Ankara’ya götürür. Atatürk ve Latife Hanım’ı ziyaret için Çankaya’ya
çıkarlarsa da, o günlerde yurt gezisinde bulundukları için görüşmeleri mümkün
olmaz. Armağan olarak getirdikleri el örgüsü yün çorapları bırakıp dönerler.
Gazi, altıncı gelişi olan 3 Ocak 1925’te Konya
ziyaretinde on gün kaldı. Çeşitli teftiş ve gezilerde bulundu. Çok önemli
konuşmalar yaptı, demeçler verdi. Bu arada, Hüseyin Ağa’nın Konya’nın
Selçuklular döneminden kalma tarihî semtlerinden biri olan Sedirler’deki
kerpiçten yapılmış son derecede mütevazı evini de ziyaret etti. Âkile Ana o
gün, bu değerli misafirlerini en iyi şekilde ağırlayıp, memnun etmek için bütün
marifetini ve maharetini gösterip, elinden ne gelirse yapar. Kendi eliyle
meşhur “Sedirler Böreği” pişirip
ikram eder. Zevkle ve emekle ördüğü birbirinden güzel nakışlı yün çorapları
onlara armağan eder. Yemek sırasında geçen sıcak ve samimi sohbet konularını
not tutan gazeteciler, ertesi günü bunları halka ulaştırırlar. Bu güzel ziyaret
ve sohbetler, halk arasında büyük memnuniyet meydana getirir. Haftalarca
konuşulur.
Ata’nın diğer Konya ziyaretlerinde de Hüseyin Ağa onu
istasyonda karşılayanlar arasında yer alır. Sohbetleri böylece devam eder.
Gazi, Ankara’dan Konya’ya giden tanıdıklarıyla, Hüseyin Ağa’ya ve Âkile Ana’ya
selâm, muhabbet ve afiyet dileklerini gönderir.
Gazi Mustafa Kemal’in, Hüseyin Ağa ile birçok hatırası
vardır. Bunlardan biri de, Hüseyin Ağa’nın, köyü Abditol’da yaptıracağı yeni
evin nasıl olmasının uygun olacağını sorması üzerine Ata, eline kâğıt-kalem
alıp, evin kaba-taslak planını bizzat çizmiş olmasıdır. Ağa, evi bu plana uygun
olarak inşa ettirir. Bu gün hâlâ ayakta olan bu ev, ana hatlarıyla, Ata’nın
Selânik’deki evi’nin ilk planına benzer. Geniş bahçesinde bir de “Köy
Odası” bulunmaktadır.
H. Hüseyin Ağa, 1935 yılında 85 yaşında iken vefat etti.
Kabri, köyü olan Abditol Mezarlığı’ndadır.
KARATAYLI
DİĞER
AHMET
EFLÂKİ
Doğum tarihi tespit edilemeyen Ahmet
Eflâki’nin adı Ahmet, lakabı Şemseddin’dir. Bedreddin-i Tebrizi'nin
talebesidir. İyi bir tahsil görmüş, din ilimleri yanında kimya ve felekiyat ilimleri
ile de uğraştığından dolayı Eflâkî mahlasıyla anılmıştır.
Moğol hükümdarlarından Keygatu'nun 690/1291
yılında Konya'ya geldiği sırada o da Sultan Veled'i ziyaret etmiş ve sonradan
da, Ulu Arif Çelebi'ye intisap etmiştir. Ulu Arif Çelebi'nin vefatına kadar
yanından ayrılmayan Eflâki, Çelebi'nin bütün yaptığı seyahatlere katılmış ve
onun tavsiyesi üzerine de meşhur eseri; Menakıbu'l-Ârifîn’i yazmıştır. Bu
eserini 718/1318 yılında yazmaya başlamış ve 754/1358 yılında tamamlamıştır.
Ulu
Arif Çelebi ile Anadolu başta olmak üzere; Azerbaycan ve Tebriz'e gitmiş. Onun
vefatından sonra da, Arif Çelebi'nin oğlu Âbid Çelebi'nin hizmetine girmiştir.
Ahmet
Eflâki, 761/1360 yılında Konya'da vefat etmiş ve Topbaşzade Hoca'nın, Mevlâna
Külliyesi'nin doğusundaki evinin avlusuna gömülmüş; türbesinin yeri sonradan
ortaya çıkarılmıştır. Kabir taşı kitabesinin Türkçesi şöyledir: "Bakî olan Allah’tır. Büyük bilgin, her
şeyi gereğince bilip haber veren, zamanın eşsiz, asrının tek hadimi, rahmete
mazhar olmuş ve suçları örtülüp yarlığanmış olan, Arife mensup bulunan (Ulu
Arif Çelebi'ye intisabından dolayı kendisine “Ârifî de denilmiştir) Eflâki,
yedi-yüz altmış bir yılı, Recebin sonuncu pazartesi günü yokluk evinden, varlık
yurduna göçtü. Allah onu rahmetine kavuştursun ve suçlarını yarlıgasın."
BEDREDDİN
GEVHERTAŞ
Emir
Bedreddin Gevhertaş, Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat’ın lalası ve
döneminin ileri gelen devlet adamı ve emirlerindendir. Dizdar Bedreddin
Gühertaş olarak da anılmıştır. Mevlâna'nın babası Baha Veled'in ders ve
sohbetlerinde bulunmuş, hocasının göstermiş olduğu bir keramet üzerine, Sultan
Veled ve ailesinin oturduğu meşhur medreseyi yaptırmış ve buraya zengin
vakıflar tahsis etmiştir. Karaarslan köyünü Mevlâna mensuplarına vakfeden de
Gevhertaş'tır.
Baha
Veled ve ailesi Karaman'dan Konya'ya geldiklerinde, önce İplikçi Camii'nin
güneyinde yer alan, Altun-Aba Medresesi’ne yerleşmişler, sonraları bu
medresenin ihtiyaca cevap vermemesi üzerine aile, Gevhertaş'ın yaptırmış olduğu
bu yeni medreseye taşınmıştır. Bu medrese, Selçuklu ve Karamanoğlu devrinde "Medrese-i Mevlâna",
Osmanlılar döneminde de "Medrese-i
Molla" olarak anılmıştır.
Eflâki,
Âriflerin Menkıbeleri isimli
eserinde, Gevhertaş'tan bahsederken şunları söyler:
"Nakledilmişti
ki, Dizdar adı ile tanınan Emir Bedreddin Gevhertaş, Alâeddin Keykubat'ın
lalası idi. Uzun boylu, asil, hayrat sahibi ve sarayın has
üstatlarındandı."
Gevhertaş,
II. İzzeddin Keykâvus taraftarı olduğu için, Muineddin Pervane tarafından,
Moğol komutanı Alıncak'a gönderildiğinde (659/1260-1261) diğer beylerle
birlikte öldürülmüştür. Eflâki'nin beyanına göre, cenazesi Konya'ya getirilerek
şimdiki Şems Türbesi'ne defnedilmiştir. Bilindiği gibi Şems, daha sonra vefat
etmiş ve cenazesi, Ulu Arif Çelebi tarafından atıldığı kuyudan çıkartılıp,
Bedreddin Gevhertaş'ın yanına defnedilmiştir. Bununla birlikte Konyalı, Gevhertaş’ın
türbesinin Karaaslan Köyü sınırları içerisinde bulunduğunu ifade eder.
KADI İZZEDDİN
Kadı
İzzeddin, Selçuklu döneminin büyük âlim ve tanınmış kadılarındandır. I. Alâeddin
Keykubat'ın torunlarından II. İzzeddin Keykâvus 1246 yılında Selçuk tahtına tek
başına oturunca, vezirliğine Kadı İzzeddin Muhammed’i getirir. Muineddin
Süleyman, Sahip Ata Fahreddin Ali, Celaleddin Karatay gibi tanınmış
yöneticileri de bu dönemde onunla birlikte görev başındadır.
Zamanında
güttüğü siyaset ve dehası ile memleketi, iç ve dış düşmanlara karşı korumuş,
Moğol baskınlarının en şiddetli bir döneminde memleket onun sayesinde rahat bir
nefes almıştır. Her tarafta Moğol casuslarının cirit attığı ve pek çok
görevlinin Moğol yanlısı bir siyaset güttüğü dönemde o, Moğol düşmanlığı ile
tanınmıştır Ülkeyi korumak için de hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır.
Moğol
düşmanlığı yüzünden bir ara memuriyetten uzaklaştırılmışsa da, çok geçmeden
yeniden görevine iade edilmiştir. İzzeddin Keykâvus üzerinde büyük tesiri vardır.
Hükümdar kendisinden çekinir ve çok hürmet gösterirdi.
O,
padişahın ahlakını bozmak isteyenlere karşı da nüfuzunu kullanarak onları
bertaraf ederdi. Moğolların padişahı tesirleri altına almaması için de, büyük
gayret sarf etmiştir. Hazinenin bütün altınlarını dökerek hazırladığı bir ordu
ile Sultan Rükneddin'i mağlup ederek onu Burgulu Kalesi'ne hapsettirmiştir.
Kadı
İzzeddin'in vezirlik makamına oturduğu ve memleket idaresinin dizginlerini
eline aldığı sıralarda, Bayçu'nun elçileri sık sık Selçuklu payitahtına akın
eder ve hazineye büyük külfetler yükleyen armağanlarla geri dönerlerdi. Kadı
İzzeddin, Celaleddin Karatay gibi devlet adamları ile de görüşerek Moğollara
yüz vermemeye başlardı. Aldığı tedbirlerle Moğol akınlarını durdurmaya da
muvaffak olurdu. 1255-1256 yıllarında Bayçu Noyan, çekirge sürüsü gibi
ordusuyla Anadolu'ya saldırırdı. Her tarafı yakıp yıkarak Konya'ya doğru yürüdü.
Harp meclisinde, bir kısım devlet adamı Bayçu'nun istediklerinin verilerek
savaşın durdurulmasını ister. Kadı İzzeddin Muhammed ve bir kaç devlet adamı ise
Bayçu'ya güvenilemeyeceğini, bu dinsize karşı cihat açılması gerektiğini savunuyordu.
Neticede vezirin hazırladığı ordu ile Moğol ordusu Aksaray civarında Alâeddin
Hanı taraflarında karşı karşıya geldi. Türk safındaki bozguncular yüzünden
İzzeddin Muhammed ihanete uğradı ve savaşı kaybetti. Kendisi ayaklarından
muzdarip olmasına rağmen, çarpışa çarpışa şehitlik metrebesine ulaştı.
Kadı
İzzeddin Muhammed, günümüzde İmam-Hatip Lisesi’nin
güneyinde, Ata Petrol olarak bilinen yerinin doğusunda yer alan bölgede bir
mescitle medrese yaptırmıştır. Türbesi’de buradadır. Medrese, zamanımıza kadar
gelememiştir. Mescit de muhtelif tarihlerde tamirat görmüş ve genişletilmiştir.
KARAARSLAN
SULTAN
Sultan
I. İzzeddin Keykavus ve Alâeddin Keykubat dönemlerinde yaşamış; önemli devlet
hizmetlerinde bulunmuştur. Alâeddin Keykubat devrinde baş vezir olarak görev
yapmıştır.
Türbe
ve mescidi Konya'da İç Karaarslan Mahallesi'ndedir. Türbesinin kitabesinden
öğrendiğimize göre, burada yatan zat, dinin direği Necmüddin unvanını taşıyan
İbrahim oğlu Karaarslan'dır. Türbenin kemerli kapısı üzerindeki kitabenin
Türkçesi şöyledir: "Bu türbe, saîd
ve şehid olan İbrahim Oğlu ve İslâm'ın direği Necmüddin Karaarslan'ındır. Allah
mezarını nurlandırsın”.
SADIR SULTAN
Sadır
Sultan'ın asıl adı Bekir, Sadreddin Sadri de lakabıdır. Sadır Sultan olarak ün
yapmıştır. Âlim, fazıl, edip ve şair, bir zat olan Sadır Sultan, aynı zamanda
da döneminin meşhur hekimlerindendir. Mevlâna'nın muasırı olduğu rivayet
edilir. Doğum ve ölüm tarihi hakkında kesin malumat mevcut değildir.
Sadır;
göğüs, kalp, öncü, baş, başköşe, başköşede oturan emir, gibi manalara geldiğinden
başka; âlim, fâzıl şahsiyetler hakkında da hürmet ve sevgi ifadesi olarak da
kullanılmıştır. Sadr, aynı zamanda devlet adamlarına verilen bir unvan, devlet
yönetiminde bir makam adıdır. Osmanlı'da kullanılan sadrazam ile Rumeli ve
Anadolu kazaskerleri için kullanılan sadreyn unvanları bunun en açık örneklerini
teşkil eder.
Sadır
Sultan'ın türbesi, onun adını taşıyan Sedirler semtinde. Yanık Cami’nin
kıblesindeki mezarlık içerisindedir.
SEYFEDDİN KARASUNGUR
Selçuklu
döneminin önemli devlet adamlarından olan Seyfeddin Karasungur, Celaleddin
Karatay ile Kemaleddin Torumtaş’ın kardeşidir. Celaleddin Karatay’ın bir
vakfiyesinden anlaşıldığına göre, 1235 yılında Emir-i Sipehsalardır. Bu
günümüzdeki başkumandanlık görevine eşit bir görevdir.
Karasungur,
1276 tarihinden sonra vefat ekmiştir. Türbesi Çiftemerdiven Mahallesi’ndedir.
Mevlâna ile Seyfeddin Karasungur arasında samimi bir münasebetin bulunduğu Mevlâna’nın
Mektuplarındaki övücü sözlerden anlaşılmaktadır.
ŞEYH ŞERAFEDDİN
Selçuklu
döneminin tanınmış âlim ve sofilerindendir. Ne zaman vefat ettiği kesin olarak
bilinmemektedir. Şerafeddin Camii’nin ilk bânidir. Türbesi Şerafeddin Camii’nin
güneydoğu duvarı bitişiğinde iken, 1925 yıllarında park yapma bahanesiyle
belediye tarafından yıktırılmıştır. 2009’da Vakıflar Genel Müdürlüğü yerine
tekrar türbe inşa ettirmiştir.
SARI
YAKUP
Çelebi
Sultan Mehmed devri âlimlerinden olan Sarı Yakup, Konya'da doğdu. İlk tahsiline
Konya'da başladıktan sonra İran ve Arap ülkelerine gitti, zamanın meşhur
âlimlerinden istifade ile tahsilim tamamlayıp Konya'ya döndü. Bir ara arkadaşı
Kara Yakup'la Bursa'ya giderek Molla Fenarî'nin derslerine devam etti. Uzun
süre Konya'da çeşitli medreselerde müderrislik yaptı ve kitaplar yazdı. Fıkıh,
kelâm ve hadis ilminde zamanının büyük âlimlerindendir. Mecdi Efendi Şakaik-i Nümaniye'de muhakkik, müdakkik
ve kerimü'l-ahlâk bir âlim olarak tanıtılır.
Kendisine
bir mesele sorulduğunda, o meselenin inceliklerini bütün detaylarına kadar
anlatır, soranlarda hiç bir şüphe eseri bırakmazdı. Sarı Yakup, Bursa'da
zamanının yegâne âlimi, Molla Yegân’la da görüşür ve onun sohbetinde bulunur.
Kendisi Molla Yegân’a bazı hallerini arzeder. Molla Yegân da ona izaz ve
ikramda bulunur, çok hürmet gösterir. 1429’da vefat etmiştir.
KEÇECİZADELER
Keçecizade
ailesi, XVII. yüzyılın ikinci yansından itibaren Osmanlı'nın son dönemlerine
kadar, seçkin devlet adamları yetiştiren bir ailedir.
Konya'da
Topraklık Mahallesi halkından olup aynı zamanda caminin de imamı Süleyman
Efendi, keçecilik de yapmış ve geçimini bu suretle sağladığı için aileye,
Keçecizadeler denmiştir.
Keçecizade
ailesinin meşhur olması, Süleyman Efendi'nin oğlu Mustafa'nın, babasından
habersiz İstanbul'a kaçması ile başlar. Meşhur İzzet Mollalar ve Büyük Fuat
Paşalar bu Mustafa Efendi'nin soyundan meydana gelecektir. Aşağıda, başta
Mustafa Efendi olmak üzere, bu ailenin en meşhurları üzerinde kısaca duralacaktır.
KEÇECİZADE MUSTAFA EFENDİ
Konya'da
Topraklık Mahallesi’nde 1688’de doğan Mustafa Efendi, ilk tahsilini Konya’da
mahalle mektebinde ve babası Süleyman Efendi'de tamamladı. Arkasından medrese tahsiline
başladı. Aşırı okuma hevesi yüzünden, daha yirmi yaşlarına basmadan, babasından
habersiz olarak Konya'dan kaçarak İstanbul'a gitti. Muhtelif medreselerde okudu.
Bu arada Piri-zade Sahip Efendi'ye intisap etti. Sahip Efendi'nin oğlu Osman
Efendi'ye ders verdi. Bu arada da yüksek medreseyi bitirip müderris oldu. Kudüs
ve Bursa kadılıklarında bulundu. Kırk yaşlarında iken Şeyhülislam Pirizade
Sahip Efendi'nin tavassutu ile Davutpaşa Camii imamının kızı ile evlendi. Keçecizade
Salih Efendi bu evlilikten dünyaya gelir. Keçecizade Mustafa Efendi, 1767
tarihinde vefat etti.
KEÇECİZADE SALİH EFENDİ
İstanbul’da
1150/1737 yılında doğan Salih Efendi, devrin geleneğine uyarak küçük yaşlarında
tahsile başladı. Babasının Kudüs ve Hicaz memurlukları sırasında Kudüs'te bulundu.
Burada iken hacca gitti. Hac dönüşü (1756) Hocası Dürrizade Mustafa Efendi'nin
yazısı ile daha 19 yaşında iken müderris oldu. Daha sonra müderrislikten
fetvahaneye geçti ve oradan da Kethüdalığa kadar yükseldi. 1784 yılında Selanik
Kadısı oldu. 1789 yılında Mekke Payesi aldı. 1790’da Orduyu Hümayun kadılığına
yükseldi. Bir yıl sonra da İstanbul payesi verildi.
Kanaatlerini
açıkça söylemekten çekinmeyen, dalkavukluktan hoşlanmayan ve son derece dürüst
bir insan olan Salih Efendi, kazandığı düşmanlar yüzünden iki defa görevinden
azledilerek Konya ve Gelibolu'ya sürgüne gönderildi. Ömrü, yokluk ve sıkıntı
içerisinde geçti. 1797 yılında affedilince önce Anadolu, sonra da Rumeli
Kazaskerliğine getirildi. 1799 yılında İstanbul'da vefat edince, Avratpazarı'nda
Canbaziye'de Mustafa Bey Mescidi Haziresi’ne defnedildi.
Salih
Efendi'nin çocuklarından Abdurrahman Nebil ve Mehmet Arif efendiler de zamanın
meşhur müderrislerindendir. Diğer bir oğlu da, meşhur İzzet Molla'dır.
KEÇECİZADE İZZET MOLLA
İzzet
Molla olarak tanına Mehmet İzzet Efendi, 1789 yılında İstanbul'da doğdu. Salih
Efendi'nin en büyük oğludur. Babasının vefatında 13-14 yaşlarında bir çocuktu.
Ömrü, çeşitli sıkıntı ve mücadeleler içerisinde geçti. Medrese tahsilini yarım
bırakmak mecburiyetinde kaldı. Fevkalâde zeki, son derece nüktedan ve şair bir
tabiata sahipti. Önce, intihar etmeyi düşündüğü bir sırada, Hançerli Bey'le,
sonra da onun vasıtasıyla Halet Efendi ile tanıştı ve onunla yakın bir dostluk
kurdu. Halet Efendi sayesinde kendisini yetiştirdi. II. Mahmud'un huzuruna girdi
ve onun iltifatlarına mazhar oldu.
Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa soyundan İsmail Hakkı Bey'in kızı Hibetullah Hanım’la evlendi.
Bursa müfettişliğinde, Galata ve Mekke kadılıklarında bulundu. 1883 yılında
Keşan'a sürüldüyse de, bir yıl sonra affedilerek İstanbul payesi tevcih edildi.
1877’de Haremeyn Müftüsü oldu. Aynı yıl, eyaletlerin tevzi defterleri
müfettişliğine atandı.
Belirtileri
hissedilen Rus Harbi öncesinde, harbe taraftar olmadığını açıklayan bir
lâyihası dolayısıyla önce idama mahkûm edildi ise de Sonra, çocuklarına
acınarak affedildi ve Sivas'a sürgüne gönderildi. Bir süre sonra haklı olduğu
anlaşılarak affedilirdi. Af fermanı kendisine ulaşmadan iki saat önce Sivas'ta
1829 yılında 43 yaşlarında iken vefat eder. Af fermanı göğsüne konarak
defnedilirdi.
Mevlevi
olup, şeyhi Nasır Abdülbaki Dede'dir. Mevlâna ve Şems'e hayran olup, onların
tesiri altında eserler vermiştir. Oğlu Fuat Paşa ile birlikte Osmanlı döneminin
en meşhur iki nüktedanı ve Osmanlı münevveridir. Şiir ve nesir dalında pek çok
eseri varsa da, şiirde daha başarılıdır. Divan Edebiyatı'nın Tanzimat öncesindeki
son üstadıdır.
Darb-ı
mesel hâline gelen mısraları ve güçlü şiirleri vardır. Bunlardan meşhur bir
beyti şöyledir:
Meşhurdur
ki, fisk ile olmaz cihan harap
Eyler
ânı müdahane-i âliman harap.
Onun,
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması dolayısıyla düşmüş olduğu tarih de çok
meşhurdur.
Tecemmu
eyledi Meydân-ı Lâhme,
Edüb
küfrân-ı ni'met bunca bâgi
Koyup
kaldırmadan iki de bir de
Kazan
devrildi söndürdü Ocağı (1241/ 1826)
Belli başlı eserleri; Babasının hayat hikâyesi olan Devhatü'l-Mehâmid fi-Tercümetü'l-Vâlid, Mihnet-Keşân, Bahr-ı Efkâr,
Gülşen-i Âşık, Hazân-ı Asar ve Lâyihalar.
Ayrıca, Bahâr-ı Efkâr ile Hazan-ı Âsâr adlı iki divanı vardır.
Sivas’ta
yattığı mezarlık park haline getirilince, akrabası olan Sivas Savcısı
tarafından kemikleri bir torbaya konularak İstanbul'a gönderildi ve babasının
yanına konuldu (1919).
KEÇECİZADE BÜYÜK FUAT PAŞA
İstanbul'da
17 Ocak 1815 yılında doğdu. İzzet Molla'nın büyük oğlu, Konyalı Mustafa
Efendi'nin torununun çocuğudur. Annesi ise, Merzifonlu-zadelerden Hibetullah
Hanım'dır. Babası gibi o da 14 yaşlarında yetim kalır. Annesini daha önce
kaybetmiştir.
Küçük
yaşlarından itibaren okumaya başlar. Önce ilmiye sınıfına intisap eder. Arapça
ve Farsça öğrenir. Daha sonra tıbbiyeye girer, orada da Fransızca öğrenir.
Tıbbiyeden hekim yüzbaşı olarak mezun olur. İlk görevi Libya’dadır. Çengeloğlu
Tahir Paşa ile orada üç yıl kalır.
Reşit
Paşa’nın tavsiyesi üzerine doktorluğu bırakıp, diplomasiye geçer; askerî
elbisesini çıkarıp, mülkiye memurlarının kılığına girer. Bu alandaki ilk görevi
Bab-ı Âlî Tercüme Odasıdır. Kısa sürede yükselir, İngiltere elçiliğinde ikinci
adamdır. Yaşı ise henüz on dokuzdur. Sırasıyla, İspanya ve Portekiz'de kalır.
Buralarda kraliçelerle görüşür, üzerlerinde iyi tesir bırakır.
Bundan
sonra Bükreş ve Romanya'da başarılı görevler ifa eder. Rus Çar'ı ile görüşür ve
onu kendisine hayran bırakır. O zamanki mülteciler meselesini Osmanlı'nın
istediği şekilde hallederek diplomaside bir deha olduğunu herkese kabul
ettirir.
Bir
aylık Bursa seyahatinde, hem tedavi olması, hem de beraberinde götürdüğü Ahmed
Cevdet Paşa ile Osmanlı'da ilk Kavâid-ı Osmaniye isimli bir gramer kitabı
yazması, ilmi kudretinin açık bir ispatıdır.
Fuat
Paşa, çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. Siyasi hayatı boyunca beş defa hariciye
nazırlığı, iki defa da sadrazamlık yapmıştır. O, şairdir, naşirdir, dilcidir,
tıp adamıdır, büyük diplomattır, büyük askerdir; hepsinin üzerinde, bulunmaz
bir nüktedandır. Çarları, kralları ve kraliçeleri kendisine hayran bırakır. En
hassas ve en çetrefil meseleleri istediği şekilde halleder. Avrupa’nın en
meşhur kral ve diplomatlarına kendini dinletir.
Sultan
Abdülaziz Han, Avrupa seyahatinde Fransa'da III. Napolyon'un misafiridir. Kral
sultanı bekler, biraz gecikmiştir. Fuat Paşa bu gecikmeden rahatsızdır. Durumu
Napolyon'a bildirmek için huzura çıkar. Kral, arkası Fuat Paşa'ya dönük olduğu
halde ve ondan habersiz; "Öküz
gelemedi" gibilerden bir lâf kaçırır. Döner dönmez, Fuat Paşa'nın
ağzından kaçırdığı lâfı duyduğunu anlayınca özür dileyerek:
"- Ekselans! Umarım, asabiyetle ağzımdan
kaçırdığım sözlerden sultanınıza bahsetmezsiniz." der.
Fuat
Paşa, diplomaside mütekabiliyet esasına harfi harfine uyan adamdır. Ayrıca
Osmanlı'ya toz kondurmaz. Krala hayatının en büyük ve vurucu nüktelerinden
birisini yapar:
"- Aman haşmetmeap! Ben hiç sultanımızın
sizin hakkınızda söylediklerinden size bahsediyor muyum ki, sizin onun hakkında
söylediklerinizden bahsedeyim!"
Paris'te
III. Napoyon'un da bulunduğu bir sohbette, dünyanın en kuvvetli devletinin kim
olduğu yolunda bir konu açılır. Fuat Paşa ısrarla, en güçlü devletin Osmanlı
olduğunda ısrar edip durunca, İmparator, sebebini sorar. Paşa şu cevabı verir:
"- Yıllardan beri siz dışarıdan, biz
içeriden yıkmaya çalışıyoruz; hâlâ başaramadık!"
Fuat
Paşa bir süre de seraskerlik görevinde bulunur. Serasker, Harbiye Nazırı olup,
aynı zamanda Genel Kurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı, fiilen de
ordunun başıdır. Bu göreve bir mareşalin değil de bir sivilin getirilmesi,
Osmanlı da bir istisnadır.
Fuat
Paşa çoğu zaman ciddi ve prensip sahibi bir insan olmasına rağmen, bazan da
laubalidir. Bunu da nüktedanlığına borçludur.
Fransa
İmparatoriçesi bir gün, bir resepsiyonda paşayı söyletmek için sorar:
"- Sizin, dünyada elde edilemeyecek
kadın olmadığını söylediğinizi duydum. Meselâ beni nasıl elde edebilirsiniz?”
- Parayla!" der.
"- Ne kadar parayla?"
Paşa
saymaya başlar, Fuat Paşa şu kadar dedikçe, İmparatoriçe başını sallayarak hep
reddeder.
Paşa,
"Bir milyon Frank (500 bin
altın)" deyince, İmparatoriçe: "-
O kadar parayı bir kadına verecek erkek çıkmaz!" deyince, Paşa cevabı
yapıştırır:
"- O halde fiyatta anlaştık! Mesele bu
kadar parayı verecek adamı bulmaya kaldı!"
Fuat
Paşa da babası İzzet Molla gibi, kayınvalidesi Afife Hanım ile Galata Mevlevihanesi
Postnişini Kudretullah Efendi'ye mensuptur.
Tedavi
için gittiği Nis'de 12 Şubat 1869 tarihinde vefat eden Fuat Paşa, Fransız hükûmetinin
tahsis ettiği bir harp gemisi ile İstanbul'a getirilir. Teçhiz ve tekvini Hoca
Tahsin Efendi tarafından yapılır ve cenazesi, önceden hazırlattığı Peykhane Caddesi’ndeki
türbesine defnedilir.
MOLLA
SALİH EFENDİ
Karatay
bölgesindeki Büyük Sinan Mahallesi’nde 1242/1826 yılında doğdu. Mahalle
mektebinde ilk tahsilini tamamladıktan sonra, Özdemirli Medresesi Müderrisi
Hacı Mustafa Efendi'nin derslerine devam ederek, ondan icazet aldı.
Uzun
zamanlar Abdülbasr Efendi Medresesinde müderrislik yaptı ve pek çok talebe
yetiştirdi. Aynı zamanda iyi bir hattat da olan Salih Efendi'nin hüsnühat
hocası, Alanyalı Hacı Abdülganî Vehbi Efendi'dir. Sülüs, nesih ve ta'lik
yazılar yazmış, cilt ve tezhip işleri ile de uğraşmıştır. Elli adet Mushaf-ı
Şerif yazmıştır. Molla Salih Efendi'nin torunu Salih Efendi de tanınmış
hocalarımızdandır.
İlim
ve fazilet sahibi bir zat olan Molla Salih Efendi, 1890'lı yılların sonlarına
doğru vefat etti ve Araplar'da Hacı Veli Mezarlığı'na defnedildi.
KÖSE
HASAN EFENDİ
Ovaloğlu
Mahallesi’nde 1250/1834 yılında doğdu. Babası Sipahizadeler’den Keşanlı Ali
Bey'dir. İlk tahsilini mahalle mektebinde aldıktan sonra, Konya müftüsü
Karahafiz Mustafa Efendi'nin derslerine devam ederek icazet almaya muvaffak
oldu. Hattatlığı da meşhur hattatlardan Hacı Emin Vehbi Efendi'den öğrendi.
Çok
güzel sülüs, nesih, ta'lik ve kûfi yazı yazan Hasan Efendi, pek çok kitap,
levha ve çeşmeler üzerine tarihi kitabeler yazdı. Aynı zamanda şair de olan
merhum, uzun yıllar İsmail Konevî'nin Şükran Mahallesi’ndeki medresesinde
müderrislik yaptı ve pek çok talebe yetiştirdi.
İstanbul'da
da çok beğenilen Hasan Efendi'ye, Sultan tarafından kaydı hayat şartıyla maaş
da bağlandı. Hoş sohbet, nüktedan, sözü sohbeti aranan bir insan olarak ün
yaptı. 1305/1887 yılında vefat etti ve Mevlâna haziresine defnedildi.
MEHMET
ZÂRİ EFENDİ
Konya'nın
Ovaloğlu Mahallesi’nde 1855-1856 yılında dünyaya geldi. Kör Müsevvit namıyla
meşhur Mustafa Fehmi Efendi'nin torunu, ulemadan Hacı Adil Efendi'nin de
oğludur. Babası ile amcası Müftü Abdullah Vahdi Efendi'den okuyup icazet aldı.
Babasının kurmuş olduğu Adliye/Zâri Efendi Medresesi’nde denilen Hacı Veyis
Efendi’nin müderrisliği sırasında oğulları Mustafa ve İbrahim efendiler de bu
medresede okumuşlardır.
Kelam
ilminde dönemin ileri gelen âlimlerindendi. Veli Sabrı Uyar Mehmet Zâri Efendi’nin
ilm-i kelâmda ihtisas sahibi olduğunu zikrederken, Halkiyat ve Harsiyât'ta da; Bu zat için “Konya'da ilmiyle ve düzgün sözleriyle iştihar etmiş
vaizlerdendir." denilir.
Zâri
Efendi, imtihanla getirildiği Adliye Medresesi müderrisliğine vefatına kadar
devam eder ve talebe okutur. Vefatına doğru Tuhfe-i Vehbî adlı esere manzum bir
haşiye yazmaya başlamışsa da bitirmeye ömrü vefa etmemiştir.
Zâri
Efendi, 1904 yılında vaaz dönüşü bir kalp krizi sonunda, 48 yaşlarında genç
denecek bir yaşta vefat etmiştir. Kabri, kaldırılan Şems Mezarlığı’nda küçük
türbelerden birisinin doğusundadır.
Zâri
mahlasıyla şiirleri olan Mehmet Efendi'nin, zamanla esas adından ziyade Zârî
adıyla anılması, onun güçlü bir şair olduğunu göstermektedir. Maalesef elimizde
Halkiyat ve Harsiyât'a alınan 1290/1874
kıtlığı ile ilgili destanından başka şiiri yoktur.
Veli
Sabri Uyar Hoca'nın Koyunoğlu Kütüphanesi’nde muhafaza edilen, hattatlarla
ilgili neşredilmeyen ikinci defterinin son sayfasında Zâri Efendi'nin Konya'nın
tanınmış hattatlarından olduğu da zikredilir.
Mehmet
Zâri Efendi, yazar M. Ali Uz’un anne tarafından büyük dedesidir.
HACI
ALİ EFENDİ/ÇOPUR KADI
Ahmet Fakih Mahallesi'nde
1260/1884 yılında dünyaya geldi. Ekincioğlları'ndan Seyit Ahmet Bey'in büyük
oğludur. İlk tahsilini mahalle mektebinde tamamladıktan sonra medrese tahsiline
başlamış ve zamanının büyük âlimlerinden okuyarak icazet almıştır.
Tahsilini
müteakip kadı olmak istemiş, girdiği imtihanı kazanarak muhtelif kazalarda
kadılık görevinde bulunmuştur. Daha sonra Konya Mahkeme-i Şeriyye’sinde uzun
yıllar kâtiplik görevinde bulunmuştur. Çopur Kadı unvanıyla anılmıştır.
İyi
bir hattat olan Ali Efendi, zeki, nüktedan, bilgili ve hoş sohbet bir insan
olarak hafızalarda yer etmiştir. El yazısı ile pek çok levha yazmıştır.
1324/1908 yılında vefat etmiş. Üçler Kabristanı’nda defnedilmiştir.
MEHMET EMİN EFENDİ/SULTAN HOCA
Yatağan
Köyü'nde metfun Yatağan Mürsel soyundandır. Konya'da Uluırmak Burhan Dede
Mahallesi'nde dünyaya geldi. Doğum tarihi bilinmemektedir. Ahmet Efendi adında
bir zatın oğludur. Meşhur müderrislerden Haşim Efendi'nin ağabeyidir.
Asıl
adı Mehmet Emin olduğu halde "Sultan
Hoca" olarak şöhret buldu. İlk tahsilini bitirdikten sonra Molla
Efendi Medresesi’nde Müderris Ömer Kâşif Efendi'den okuyarak icazet aldı. Davudi
güzel bir ses ve sedaya sahipti. Alâeddin Camii'nde hatiplik ve Kapı Camii'nde
vaizlik görevinde bulundu. Nüktedan hitabeti güçlü, temiz vicdanlı bir insan
olarak tanınan Sultan Hoca, aynı zamanda iyi bir hattattır.
Bir
süre Mahkeme-i Şer'iyye Kâtipliği de yapan M. Emin Efendi 1320/1904 tarihinde
vefat etmiş ve San Yakup Mezarlığı’na defnedilmiştir.
MEHMET ARİF BEY/TOPÇUZADE
Mehmet
Arif Bey, 1287/1870 yılında Konya'da Şems-i Tebrizİ Mahallesi'nde doğdu. Babası
hattat Topçu-zade İsmail Hakkı Efendi'dir. Uzun Hafız Mehmet Efendi'den ilk
tahsilini ve hıfzını tamamladıktan sonra Rüştiyeye devam ederek şahadetname
aldı. Daha sonra İstanbul'a giderek Fatih Medresesi müderrisi Arif Efendi'nin,
onun vefatından sonra da Dağıstanlı Halis Efendi'nin derslerine devam edip
ondan icazet aldı. Okuduğunu bir defada ezberleyebilecek bir hafızaya malikti. Arapça,
Farsça, İngilizce, Fransızca ve Rumca dillerini bilen Arif Efendi, Hafız Şirâzî
Divanı, Mevlâna Mesnevîsi ve Gülistan gibi eserlerin tamamına yakın bir bölümü
ezberinde idi.
Girdiği
bütün imtihanları kazanan Mehmed Arif Bey, dersiamlık payesine ulaşırken,
saraya da müderris oldu. İstanbul'da çeşitli okullarda Arapça ve Farsça
hocalığı yaptı. Çeşitli dergi ve gazetelerde şiir ve makaleleri
neşredildi. Kısa sürede ünü bütün
İstanbul'a yayıldı. Bu sıralarda Evkaf Nezareti Yayın Müdürlüğü'ne getirildi.
Cemiyet-i İslamiye Başkanlığı'na seçildi. Bu görevi sırasında cereyan eden,
akıllara durgunluk verecek bir olay anlatılır. Olay şudur:
Cemiyet-i
İslamiye'de bir toplantı yapılır. Bu toplantıda Rum Patriği de bir konuşma
yapar, fakat kimse bir şey anlamaz. Arif Bey bir bahane ile toplantıyı erteler.
Mehmet Arif Bey, bu bir hafta içerisinde Rumcayı öğrendiği gibi, Rumca kamusu
da ezberler. İkinci toplantıda Arif Bey, Rumca bir konuşma yapar ve Patriğe
cevap verir.
İstanbul'un
işgalinden sonra, Mehmet Arif Bey Konya'ya dönerse de, Ankara Hükûmeti’nin onu
başkente davet etmesi üzerine, Ankara'ya giderek Şer'iyye Vekâleti Yayın ve
Bilimsel Araştırmalar Müdürü olur. Daha sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı
Müşavere Kurulu Azalığı'na getirilir ve yeni teşekkül ettirilen tefsir
komisyonunda çalışır. Daha sonra bu görevlerinden ayrılarak Daruşşafaka
Lisesi'ndeki eski görevine devam eder. Dersiam olarak vaazlar verir, hususi
surette talebeler yetiştirir.
Önceleri
tasavvufa karşı olan Mehmed Arif Bey, vahdet-i vücutçu diye, Fatih Türbedarı
Âmiş Efendi'yi dövmeye kalkar. Sonraları bu tavrını değiştirir ve tasavvuf
yoluna süluk edip, Amiş Efendi'nin yerine geçen Mehmet Efendi'ye intisap eder
ve zaman zaman hatırladıkça Amiş Efendi'ye yaptığı hakaretten dolayı nedamet
duyarmış.
Hayatı
boyunca hiç evlenmeyen M. Arif Efendi, bütün ömrünü ilme vermiştir. Vefatından
önce Konya'ya gelmiş ve Şerafeddin ve Kapı camilerinde âlimane, vâkıfane ve
arifane vaazu nasihatlerde bulunmuştur. Beyan-ı Hak gazetesinde çok değerli
şiirleri neşredilmiştir.
Konya
Devlet Hastahanesi'nde 1 Şubat 1942 tarihinde vefat etmiş ve Musalla
Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Sülüs, ta'lik ve nesih yazılar yazardı. 1889
yılında tamir edilen Alâeddin Camii duvarlarındaki yazılar Mehmet Arif Bey'e
aittir.
Hadimli
Mehmet Vehbi Hoca'nın kayınbiraderi olan M. Arif Bey, tasavvuf yoluna süluk
ettikten sonra, Muhyiddin-i Arabî’nin üç eseri ile Abdülkerim Ceyli (Cilî)’nin "İnsan-ı Kâmil" isimli
eserinin "Ruh" bahsini
tercüme etmiştir.
HACI VEYİS EFENDİ
Şatır
köyünde 1858 yılında dünyaya geldi. Köy eşrafından Mustafa Efendi'nin oğludur.
İlköğrenimini ve hıfzını Sedirler Sıbyan Mektebi’nde Bekir Efendi'den tamamladı.
Daha sonra Aladağlı Hoca'nın derslerine devam etti ve ondan icazet aldı.
Aşere-i Takrip ve tecvit derslerini de büyük Çimili Hoca olarak tanınan Şeyhülkurra
Ahmet Efendi (ö. 1908)’den aldı. Gereken imtihanları vererek Adil Efendi’nin
kurmuş olduğu Adliye Medresesi'ne müderris oldu. Burada, oğulları Mustafa ve İbrahim
efendiler başta olmak üzere pek çok talebe yetiştirdi.
Medreselerin
kapatılmasından sonra, adıyla anılan Dolav Camii’nin imam ve hatipliği görevini
üstlendi ve vefatına kadar bu görevine devam etti. Kur'ân ve din dersleri okutmanın
yasak olduğu dönemlerde, gizli gizli çocuk okutmuş ve bu yüzden de, zaman zaman
takibatlara uğramıştır.
Ahlak-ı
Muhammedi ile muttasıf olan Hacı Veyis Efendi züht ve takvasıyla tanınmış,
örnek bir hayat yaşamıştır. Geçimini köylerindeki tarlaları bizzat ekip
kaldırarak sağlamış, kimseye muhtaç olmamıştır. Ahlakını ve örnek yaşantısını
ortaya koyan pek çok hatırası hâlâ nesilden nesile aktarılır.
Şatırlı
Hacı Mehmed Efendi’nin damadı olan Hacı Veyis Efendi’nin Mustafa ve İbrahim
adlı iki oğlu ile Fatma ve Hatice ve Rahime adında üç kızı vardı.
HACI VEYİSZADE MUSTAFA EFENDİ
Hacı
Veyiszade Mustafa Efendi, 1887 yılında Konya'da Sedirler Mahallesi'nde dünyaya
geldi. Babası büyük bilginlerden Hacı
Veyis Efendi, annesi ise Fatma Hanım'dır. Hem anne hem de baba tarafından asil
bir aileye mensuptur. İlk bilgi terbiyeyi babasından alan Mustafa Efendi, çok
küçük yaşlarda Bekir Efendi adında bir zattan hafızlığını ikmal etti. Bundan
sonra, babası Hacı Veyis Efendi'nin
müderrisliğini yaptığı Adliye Medresesi'ne devam etti, 19-20 yaşlarında, zamanının
ilim adamlarının önünde, çetin bir imtihan vererek icazet aldı.
Mustafa
Efendi'nin eşi Meryem Hanım’dan Mehmet ve Veyis adında iki oğlu, Halime,
Sakine, Fatma ve Sâre adında dört kız çocuğu oldu. Oğullarının her ikisi de
hafızdır. Oğlu Mehmet Efendi, kendisinin vefatından sonra Aziziye Camii imam ve
hatipliğine getirildi.
Hacı
Mustafa Efendi, medrese ilimleriyle yetinmeyip zamanının büyük ilim
adamlarından olan Abidin ve Ahmet Ziya efendilerden, hesap, hendese,
kozmografya gibi müspet ilimler de tahsil etti, ayrıca Memiş Efendi'nin oğlu Muhammed
Bahaüddin Efendi'den de manevi feyiz aldı. Bundan sonra Hacı Mustafa Efendi,
22-23 yaşlarında Ziya Efendi ve kardeşleri tarafından kurulan ve zamanın en
modern medresesi olan Islah-ı Medaris'te tedris hayatına başladı.
Medreselerin
kapatılmasından sonra, uzun yıllar Piri Mehmet Paşa Camii imam ve hatipliği ve merkez
vaizliği görevlerinde buldu. Onun tedris hayatı, medreselerin kapatılmasından
sonra da devam etti. Dinî bilgilerinin
okutulmasının şiddetle yasak olduğu dönemlerde, Piri Paşa Camii'nde ve cami
civarında yaşlı bir hacı hanımın evinde gizli gizli talebe okuttu. Yağcızade
Mustafa Efendi'nin vefatı üzerine, Aziziye Camii imam ve hatipliğine getirildi.
Vefatına kadar bu camide halka vaaz ve nasihatlerine devam etti.
İmam-Hatip
okullarının açılmasından sonra, bütün mesaisini bu okula verdi. Konya İmam-Hatip
Okulu’nun kuruluşunda büyük hizmetleri geçtiği gibi, vefatına kadar da bu
okulda hocalık yaptı
Hoca
Efendi, son derece Sünnet-i Seniyye'ye ve ibadetine bağlı bir insandı. Bütün
nafile ibadetleri kendi nefsinde uyguladığı gibi, bunu cemaatine da uygulatmaya
çalışırdı. Öğle ile yatsı namazlarının son sünnetlerini dörder rekât olarak
kılar, cemaatine de kıldırırdı.
Hacı
Veyiszade Mustafa Efendi, 5 Şubat 1960 tarihinde vefat etti ve Üçler
Kabristanı’nda toprağa verildi.
HACI VEYİSZADE HACI İBRAHİM EFENDİ
Konya'da
Sedirler Mahallesi’nde 1308/1892 yılında doğdu. Hacı Veyis Efendi'nin oğlu,
Mustafa Efendi'nin küçük kardeşidir. İlk tahsilini ve hafızlığını tamamladıktan
sonra, medrese tahsilini Adliye Medresesi'nde babasından yaptı ve icazet aldı.
I.
Dünya Savaşı'na subay olarak gitti ve Sina Cephesi'nde savaşa katıldı. Daha
sonra Şatır, Sakyatan ve Göçü köylerinde imamlık ve öğretmenlik yaptı. Konya'ya
döndükten sonra, Tekke Mahallesi'nde Piri Paşa Camii civarındaki bir mescitte
uzun yıllar imamlık yaptı ve hatimle namaz kıldırdı, sabah namazlarından sonra
da burada vaaz ve nasihatlerde bulundu.
Hacı
İbrahim Efendi de babası Veyis ve ağabeyi Mustafa efendiler gibi son derece
dindardı. Kendisini yakinen tanıyan Mahmut Sural Bey, onun hakkında şunları
söyler:
"Hacı Veyiszade Hacı İbrahim Efendi de,
tıpkı babası ve ağabeyi gibi âlim, fâzıl, muttaki ve ihlâs sahibi bir olgun
kişi idi. Çok nekre ve şakacı olan merhumun da kalbe vakıf olduğu söylenirdi.
İbadet ve ihlâsta üstüne gelen yoktu. Merhum Hacı Veyis Efendi ile iki oğlu,
maneviyat yolunda üç yarışçı gibi idiler. Birinde bulunan güzel bir davranış, diğerinde
de mutlaka bulunurdu. Bu üç mutlu insanın birinden söz ederseniz, diğer
ikisinden de söz etmiş olursunuz. Bu üç değerli insanın görüntüsü gözlerimin
önünden hiç gitmez."
Hacı
İbrahim Efendi Medine’ye gitmeye karar verdi. O günlerde akrabalarından zengin
bir zat olan Hacı Mehmet Efendi, Vehbi Çelik, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi,
Fahri Efendi ile İbrahim Efendi'yi yemeğe davet eder, maksadı İbrahim Efendi'yi
Konya'dan salmamaktır.
İbrahim
Efendi:
"Üç oğlum var, onları istediğim gibi
okutamadım, onları okutmak için gideceğim." deyince...
Mehmet
Ağa:
"Sanatın yok, servetin yok, orada,
perişan olursun." şeklinde karşı
çıkması üzerine,
İbrahim
Efendi:
"Yanımda götürdüğüm para bitinceye kadar
okuturum, bitince de hacılara sakalık yapar tahsillerini bitiririm." der. Söze karışan Vehbi Çelik Hoca, Mehmet Ağa'ya
şöyle der:
" Mehmet Ağa! Aşk haline gelen ulvî bir
arzu engellenemez, bırak gitsin."
Neticede
İbrahim Efendi 1938-1939 yıllarında Medine'ye gider ve orada üç oğlunu da
okutur. 1944 yılında Medine'de vefat eder. Ali Ulvi Bey'le diğer oğlu Ahmet
Ziya tahsillerini Mısır'da Ezher Üniversitesi’nde, üçüncü oğlu Mehmet Nuri de
Amerika'da yapar.
ALİ ULVİ KURUCU
Asrın
Yunusu unvanını alacak kadar Ulvi bir şair, gerçek bir münevver, muttaki bir
kul, sular seller gibi coşan bir Peygamber âşığı olan Ali Ulvi Bey. Sedirler Mahallesi’nde
1920 yılında doğdu. Hacı Veyiszade İbrahim Efendi'nin oğludur. İlk ve orta
öğrenimini Konya'da yaptı ve amcası Hacı Veyiszade Mustafa Efendi'de hıfzını
ikmal etti.
Babası
İbrahim Efendi ile Medine-i Münevvere'ye hicret eden Ali Ulvi Kurucu, bir süre
Camiü'l-Ezher'de tahsil görmüş ve babasının vefatı üzerine başladığı tahsilini
tamamlayamadan bırakmak mecburiyetinde kalmıştır. Uzun yıllar Medine’de
Kütüphane Müdürlüğü'nde bulunmuş ve buradan emekli olmuştur. 23 Şubat 2002
tarihinde Medine’de vefat etmiş ve Cennetü'1-Bakî Kabristanı'na toprağa verilmiştir.
Ömrünün
son zamanlarında hayatı ve hatıralarını bizzat kendisinden dinlemek ve tespit
etmek için özel olarak Medine’ye Mustafa Ertuğrul Düzdağ Bey'e bizzat anlattı
ve yazdırdı. Hatırat vefatından sonra neşredildi.
HACI ALİ (ÖĞÜTLÜ) EFENDİ
Hacı
Ali Efendi adıyla bilinen, Ali Rıza (Şuhûdi) Hoca, 1289/1873 yılında Çelebi
Mahallesi'nde doğdu. Babası Hacı Seyidzade Mehmet Efendi'dir.
İlk
tahsilini sibyan mektebinde yaptıktan sonra, Konya müftülerinden meşhur Ahmet
Rüştü (Aladağlı) Efendi'nin derslerine devam ederek ondan icazet aldı.
Babasının vefatından sonra, Köprübaşı Medresesi'nde bir süre müderrislik yaptı.
Onun asıl müderrisliği Dârü'l-Hilâfe Medresesi'ndedir. Orada 1915 yılından
itibaren Arapça, Mantık, Kelâm gibi dersler okutmuştur. Bu medresenin 13 Mart
1924 tarihinde lağvedilmesinden hemen sonra açılan ilk İmam Hatip Okulunda da
tefsir, hadis, ilm-i tevhid hocalığında bulundu. Bu okullar kapatıldıktan
sonra, bir süre merkez vaizliği yaptı.
Müftü
Yalvaçlı Ömer Vehbi Efendi'nin 1927 yılında vefatından sonra, Konya
Müftülüğü'ne getirildi, 1950 yılına kadar bu görevini sürdürdü. 11.8.1950
tarihinde emekliye ayrıldıktan üç ay sonra, 2.11.1950 tarihinde 77 yaşlarında
iken vefat etti. Yirmi üç yıl müftülük yapan Hacı Ali Efendi, makamında en çok
kalan müftülerdendir.
Âlim,
fazıl, kâmil ve ahlâklı bir insan olarak Konya'da ün yaptı. Üçler Mezarlığı'nda
metfundur. "Rehber-i Necat"
isimli iki ciltlik bir eseri neşredilmiştir.
RASİH İZZET KOYUNOĞLU
Topraklık
Semti’nde Kerimdede Çeşme Mahallesi’nde 1316/1900 yılında doğdu. Baba ve anne
tarafından asil bir aileye mensuptur. Dedesi Fatih Medresesi’nden icazetli İzmir
kadılığında bulunmuş olan Mustafa Efendi’dir.
İzzet
Bey, mahalle mektebinden sonra Rüştiye tasnilini müteakip İstanbul’da Halkalı
Ziraat Mektebi’ni bitirdi. Özel hocalardan ders aldı, Almanca öğrendi.
İstiklal
Savaşı’nda yedek subay olarak Sakarya ve Dumlupınar savaşlarına katıldı. Savaş
sonrasında İstiklal madalyası ile taltif edildi.
Memuriyet
hayatına Devlet Demir Yolları’nda başladı. Müessese adına Almanya’ya tahsile
gönderildi. Üç yıl Almanya’da kaldı. İncelemelerde bulundu. DDY’nın çeşitli
kademelerinde çalıştı. Başmüfettişliğe kadar yükseldi. 1956 yılında emekli
oldu.
İzzet
Koyunoğlu, 1913 yılında kurmaya başladığı dünyada bir eşi daha bulunmayan
müzesini, 1973 yılında Konya Belediyesi’ne bağışladı. 23 Eylül 1974 tarihinde
vefat etti, Üçler Kabristanı’nda toprağa verildi.
SELÇUK ES
Konya
kültürüne, sanatına ve folkloruna büyük hizmeti geçen Selçuk Es, 1911 yılında
Piri Mehmet Paşa Mahallesi’nde doğdu.
Babası “Küçük Kâzım” olarak tanınan Musa Kâzım, annesi Nazmiye
Hanım’dır.
Ailesi
aslen İsmil’den Konya’ya gelip yerleşmiştir. Soyadı kanunu çıktığında Babası
Kâzım Bey, “Gürel”, merhum da “Es”
soyadını almıştır. Selçuk Es ilk tahsilini Konya’da tamamladıktan sonra
İstanbul’da Feyz-i Âti ve Galatasaray Lisesi’nde okudu. Konya İlk Öğretmen Mektebi’nden
mezun oldu. Tahsilini tamamladıktan sonra, muhtelif memuriyetlerde bulundu. Bir
süre bankacılık yaptı. 1976 yılında
Konya Karayolları kütüphane memurluğundan emekli oldu.
Konya’nın
tanınmış simalarından Sultan Selim Camii İmam ve Hatibi Şükrü Özaydın’ın damadı
olan Selçuk Es, Ekekon dâhil Konya’da çıkan bütün gazetelerde makaleler yazdı.
Konya tarihine, kültür ve folkloruna büyük hizmetlerde bulundu. Zengin bir
arşiv ve kütüphaneye sahipti. Vefat etmeden önceki Konya tarihini ve
yaşantısının altmış yılını çok iyi biliyordu. Onun en önemli eseri Büyük Konya Ansiklopedisi’nin yayımına
1968 yılında Hamle Gazetesi’nde
başlamış, Hamle’nin kapanması ile bu
ansiklopedi, Yeni Konya Gazetesi’nde
uzun yıllar tefrika edilmiştir.
Onun
Konya Yemekleri ve Konya’da Yatan Peygamber ve Evliyalar
gibi müstakil basılmış küçük eserleri de vardır. Binlerce makalesi yanında,
Konya gazetelerinde çeşitli konularda, pek çok da kıymetli dizi yazıları
neşredilmiştir. Onun Konya’nın tanınmış simaları ile sağlıklarında yaptığı
röportajlar da ayrı bir önemi haizdir.
Selçuk
Es’in en önemli hizmetlerinden birisi de büyük fedakârlıklarla vücuda getirdiği
zengin kütüphane, arşiv ve koleksiyonlarını sağlığında Koyunoğlu Müzesi’ne
bağışlamış olmasıdır. Vefatından sonra
da evinde kalan diğer kitap ve arşivinin bir bölümü de, oğlu Nazım tarafından
Selçuk Üniversitesi’ne verilmiştir.
Konya’da
5 Eylül 1980 yılında vefat eden Selçuk Es, Üçler Kabristanı’nda metfundur.
Şem’i’nin hayatı, Osmanlı Devleti’nin Batı’daki gelişmeler paralel
olarak kendini yenilemesi, kalkınma hamlesini gerçekleştirmesi için gündeme
gelen çeşitli fikirleri tartışıldığı bir devre rastlamaktadır. Burada Şair Şem’i’yi
çeşitli yönleriyle tanıtmaya çalışmakla beraber, ağırlığı Onun şiirleri ile folklor
ve kültüre katkıları ortaya konmaya çalışma şeklinde bir değerlendirme
oluşturmaktadır. Ancak Şem’i konusunda yapılan araştırmaların azlığı dolayısıyla
Onun kendi eserleri, arşiv belgeleri, konuyla ilgili kaynak eserler üzerinde
özellikle durulmuştur.
Çeşitli kaynaklarda “Şem’î” mahlâsını kullanarak şiirler yazan üç şairden bahsedilmektedir.
Birincisi eski Osmanlı şairlerinden Perzerinli; “Vecd, hal, derd ve şevk sahibi bir merd-i kâmil ve şâir-i beliğ”
olarak tavsif edilen, şiirleri âşıkâne ve yakıcı (suz-nak) bir kişidir. Bir
süre Şeyh Vefa Efendi Tekkesi’ne devam etmiştir.
İkincisi “Taife-i Kazan”dan olup Anadolulu’dur. Şiirlerinde letafet olmadığı
anlaşılmaktadır.
Sonuncusu da Osmanlı şairlerinden olup bu
mahlasla şiirler yazan Mevlevi Tarikatı’na mensup Şair Şem’i dir.
Hayatı:
Şem’i, Osmanlı dönemi Konyası’nda
doğmuş olup doğum tarihi değişik kaynaklarda farklılıklar gösretmekte ise de,
1198/1772 veya 1783 tarihi olabileceği anlaşılmaktadır. Ölüm tarihi ise 1255/1884
olarak belirlenmektedir.
Lakabı
ve Şöhreti: Asıl adı Ahmed olup mum,
ışık anlamına gelen Şem’i mahlasıyla tanınmaktadır. Çeşitli çevrelerce Türk
Halk şairi, “Gülzâr-ı Muhammedî’de bir
gülfidanı olma mazhariyetine erişmiş, mumu sönmez, gülü solmaz yüce hak
dostlarından, yüce erenlerden bir veli” olarak da, bilinmekte ve tanınmaktadır.
Şem’i belirli bir öğrenim görmemiştir.
Okuma yazmayı da yirmi yaşından sonra öğrenmiştir. Karatay bölgesinde, Mevlâna Türbesi yakınındaki “Âşıklar Kahvesi”ni işleten halk şairi
Dertli’nin yakın dostudur. Bu kahvede doğaçtan söylediği şiirler, hazırladığı
muammalar, katıldığı atışmalar Ona ün kazandırmıştır. Şiirleri divan halinde
taşbasması olarak birkaç kez basılmıştır. Divanında koşma, destan, geleneksel
halk şiirleri olduğu kadar gazeller de vardır. Dili oldukça ağır olan Şem’i,
şiirlerinde aruz veznini de kullanmıştır. Birçok şiirinde Mevlâna sevgisini
dile getirmektedir.
Şem’i, birkaç kez İstanbul’a da gitmiş olup
ününü geniş çevrelere yaymıştır. Padişah III. Selim’in huzurunda şiirlerinden
çeşitli örnekler sunmak suretiyle padişahın iltifat ve teveccühlerine mazhar
olmuştur. Saz ve sözdeki kemâlinin İstanbul’da geniş çevrelere yayılması ve
Saray’a aksi neticesinde, zaman zaman padişahın huzurunda tertib olunan saz
meclislerinde şeflik eden Şem’i, sanatındaki maharetini bütün manâsıyla
göstermek fırsatını bulmuştur. Padişah bizzat kendisine İstanbul’da kalması
teklifinde bulunmasına rağmen “Koca Âşık”
kabul etmeyerek Konya’da kalmayı tercih etmiştir. Bunun üzerinde uhdesine “Çarşı Ağalığı” verilerek Konya’ya
gönderilmiştir.
Şem’i, saz öğrenmek ve âşıklık etmekten
başka, genç yaşta helvacılığa merak sarmış bu sanatta da başarı ve ilerleme
sağlayarak usta olmuştur. Ayrıca su memurluğu görevinde de bulunmuştur. Çarşı
Ağalığı görevi dolayısıyle Konya’daki sosyal mevkii de önem kazanmıştır.
Esnafın bütün işleri Şem’i’ye ait oluyor ve uzun müddet bu görevde kalan Şem’i,
nihayet öleceğini anlayınca “kalbi
dinlendireceğim” diyerek, defn edileceği yeri belirledi. Son defa olarak
da;
“Yetiş ey bî-vefa helalâşasın,
Şem’î ecel camın içti gidiyor’
beytiyle sonuçlanan koşmayı yazdıktan sonra, artık
şiir yazmak nasip olmadı. 1255/1835’te elli yedi yaşında vefat etti. Kabri
Mevlâna ile üçler Mezarlığı arasındaki bulvarın yaya kaldırımı üzerinde
bulunmaktadır.
Şem’i’nin
divanında yer alan ve sonradan çeşitli kişilerce “Konya Medhiyesi” adı verilen şiirin bazı beyitlerinde de bu husus
şöyle ifade edilmektedir.
“Aşk-u şevk ile kurulmuştur binası Konya’nın,
Anın için bâd-ı cennetdir hevâsı
Konya’nın.
…
Hor gezer âdemleri ammâ veli irfan
olur,
Hâfızı gayet çeri, âlimleri umman
olur.
…
Şâh-ı kutbu’l-ârifîndir Hazret-i
Mollâ-yı Rûm,
Şüphesiz makbul-ı hakdır evliyâsı
Konya’nın.
Heft kişverde hezârân aşık ya hu
çeker,
Zümre-yi nadan değildir müptelâsı
Konya’nın.
…
Evliyâsın eyleyim dersen eğer bir
bir hesap,
Eylesem icmâl tafsilin olur bin cild
kitap.
…
Şem’î, aşkın yakar pervaz eder
pervaneler,
Yaz olunca var Meram üzre sefası
Konya’nın.
Şairin
divanındaki şu şiiri de onu karakterize eder gibidir:
Bir
şahin güzele ben oldum meftun,
Serinde
fino fes şirazelenmiş,
Dil-i
divanemi eyledi mecnûn,
Nevreste
tıflıken mümtazelenmiş.
Âşıklar
zümresi arar bu yolda,
Bulamaz
emsalin sağ ile solda,
Üslûbu
endamı birdir usûlde
Kameti
serv ile endazelenmiş.
Taramış
perçemin pek şirin olmuş,
Dolaşmış
miyane yasemin olmuş.
Tab-ı
mülden ruyi ateşin olmuş.
Dost
bugün destine yelpazelenmiş,
Seni
de defterden sildi mi şâhın,
Anınçün
mü oldu ateş külâhın
Yakar
asuman-ı feryâd ve ahın
Şem’î
derûnunda derd tazelenmiş.”
Şem’i bazı kaynaklara göre laubali meşrep,
deveci elbisesi giyen, kılık kıyafete önem vermeyen, her tanıdığı şahsa “muhabbet izharını vazife telakki eden bütün
hareketleri samimi” bir şahsiyet olarak tanıtılmaktadır.
Şem’i’nin bir de “Şem’î’nin kızı”, “Şem’î’nin gelini” gibi mahlaslar kullanan, güzel
eserler vücuda getiren, ekseri deyişleri hece vezniyle olan Emine Hanım isimli
torunu vardır.
Bir toplumun aydını olabilmek,
menfaatlerden çok sorumluluklar yüklenmeyi gerektirir. Eğer seçkinler,
kendilerini yetiştiren insan kütlelerine bu gözle yaklaşırlarsa onlar
tarafından benimsenip sevilmekte, öldükten sonra da anılmayı hak etmektedirler.
Bu durumu birçokları, "ölümden sonra
da yaşamak" diye değerlendirmektedirler. Düşünen, hal ve gelecekle
ilgili kafa yorup, mensubu olduğu toplumu daha ileriye, daha iyiye götürme
endişe ve sorumluluğunu taşıyan aydınların, maddi hayatlarının bitiminden sonra
yaşamaları bir hedef değil, hizmetlerinin tabii sonucu ve kütle tarafından
benimsenme olgusuyla yakından ilgilidir. Namdar Rahmi, bu açıdan özellikle
şiirleri ile öldükten sonra da yaşamıştır. Günümüzde onun beyitlerini, birçok
orta yaşlıdan dinlemek mümkündür. Konuşulan bir olaya, Namdar'dan bir beyitle
izah getirmektedirler. Yalnız, etkileşim karşılıklıdır. Namdar, halk kültürünü
iyi hazmetmiş bir öğretmen ve felsefeci idi. Toplumdan aldıklarını yine topluma
vermeyi başarmıştır. Ama bunu, devrinin olaylarına ayna tutarak, insanoğlunu
takip eden değişmez hataları hicvederek yapmıştır.
Ailesi–Çocukluğu:
Namdar, Konya'nın tanınmış ailelerinden Abdülfettah ve Karataylar ailesine
mensuptur (Konya 1973 İl Yıllığı, 309). Babası Rahmi
Bey'dir. Köken itibariyle İstanbul'daki Vefa semtine adını veren Şeyh Vefa'nın
soyundan gelmedir. Bu yüzden Konya'nın Meram-Köyceğiz semtindeki Şeyh Vefa için
Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından hânkah olarak yapılıp sonra camiye çevrilen
binanın mütevellilerinden biri Namdar Rahmi, diğeri mülkiye kaymakamlarından
olan kardeşi Rahmi Efendi'dir (Erdoğan, 1941, 2l).
Namdar Rahmi, uzun süre evkaf
müdürlüklerinde bulunan babasının Kütahya'da bulunduğu sırada 1896 yılında
doğmuştur (Karatay, 1954, 9; Ergun vd, 1926, 126). İlk ve ortaokulu Kütahya'da
okuduktan sonra "baba
memleketi" Konya'ya gelir. Annesi, aslen Afyonlu olan küçük "Mehmet Namdar", önceleri bu
çevreye alışamaz. "Memleket, halk,
konuşmalar, şive" hep yabancı gelir. Kütahya burnunda tüter. Fakat
aradan biraz zaman geçince "bu çocuk
hisleri" geçer ve Konya'ya alışır. Bunda, Konya'daki aile olarak
konumlarının da rolü olmuştur. Çünkü burada, "babasının bağları, bahçeleri, arazileri vardır. Ve hepsi de
memleketin en seçilmiş yerlerindedir. Evleri de Konya'nın en seçkin bir mahallesinde,
haremlik ve selamlıklı geniş bir evdir" (Karatay, 1954, 9).
Küçük Namdar,
artık bu coğrafyanın çocuğudur. Yaka Bağları'nın batısından Takkeli Dağ
eteklerine kadarki tepeler, dereler çocuk hülya ve meraklarıyla Beyşehir
şosesine kadar dolaşıp koşuşturduğu bir alandır (Karatay, 1952b, 130-131). Yurt
dışında bulunduğu gurbet yıllarında, hasretle anacağı bu şehrin yanında, onun
benliği ve çocukluk dünyasını şekillendirip etkileyenler arasında ninesi başta
gelmektedir. Felsefeci, eğitimci, hiciv şairi Namdar'daki değişim çizgilerini
kavramak bakımından yetiştiği ortamı bilmekte fayda vardır. Namdar, üzerindeki
nine tesirini şöyle anlatır: "Ninemin
benim üzerimdeki etkisi pek büyüktür. O bir dervişti ve yanılmıyorsam, Nakşî
idi. Belleğinde (hafıza) Yunus'tan, Kaygısız'dan, Marifetname sahibi İbrahim
Hakkı'dan birçok ilahi parçaları, bilgelik (hikmet) sözleri vardı. Sırası
düştükçe bunları okur ve kardeşimle birlikte beni durmadan sarsar, ruhlarımızı
kamçılardı: ‘Uyuma, uyan, etme ziyan/Sıdk ile Mevlâ'ya
dayan,‘Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler’.. Her vesile ile bize Allah'tan,
Peygamber'den, evliyalardan söz açar, onların Hikâyelerini, menkıbelerini
anlatırdı. Hele Yunus Emre'yi bir türlü anlata anlata bitiremezdi" (Karatay, 1943, 1/8).
Namdar'ı bu yönde etkileyen sadece
ninesi değildir. Dışarıdaki çevre de aynı doğrultuda etkili olmaktadır: "Bulunduğumuz şehirde pek çok tekke
vardı. Hele Mahallemizdeki Rufai tekkeleri bizim her mübarek günde koştuğumuz
yerlerdi. Daha o yaşta mahalle arkadaşlarımızla birlikte başlarımıza, tekkeden
iğreti verilen külahları giyerek zikir halkasına girer ve tıpkı büyük dervişler
gibi biz de coşarak, kendimizden geçerek höykürürdük. Böylece tekkeden çıkarken
kendimizi sanki Allah'a çok yaklaşmış gibi görür ve içimizden gizli gizli
böbürlenirdik" (Karatay, 1943, 1/8).
Namdar'ın şehir ismi vermeden
anlattığı yer, ilk çocukluğunun rüştiye sonuna kadar geçtiği Kütahya Çamlıcası
olmalıdır. Çünkü Konya'ya geldikten sonra idadi öğrenimine başlamıştır. Artık, "mahalle arkadaşları" yerine, "okul ve gençlik arkadaşları"
vardır. Ruh yapısı üzerinde derin tesirler bırakan o ilk çocuklukla ilgili güne
başlayış ise ayrı bir âlemdir. Kendisi şöyle anlatır: "Sabahları gün doğmadan mahallemizdeki camiye giderken sabah
namazı kılmak da dünyada tadılacak zevklerin en özgünlerinden biriydi. Sabahın
sessiz alaca karanlığı, camiye varıncaya kadar ruhlarımızı kutsal bir hava ile
yıkardı. Titrek mum ve kandil ışıkları ile yarı gölgeli caminin, sanki bu
geçici dünya âleminden başka bir rengi ve bir dekoru vardı. Oraya girince
ruhlarımız bir tanrı âlemine dalmış gibi olurdu. Sabah namazında kalabalık
olmazdı. İmamın sesi, tapınağın kalın duvarlarında dünya sesine benzemeyen bir
(öte)ye sürükler, götürürdü. Dönüşümüzde ninemizi seccadesi üzerinde binlik
tespihini çekmeye dalmış bulurduk… İşte böyle bir çevre içinde bizim mini mini
ruhlarımız da, dinin ve Tanrı'nın gerçekliğini sarsılmaz bir hakikat gibi
görmüş, duymuş ve yaşamıştı" (Karatay, 1943, 1/8, 30-31). O, yıldırım, gök gürlemesi, yer
sarsılması, dolu ve sel gibi insanları üzen olaylar karşısında, büyüklerin "Allah'a sığınmalarından"
etkilenmekte, "derin bir inanışla,
tabiatüstü kuvvete" bağlanmaktadır.
Bu atmosfer içinde büyüyen Namdar'ın
başarılı bir ortaöğrenim hayatı vardır. Babası, eğitimi ile yakından
ilgilenmektedir. Ortaokuldan sonra Konya İdadisi'ne girer. 1912 yılında
bitirdiği lise dönemi, fikri tekâmül, okuma, kendini yetiştirme yönlerinden unutulmaz
yıllardır. Yazma ve eser verme çabasının da bulunduğu lise çağını, o yaşların
ruh hali ile birlikte şöyle anlatır: "Henüz
on altı yaşında idim. Fakat o çağdaki bütün çocuklar gibi bende de bir
(megalomani) vardı. Kendi kendime bir takım eserlerin planlarını hazırlıyor,
bir takım büyük ruhi, felsefi veya içtimai meseleleri hallediyor, gazeller,
kasideler, destanlar yazıyordum. Hatta bu yazdıklarımdan bazılarını Konya'daki
Babalık gazetesinde neşrettirmiştim bile. Babalık gazetesinin sahibi rahmetli Mazhar'ın
benim bazı yazılarımı başmakale olarak neşretmesi okuyup-yazma temayülünü bütün
bütün bende bir ihtiras haline getirmişti" (Karatay, 1952b, 22).
Etkilendiği
Şahsiyetler: Namdar, Naci Fikret'i bu sıralarda tanır. O da Konya
İdadisi'nde okumaktadır. Yalnız Namdar'dan bir sınıf ileridir. 1910-1911 ders
yılında Naci Fikret'in sınıfı, Ufk-ı Âtî
adında edebi bir mecmua çıkarır. İşte bu dergideki N. Fikret imzalı yazılar,
şiirler Namdar'ı büyüler. Bu yazılar, "yüksek
gerilimli bir enerjinin, çok geniş bir kül türün mahsulü"dür. O
zamanlar tuttuğu hatıra defterine şu notu düşer: "15 Mayıs 1911 – Arkadaşım Tevfik'le yeni çıkan (Ufk-ı Ati)yi
karıştırdık. Orada (Observasyon) serlevhalı, Naci Fikret imzalı, gayet güzel
felsefi bir manzume vardı. Mezkûr Naci yedinci sınıftadır" (Karatay,
1952b, 23).
Bu satırlar da gösteriyor ki, o
zamanın Konya Lisesi'nde kültürel faaliyetler bir hayli canlı ve gençleri her
yönüyle kavramaktadır. İşte Millî Mücadele eğitimcilerini yetiştiren bu
atmosferdir. Cumhuriyet'in ilk yıllarını dolduran aydınlar, bu havayı teneffüs
ederek yetişmişlerdir.
Liselilerin yayın çalışması, Ufk-ı Âti ile son bulmaz. Ertesi yıl
Muzaffer Hamit başkanlığında Bnb. Dr. Hulki Amil ve arkadaşları Şahap mecmuasını çıkarırlar. Namdar'ın
ilk şiirlerini neşrettiği, yazılar verdiği bu mecmuada, Mehmet Muhlis, Naci
Fikret de yazmaktadır (Ergun, 1926, 126). Naci’nin burada çıkan "Mudhike-i Nisaiyet" (Kadınlık
Komedisi) başlıklı yazısı, Namdar'ı fevkalade etkilemiştir. Zaten o sıra "feminizm aleyhtarı temayülüne"
de uygun gelen yazı üzerine, "hemen
ertesi gün sıcağı sıcağına" dergiyi çıkaranlara gider; duygu ve
düşüncelerini iletir. Tanışmaları, arkadaşlıkları bu vesile ile başlar. "Balkan Harbi ile Cihan Harbi
arasındaki devirdir". Yakinen tanıştıktan sonra Naci, onun üzerinde
şöyle bir etki uyandırır: "Meğer bu
genç, ..çok derin, hudutsuz bir umman imiş. Ona olan hayranlığım gün geçtikçe
artıyordu. Bu hayranlığım onun ölümüne kadar artarak sürdü" (Karatay, 1954,
9-10).
Namdar, yakın arkadaşı olduktan
sonra Naci'deki "bilgi ve
olgunluk" sebebini keşfeder: "Onun
kitaplara pek çok şey borçlu olduğunu ve manevi olgunluğunun ancak kitaplar
sayesinde olabileceğini anlayınca ta içimden müthiş bir şekilde
sarsılmıştım" der. Bundan sonra Namdar’da, "hezimete uğrayan kumandanın intikam arzuları" içinde
kitap temin arzusu uyanır. Okumak üzere İstanbul'a giden, Afyon'daki kitapçı
dayısının oğlu Niyazi'den faydalanmak ister. Dayıoğlu, kitap talebine bir koli
ile cevap vermiştir. Fakat gelenler, ilmi değil, "günün modasına uygun diye neşredilen allı, yeşilli aktüalite
kitapları"dır. "Hüsran"
içinde, "kitap isteme heyecanlarıyla"
ne istediğini belirtmediğini hatırlar. Hemen kitap ismi araştırmak üzere
harekete geçer. Fakat o zaman, "bizde
bibliyografya" yoktur. Kütüphane katalogları vardır. Bu kataloglardan
öğrenilebilecek şey ise "sadece
kitapların kaç paraya satıldığı"dır. Naci Fikret'ten de "kitap tavsiyesi almayı izzeti
nefsine" yediremez. Gözünde İstanbul hayali tütmeye başlar. Sahaflar
İçi'ne, kitapçılara gidecek "göre göre,
beğene beğene kitap" alacaktır. Hâlbuki şimdi, "vicdanının sevgililerine bir vasıta ile" ulaşmaya
çabalamaktadır (Karatay, 1952b, 2l).
Namdar, kitaplara olan ilgisini
şöyle anlatır: "Ben kitapları çok
sevdim. Bu sevgimin hakikaten bir aşk ve iptila halinde tecelli ettiği zamanlar
oldu. 1914 Cihan Harbi başlamazdan evvel Konya'da idim. Gençliğin en dinamik ve
coşkun devresinde ruhumu saran ateş, kitap aşkının ateşi idi. Şurasını hemen
ilave edeyim ki bende esasen mevcut olan temayülü teskin edilmez bir ihtiras
haline getiren mütefekkir arkadaşım Naci Fikret olmuştur" (Karatay, 1952a,
17).
Namdar ve Naci, Konya'da bir arkadaş
grubu meydana getirmişlerdir. Mehmet Nuri, Ali Ragıp, Naci Fikret ve Namdar'dan
meydana gelen bu grup, zaman zaman Alâeddin Tepesi'nde, Dede Bahçesi'nde,
İstasyon semtlerinde gezer, dolaşırlar. Oturduklarında karşılıklı şiir okuyarak
dinlenirler.
1915'te, "mukadderatın savurduğu
rüzgârlarla" birbirlerinden ayrılan arkadaş grubu içinde Namdar,
Naci'den "fikri olgunluk", Ali
Ragıp'tan ise "şiir"
yönüyle etkilenmiştir. Etkiler ona, "iki
kanat" olur, Tevfik Fikret'e hayran iken Ali Ragıp'ın tesiriyle "Divan Edebiyatı zevkini"
tadar. Bunun üzerine gazeller, mesneviler yazar.
Namdar, liseden mezun olduktan sonra
Konya İdadisi, "Sultani"
(1913) olmuş ve filozofi dersleri de konmuştur. Bu arada Konya Sultanisi
Filozofi ve Edebiyat muallimliğine Selânikli Rasim Haşmet (1888-1918) tayin
olunur. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Mektebi lise kısmında Edebiyat ve Tarih
öğretmenliği de yapan Rasim Haşmet, İttihat ve Terakki Partisinin Konya’daki
perde gerisi temsilcisidir. Rasim Haşmet'in Divan Edebiyatı yanında asıl önemli
özelliği, Fransızca bilmesi ve Garp edebiyatına-çağdaş fizolofiye "oldukça derin vukufu"dur.
Konya'da İttihat ve Terakki Fırkası'nın propagandasını yapan Konya Osmanlı gazetesini çıkarıp, gazete
yazılarını ve yayın politikasını yönlendirir. Selânik’ten basın hayatına,
değişik fikri akımlara alışkındır. Orada, Bulgar Vlahof Efendi’nin açtığı
sosyalist kulübe üye olmuş, ardından matbaacı-öğretmen Yahudi Abraham
Benoraya’nın Sosyalist Amele Heyet-i Müttehidesi’ne katılmış, sosyalist Amele gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü
yapmıştır. Selânik’te yayınlanan II. Abdülhamit aleyhtarlığı ile tanınan Bahçe dergisinde sosyalizm ve sendikacılığı
savunan yazıları yayınlanan Rasim Haşmet, Selânik’in işgalinden sonra İstanbul,
İzmir’de bulunarak 1915’te iki kız kardeşi ile birlikte Konya’ya gelmiştir. Kız
kardeşleri, Rasime Haşmet ve Edibe hanımlar, İttihat ve Terakki Kız Okulu
kadrosunda görev yapar (Aydın, 2008, 121-124). Rasim Haşmet, Namdar ve Naci ile
ilgilenmiştir. "Asil ve necîb insan
ruhu; teklifsiz ve samimi hal ve tavırları ile" Namdar'la birlikte
Naci'yi de kendisine bağlamıştır. Namdar, "M.
Rahmi" imzası ile etkilendiği bu öğretmenin denetimindeki parti
gazetesinde yazılar yazar. Fakat Rasim Haşmet, harp içinde iki yıl kadar
kaldığı Konya’dan İstanbul'a dönmüştür. Dönerken, eşyaları yanında satmak
durumunda kaldığı kitaplarını, İsmail Zühtü, Namdar Rahmi adına satın alır. Bu
ayrılıştan sonra bir daha görüşmeleri mümkün olmaz. Rasim Haşmet’in, 1918
kışında vefat ettiğini işitir. 1915 Eylül'ünde Afyon İdadisi Tarih-Coğrafya
öğretmenliğine atanan Namdar, o sıra yeni görev yerindedir. Yaşı genç, zayıf, ufak-tefek
yapılı ve gösterişsiz birisidir.
Namdar ve arkadaşlarının savaş
yıllarında etkisinde kaldıkları bir diğer şahsiyet, Hüseyin Kamî'dir. Hüseyin
Kamî, Aka Gündüz'le birlikte İttihat ve Terakki hükümetinin Konya'ya sürdüğü
bir edebiyatçıdır. Harp yıllarında, "İstanbul'da
bir muhalefet havası yaratması, kitleyi sürüklemesi ihtimali"
düşünülerek sürgün edilmiştir.
Namdar ve arkadaşları, Hüseyin Kamî
ile birlikte Konya'da bir Türklük Derneği kurarlar. Her biri, bir Türkçe ad
alır. H. Kamî, İttihat ve Terakki'nin endişelendiği kadar vardır. O, bir parti,
bir cemiyet için çok mühim bir kuvvettir. Mütenasip boy-posu, zarif-itinalı
giyimi, ruhi-manevi vakar ve azameti ile Konya'da "vilayet erkânını, memleketin münevver zümresini, gençleri
birdenbire tılsımlı bir kuvvet gibi kendine bağlayıvermiştir". Namdar,
o günleri şöyle anlatır: "Ben ve
arkadaşlarım, siyasi cereyanlara ve ihtiraslara tamamıyla bigâne olduğumuz için
onunla münasebetimiz tamamıyla hasbi bir sanat ve edebiyat zevkini tatmin
içindi. Biz onun niçin burada bulunduğunu bile düşünmeksizin büyük bir
heyecanla onun inşad-ı musikisine koşardık" (Karatay, 1952b, 85). "Dehrî" mahlaslı şiirler yazan
Kamî, aslen Dağıstanlıdır. Konya'da Gazi Alemşah Mahallesi'nde bir evde
pansiyoner olarak kalmaktadır. İttihat yönetimi, harp yıllarını
değerlendirerek, sansürde, fikir ve düşünce hürriyetini kısıtlamada eleştirdiği
dönemleri çok gerilerde bırakmıştır. Hüseyin Kamî, bir konuşmasında, "sürgün hayatından şikâyet ettiği
için" Konya'dan Karaman'a, oradan da Bozkır'a gönderilerek bir
hastahane köşesinde "tifüsten
ölüp" gider. Yalnız onun, "edebiyat
zevkini" kazandırma bakımından Namdar ve arkadaşlarına etkisi
büyüktür. Namdar, onun odasında geçen anlarını şöyle anlatır: "Arkadaşlarla birlikte Hüseyin Kamî'nin
odasında geçirdiğimiz saatlerin müstesna zevki hiç unutulmayacak zevklerdendir.
Sanki Binbirgece masallarının esrarlı alemlerine ait bir hayat imiş gibi
hatıramızda izler bırakan bu günleri bir daha tatmak için neler feda
edilebilir?.. Bize selîs ve ahenkli bir eda ile Hafız'dan, Saib'dcn, Kaanî'den,
Ubeydi Zâkâni'den şiirler okuyan, edebiyat âlemlerine ait fıkralar, hikâyeler
nakleden Kamî'nin o günler son günleri imiş" (Karatay, 1952b, 87-88).
Bundan sonra Afyonkarahisar’a
öğretmenliğe atanan Namdar, Rasim Haşmet'ten sonra Hüseyin Kamî’den ve bir süre
için Konya'daki arkadaşlarından ayrılmak durumunda kalmıştır.
Öğretmenliği:
Namdar, idadiden çıkar çıkmaz, 1912
yılında öğretmenliğe başlamıştır. İlk öğretmenliği, Konya'daki Özel Ümit
İdadisi'ndedir. Yalnız, okula öğleden sonraları gitmektedir. Babasının
ısrarıyla öğleye kadar, Konya'daki Hukuk Mektebi'ne devam eder. Diğer yandan da
Babalık gazetesinde yazıları
yayınlanır. Gazete yazılarını, imzası yerine üç yıldız koyarak ve başta
vermektedir. Beğenilen bu yazılar, Isparta Mutasarrıfı Şevket Bey'in de hoşuna
gitmiştir. Şevket Bey, arkadaşı Ragıp'tan üç yıldızlı yazının sahibini öğrenir.
Afyon'a mutasarrıf tayin edilince de Afyon İdadisi tarih-coğrafya muallimliğini
isteyip istemediğini Namdar'dan sorar. Namdar isteklidir. Zira Afyon, anasının
memleketidir. Orada dayısı, teyzesi vardır. Onun için hemen can atarak gidip
vazifesine başlar. Yaşı, henüz 18’lerdedir. Çok çalışır, talebesine kendisini
sevdirir, çevrede alaka uyandırır.
Orada, A. Mahir Erkmen, İsmail Kemal
Askar, Hüseyin Nail Kubalı gibi "seçkin"
öğrencileri; birkaç devre Afyon mebusluğu yapmış Haydar Çerçel, Ahmet Rasim,
Sami Onur gibi öğretmen arkadaşları, "gençliğinin
gurbet hayatını doldurur".
I. Dünya Harbi devam etmektedir. "Çanakkale trajedisinin memleketi
kavurduğu" sıralardır. Askerlik için İstanbul’a gönderilir. Zayıf
olduğu için silahsıza ayırılır. Mesleği öğretmenlik olduğundan tekrar vazifesine
döner. Bu arada kardeşi Sadeddin, ziraat
tahsili için Macaristan'a gitmiş, babası Konya'da küçük olan kız kardeşi ile
yalnız kaldığından Konya'ya döner. Artık bundan sonra, inceleme ve öğrencilik
için gittiği Avrupa seyahatleri hariç, 1929 yılına kadar Konya'da öğretmendir.
Bu dönüşünde, "Nümune Mektebine
vekâletle Fransızca muallimi olarak alırlar. Nümune Mektebi, seferberliğin
çıktığı sıralarda" her yerde olduğu gibi Konya'da da geniş teşkilatlı
bir okul olarak açılmıştır. Müdürü, Mümtaz Bahri’dir. Namdar, bu okulda
çalıştığı süre içinde, "hayat ve
idare bilgisi" bakımlarından Mümtaz Bey'den çok faydalanır. Fakat
Nümune Mektebi, pek az bir süre sonra kapanır. Bundan sonra Namdar, İttihat ve
Terakki Mektebi Müdürüdür. 30 Ekim 1918 tarihli Türk Sözü gazetesinin verdiği
habere göre; “Münhal olan İttihat ve
Terakki Mektepleri Müdüdiyetine”, “Ocak
risalesi Tahrir Müdürü Namdar Rahmi Bey tayin olunmuştur” (Türk Sözü, 30 Teşrinievvel 1918). Bu
defa Mümtaz Bey, aynı okulda Riyaziyat Muallimi olarak görev almıştır.
Müdürlüğü değişmişlerdir ama beraberlikleri devam eder. İttihat ve Terakki
Cemiyeti dağılınca, "tabii bir
şekilde mektep de inhilale mahkûm" olacaktır. İttihat ve Terakki’nin 1
Kasım 1918’de kendisi feshetmesi, ardından ileri gelenlerinin gizlice
İstanbul’u terki süreci hızlandırır. Namdar, İttihat Terakki Mektebi'nin
tamamen yok olup gitmesine razı değildir. Fakat "İttihat Terakki Mektepleri Müdürü" etiketini taşıdığı
için Hürriyet ve İtilaf Fırkasının hâkimiyeti zamanında yeni bir teşebbüse
geçemeyeceğinden bir başka çıkış yolu arar. Muavini İsmail Zühtü ile birlikte
İttihat ve Terakki Mektepleri'nin "kurtarılması"
hususunda Mümtaz Bey'in “Enerjisinden
istifadeye" karar verirler. Mümtaz Bey, fikirlerini kabul eder. Üçü, “hususi bir şirket teşkil ederek",
"Anadolu İntibah Mektepleri" adıyla mektebi yeniden tesis ederler.
Müdürlük vazifesini Mümtaz Bahri üzerine alır.
Anadolu İntibah Mekteplerinin kuruluş tarihi, Karar ve Muallim Sicil Defteri’ne göre 1 Mart 1919 (1335)’tir.
İttihat Terakki Mekteplerinin lağvı da bu sıra gerçekleştirilmiştir. Namdar'ın
tabiriyle; "bu suretle eski
samimiyet ocağı hiç yıkılmadan devam etmiş" olur. Yalnız, "iktisadi zaruretler yüzünden"
bir sene sonra mektebin, erkek kısmı lise sınıflarını kapatmaya mecbur kalırlar
(Karatay, 1952b, 98). Yedi yıllık idadi derecesinde olan bu özel okulun, İttihat
Terakki Mektebi Karar ve Muallim Sicil Defteri’nde (s. 29-30) 1921 yılına ait
gelir-gider hesabı vardır. Aynı yılda iki öğretmen göreve başlamıştır. Şu hale
göre 1922 yılına kadar açık kalmış olmalıdır. Anadolu İntibah Mektepleri, üç
yılı aşkın bir süre eğitime devam etmiştir. Bu üç yıllık zamanın son sıraları
ise "Kuva-yı Milliye"nin
yeni filizlenip, güç kazandığı zamanlara rast gelmektedir. O felaket günlerinde
elbette bir kısım aydınlarımızın bir araya geldiği yer olarak Anadolu İntibah
Mektebi'nin üstüne de bazı görevler düşmektedir. Namdar'ın kısaca verdiği
bilgiye göre bu okul ve muallimleri, o dönem moral ve ruh dinamizmi kazandıran
bir ocak olarak yanmaya çabalamıştır. Namdar: "(Kuva-yı Milliye) hareketleri şarkta belirdiği sıralarda, bizim
mektep de, ümit ve imanlarını kaybetmemiş ruhların birleştiği, kaynaştığı bir
yurt haline gelmişti" demektedir.
Bu arada eskiden beridir ilgi alanlarında bulunan ilim ve sanatla ilgili
toplantıları da devam eder. Zaman zaman Namdar veya Mümtaz'ın evinde bir araya
gelerek, ilimden sanattan sohbetler, münakaşalar yaparak saatler geçirirler
(Karatay, 1952b, 98).
Namdar, bu arada ilki 1920, ikincisi
1922 senelerinde olmak üzere iki defa "Maarif
Vekâleti Orta Tedrisat Mümeyyizliği" görevini yapar. Aynı yıllarda,
Konya Sultanisi'nde Edebiyat ve Felsefe derslerini de okutur. Namdar, düşünen,
güzel konuşan ve yazan bir öğretmendir-öğretmenlik, sevdiği, benimsediği bir
meslektir. Her ne kadar ömrünün son yıllarında, kısa hayat hikâyesini yazarken "bu uğursuz mesleğe orada (Ümit
İdadisi) başladığını" söylese de
bu cümlesiyle, kahır ve sitemlerini ortaya koymak istemiştir (Karatay, 1954,
9). Nitekim aynı yerde asıl duygularını şöyle belirtir: "Hocalıktan hoşlanıyordum. Karşımda zeki, sevimli yavrular
gördükçe benim de şevkim artıyor, bilmediklerimi öğreniyordum". İşte
Namdar'ın bu öğrenme ve öğretme çalışması bir ömür sürmüştür.
Namdar Rahmi'nin
öğretmenlikte, kendine has bir metodu ve üslubu vardır. Zengin kültürü, derin
fikri-ilmi kapasitesiyle, öğrencilerini kendisine bağlamaktadır. Ülkesine çok
talebe yetiştirmiş olan Namdar'ın öğrencileri, onun öğretim metodunu şöyle
anlatırlar:
"O,
tıpkı Sokrat gibi talebelerini konuşturur, onlara gerçeği bulmanın yolunu
gösterirdi. Biz onun kadar talebesini hayran hayran dinleyen bir hoca görmedik,
bizlere değer vererek ruhumuzda bir gurur estirirdi. Bugün bile hatırlıyoruz:
Belli bir bölümü hazırlamamızı, daha bir kaç gün önceden söylerdi. Ders günü,
tartışmaya karışmak için hepimiz şevkle hazırlanıp gelirdik. Namdar Bey, her
arkadaşı can kulağı ile dinlerdi. Sanki bizden yeni şeyler öğreniyormuş gibi
bir hali vardı. Bu durum, arkadaşlarımızın konu dışına çıkmasına, saçmalamasına
kadar sürerdi. Hemen arkasından hocamızın şöyle dediğini duyardık: ‘-Siz burada
kalınız! Şimdi ….nı dinleyeceğiz’. Ders sonunda konuşmaları o kadar güzel
özetler, o kadar güzel bir sonuca bağlardı ki, hayran olmamak elde değildi.
Bizim kerpiç ve tuğla benzeri konuşmalarımız bu yapıda bir şeylere yaramış, bir
değer kazanmış olurdu" (Karatay, 1954, 6).
Ankara Tıp Fakültesi’nde uzun yıllar
yabancı dil okutmanlığı yapmış şair, yazar, 1922 Balıkesir doğumlu Orhan Ülkülü,
1942-43 yıllarında Gazi Terbiye’de Fransızca Şubesi öğrencisidir. Haftanın bir
gününde okulun Edebiyat hariç diğer şubeleri ile birlikte büyük bir konferans
salonunda iki saatlik bir Türkçe eğitimi dersi yapılmaktadır. Bu dersi veren
iki öğretmenden biri, Namdar Rahmi Karatay’dır. Bir gün Namdar Rahmi,
öğrencilerine, çocuklukta başlarından geçen bir anıyı anlatmalarını ister.
Herkes bu konuda bir yazı yazıp getirecektir. Bir hafta sonra öğrencilerin
hazırladığı ödevleri toplar. Öbür hafta derse girdiğinde ilk olarak:
“İçinizde
Orhan Ülkülü kimdir?” diye sorar. Ben salonun ön sıralarında oturmaktaydım.
Ayağa kalktım. “Benim hocam” dedim.
Bir iki saniye beni süzdükten sonra: “Bu
yazıyı sen mi yazdın?” dedi. “Evet”
dedim. “Yazınızı çok beğendim. Böyle bir
yazıyı yazmış olan kimsenin sırtını kolay kolay kimse yere getiremez. Siz
hikâye de yazar mısınız?” diye sordu. “Ben
hocam şimdiye kadar pek fazla düz yazı yazmadım. Ama benim bazı dergilerde
basılmış bir kaç şiirim var.” dedim. “Aaa”
dedi “Ben şiiri çok severim. Onları
dinlemek isterim. Bugün yemekten sonra, saat yarımda bahçede, okul havuzunun
kenarında buluşalım. Bana onlardan birkaçını getir” dedi. “Peki, hocam” dedim ve yerime oturdum.
Tam saat yarımda Namdar Rahmi Hoca okul bahçesindeki havuzun kenarına geldi.
Oturduğum yerden kalkarak kendisini karşıladım. Ona Varlık dergisinde çıkmış olan “Korsanlar”
ve “Asya Şehirleri” isimli
şiirlerimi, bir de yayınlanmamış olan “Diyarlar”
şiirimi okudum. Öğretmenim çantasından bir defterle kalem çıkarttı ve bana uzatarak
bu şiirleri kendisine bir anı olarak yazmamı söyledi ve ilerde yazacağınız
diğer şiirlerinizi de görmek isterim, dedi. Sonra şöyle bir konuşma da geçti
aramızda: “Sen” dedi “Şu anda Fransızca şubesindesin. Keşke bizim
şubede olsaydın. Bizim şubeye girmeyi düşünmedin mi?”. Dedim ki: “Hocam, ben geçen yıl edebiyat şubesinin
Türkiye çapındaki imtihanına söylendiğine göre iştirak eden 190 kişinin içinden
seçilen 30 öğrenciden biriydim. Sayın Mustafa Nihat Özön’ün, Sayın Ali Ulvi
Elöve’nin ve sizin oluşturduğunuz imtihan heyetinin karşısına çıktım. Mustafa
Nihat Özön Hoca bana Cenap Şehabettin’in kişiliği ve sanat değerini sordu.
Zaten Cenap Şehabettin’i sevmiş ve iyice incelemiş bir kişiydim. Onun ünlü
“Elhân-ı Şitâ” şiirinin bir bölümünü ezbere bilirdim. Soruya gereken cevabı
verdiğimi sanıyorum. Ama maalesef sizlerin eleyici imtihanınız sonunda imtihanı
ancak dokuzuu kız, altısı’sı erkek olmak üzere 15 kişi kazandı. Bu sonuç
üzerine Gazi Terbiyenin edebiyat bölümüne girmenin benim için bir hayal
olacağını düşündüm ve geceleri bir yıl Fransızca çalışarak Fransızca şubesine
girmeyi kendime amaç edindim ve bunda da başarı sağladım. Namdar Rahmi bunun
üzerine: “Fransızcayı iyi öğrendiğiniz ve
Fransız şiirini incelediğiniz takdirde bunun sizin yazacağınız şiirlere de
büyük bir katkısı olacaktır.” dedi. O sırada derslere giriş saati geldiği
için birbirimizden ayrıldık. Ertesi gün Namdar’ın gönderdiği Edebiyat
öğrencileri, gelip Fransızcadaki öğrenci ile tanışacak ve bir ömür dost
olacaklardır. Namdar Rahmi, “gösterdiği
ilgi, verdiği değer, cesaret, aşıladığı güven dolayısıyla” öğrencilerini
geliştirmiş onların, bir ömür yanlarında yer almıştır (Ülkülü, 2010, 14/4,
213-216).
Namdar, zaman zaman içinde çalıştığı
eğitim sistemini ve çalışmalarını da otokritiğe tabi tutmuş, sığaya çekmiştir.
İkinci Avrupa seyahatinde Brüksel'i gezerken, zihni I. Dünya Harbi yıllarındaki
eğitimimizdedir. Osmanlı eğitim sisteminin, öğrenciyi nasıl bir teferruat
içinde boğduğunu düşünür: "Bu
sıralarda ben mekteplerde tarih ve coğrafya okutur, çocuklara Belçika'nın
-tabii diğer bütün dünyanın olduğu gibi- nüfusunu, sahasını, meşhur
şehirlerini, coğrafya-i tabiisini, sınaîsini, fennisini, ilmisini, edebisini,
ahlakisini belletirdim. Bu kitaplarda, bilmem hangi demir veya kömür
madenlerinden senevî ne kadar ton maden ihraç edildiği ve bunun gram gram
nerelere sarf olunduğu milyon, milyar gibi isimler verdiğimiz adetlerle ve âhâd
hanesindeki rakamlara varıncaya kadar gösterilirdi. Bütün bu namütenahi
tafsilat arasında hatırımda kuvvetli olarak kalan bir şey var ki belki o da
ibtidaî mektebinin yadigârıdır: Belçika'nın payitahtının Brüksel olduğu".
Namdar, Belçika'da merada otlayan
inekleri gördükçe konuyu irdelemeye devam eder: "meralar üzerinde mesud ve müsterih otlayan inekler gördük. O
zaman Afyonkarahisar İdadisi’nde okuttuğum kitaplarda bunlar, adetleriyle,
yavrularının sayısıyla, verdikleri sütün kilosuyla hep yazılıydı. Sanki
çocuklarımızı hasbetullah Belçika Hükümetinin ağnam memurluğuna
hazırlıyorduk". Bu acı itiraf ve sitemden sonra Namdar, şöyle bir
sonuca varır: "Fakat anlıyorum ki en
hakiki irfan teferruatı değil, usulü bilmek imiş" (Karatay, 1952a, 109).
Teferruat ve belleme çabası içinde boğulan çocuklarımız için, Namdar'ın bu
eğitim eleştirisine katılmamak mümkün değildir.
Basın-Yayın
Hayatı: Namdar Rahmi’nin, lise yıllarından ölümüne kadar yazı ve yayın
çalışmaları ile ilişkisi hemen hemen hiç kesilmemiştir. Lise çağında Şahab mecmuasında ilkyazı ve şiirlerini
yayınlayan Namdar, çalışmaları ile Konya Valisi Muammer Bey'in dikkatini
çekmiştir. Bunun üzerine, Muammer Bey tarafından Konya Türk Ocağı'nın
çıkarttığı Ocak dergisinin başına
getirilir. Artık Namdar; "bir
vakitler Şahab dergisinde, mütevaziyane manzumecikler yazan Namdar Şahâb
değildir. İlmi, edebi, felsefi tetebbuât ve tedkîkat ile ve hayati tecrübeler
ve müşahedeler ile büyük bir tekemmül ve inkişafa mazhar olmuş bir Namdar idi
ki Ocak'ın birçok sahifelerini en ciddi, en kuvvetli ve en yüksek ilmi, felsefi
yazılarıyla doldurduğu halde kabından taşan kudret-i ruhiyesi yine tatmin
olunmak bilmiyordu" (Naci Fikret, 1926, 220/2).
Ocak, 8 Teşrinisani 1333 (1917) ile 20 Mayıs 1334 (1918)
tarihleri arasında 19 sayı çıkar. On günde bir 16 sayfa olarak neşredilen
dergi, kendinden önce çıkarılanların en uzun ömürlüsüdür (Afif Evren, 1944,
38).
Afyon'da Nur mecmuasında, Konya'daki Babalık
gazetesinde de yazı yazan Namdar, 1918 sonbaharında mütarekeden az önce, birkaç
arkadaşıyla birlikte Budapeşte, Viyana okullarında incelemeler yapmak üzere
Vilayet tarafından Avrupa'ya gönderilir. Bu, Avrupa'ya ilk gidişidir. Batı
okulları ile ilgili çalışmalarının sonuçları nelerdir bilmiyoruz. Fakat bu
seyahatten birçok kitapla birlikte döner. Kitaplardan bir tanesi, Bükreş
Üniversitesi profesörlerinden Drkiçesko'nun, Yaratıcı İdeal adlı eseridir. Namdar'ın daha sonraki hatıralarında
anlattığı bu kitabı okuyuş şekli ilginçtir. Üzerinde kafa yorduğu konu ve yazı
hazırlama tarzı yönünden de dikkat çekici olan hatırası şöyledir:
"Aradan
bir iki yıl geçmişti. Galiba mütareke senelerinde idi. -Kendi şuurumda geçen
hadiselerin mekanizmasını aramak küçük yaştan beri âdetimdir.- Yine böyle bir
gece iç müşahedeleri yaparken ‘gaye’nin harikalar yaratan sihirli rolünü
gördüm. Hiç unutmam, hemen yataktan kalkarak ‘gaye’ hakkında bir sayfalık yazı
yazdım. Yazdığım yazıyı kendim de beğendim. Ertesi gün; ‘Bakalım şu kitaplar
arasında gece yazdığım yazıyı besleyecek ve mevzu üzerinde beni aydınlatacak
bir şeyler bulabilir miyim?’ diye kitaplarımı gözden geçirmeye ve karıştırmaya
başladım. O sırada elime ‘Yaratıcı İdeal’ adlı eser geçti. Daha kitabın ismini
görürken içimden acayip bir cereyan geçmiş gibi idi. Hemen ilk sayfasından
okumaya başladım. Bir-iki yıl önce bir-kaç defa zaman zaman elime alıp hiç bir
alaka duymadan, hiç bir şey anlamayarak ve hatta onu satın aldığıma pişman
olarak elimden attığım sanki bu kitap değilmiş! Bilmiyorum ne kadar zaman,
kitap dolabının önünde, ayakta, olduğum vaziyette kalmışım. Sanki bir
mıknatısın kuvveti yalnız gözlerimi değil, bütün benliğimi o kitabın satırları
üzerine çekmişti. Sanki okuduğum kitap Fransızca falan değildi. Ben oradaki
cümlelerini kelimelerini değil, bütün ruhunu, manasını okuyordum. Bu hadise
bile, meşgul olduğum mevzu için sanki bana bir vesika hazırlıyordu." Namdar
cümlelerini şöyle bağlar: "Herhangi
bir bilgi ancak bu tarzda elde edildiği takdirde insanın şahsiyetine
karışır" (Karatay, 1952a, 30-31).
Namdar'ın zihin faaliyeti, felsefe
doğrultusunda yoğunluk göstermeye başlamıştır. Bu yönde öncekilere ek olarak Yeni Fikir ve Millî Mecmua'da yazıları yayınlanır. 1925 senesinde "Sorbon Dârülfünunu’na, Ruhiyat, Fen,
Terbiye tahsili için hükümet tarafından" gönderilir. Sıkı bir
imtihandan sonra, zamanın Millî Eğitim Bakanının, "bir kıvılcım olarak gidip gür alevler halinde dönmesini"
istediği 13 Avrupa yolcusundan birisi de Namdar'dır. Sadi Irmak'ın verdiği
bilgiye göre, bu ekip içinde "Suat
Hayri, Burhan Toprak, Vildan Aşir, Cemil Sena, Necip Fazıl ve Mahmut Sadi
(Irmak)" gibi Cumhuriyet Türkiyesi’nde siyasi ve edebi sahalarda
etkili olacak seçkin şahsiyetler bulunmaktadır (Irmak, 1978, 12-13).
Namdar, üç yıl kalıp 1928'de döndüğü
bu ikinci Avrupa tahsil seyahatini Konya'ya, "Paris Mektupları" başlığı altında anlatmıştır. Bu
mektuplar, önce seri halinde Babalık'ta
yayınlanmış, çok daha sonra kitap haline getirilmiştir.
Gurbette
Namdar Rahmi: Namdar, öğrenim için
gittiği Paris'e, ilim, kültür, sosyal hayat ve medeni seviye yönüyle hayran
kalmıştır. Yaz tatillerinde yurda dönmez. Fransa ve Avrupa'nın değişik
yerlerini gezer, görür. Yalnız, bu görme olayı, sadece kendisi için değildir.
İlginç bulduğu, bilinmesini istediği konuları kaleme alıp "sılasına" iletir. Namdar üzerindeki etkisini de göz
önünde bulundurarak bunlardan bazılarının burada özetle naklinde fayda
bulunmaktadır.
Sorbon'da
Bir Tez Müdafaası: Namdar; polis
müdürlüğü, milletvekillik, bakanlık yapmış, "ak
saçlı, seksen yedilik bir pir-i fani"nin doktora tez müdafaasını
dinlemiştir. 60 yıl önce üniversiteden mezun olmuş bir ihtiyarın, "her biri bir ferde övünç sermayesi
olacak" resmi görevlerinden sonra, "Rahibe
Kasendi ve Alfons Rab" adlı tezini hazırlayıp, üç profesör ve halk
önünde saatlerce savunması dikkatini çekmiştir. Olayı şöyle değerlendirir:
"Şahit
olduğumuz şu levhada ise ayrıca bir manayı ulviyet vardır. Bu ulviyet, bir asra
yakın koskoca bir ömrün kemal ve irfan susuzluğunu, mebusluk, nazırlık koltuklarının
tatmin edememesinden, ilim ocaklarının mütevazı mimarları tarafından kendisine
verilecek hâdim-i ilim unvanına istihkak-ı aşkını altmış altı seneden beri
yıpranmayan yüreğinde saklamış olmasından ileri geliyordu".
Namdar, insanlarına ilim ve öğrenme
isteği aşılayan Fransız eğitiminin etkisinde kalmıştır. Şöyle demekten kendini
alamaz:
"İnsan(ın),
Gol devrinde yaşayan kaba ve ibtidaî bir fertten şu enmûzecin meydana geldiğini
düşündükçe fikri kuvvetin hâkimiyeti karşısında taabbüd edeceği geliyor"
(Karatay, 1952a, 6).
Fransa, bu
seviyeye eğitimi sayesinde gelmiştir. Bunun için bir eğitimci olarak eğitimle
ilgili toplantıları kaçırmamaya çalışır.
Laik
Esasa Dayalı Eğitim: Namdar; "Fransız
Tedrisat Birliği" adlı, "Fransa'da
eğitimin birliği ve lâik esasa dayandırılması" gayesini güden bir
cemiyetin toplantısına katılmıştır. Laik tedrisat fikrinin öncüsü, Millet
Meclisi Reisi Mösyö Herriot’a madalya verilecektir. Fakat laik tedrisat
aleyhtarı birisi, elindeki buruşmuş kâğıtları "Al madalya! Al Madalya!" diye Herriot'a fırlatır. Bundan
daha acayibi ise, aleyhtar adamın "olgunlukla
karşılanmasıdır". Namdar toplantıyı takip ettikten sonra bizde laik
eğitimin bir asır evvel başlamamasına hayıflanır. Çünkü o zaman başlamış
olsaydı, "şimdi medeniyet zümresine
dâhil olmuş olacaktık" der (Karatay, 1952a, 5). Yalnız burada,
Fransa'nın laiklik anlayışı ile bizdeki laiklik anlayışının fevkalade farklı
olduğuna dikkat çekmekte fayda vardır. Katolik Fransa, aslında dinden değil,
Papalıktan bağımsız olmayı laiklik olarak görmektedir. (Din-devlet ilişkisi
için "Fransa'da Büyük Perhiz Şenlikleri").
Paris
Ahlakı ve "Deve"ler: Namdar'ı, Fransa'nın
ahlak anlayışı da etkilemiştir: "Paris'te
fuhuş hayatı bile bir mükemmeliyet-i ahlakiye arz etmektedir" der.
Aslında daha ileri bir kanaate sahiptir: "Bu
hususta kemal-i katiyetle diyebilirim ki iptidailiğin sakatlıkları içinde
çırpınan herhangi bir memleket namuslu kadınları, Paris'in fahişeleri kadar
terbiyeli ve haluk olsalar o memleket, atisinin selametinden katiyen emin
olabilir".
Onun bu kanaate ulaşmasının
sebepleri vardır. Bunlardan bir tanesi; binlerce erkek-kadın ve kızın "mabette mev'ize dinler gibi kemal-i
ciddiyetle" dinledikleri ve "soğukkanlılıkla,
edeb ve terbiye dairesinde münakaşa ettikleri" konferanstır.
Konferansçı, "ciddiyet ve
vakar" ile "zina"
lehinde sözler sarf etmektedir. Tabii bu ahlaki anlayış "deve"lerin artması gibi de bir sonuç vermiştir. "Deve"; sokaklarda serseri
dolaşmalarından dolayı, "fahişe diye
tezyif ve tezlil" edilen kadınlara denmektedir. Namdar bu kadınları da
takdir etmektedir. Çünkü "deve"ler,
Paris’e dünyanın her yerinden gelmiş cebi şişkin insanların servetini, "hiçbir millî madde, millî zerre heder
etmeksizin", "millî bir
servet haline" getirmektedirler (Karatay, 1952a, 45-47).
Müessese-Medeniyet:
Namdar'ın
dikkatini çeken bir diğer konu ise 1926 yılında Haşet Kütüphanesi'nin 100.
yılını kutlama törenleridir. Bu dev müessesenin başlangıcında, fakir bir dükkân
vardır. O dükkânı da yoksul bir öğretmen, kapatılan okuluna reaksiyon olarak; "ben yine okutacağım" diyerek
açmıştır. Fakat buradan hareketle, altı bin kişinin çalıştığı büyük kurum
ortaya çıkmıştır. Namdar, Batı Medeniyetine böyle köklü kurumların hayat
verdiğine kanaat getirmiştir:
"Evet,
Paris'te yüzüncü yılları tes’îd edilen nice ilimler, sanatkârlar, hekimler,
hastaneler, cemiyetler, ticaret müesseseleri vardır. Ve her yüzüncü yıl tes’îdi
merasiminin maverasında muhteşem bir medeniyetin sırrı tefevvuku ve sırrı
hayatiyeti mündemiçtir.”
Fransa'da
Büyük Perhiz Şenlikleri: Namdar'ın bu konuda anlattıkları, aydınlarımızın Batı'yı tek yönlü
kavrama çalışmalarının ne kadar yanıltıcı olduğuna açık bir örnek gibidir.
Medeniyetin beşiği görülen Fransa'da dinî bayram ve günlerin kutlanması,
üstelik buna halkın dışında resmi kuruluşların da katılması, hatta hükümetin
desteğinin bulunması Namdar'ı şaşırtır. Şöyle anlatır:
"Anlayamadığım
şey; lâik ve münevver Fransa'da dini ve mukaddes günlere ait an'anelerin hâlâ
bütün kuvvet ve şaşaasıyla hükümferma olmasıdır... Her gün, bir azizin yevm-i
mahsusudur. Bir senede elliyi, altmışı bulan sayılı bayramlardan yalnız bir
tanesi milli bayramdır. Diğerleri hep dini an'anelere aittir. Lâik hükümet de
bu yevm-i mübarek şerefine alaylar tertip etmiştir".
Hükûmetin himayesi altında, resmî
ihtifal heyetlerinin alaylarına okul ve cemiyetler de alaylar düzenleyerek
katılmaktadırlar. Renk cümbüşlerini, karnaval havasını seyrederken her şeye
rağmen bu kutlamaların Fransızları birbirlerine yaklaştırdığını, sevdirdiğini
tespit eder. Aklı ise ülkesindedir. Gönlü buruk bir hasretle, "bizim bayramlarımızı"
hatırlar. "Bu kadar ihtişamına
rağmen bu kutlama ve tebrikler, bayramlar ve eğlenceler" ona "mübarek
ramazanımızın ve onu takip eden bayramın verdiği inşirah ve heyecanı
vermemektedir".
Namdar, artık gezip gördüğü yerlerde bir çeşit
vatanını, sılasını hayal eder olur. Gördüğü her tabii yer şekli, ona
memleketini hatırlatır. İliklerine işleyen bir sıcakta Konya'yı hayaller. Dijon
yakınında "Os" Nehri’ni
gezerken hatırlayarak kıyasladığı "Bizim
Meram Çayı”dır. Grenobl'un sarp ve granit tepelerini, "Bizim Sille"ye benzetir. Mon Pelye'nin ortasındaki
yüksekliğe, "Alaattin Tepesi" deyiverir. Hayali, "uzaklara, vatan illerine doğru akıp giderken, içi hasretle,
hicranla, hüsranla" dolar. Mon Pelye ortasındaki yükseklikten şehri
seyrederken Kendini Konya'da sanmaktadır. Şöyle der: "Oh ne mesut bu zan! Tepenin kenarında aşina olduğum mahalleleri
aradım. İşte hükümet binası, şurası Araplar, şurası Türbe semti!... Bizim ev şu
semte düşer!..." Yalnız,
Namdar'ın hayalini bozan bir şey vardır: "Fransızlar,
nerede bir tepe varsa oraya bir kilise kondurmayı adet ittihaz etmişlerdir.
Hatta böyle kilise kondurulamayan tepelere de hiç olmazsa haç dikmişler"dir.
Kiliselerin, Namdar'da uyandırdığı intiba, pek sıcak değildir: "Bütün şimdiye kadar gördüğüm
kiliselerde daima somurtkan bir papaz siması sezdim. Hâlbuki bizde mesela
Süleymaniye gibi şakrak, mütebessim, munis bir çehre ve ruh taşıyan camiler
vardır".
Fransa'nın güneyinde Palavas'ta Akdeniz'i seyrederken içine doğan
duygular şunlardır:
"Bu yekpare kütlenin ta öbür ucunda
benim toprağıma, benim güzel vatanıma yapışmış olduğunu düşünüyorum. Elimi,
yüzümü bu munis suya sürerken o mübarek, o mukaddes topraktan bir şey arıyorum.
İçimde anavatan hasreti taşıyor ve büyük bir üstadımızın lisan-ı belagatine
iltica ederek terennüm ediyorum: Deniz deniz Akdeniz/Suları berrak
deniz/Karşımda yar ağlıyor/Geçeyim bırak deniz ..."
Namdar, Pireneler üzerinde nüfusu dört bini bulmayan Loşon sınır
kasabasını gezer. Bu turistik küçük yerde gazete çıktığını ve elli yedinci
senesine girdiğini öğrenir. Tabî aklına ilk gelen ülkesi ve Babalık gazetesidir. "Bilmiyorum" der, "ben görmeyeli Babalık devr-i
şebabetten kurtuldu mu?" Brüksel'i gezmektedir. Tramvayla giderken
kendini İstanbul’da zanneder: "İşte
Sirkeci, işte Divanyolu, bak şurası da Sultan Mahmut Türbesi'ne ne kadar
benziyor" derken, hayıflanmadan da edemez. "Mamafih İstanbul’a benzemeyen bir ciheti var: Mamuriyeti ve
temizliği". Namdar doludur, hassaslaşmıştır. Belçika'nın Broj şehrini
gezerken "Kariyon" denilen
çan kulesi dikkatini çeker. "Ses
fabrikası" dediği bu "muazzam
alet", 80 m yüksekliğinde, 55 ton ağırlığında, 48 çandan mürekkep "velvele-i mahşeri"dir. 400
basamaklı merdivenden çıkılıp Broj seyredilebilmektedir. İşte burada Namdar,
kilise çanlarından etkilenmiştir. Bir
sabah, çanların "hazin ve
müessir" ahengine kapılarak, kendisini "Sen Sövr" kilisesine atar. Yaşlı koronun anlamadığı
ilahilerini dinler, etkilenir. Çünkü "insan
zayıf, hassas zamanlarında telkine müsaittir''. Namdar da kendisini düşmüş,
sığınacak yeri kalmamış, kaybolmuş, idealinden uzaklaşmış görmektedir. Bu ruhi
keder ve üzüntü içinde etrafındaki insanlar gibi gider boş bir sandalyeye
oturur. Başını "mabedin loş ve serin
boşluğuna" dayayarak ağlar, ağlar. "Kendi
zaafıma, kendi aczime, yalnızlığıma ağlıyordum" der. Artık bunca
geziden sonra "görecek, hayret
edecek bir şeyin kalmadığına" hükmeder ve ruhu "berrak bir göl gibi sakinleşir". Gönlünde dalgalanan "asil
ve nezih iştiyak"ın, "öz yurduna,
benliğine dönmek iştiyakı" olduğunu fark eder. Avrupa'da yıllarca
dolaştıktan sonra vardığı sonuç
şudur: "Anladım ki, bunların hiç
birisinde aradığım, beklediğim şey yoktur. O yine benim içimdedir. Benim öz
yurdumdadır.” İşte bu kanaatle
mutmain ve müsterih seyahatten avdete karar verir (Karatay, 1952a, 133).
Vatanda Gurbet: Namdar,
Fransa'dan döndükten sonra Konya Lisesi'nde felsefe öğretmenliği yapar.
Öğretmenliği yanı sıra bütün enerjisini felsefi çalışmalara vermektedir. "Enerjetizm" akımını, değişik
sahalarda ortaya koyma, yayma çabası vardır. Bu arada "Nizi"nin şaraphanesinde kurulan "edebi bezm"in de müdavimlerindendir. Naci Fikret'ten
sonra, bu toplantılara katılan arkadaş grubu içinde, düşünce ve kanaatlerine en
çok itibar edilendir (Süslü, 1937, 28-29).
Bu arada lisede kendisine, stajyer öğretmen olarak, Türkistanlı "Şekûri Bey isminde çok temiz ve
çalışkan bir arkadaş" verilmiştir. Şekûri, bir mecmua çıkarma
sevdasına tutulur. Fakat müracaatı üzerine, "zamanın
Konya Valisi ve parti izin vermezler". Yaz tatili gelmiştir. Namdar,
İstanbul'a gider. Dönüşünde, "mecmua
çıkarmak için izin almaya gerek olmadığını öğrenen" Şekûri Bey'in, Balarısı adını verdiği mecmuasını,
basıma verdiğini öğrenir. Bundan sonra olayın gelişmesi şöyledir. Namdar anlatır:
"Arkadaşım benden acele bir yazı
istiyor, onu gücendirmemek için ben de bir yazı veriyorum. Hâlbuki o sırada ben
değerli arkadaşım ve üstadım Naci Fikret'le birlikte Asie Mineure ismiyle
Fransızca bir mecmua çıkarma peşindeydim. Eğitim Bakanlığı, Balarısı'nı benim
sanarak Şekûri ile beni "silk-i celîl-i maariften" tart ve ihraç
ediyor".
Namdar derginin niçin kapatıldığına dair bilgi vermez. Önder'e göre Balarısı, "açık resim koymuş olduğundan ahlaka mugayir sayılarak Millî
Eğitimce kapatılıp sayıları toplattırılmıştır" (Önder, 1949, 56).
İşte bu beklenmedik öğretmenlikten atılma kararı, Namdar'ı şaşırtır,
perişan eder. Çünkü onun geleceğe ait tasavvurları vardır. Kitaplarını
yerleştirmiş, odasını döşemiş, bir çift halı almıştır. Bekâr Namdar, düzenli bir
fikri-felsefi çalışma arzusundadır. Onun için evinde bile derbederliğe son
vermiştir. Fakat her şey alt-üst olur. İki hafta teessüründen evine kapanır. Öğrencileri akın akın yanına gelirler..
Nihayet, Ankara'ya gidip tanıdığı dostların, mebusların ilgi ve yardımlarını
istemeyi düşünür. Düşündüğü gibi de yapar. Karşılaştığı durum şöyledir: "en umduklarım bel bel yüzüme bakıyor,
dil bilmez gibi susuyorlardı". Garip bir durumdur. Nihayet bir "cesur adam" çıkar. Bu Musa
Kazım Bey'dir. Öğretmenlikten vazgeçerse, Ziraat Bankası Neşriyat Müdürlüğünde
vazife bulmayı vaat eder. "Dört
buçuk liralık yevmiye" ile bu göreve başlamak için uğraşırken, nihayet
Millî Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Bey’den randevu alındığı haberi gelir. Talim
Terbiye Reisi Mehmet Emin Bey de bakanın yanındadır. "Kavga eder gibi görüşürler". Sonuçta bakan, bir yere
tayini konusunda Mehmet Emin Bey'e emir verir, vekâleten Yüksek Öğretim Şube
Müdürlüğü'ne atanır. Fakat mevkii yüksek de olsa böylesine bir görev Namdar'ı
sıkmaktadır. Her fırsatta, Ortaöğretim Müdürü ile yeni müsteşara çıkarak tekrar
öğretmenliğe tayin edilmesini talep eder. Ve "her defasında da atlatılır". Nihayet doğrudan Bakan'a
çıkar. "O, atlatmaz". Ama
muallimliği, şube müdürlüğüne tercih edişine şaşar. Öğretmenliğe tayini
yapılacaktır. Ama bakan, son defa olarak kulağını büker: "Hükümetin siyasetini anladın ya, bir daha etliye sütlüye
karışmayacaksın!" der. Namdar bakanın bu sözle "ne dernek istediğini anlamadığını yalnız bir suçlu gibi başını
eğdiğini" söyler.
Namdar Rahmi'nin bundan sonra "vatanda
gurbeti" başlamıştır. Konya'dan alınarak önce Afyon'a, sonra da
Bursa'ya tayin edilir. 1929'dan, 1942'ye kadar Bursa'dadır. Büyük bir bedbinlik
içindedir. Artık "kitap okumaktan
bile kaçar olmuştur". Fakat zamanla bu bedbinliği içinden atar.
Arkadaşlarıyla, son ilmi gelişme1eri takip için Bursa'da bir "İlmi Kulüp" kurarlar. Maksat
kimya ve biyolojinin yeni açtığı ufuklara dair bilgi edinmektir. Fakat Mustafa
Kemal'in, "dil devrimi
seferberliğini ilanı" üzerine kulüp; çabasını bu yöne hasreder.
Vilâyetin dört bir köşesinden gelen dil derlemelerini, haftada bir-iki gün
toplanarak tertip ve tasfiye ederler. Namdar, o dil çalışmaları ve sohbetleri
için şöyle der: "Bizim o dil sohbeti
yaptığımız toplantılarda zevk ve neşe, Niyagara gibi çağlar ve coşardı"
(Karatay, 1952b, 57-59). Namdar'ın
dil ile ilgisi bu kadarla kalmamıştır. 1932'de Dolmabahçe Sarayı'nda ve Mustafa
Kemal'in huzurunda, binlerce aydının katıldığı "Dil Kurultayı"nda bulunur. Reis, Samih Rıfat, kendisini
tanımaktadır. "Sen de bir şey söyler
misin?" diye konuşma teklif eder. Namdar, konuşur. Konuşması takdirle
karşılanır, tebrik edilir. Arkadaşları tarafından, saray bahçesinin uzak bir
köşesinde "hararetle" kutlanırken, saray hademelerinden biri, "Gazi Paşa'nın kendisini görmek
istediğini söyleyerek" alıp saraya götürülür. Fakat içeriye
girdiklerinde Mustafa Kemal yoktur. Maarif Vekili Dr. Reşit Galip, heyecanla: "Neredesin kardeşim? Paşa seni bekledi,
bekledi, gelmeyince beni vekil bıraktı gitti. Çok müteheyyiç olmuş, gözlerinden
öptüğünü söyledi. Kendi payıma ben de çok heyecan duydum. Artık seni
bırakmayacak, senden çok istifade edeceğiz" der. Çıkışında, kendisini
bekleyen Talim Terbiye Reisi, birkaç yıl önceki "tard ve ihraç" kararını, "ayn-ı isabet, mahz-ı keramet" diye alkışlayan kişi
değilmiş gibi, "heyecanla takdir ve
tebrik eder" (Karatay, 1954, 13).
Artık Namdar'a ikbal yollarının açılması beklenmektedir. Fakat öyle
olmaz: "Her ne hal ise o kadar
takdir, tebrik, heyecan orada kalır. Ertesi yılki kurultayda, bir mücrim gibi
takip edilerek kurultaya alınmaz ve bu takip 1942'ye kadar sürer".
Anlaşılması güç bir durumdur. Namdar bu durumun
sebebini şöyle açıklar: "Sonra
birçok hadiseler öğretti ki, benim o dost, kardeş, arkadaş diye candan
bağlandığım kimseler, yalancı, müfteri, riyakâr birer jurnalcı imişler...".
Aleyhinde söylenebilinenler nelerdi, bugün bilemiyoruz. Fakat şu kadarı
belirtilebilir ki Namdar, doğuyu da batıyı da çok iyi tanıyıp, kavramış,
devrinde aranılan hemen hemen bütün özellikleri üzerinde taşıyan "inkılâpçı" bir öğretmendir.
Bu özellikleri ile dışlanışı onu dertlendirmiş, hayal kırıklığına uğratmıştır.
O ruh halinin tesiriyledir ki, 1933 baharının Bursa'sında arkadaşlarıyla
gittiği bir sinemanın matinesinde karşıdan Emir Sultan'ın servilerini görürken
aklına gelen bir beyiti sigara paketinin arkasına yazıverir: "Selvi gibi ümitler döndü birer iğdeye,
/ Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Niğde'ye". Şiirin devamı ise
şöyledir:
''Bilmem
ki ne olmaktı senin gayen, maksadın?
Fare
gibi kitaplar arasında yaşadın,
Ne
dans ettin, eğlendin, ne de sevdin kız, kadın
Kim dedi hey serseri gençliğine kıy diye?
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Niğde'ye!
Gönül
ne çalgı ister, ne eğlence, ne de dans,
Ne
güzel kadınların önlerinde reverans,
Kapandıkça
kapandı bunca yıldır kahpe şans,
İhtiyarlık gölgesi perde çekti dîdeye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği
Niğde'ye!
Fırsatı
iyi kolla, olma sakın dangalak,
Genç
iken vur partiyi, durma ye, keyfine bak,
Sonra
iç şampanyalar, viskiler, bardak bardak,
Dokunuyor üç kadeh şimdi bizim mideye,
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye!
Hasan'ın
böreğine vaktinde yetişmeli,
Hiç
durmadan gövdeye atıştırıp, şişmeli,
Yanıp
da kavrulmadan mükemmelen pişmeli,
Sonra seni almazlar hiç bir
yere çiğ diye
Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini
Niğde'ye!
Bursa-1933"
(Karatay, 1954,
17-18).
Namdar'ın bu şiirini, bir arkadaşı çoğaltarak Akbaba'ya gönderir. Ertesi gün, elden ele bir "yıldırım hızı ile" yayılmıştır. Namdar, bundan sonrasını
şöyle anlatır: "Meğer milletin bir
yarasına dokunmuşuz, Bu mizahi yazı az zamanda bütün Türkiye'ye yayıldı ve bana
yeni bir stil verdi. Her yerde bu vadide manzumeler yazılıyor benimkine
nazireler yapılıyordu". Hatta bu "nazire"lerden
"salla başını, al maaşını"
yüzünden Namdar'ın başı derde girer. Kendisinin olmayan bu şiirden dolayı
karakollarda dolaşır, polis evini arar (Karatay, 1954, 14).
Bundan sonra Namdar, otantik destan şairidir. Öğrencilerinin tabiriyle
o, "mürailer, açıkgözler, halkın
sırtından geçinen, başkalarını basamak yapıp koltuklara tırmananlar, kısacası,
her devirde ve her toplulukta rastlanan dalkavuk tipleri" ele alarak, "bu yurdun çocuklarını basamak yaparak
yukarılara tırmanan şakşakçı, tuzakçı ve tavcıların yüzüne ayna"
tutmaktadır.
Bursa günlerini, dile getiren Poker Destanı, siyasi göndermeleri ile de
ünlüdür:
Bir
lokma, bir hırkaya hu! diyen derviş gibi,
Ara
sıra destanlar yazarım bir iş gibi,
Bu âleme maksatsız seyr için gelmiş gibi,
Harcadım hayatımı beş paralık fiş gibi.
Bu hayat pokerinde bize ancak pas düştü,
Elime per gelmedi, ellere ful-as düştü,
Şimdi
artık mahvolan ömrüm için yas düştü,
Yoksulluk,
kimsesizlik çöktü kara kış gibi,
Harcadım
hayatımı beş paralık fiş gibi.
Bu
oyunda ben neyim? tam mahvolmuş bir adam,
Kiminde kare-vale, kiminde var kare-dam,
Bir blöfle rest dedim, yıkıldı başıma dam,
Umutlarım önümde devrildi kiriş gibi,
Harcadım hayatımı beş paralık fiş gibi.
Ne
kazançlar ummuştum girerken bu oyuna,
Üstün
eller vurdular, hiç durmadan boyuna,
Şimdi
tamam benzedim kurbanlık bir koyuna,
Herkes
tapınıyorken kendine fetiş gibi,
Harcadım
hayatımı beş paralık fiş gibi.
Hep zarara uğradım, oynadımsa kaç seans,
Ben pot dedim, başkası yaptı beş misli rölâns,
Kör olsun, uğramadı bir kerecik kahpe şans,
Bütün meziyetlerim battı bana şiş gibi,
Harcadım hayatımı beş paralık fiş gibi.
Saadet
uma uma geçti ömrün yarısı,
Bilmem niçin düşmüyor başımıza darısı,
Balarısı olmadım, oldum eşek arısı,
Herkes çalım satarken canlı bir afiş gibi,
Ben kendimi harcadım, beş paralık fiş gibi... Bursa–1935”.
Bilmem niçin düşmüyor başımıza darısı,
Balarısı olmadım, oldum eşek arısı,
Herkes çalım satarken canlı bir afiş gibi,
Ben kendimi harcadım, beş paralık fiş gibi... Bursa–1935”.
Her defasında sosyal bir yaraya parmak basan Namdar’ın şiirleri toplum
tarafından tutulmuştur. M. İlhan, Hıfzı
Topuz'un, 1940'lı yıllarda, Şişli Halkevi'nde,
Namdar’ın kendisinden dinlerken not aldığını belirttiği iki kıtalık şiirinin
bir kısmı şöyledir:
“Akla
bak, cazibe kanununu bulmak
Newton zannediyor en yüce şeymiş
Sevebilseydi güzel bir kızı ahmak
O da anlardı hemen cazibe neymiş” (İlhan, 2009).
Newton zannediyor en yüce şeymiş
Sevebilseydi güzel bir kızı ahmak
O da anlardı hemen cazibe neymiş” (İlhan, 2009).
Namdar'ın, Geçti Bor'un Pazarı
adlı eseri, bu doğrultuda yazılmış şiirlerinin bir kısmının toplanması ile
meydana gelmiştir. Namdar, yergileriyle, hicivde Şair
Eşref ve Neyzen Tevfik'ten geri kalmayan bir şair olduğunu ortaya koymuştur.
Tek parti döneminin katı kontrolü, sansürcü yapısına rağmen sanatın diline
pranga vurmanın güçlüğü açıktır.
Namdar, 1939'da Bursa'da Öğretmen Süeda Hanım'la evlenir. Bu evlilikten
Ali Başak adlı bir oğlu ile Yeşim adında bir kızı olur. 1942'de Gazi Terbiye
Enstitüsü'ne tayin edilerek Ankara'ya gelir. Fakat Ankara ona yaramaz. Damar
sertliği, nefes darlığı, baş dönmesi, umumi takatsizlik baş gösterir. Ankara ve
İstanbul hastahanelerinde tedavi görür. 1947'de İstanbul Çapa Kız Enstitüsü'ne
tayin edilir. 1948 Kasım'ında sol tarafına felç gelir. Tedavi görüp evine
döndüğü sıra ikinci bir inmenin daha gelmesi üzerine iki yıl raporlu kalır.
Sonra Fatih'teki Millet Kütüphanesi'ne hafif hizmete verilir. Artık emeklilik
beklemekte, gecikmesine de sinirlenmektedir. Nihayet 1952 başlarında emekliye
ayrılır. Harem İskelesindeki evine çekilir. 1953 Haziran'ında ailesi ile
birlikte İzmir'e gider. Oraya yerleşmek istemektedir. Fakat İzmir'de 26 Ağustos
1953 günü sabahı 57 yaşında iken vefat eder (Karatay, 1954, 14-15).
Netice itibariyle Namdar, çok eser vermiş birisi olarak
edebiyatçılarımızın; yoğun felsefi çalışmalarından dolayı felsefecilerimizin
üzerinde duracağı birisidir. Yaşadığı devrin hâkim güçlerine yakın siyasi
çizgisine rağmen kendine has bir duruş ortaya koyabilmiş bir şahsiyettir.
Eğitimciliği yanında onun halk kitlelerine inen asıl yönü gördüğü yanlışları
ince ince eleştiren hicivleridir. Bu konuda özellikle edebiyatçılarımızın yeni
çalışmalar yapmaları faydalı olacaktır.
KAYNAKÇA
Erdoğan, Abdülkadir
1941, Fatih Mehmet Devrinde İstanbul'da Bir Türk Mütefekkiri Şeyh Vefa, İstanbul.
Arabacı, Caner,
1991, Millî Mücadele Dönemi Konya
Öğretmenleri, Konya.
, 2007 “Bir Partizan
Gazetecilik Örneği: ‘Konya Osmanlı Gazetesi” , İletişim ve Ötesi, (ed. B. Arık-M. Şeker), Tablet Yayınları, s.
235-258, Konya.
, Ayhan, B.-Demirsoy, A.-Aydın, H., 2009 Konya
Basın Tarihi, Konya.
Aydın, Hakan, 2008, “İttihat ve Terakki Mekteplerinin Yapısal
Özellikleri Üzerine Bir İnceleme”, (S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Doktora Tezi), Konya.
(Baştak), Naci Fikret, “Konya Hayat-ı Matbuatına Bir Nazar: Yeni Fikir
Mecmuası”, Babalık, 30 Eylül
1926, s. 220.
(Ergun), Saadettin Nüzhet-Mehmet Ferit (UĞUR), 1926, Konya Vilayet i
Halkıyat ve Harsiyatı, Konya.
Evren, Afif, 1944, Konya İçin,
Konya.
Irmak, Sadi, 1978, Atatürk'ten Anılar, Ankara.
Karatay, Namdar
Rahmi, 1932, Felsefî Meslekler Vokabüleri,
Afyon.
, 1945, Yazma
Dersleri, İstanbul.
, 1952a, Paris
Mektupları, İstanbul.
, 1952b, Kitaplarımın
Hikâyesi, İstanbul.
, 1954, Geçti
Bor'un Pazarı, Ankara.
, "Bir Oluşun Hikâyesi", Gerçek Yolu, S.
1/8. (Şubat-1943), Ankara.
KOMİSYON, 1973, Konya
1973 İl Yıllığı, Konya.
ÖNDER, Mehmet, 1949, Konya Matbuatı Tarihi, Konya.
SÜSLÜ, Memduh Yavuz, 1937, Ermenekli Şair Hasan
Rüştü, Konya.
ÜLKÜLÜ, Orhan, “Namdar Rahmi Karatay ile Bir Anı”, Güncel Gastroenteroloji, 14/4, 213–216, Aralık 2010, http://guncel.tgv.org.tr/journal/35/pdf/375.pdf.
Ekekon, 14 Mart 1935, s. 1 - 1 Mayıs 1950, s. 3143.
İbrahim
Hakkı Konyalı Anadolu Selçuklularına kadar uzanan köklü bir ailedendir.
Dedeleri, “Selçuklu akıncılarının
baytar-nalbandı” olduğu için aileye “Nalbandzâdeler”
denilirdi. Konyalı’dan önce, “Atis”
soyadını almıştır.
Konyalı’nın yazı hayatı, aldığı eğitimle
doğrudan ilişkilidir. Islah-ı Medaris-i İslâmiye’de daha okurken yazı
tecrübelerini edinir. İlk yazısı, Meşrik-ı
İrfan’da çıkan, Kus İbn Saide’nin Ukaz Panayırı’nda söylediği Kâbe’ye
asılmış nutkunun çevirisidir. O bir yandan da evlerinin yakınındaki Akıncılar
Mescidi'nde Akşam ve Yatsı namazlarında imamlık yapar. Medrese eğitiminden
sonra demiryolcu olmuştur. Bilgi toplama ve ufkunun açılmasında,
demiryolculuğunun rolü vardır. I. Dünya Harbi sırasında İzmir'deki Amerikan Şimendifer Mektebi'nde okur. Batum Ruslardan
alınınca, orada İstasyon Şefliği yapar. I. Dünya Harbi'nden sonra gazeteciliğe
başlar. Konya'da Hak Yolu mecmuasını çıkarır, İntibah
gazetesinde yazar. Konya Sanayi Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği,
bir ara İstanbul Meşihat Dairesi'nde Ders Vekâleti Hulefalığı yapar. Emniyet
Teşkilatı'nın İstanbul 4. Şube'sinde çalışır. İstiklâl Harbi yıllarında,
yeniden demiryolculuğa döner. Merkezi Konya'da bulunan
Demiryolları Teftiş Dairesi'nde müfettişlik yapar. Hayatını anlatanlar, genelde
Cumhuriyet başları ile 1931’e kadarki kısmı ele almazlar. 1926 ile 1931 yılları
arasında Konyalı, hayatının genel çizgisinin çok dışında olarak “müskiratçılık” işi ile uğraşır. Kardeşi
Nalbantzade Mehmet, Babalık gazetesi sahibi Yusuf Mazhar'la birlikte "Yeni Halk Müskirat Fabrikası"nı
kurup Konya Ticaret ve Sanayi Odası'na kaydettirerek çalıştırır.
Konyalı, 1931’den sonra, en başarılı olduğu
alan olan, gazetecilik ve tarihî araştırmalarına döner. İstanbul’da
gazetecidir. Hatta Refet Bele’ye, İstanbul'a geldiğinde; Tercüman-ı Hakikat gazetesinin
hazırlattığı altınlı kılıcı, “en genç
muharrir” olarak Konyalı sunar. İleri,
Son Posta, Tan, Ekekon, Vatan, Yeni Sabah, Hergün, Bugün, Yeni İstanbul, Yeni İstiklal, Yeni Asya
başta olmak üzere, “İstanbul ve İzmir'de
çıkan bütün büyük gazete ve mecmualarda tarihî yazılar” yazar. Tarih Hazinesi, Tarih Dünyası, 7 Gün, Tarih Konuşuyor, Türk Folklor
Araştırmaları, Vakıflar Dergisi, Vakıflar Bülteni ve Türk Yurdu mecmualarında yazar, bazılarını bizzat o yayınlar. “Gazetelerde dinî tefrika neşretmenin bile
yasak” olduğu devirlerde kalem oynatmak zordur. Onun için ilk önceleri, Afrodit Hakkında Tarihî Tedkikler, Harunü’r-Reşit Tarihin En Büyük Aşkı En
Büyük Faciası gibi, ilgi uyandıran hikâyeci yönüyle tarihi ele alan
kitaplar yayınlar. Bu arada, tahrip edilen, yıkılan, satılan tarihî eser ve
belgelere sahip çıkar. 1931 Haziranı'nda “okkası
3 kuruş 10 paraya” Bulgarlara satılan paha biçilmez arşiv belgeleri;
Kumkapı'dan denize dökülenler bunlardandır. Olaydan haberdar olunca, ilgilileri
ikaz eder. Bunun üzerine, Devlet Arşivi tamamen yok olmaktan onun sayesinde
kurtulur. Sonra Başbakanlık Osmanlı
Arşivi'ni kurmaya çalışır. Topkapı Sarayı'ndaki yağmaya-Amerika'ya gönderilen
tarihî hazineler- yayın yoluyla engel olur. Piri Reis'in haritasını,
Karacaahmet'de şair Nedim'in kabir yerini o bulur. Askerî Müze ve Mehter'in kurulmasında etkili çalışmalar yapar.
Müzedeki silahların bir kısmı, bodrumda sular altındadır. Çürümeye başlayan
kılıçlar, miğferler, Marmara Denizi'ne dökülmüştür. Bunların arasında Orhan
Gazi'nin miğferi, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferinde getirdiği Firavun'un,
Selahattin Eyyub'un kılıçları vardır. Bir sabah bakar ki, orada evraklar da
balyalanmıştır. İzmit Kâğıt Fabrikası'na gönderileceğini öğrenince ilgililere
koşarak, giden evrakların bir kısmını geri getirtir. Tahribat korkunçtur. Tekke
ve türbelerin kapatılıp kapılarına kilit vurulması üzerine buralardaki binlerce
yazma Kur'an ve diğer yazma eserler yok olmaktadır. Kapatılan Türk Yazı
Sanatları Müzesi ile Vakıf Sanat Eserleri Müzesi'ni kurar. Vakıflar Genel
Müdürlüğü'nde uzmanlık yapar. Son işlerinden birisi, bir ömür topladığı yazma,
basma kitaplar ve arşivini vakfedip III. Selim Kasrı'nda İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphane ve Arşivi’nin kurulmasını sağlamak olmuştur.
Uzun ömrünün büyük ekseriyetini, ilim ve irfanın hizmetine veren Konyalı’nın,
son yolculuğu da aynı doğrultudadır. Akşehir
Tarihi'nin ikinci baskısı için gittiği Akşehir'de, Belediye Başkanı odasında 1984’te vefat eder.
Konyalı
Kitaplarının Hikâyesi: Konyalı’nın ömrü, yazı hayatıdır, denilebilir. Eserlerinin
çoğu, 1940 yılından sonra gün yüzüne çıkmıştır. Toplam eser sayısının 100'ü
aştığı iddia edilir. Çünkü medresede okuduğu yıllarda, bir çeviriyi
yayınlayarak atıldığı yazı hayatında, vefatına kadar elinden kalem düşmemiştir.
Yazdığı gazeteler, yirmi civarındadır. Bazılarını bizzat kendisinin çıkardığı,
makale yazdığı dergi miktarı da gazete sayısına yakındır. Yazılarını, sadece
ilk soyadı Atis veya sonradan soyadı olarak kullandığı Konyalı ile değil, 13
ayrı müstear adı da kullanarak yayınlamıştır. Müstear adları: Amber Reisoğlu,
Ayhan Atis, İ. Atis, İbrahim Atis, Mediha Atis, Ayhan Nalbantoğlu, Nalbantzade
İbrahim Hakkı, İbrahim Hakkı, Derviş Karamanoğlu, Hakkı Arayan, Ömer Ataoğlu,
İbrahim Cimcoz ve Vakanüvis gibi isimlerdir. Bunların içinde aile fertlerinin
adları, sülale lâkabı ile de oluşturduğu karma müstearlar bulunmaktadır.
Yayın çeşitliliğine eklenen müstear bolluğu,
yazı ve makalelerinin tespiti için uzun soluklu, özel bir araştırmayı gerekli
kılmaktadır. Hakkında yazılan hiçbir çalışmada bu yüzden, tam bir yayın listesi
maalesef verilebilmiş değildir. Onun için Konyalı’nın kaç kitabının olduğu, ne
kadar makale yazdığı konusunda karar vermek, ancak takma adlarıyla yazdıklarını
da kapsayan tam bir araştırmadan sonra mümkün olabilecektir. 1975’te basılan Aksaray Tarihi III’nin sonunda Âbideleri ve Kitabeleri ile Üsküdar Tarihi’ni
tanıtırken şöyle denmektedir: “Eser,
İbrahim Hakkı Konyalı’nın 41 inci kitabı olacaktır. Baskısına başlanmıştır.”. Artık
gözlerinin katarakt, yaşının 79 olduğunu özellikle vurguladığı demlerdedir. Bu
rakamı verdikten sonra da eser vermeye devam edecektir. Önceden hazırlığını
bitirdiği, basılmamış eserleri bastırılacak, tekrar baskılar yapılacak,
kendisiyle söyleşiler yapılıp, bazı makaleleri yayınlanacaktır. Onun için kitap
sayısındaki belirsizliğe rağmen, basılmamış olanlar dâhil edilse bile yüzlü
rakamların anılması doğru gözükmemektedir. Makalelerinin tespiti ayrı müstakil
bir araştırmayı gerektirmektedir.
Uzun, verimli bir ömre, onlarca kitap ve
yüzlerce makaleyi sığdıran Konyalı’nın, her kitabının, kendine has hikâyeleri
bulunmaktadır. 1943’te, Mimar Sinan’ın
İstanbul’daki Eserleri adlı kitabını tamamlamıştır. Yalnız kitap, Sinan’ın
İstanbul’daki bütün eserlerinin tablo halinde büyütülmüş fotoğraflarını,
vakfiyelerini, arşiv vesikalarını ve bunları inceleyen yazılarını
kapsamaktadır. “Hamalla taşınacak kadar
ağır” iki muazzam albüm halinde ciltlenmiştir. Kitap, 1943’te TBMM’nde,
Yahya Kemal Beyatlı’nın da içlerinde bulunduğu milletvekilleri, sanat ve ilim
adamları tarafından görülüp takdir edilir. Konyalı bu eseri, basılmak üzere
Falih Rıfkı Atay’ın Ulus Matbaasındaki yazıhanesinin kütüphanesine emanet
olarak bırakıp İstanbul’a döner. Fakat sonra öğrenir ki, kitap çalınmıştır.
Kanaati şudur: “Hırsız bunu neşretmek için
benim Hakk’ın rahmetine kavuşmamı bekliyor. Bir kopyasını İstanbul Belediye
Kütüphanesi’ne verdim. Tanrı imkân ve fırsat verirse neşredeceğim.” Yalnız,
kitabını aşıranlara, hırsızlıktan sonra kırk bir yıl yaşayarak, yayın fırsatını
vermez. Üstelik 1948’de çıkan Mimar Koca
Sinan Vakfiyeleri-Hayır Eserleri-Hayatı-Padişaha Vekâleti-Azadlık Kâğıdı-Alım,
Satım Hüccetleri kitabı arkasında, yayınlanacağını haber verir.
Konyalı’nın kitaplarını, hep yayınevleri
yayınlamamıştır. Bazen yayıncı şahıs isimleri öne çıkmıştır. Mimar Koca Sinan kitabını, Nihat
Topçubaşı yayınlar. Mimar Âzatlı Sinan
adlı kitabının ise, “Yakında Vanlı Sadi
Özer tarafından” neşredileceğini ilân etmiştir. Fakat aynı kitap
yayınlandığında kapağında, “İstanbul
Fetih Derneği neşriyatı: No.4” kaydı bulunmaktadır. Yalnız kitabın sonuna
şu notu düşmüştür: “İstanbul Fethi
Derneği tarafından ihtisar maksadile kitabın iki yerinden 25 sahife kadar
çıkarılmıştır”. Demek ki Konyalı’nın kitabını basan, üstelik fetihle ilgili
dernek, yazarın eserine kısaltma maksadı ile müdahale etmiştir.
Memnuniyetsizliğini göstermek için olmalı Konyalı, bu kitabına ön söz, teşekkür
vb. yazı koymadığı gibi doğrudan eseri, “Mimar
Azadlı Sinan’ın Vakfiyeleri” başlığı ile okuyucunun karşısına çıkarmıştır.
Konyalı, arşiv belgeleri, Büyük Ayasofya’nın
minareleri gibi, Fatih’in mimarı Azadlı Sinan’ın mezar taşına da sahip
çıkmıştır. Hakkında kitap yazdığı sırada, Azadlı Sinan’ın asırların
eskitemediği mezar taşlarından, baş taşı devrilmiş, yukarı tarafı kırılmış
vaziyettedir. Kumrulu Mescid’i anlattığı kısımda dipnota şu satırları kaydeder:
“Kitabımız matbaaya verilirken taşın
tamir edilmesini Topkapı Sarayı Müzesi’nin müdürü muhterem bilgin Halûk
Şehsuvaroğlu’ndan rica etmiştim. Bir memurunu göndererek tamir ettirmiştir. Kendisine
açıkça teşekkürü bir borç bilirim.”
Kitaplarını Nasıl Yazıyordu: Konyalı’nın bir eseri ele
alındığında, onun, kitabını nasıl hazırladığı açıkça fark edilebilir. Âbideleri ve Kitabeleri ile Karaman Tarihi
Ermenek ve Mut Âbideleri, 800 sayfalık hacmi ile iri yayınlarındandır. Ama
kitabın daha ön sözünde Karamanoğulları tarihi ile ilgili ikinci bir cildin
yayınlanacağını ve burada o konuya yer veremediğini belirtir. Bu geniş hacimli
kitabın nasıl hazırlandığını, başlıklardan takip emek mümkündür: “İbn-i Bibi’ye göre Karamanlılar 11,
Mesalikü’l-Ebsar’a göre Karaman ve Karamanoğulları 12, İbn-i Batuta’ya Göre
Lârende 16, Avnî’ye Göre Karaman ve Karaman Olayları 19, Nüzhetü’l-Kulub’da
Karaman 23, Ebi’l-Fida’ya Göre Karamanlılar 24, Âşık Çelebi’ye Göre Karaman 25,
Evliya Çelebi’ye Göre Karaman ve Karaman Âbideleri 26, Kâtip Çelebi’ye Göre
Karaman 31, Nehcetü’l-Menazil’de Konya 33, Konya Salnamelerinde Karaman 34,
Lûgati’l-Tarihiyye ve Coğrafiye Müellifine Göre Karaman 35, Kamusu’l-Âlam’da
Karaman 36, Şemseddin Sami Bey’e Göre Karaman İli 39, İslâm Ansiklopedisi’nde
Lârende-Karaman 40, İslâm Ansiklopedisinde Karamanlılar 43”. Bundan sonra
Karaman’da bastırılan paralar, Feridun
Bey Münşeatı’nda Karamanoğulları ile ilgili mektuplar, vakfiyeler,
mahalleler, cami-mescitler, kaleler, âbideler, imaretler, medreseler, türbeler,
tekke ve hânkahlar, kilise ve manastırlar, darülhadisler, darülhuffazlar,
muallimhaneler, evler, bedesten ve çarşılar, kabristanlar, kuyu ve musluklar
gibi çeşitli yer ve konuları alarak, incelediği şehir ile ilgili görülmesi
gereken yerleri görüp, bilgi ve dokümanları bir eserde toplayarak adeta gelecek
için araştırmacılara malzeme sunmaktadır. Yalnız, araştırmalarında aynen
tekrarcı değildir. İyi bir kitabe okuyucusu olduğu için, yapılan yanlışları
görür. Tarihî dokuya verilen zararları tespit edip tarihe not düşer. Karaman’da
tamir bahanesiyle Hatuniye Medresesi’nin sökülüp atılan kitabelerini bulup
önünde fotoğraf çektirerek, tarih tahripçiliğini belgeler. Şahıs ve yer adları
dizinlerini vererek eserini tamamlar. Eser içinde çokça fotoğraf, belge, çizim
kullanmayı ihmal etmediği için eserin görsel malzemesi, anlatılanlara destek
verir.
Kendisi, toplam üç cilt ve 3312 sayfalık hacme
sahip Aksaray Tarihi’ni 24 yılda
nasıl hazırladığını şöyle anlatır: “Aksaray
Belediyesi beni (Âbideleri ve Kitabeleri ile Aksaray Tarihi) yazmaya davet
etti. Aksaray’ın bütün bucaklarını, köylerini, dağlarını, bayırlarını,
harabelerini, inlerini, mağara mabetlerini, medfenlerini, tırhazlı kalelerini
yerlerinde inceledim. Çeşitli dillerde yazılmış kitabeleri, bu arada şimdi yok
olan eski Siyek Köyü’nün üstündeki kayalara oyulmuş bir Hitit kitabesini
bulduk. Aksaray Belediyesi benden maddî ve manevî hiçbir yardımını esirgemedi.”
Bu arada, Konyalı’ya, yöreyi iyi tanıyan Aksaray eski milletvekili Taşpınarlı
Oğuz Demir Tüzün, gezilerinde arkadaşlık eder. Yine eski milletvekillerden Ali
Gürün, Aksaraylı Prof. Faruk Zeki Perek, Mehmet Hamzakadı, arşivlerinde,
kütüphanelerinde Aksaray’la ilgili, yayınlanmamış “bütün orijinal belgelerini”
verirler. Perek, öğretmen Y. Özdiril başka dillerden çeviriler yapıverir.
Aksaray ve Ortaköy’ün “tarihsever kişileri”, yardımlarını esirgemezler. Aksaray
Tarihi’nin üçüncü cildi; Nicole ve Michel Thierry’nin Kappadokia’da Yeni
Bulunan Kaya Kiliseleri kitabının, Perek tarafından yazılan “Eser ve Değeri”
başlıklı sunuş yazısı ile başlar (III/2748) ve bir kitaplık hacimden sonra
biter (III/2927). Uzun alıntıda, eser adını, yazarını, çevireni verir. Bu durum
dokümanter çalışma anlayışının tipik bir örneğidir. Ama bir trafik felâketine
uğrar. Kolu üç yerden, başı tamamen kırılır. Ardından enfarktüs geçirir.
Aylarca hastanelerde yatar. Konyalı bu durumu şöyle değerlendirir: “Geçirdiğim
felâket ve hastalık, Aksaray’ın gelecek kuşaklarının tarihçilerine bunları
tamamlama ve düzeltme zevkini tattırma imkânını hazırlamıştır.”
Yalnız 1975’te kitabın üçüncü cildi sonunda
(3294-3309) uzun düzeltme cetvelini takdim ederken, 25 yılda hazırladığını
belirttiği kitabın hazırlanış şekli ile ilgili ayrıntıyı verir: “Ben, kitabımın müsveddelerini eski
harflerimizle yazmıştım. Başka başka kişiler tarafından yeni harflere
çevrilerek daktilo edilmiştir. Kültürlü daktilo ve tashihçi bulmak, horoz
yumurtası bulmak kadar muhaldir.. Kitap basılmaya başlandığı zaman sıhhatim ve
gözüm iyi idi. Uzayınca bir gözümü katarakt bürüdü. Sonra öbürüne geçti. Bu
yüzden tertip yanlışlıkları olduğu gibi imlâ birliği de istediğim gibi
sağlanamamıştır.”
Konyalı, Aksaray
Tarihi’nde de tarih tahripçilerinin, yıkım çalışmaları hakkında bilgiler
verir. Bir döneme egemen olan, kendi tarihimize ait eserleri yıkma konusundaki
azgınlık, sadece İstanbul, Konya’da kalmamış, Aksaray’a da uzanmıştır.
Üzerinden asırlar geçmiş, nice umurlar, felâketler görmüş ve güçlüklere
dayanmış ata yadigârı eserler, nedense 1920’li yıllardan itibaren yıktırılır.
Abidelere vurulan kazmalar; aslında, Anadolu’nun Türk vatanı olduğunu cihana
haykıran mühürlere vurulmaktadır. Kazmalar, sadece eserleri değil tarih
bilincini, kimliği, millî direnci kırmaktadır. Şerafettin bin Osman’ın Konya
merkezindeki türbesini, şaheser olan Nizamiye Medresesi’ni yıkan eller,
tahripte sınır tanımamaktadır.
Hâdi Arıbaş adında bir Aksaray belediye
başkanı, 1929’da Selçuklu türbelerini, “maili
inhidam” uydurma teşhisi ile “kör
kazmaya havale ederek yıktırmış ve tuğlalarını belediyenin muhtelif inşaatında
ve un fabrikasın yapımında kullanmıştır.”
Konyalı, intihal, aşırma, kopya vb. konularda
da titizlenen bir araştırmacıdır. Sadece Konya
Tarihi’nde, teslim ettiği kitabı yayınlanmayı beklerken ondan kaynak
göstermeden faydalandığını düşündüğü bir yazarı, kırk dört ayrı yerde yerer. “Kopyacı” vb. suçlamalarla, çoğunda isim
ve eser adı vererek özellikle kitabe okuma konusundaki yanlışlıkları gözler
önüne serer (M. Önder’in, Mevlâna Şehri
Konya ve Tarihi Turistik Rehberi).
Konyalı’nın Yayımlanmış Eserleri: Basılan eserlerinden tespit
edilebilenler şunlardır:
Topkapı
Sarayı’nda Deri Üzerine Yapılmış Eski Haritalar1936, Bu eserini, ilgilendiği için M. Kemâl'e
armağan etmiştir.
İstanbul
Âbideleri, İstanbul, 1940.
Afrodit
Hakkında Tarihî Tedkikler, İstanbul, 1940.
Harunü’r-Reşit
Tarihin En Büyük Aşkı En Büyük Faciası, İstanbul, 1941. “Tarihî Şaheserler Serisi” adı altında,
Münif Fehim’in renkli tabloları (3 tablo), fotoğraflarla beslenen eser, hikâye
tadında toplam 32 sayfalık bir yayındır. Harun Reşit’in, kız kardeşi ile aşkı
bahane ederek Türk kökenli Bermekoğlu ailesini devlet yönetiminden nasıl kanlı
bir operasyonla temizlediğini anlatmaktadır.
İstanbul
Âbidelerinden İstanbul Sarayları Atmeydanı Sarayı-Pertev Paşa Sarayı-Çinili
Köşk, İstanbul, 1942.
Ankara'da
Karacabey Mamuresi.
Karaman'daki
Yunus Emre, İstanbul, 1942.
Aksaray
Ulu Cami, İstanbul.
Karacabey
Mamuresi, Vakfiyesi, Tarihi ve Diğer Eserleri, İstanbul, 1943.
Nasreddin
Hoca'nın Şehri Akşehir, İstanbul 1945.
Alanya:
Alaiye, İstanbul, 1946.
Eski ve İslâmî
Paralar, İstanbul, 1946.
Takiyüddin Ahmed Makrîzî’den tercüme. Bu
kitabın yazma bir nüshası, Tercemetü’l-Kitabu’n-Nukudi’l-Kadimeti’l-İslâmiyye
Li’l-Makrizî adlı yazma-rik’a, 21x34, İ. H. Konyalı Kitapları 659’da
bulunmaktadır (Özdamar, 1997, 213).
Osmanlı
Sultanları Tarihi, Karamanlı Nişancı Mehmet Paşa’nın Tevârihu’s-Selâtîni’l-Osmâniyye adlı Arapça eserinin tercümesidir
(Osmanlı Tarihleri içinde, s. 323-369, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1947).
Mimar
Koca Sinan Vakfiyeleri-Hayır Eserleri-Hayatı-Padişaha Vekâleti-Azadlık
Kâğıdı-Alım, Satım Hüccetleri, Nihat Topçubaşı yayını, İstanbul, 1948. 161
sayfalık kitapta, Mimar Sinan’ın kökeni, ailesi, kız ve oğulları başta olmak
üzere eserleri, vakıfları hakkında daha önce yapılmayan, belgelere dayalı bir
gerçekleştirir. Birçok fotoğraf, çizim ve belge klişesi ile beslenen eserin
sonunda basılacak kitaplarına ait beş kitaplık bir liste verilmiştir. Buna göre
kitaplar: -1.Mimar Azatlı Sinan,-
İstanbul’da Mimar Sinan’ın Eserleri,-Konya (Tarihî büyük kılavuz), - Aksaray
(Tarihî büyük kılavuz), - Divriği (Tarihî kılavuz)”dur. Bu beş kitaptan ilk
dördünün yayımlandığı tespit edilmiştir.
Mimar
Koca Sinan’ın Eserleri, İstanbul, 1950.
Fatih’in
Mimarlarından Azaldı Sinan (Sinan-ı Atîk) Vakfiyeleri, Eserleri, Hayatı, Mezarı,
İstanbul Fetih Derneği Neşriyatı, İstanbul, 1953. 110+XIII sayfa, çizim ve
fotoğraflarla beslenen eser, fetihten sonraki ilk İstanbul imarının hangi eller
tarafından nasıl yapıldığı hakkında bilgiler vermektedir. Vakıflar Arşivi başta
olmak üzere birçok kaynaktan faydalanılmıştır.
Söğüt’te
Ertuğrul Gazi Türbesi ve İhtifâli, İstanbul, 1959.
Âbideleri
ve Kitabeleriyle Erzurum Tarihi, İstanbul, 1960.
Aslı
Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Mesnevi, İstanbul, 1963.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, Konya, 1964.
Konya Belediyesi’nin isteği üzerine 1944’te
hazırlanmıştır. Belediye, bu eserin kâğıdını, bir kısım klişelerini yaptırdığı
halde ancak yirmi yıl sonra 1964’te basılabilmiştir. Konyalı, Karaman Eyaletinin
topyekün tarihini yazmak için hazırlanmıştır. “Eyalet tarihleri zincirinin ilk halkası”, Konya Tarihi olacaktır. Ama Alanya ve Akşehir kitapları daha önce
çıkmıştır. Yine de “Bir Konyalı’nın
hazırladığı bir Konya kitabının bir Konya matbaasında, tab tekniğinin bütün
inceliklerine uyularak basılması” onu çok sevindirir.
Türk
Askeri Müzesi, İstanbul, 1964.
Atatürk,
İstanbul, 1964.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Karaman Tarihi Ermenek
ve Mut Âbideleri, İstanbul, 1967. 800 sayfalık eser, zengin bir malzeme deposu
durumundadır.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Kilis Tarihi, İstanbul, 1968.
Bu kitabın baskıda olduğunu 1967’de Karaman
Tarihi’nin arkasında haber vermiştir.
Kanûnî
Sultan Süleyman’ın Anası Hafsa Sultan’ın Vakfiyesi ve Manisa’daki Hayır
Eserleri, Ankara (Özdamar, 1997, 130).
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Konya Ereğlisi Tarihi, İstanbul, 1970.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Şereflikoçhisar Tarihi, İstanbul, 1971.
Abideleri
ve Kitabeleriyle Manavgat Tarihi, 1973.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Niğde Aksaray Tarihi, I-III, İstanbul, 1974-1975.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Üsküdar Tarihi I-II, T. Yeşilay
Genel Merkezi yayını, İstanbul, 1976-1977.
Ankara
Camileri, Ankara, 1978.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Beyşehir Tarihi, Erzurum, 1991.
Yayımlanmamış Kitapları: Konyalı’nın yayımlanmamış kitapları içinde birisi
istinsah olmak üzere Osmanlıca el yazılı sekiz eseri de bulunmaktadır. Tespit edilebilen
basıma girmemiş eserleri şunlardır:
Türk
Sarayında İtalyan Prensesleri. (Konyalı,
Harunü’r-Reşit eserinin arka kapağı içinde “Tarihte Türkün Şanlı Zaferleri”
adı altında, doğu ve batıda yayınlanmayan, müze-arşiv belgelerine dayanarak
hazırlanan sekiz eserin adını vermektedir. Diğerleri, bu eseri takip eden
sıradakilerdir.
Akdeniz’de
Türkler.
İtalya’da
Türkler.
Almanya’da
Türkler.
Atlas
Okyanusu’nda Türkler.
Arnavutluk’ta
Türkler.
Tarihte
Türk Casusları.
Türkler
Kristof Kolomb’un Amerika Keşfinden Dönen Gemilerini ve Arkadaşlarını Nasıl
Esir Aldılar.
Divriği
(Tarihî kılavuz).
Hasanoğlan
Köyü Enstitüsü ve Tarihi. Bu eseri Milli Eğitim Bakanlığı adına
hazırlamıştır. 1944’te bitirdiği bir kitabında dipnot bilgisi olarak
belirttiğine göre, yine 1940’lı yıllarda yazılmış olmalıdır.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Ilgın Tarihi. Bu kitabının
baskıya hazır olduğunu kendisi belirtmektedir.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Kayseri Tarihi. Bu kitabının
baskıya hazır olduğunu 1964’te belirtmektedir.
Âbideleri
ve Kitabeleri ile Antalya Tarihi. Bu kitabının
baskıya hazır olduğunu 1964’te yazmıştır.
Topun
Tarihi. Bu eserinin basım hikâyesi hakkında bir kitabında şu dipnotu
düşmektedir: “Kitap merhum Cumhurbaşkanı
Gürsel tarafından büyük takdirle basılmak üzere gönderilmişti.”
Cumhurbaşkanının, topçu generallerin, uzmanların “büyük takdirlerini kazanan”, Millî Savunma Bakanlığı tarafından
neşredileceği ilân edilerek baskıya giden eser nedense piyasaya çıkamamıştır.
Kılıcın
Tarihi, İstanbul. 1956’da daktilo edilmişti.
Kılıcın
ve Başka Kesici Silâhların Tarihi. Konyalı bu kitabının da basılacağını
1967’de ilân etmiştir. Askeri Müze’deki 56 bin parça eserle, Topkapı
Sarayı’ndaki bütün silâhları inceleyerek hazırlamıştır. 1956’da daktilo
edilmiştir.
Askerî
Müzede Şaheserler.
Askerî
Müzedeki Yağlı Boya Tablolar.
Ok
ve Yayın Tarihi.
İstanbul
Kütüphanelerindeki Tarih Kitapları Kataloğu, İstanbul 1959. Daktilo metni.
Bu eserin bir de rik’a yazma nüshası, İ. H. Konyalı Kitapları no.342’da
bulunmaktadır.
Türk
Tophaneleri, daktilo metni.
Mimar
Sinan. II. Dünya Savaşı yıllarında üç cilt halinde hazırlamış ve
kaybolmuştur.
İstanbul
Anıtları (İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı’nda (no. B-33) kayıtlı
olduğu halde kaybolmuştur. Bu kaybolan ilk baskı dışındaki hazırlık olmalıdır.
Tarih
Sohbetleri, Yeni Asya gazetesi,
İstanbul, 1981.
Türk
Çadırları, Yeni Asya gazetesi,
İstanbul, 1981.
Mimar
Sinan’ın Vakfiyesi, Yeni Asya gazetesi, İstanbul, 1981.
Akçakoca,
Yeni Asya gazetesi, İstanbul 1981.
Asırlık
Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı Anlatıyor, Yeni Asya gazetesi, İstanbul, 1981.
Karaman
Vilâyetinin İç İl Livasının Ermenek, Karataş, Gülnar ve Mut Vakıfları Defteri,
İstanbul 1982. Daktilo metni, İ. H. Konyalı Kütüphanesi Arşivi’ndedir.
Hecâ
Sırasıyla İslâmî Paraların Basıldığı Yerler. Yazma-rik’a, 21x32, bez
ciltli, İ. H. Konyalı Kitapları, 667-669.
Keşfu’l-Humum-i
ve’l-Kereb fî Şerh-i Aleti’t-Tarab Hakkında Tedkikler. Yazma-rik’a, 20x32,
İ. H. Konyalı Kitapları 662.
Kitabü’l-Elfazi’l-Farisiyeti’l-Muarraba
Tercemesi. Yazma-rik’a, 20x32, İ. H. Konyalı Kitapları, 661.
Kitabu’l-İşarat
fî Marifeti’z-Ziyarat Hakkında Tetkikle. Yazma-rik’a, 24x30, İ. H. Konyalı Kitapları,
663.
Münşeat-ı
İbrahim Hakkı Konyalı, yazma-rik’a, 21x34, İ. H. Konyalı Kitapları 658.
Özbekiye
Kızı, Abdurrahman, (çev. İ. H. Konyalı). Yazma-rik’a, 170x225, 49 s. Bez
ciltli, İ. H. Konyalı kitapları, 530.
Zübdetü’t-Tevarih,
Makdisî, (istinsah: İbrahim Hakkı Konyalı). Yazma-rik’a, 20x32, İ. H. Konyalı kitapları,
665.
Makaleleri:
Tarih Tetkikleri, Yeni Sabah,
16 Temmuz 1929.
İbrahim Bey Vakfiyesi, Tan, 10 Mayıs 1937.
Konya Aksaray ve Amasya'da Türk
Mumyaları, Ekekon, 4-6 Birinci teşrin
1937.
Tarihte Konya Güherçile Kârhanesi, Ekekon, 5 Nisan 1938.
Takkeli Dağ Adını Nereden Aldı, Konya, S. 12, Ağustos 1938, s. 765-768.
Sille Adını Nereden Aldı? Ekekon, 3 Kanunu Sani 1938.
Tevarih-i Ali Selçuk, Konya, S. 28,29, 1,2 Kanun 1939, s.
1471-1474.
Kelâmi Ağa’nın Başına Neler Geldi, Vatan, 22.4.1941.
Konya'dan Yavuz'un Geçmesi, Ekekon,
17 Haziran 1944.
Eski Kanunnamelerde Konya, Ekekon, 22-23 Eylül, 22-23 Eylül 1948.
Mevlâna'nın İmzası, Tarih Hazinesi, 15 Nisan 1952.
Konya Âbideleri-İnce Minare, Yeni Meram, 22-26 Mayıs 1965 (dizi yazı).
Mimar Koca Sinan, İstiklal gazetesi, Akbaba mecmuası ve İstanbul
Ansiklopedisi’nde yayınlanır.
Konya'da Güreşçiler Tekkesi, Türk Folklor Araştırmaları, 10 (199),
Şubat 1966.
Bir Hüccet İki Vakfiye, VD, S. VII, İstanbul, 1968, s. 97-110.
Takkeci İbrahim Ağa’nın Rüyası, Yeni Asya, 28.6.1971.
Islah-ı Medaris-i İslamiyye, Yeni Asya, 29 Eylül 1971.
Konya'da İslâm
Üniversitesi-Islah-ı Medâris-i İslâmiye, Yeni
Asya, 29 Eylül-2 Ekim 1971 (dizi yazı).
İnsan Yaratılıştan Medenîdir-Konya
İslâm Üniversitesi, Yeni Asya, 4-9
Nisan 1973. (dizi yazı).
İlim Merkezi Konya, Yeni Asya, 20-21 Haziran 1975.
Kadı İzzeddin Türbesi, Yeni Asya, 29-30 Aralık 1975.
Vakfiyeler'de Enteresan Hükümler, Yeni Asya, 23 Ocak 1976.
Karatayı Medresesi, Yeni Asya, 13-18 Ağustos 1977 (dizi
yazı).
İkinci Abdülhamid'in İttihatçılara
Verdiği Ders, Yeni Asya, 21 Mayıs
1978.
Melek Hatun Medresesi ve Atılan
Kitabeli Taşlar, Tarih Konuşuyor, VI,
S. 25.
Galata Kulesinin Meraklı Hikâyesi, Yeni Asya, 25-28.10.1979.
Hatıralar-Kaçırılan Evraklar-Tarihî
Gerçekler, Yeni Nesil, 6-19 Ağustos
1981 (dizi yazı).
Tarih Yağmacılığı İle Asırlık
Mücadele, Köprü, S. 68, Kasım 1982, s. 8-15.
İbrahim Hakkı Atis, Vakıflar Baş Müdürlüğü İbrahim Hakkı Konyalı Vakıf
Kütüphânesi ve Arşivi (Konyalı Arşivi), no: 4820.
Hal Tercümem, Konyalı Arşivi, no: 3049, s. 1-6.
Benim (İ.Hakkı Konyalı) Hal
Tercümem, Konyalı Arşivi, no: 3049,
s. 1-15.
Konya'dan Çalınan
Eserler, Yeni Konya, S. 6575.
Kanuni’nin Vasiyetnamesi ve Cidde, 2
Mart 1984. Bu makale, vefatından önce yazdığı son yazısıdır.
KAYNAKÇA
Caner Arabacı, 1998, Osmanlı Dönemi Konya Medreseleri 1900-1924,
Konya.
,
1999, Geçmişten Günümüze Konya Ticaret
Odası 1882-1999, Konya.
Balkan, Ethem Ruhi, 1941, İbrahim Hakkı KONYALI ve Eserleri,
İstanbul.
(İ. Hakkı Konyalı), “İbrahim Hakkı Atis”,
Konyalı Arşivi, no: 4820.
Yücel, Erdem, 2002, “Konyalı;
İbrahim Hakkı (1896-1984)”, DİA, XXVI,
s. 196, Ankara.
Uz, Mehmet Ali, 2003, Konya Kültürüne Hizmet Edenler, Konya.
Konyalı Âşık Haydar, bir asrı deviren hayatıyla Osmanlı ile Cumhuriyet
arasında köprü olan canlı bir tarih olmuştur. O, yüz yedi yılı aşkın hayatında
nice olaylara tanıklık etmiş, Cumhuriyetin kurucusu Atatürk başta olmak üzere
birçok devlet büyüğü ile manevî şahsiyeti görüp, onlarla konuşma ve dost olma
şerefine ermiştir. Aşağıda canlı tarih olarak nitelendirebileceğimiz Âşık
Haydar'ın hayatı, kişiliği ve şairliği üzerinde durulacaktır.
Doğumu ve Soyu: Asıl ismi Şıh Hasan Pekaşık'tır (Fotoğraf: 1). Halk
arasında meşrebi göz önüne alınarak ona Âşık Haydar denilmiş, kendisi de bunu
kabullenmiştir. Nüfus cüzdanındaki doğum tarihi 1319/1903’tür. Bunu
çocukluğunda göçebe hayatı yaşadıklarından ancak 7-8 yaşlarında iken nüfusa
kaydolabildiğine bağlamaktadır. Şıh Hasan Pekaşık'ın babası Ahmet Efendi,
annesi Ayşe Hanım'dır.
Pekaşık'ın anlattıklarına bakılırsa, ataları Medine'den Silifke'ye oradan
da Konya'ya göç ederek yerleşmiş ve Konya'yı mekân tutmuşlardır. Babası Ahmet
Efendi 97 yaşına kadar yaşamış olup, vefat ettiğinde kendisi 15 yaşındadır.
Ahmet Efendi'nin ölümünün ardından küçük olduğu hâlde aile reisliği
sorumluluğunu üstlenmiş, zembil satarak kazandığı para ile geride kalan annesi,
üç kız ve bir erkek kardeşine bakmıştır.
Eğitimi: Çocukluğu konar-göçer olarak geçen Âşık Haydar,
okuma imkânı bulamamış; bu
sebeple ilköğrenimine 30 yaşlarında başlamıştır. Konya Hâkimiyet İlkokulu’nda
açılan akşam okuluna beşinci sınıfa kadar devam edebilmiş; ancak son sınıfı
okumadığı için diploma alamamıştır.
Askerliği: Pekaşık, askerliğe de
herkes gibi 20 yaşlarında gitmemiş; yaklaşık 48 yaşında vatanî görevini
yapmıştır. Bu gecikmeyi kendisi iki sebebe bağlamaktadır: Birincisi, nüfusa geç
kaydolması, ikincisi ise 1940'dan önce "Abdal" olanların askerliğe
alınmaması.
Pekaşık, askere 1942 yılında İstanbul Yeşilköy'de piyade
olarak başlamış, o yıllarda yaşı bir hayli ileri olduğundan yedi aylık bir
sürenin sonunda terhis edilmiştir.
Evlilik Hayatı: Şıh Hasan Pekaşık'ın aile hayatı da renkli olup
Nergiz, Zöhre, Eşe, Güldane, Fatma, Gözel ve Hediye isimli bayanlarla tam yedi
evlilik yapmış ancak çeşitli sebeplerden dolayı bazı evlilikleri uzun
sürmemiştir. İkinci eşi olan Zöhre Hanım'dan Melahat (1933), Emine (1935),
Tahir (1939), Fadimana (1942) isimlerinde üçü kız, biri erkek olmak üzere dört
çocuğu olmuştur. Ancak oğlu Tahir 1948 yılında küçük yaşta vefat etmiştir.
Emine ise 1953 yılında dünyasını değiştirmiştir.
Tahir'in ölümü
üzerine tek erkek evlâdını yitiren Pekaşık, uzun yıllar erkek evlât hasreti
çeker. Zihni sürekli olarak erkek çocuğa sahip olma hayaliyle meşgul olur. Bir
gece rüyasında Mevlâna'yı görür ve kendisine
"Oğlum, senin altı erkek evlâdın olacak" der. Bunu
çevresindekilere anlattığında ona ancak birkaç kişi inanır. Yakın arkadaşlarına
göre yaşlandığından onun çocuğu olmaz. Rüyanın etkisinden kurtulamayan Pekaşık
umudunu hiç yitirmez. Bir süre sonra erkek çocuklarının doğacağı inancıyla üç
evlilik daha yapar. Bu sırada Güldane Hanım resmî nikâhlı eşidir. Ancak bu
evliliklerinden de erkek çocuk sahibi olamaz. Bir gece rüyasında yine
Mevlâna’yı görür ve kendisine:
"Oğlum dünyaya gelecek çocuklarının annesini Erzurum'dan
getireceksin" diye söyler. Bunun üzerine Âşık Haydar,
Erzurum'a gider ve Erzurumlu bir arkadaşının aracılığı ile Cafer Efendi ve
Çilli Hanım'ın kızları Hediye Hanım'la evlenir. Böylece gördüğü rüyalar gerçek
olur. Bu evlilikten Hasan (1970), Hüseyin (1972), Mehdi (1974), Halil İbrahim
(1975), Cafer (1981) ve Ali Haydar (1983) isimlerinde altı oğlu dünyaya gelir
(Resim: 2). Ancak bunların resmiyette anneleri Güldane Hanım'dır.
Dinî ve Felsefî
Görüşleri:
Bilindiği üzere Mevlevilik'le
Bektaşilik arasındaki ilişkiler, daha Mevlâna ve Hacı Bektaş-ı Veli'nin
sağlıklarında başlar. Bektaşiliğin bir tarikat olarak XV- XVI. yüzyıllarda
kurulmasından sonra Mevlevilik Bektaşilikten etkilenir. Zamanla Bektaşilikle
Mevlevilik arasındaki bağ güçlenir. Bir kısım Mevleviler, Bektaşilikle kaynaşır
ve bu durum Osmanlı Devletinin sonuna kadar sürer.
Konya'da
Cumhuriyet döneminde Bektaşilerle Mevleviler arasında eski sıcak ilişkilerin
sürdüğü söylenemez. Bununla birlikte Âşık Haydar'ın bu geleneği devam ettirdiği
görülmektedir. Gerçekten kendi hayat tarzına ve anlattıklarına bakılırsa Âşık
Haydar, Mevlâna âşığı bir Bektaşi'dir. Kendi ifadesiyle o, Hacı Bektaş-ı Veli
yolunda Bektaşi, Mevlâna yolunda Mevlevî'dir. Bu nedenle adı geçen tarikatların
merkezlerini zaman zaman ziyaret etmeye gitmektedir.
Şıh Hasan Pekaşık, bulunduğu çevreden, hatta Konyalılar'dan
farklı bir kültüre sahip, düşünür diyebileceğimiz yapıda bir insandır. Kendisi
Bektaşi şairlerinden Edip Harâbi’den etkilendiğini söylemektedir. Bu durumu: "Beden bir
elbisedir, ihtiyacın bitince çıkarırsın yeni elbiseler giyersin, toprak ana
evladını hiç yer mi? Aslında korkacak bir şey yok. Bedenine duyacağın en büyük
saygı o bedeni zinadan, haramdan ve kötülüklerden korumaktır. Sen, ben yok
sultanım, biz varız, daha ilerisi hepimiz O'yuz..."şeklinde açıklamaktadır.
Pekaşık'ın
cennet, cehennem ve ahiret anlayışı da Türk toplumunda yaygın olan inançtan
farklılık arz etmektedir. İnsanoğlunun artık kendi özüne dönmesi gerektiği ve
din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın tüm insanların kendini bilerek bu dünyada
dostça yaşamalarının zamanının geldiğini söyleyen Âşık Haydar, bu konudaki
düşüncelerini de şu şekilde ifade etmektedir: "İnsanoğlu petrol çıkarmak için toprağın yedi bin metre altına
indi. Hatta Ay'a kadar gitti. Ne cennet ne de cehennem var. Ne bulursan
kendinde bulacaksın. Cennet de burası, cehennem de. Hak divanı burası
efendiler! Büyüklerimiz 'Kimseyi kötü görme, kendi noksanını bilip arif ol.
Kimsenin ayıbını gözetme gönül. Yetmiş üç millete bir nazarla bak. Hak sevmiş
yaratmış. Söz etme gönül' diyorlar. Ana bir baba bir, kardeşiz ama yetmiş üç
millete ayrılmışız. Sen beni sevmiyorsun, ben seni sevmiyorum. Koskoca dünyayı
birbirimize dar etmişiz. Paraya köle olmuş, insanlığımızı unutmuşuz.
Birbirimizi, yani kardeşlerimizi savaşlarda öldürmüşüz. 'Dünya senin elindedir
efendi. Ukba (âhiret) senin elindedir efendi. Ne yapıp da öldürürsün sağları,
can alır can verir, can mısın sen efendi" diyor büyüklerimiz. Onlar
hatalardan kendini kurtararak büyük olmuşlardır'.
Pekaşık, cennet
ve cehennemi yukarıdaki cümlelerinde, çoğu kişi tarafından kabul edilenin
dışında tanımlamakta ancak kıyamet gününü de kabul etmektedir. Ona göre,
kıyamet gününde insanoğluna yaşadığı hayatın hesabı ile ilgili olarak henüz bir
adım bile atma fırsatı verilmeden ömrünü nerede geçirdiği, malını nereden ve
nasıl kazandığı, malını nereye sarfettiği, sıhhatini nasıl kullandığı
sorulacaktır. Bu nedenle Pekaşık da hayatını hep bu sorulara cevap verebilecek
bir tarzda geçirmeye çalışmakta olduğunu ve bunu yaşam tarzı hâline getirdiğini
değişik vesilelerle beyan etmektedir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in
sünnetine uymayı da kendisine bir ilke olarak kabul ettiğini sürekli
vurgulamaktadır.
Âşık Haydar,
ilim öğrenmenin önemini kabul etmekte, ancak faydasız ilimlerin kişilerin
dünyası ve âhireti için zararlı olacağını, bu nedenle insanlığa faydalı
ilimlerin öğrenilmesi gerektiğini söylemektedir. Ona göre ayrıca insanın
kendisini beğenmesi aklının zayıflığına delâlet etmektedir. Çünkü dünyada
yaşayan herkes bir can taşımaktadır. Başka yaratıklardan farklı olarak insan,
en güzel şekilde
Allah tarafından
yaratılan bir kul olmaktadır.
"Kimi karadır, kimi de aktır, şu mezheptenmiş, bu tarikattanmış"
diyerek hayatı ikilik ve ayrımcılıkla geçirmemek gerekir. İnsanları sırf
Yaratan'dan ötürü hoş görmek en büyük erdemdir. O, şiirlerinde de bu
fikirlerini hep dile getirmiştir:
“İKİLİKTEN GEÇİP
Erenler yolunda gitmek istersen,
İkilikten geçip birliğe gelsene.
Hakikat sırrına ereyim dersen,
İkilikten geçip birliğe gelsene.
Erenler sırrına ereyim dersen,
Hakikat yoluna gideyim dersen,
Marifete türlü mânâyı vereyim dersen,
İkilikten geçip birliğe gelsene.
Âşık Haydar! Hakka varayım dersen,
Birlik noktasına varayım dersen,
Âşıklar, sâdıklar durağına varayım
dersen,
İkilikten geçip birliğe gelsene”.
Asırlık çınar Şıh Hasan Pekaşık, ömrü
boyunca hiç kimseyi ayırt etmeden sevmiş, saymış, hatta kendi dininden olmayana
dahi sevgi ve hoşgörü gözlüğü ile bakmasını bilmiş bir mutasavvıftır. İnsanlara
hep “Her zaman,
birlik beraberlik içinde, sevgi ve saygı çerçevesinde yaşayınız."
ve
"Allah'tan duacıyım, sevelim sevilelim, Hakkı bilelim."
şeklinde tavsiyelerde bulunmuştur.
Duaları: Şıh Hasan Pekaşık, misafirperverliği ile de ünlü bir
kişidir. Evine gelen herkesi
"Sultanım" diye başlayan iltifatlarla karşılar. O,
günün büyük bölümünde misafirlerini evinde ağırlar, gerekli ikramlarda
bulunduktan sonra onları dualarla uğurlar. Onun duaları manzum ve oldukça
ilginçtir. İşte bunlardan birisi:
"Merhaba
Sultanım!
Allah
sayınızı eksik etmesin.
Hayırlı
günleriniz olsun.
Hayırlı
aylarınız olsun.
Hayırlı
yıllarınız olsun.
Vakt-i
şerifler hayrola.
Niyazlar
ulu dergâhta kabul ola.
Hayırlar
fethola.
Şerler
defola.
Gönüller
âbâd ola.
Nûr-ı
Muhammed Efendimizin,
Himmeti
üzerinizde var ola.
Dem-i
Mevlânâ, dem-i Hû!”
Pekaşık, bu mahallede birçok göçebeyi ev sahibi
yaparak yerleşik hayata geçmelerini sağlamış, bu nedenle komşuları tarafından sevilip
sayılan bir ulu kişi olmuştur. Mahalle dışından kendisini ziyarete gelen
sevenlerine de gönül dünyasını açarak, oradan sevgi ve hoşgörü gülleri saçma
yönüne gitmiştir
Şıh Hasan
Pekaşık'ın Atatürk'le Görüşmesi ve Mevlâna Dergâhı'nda Atatürk'e Şiir Okuması: Bilindiği üzere Atatürk'ün hayatı ve düşüncesinde
Mevleviliğin önemli bir yeri vardır. Bu nedenle gerek Millî Mücâdele günlerinde
ve gerekse Cumhuriyet yıllarında Konya'ya çok sık gelmiş ve Mevlâna Dergâhı'nı
fırsat buldukça ziyaret etmiştir. Bunlardan biri, 22 Mart 1922 günü
gerçekleşmiştir. Konya'da Mevlâna Türbesi ve Dergâhı'nı ziyaret eden Mustafa
Kemal'i dergâh şeyhi olan Konya milletvekili Abdülhalim Çelebi bütün
dervişleriyle birlikte saygı ile karşılamıştır. Mustafa Kemal, dervişlerle
birlikte huzur kapısından Mevlâna Türbesi'ne girmiş, bir müzeden farksız
binlerce sanat eseriyle donanmış türbeyi ilgi ve hayranlıkla gezmiştir. Mevlâna'nın
merkadi önünde saygı duruşunda bulunarak Fatiha okumuş, daha sonra dergâh
semâhanesine geçmiştir. Bu sırada Abdülhalim Çelebi'nin işaretiyle musiki
başlamış, semaa girecek dervişler yerlerini almışlardır. Mevlevi semaını
izleyen Mustafa Kemal, Mevlâna için öğücü sözler söylemiştir. Sema sonrasında o
zamanlar genç bir delikanlı olan Âşık Haydar, öne fırlayarak Mevlâna ile ilgili
yazmış olduğu aşağıda yer alan şiirini Mustafa Kemal'in huzurunda okumuştur.
“YA HAZRET-İ MEVLÂNÂ
Senin aşkın kalbimde,
Yâ Hazret-i Mevlânâ.
Sıdk ile sığındım sana,
Yâ Hazret-i Mevlânâ.
Severim seni candan,
Yâ Hazret-i Mevlânâ.
Dilimdesin her anda,
Yâ Hazret-i Mevlânâ.
Sen bir ulu Sultansın,
Gönüllere imansın,
Can evimde canansın,
Yâ Hazret-i Mevlânâ.
Dergâhına
varalım,
Eşiğine yüzler
sürelim,
Senden himmet alalım,
Yâ Hazret-i
Mevlânâ.
Mevlânâ'yıgördüm ben de,
Ona âşık oldum ben de,
Muradıma erdim ben de,
Yâ Hazret-i Mevlânâ.
Yeşil kubben
görünür,
Aşkın kalbime
bürünür,
Âşıkların
senindir,
Yâ Hazret-i
Mevlânâ.
Seni gören rüyasında,
Meşk oluyor aşk yolunda,
Konyamız'ın ortasında,
Yâ Hazret-i Mevlânâ.
Âşık Haydar dost
sana,
Köle olsam
kapına,
Senden himmet
isterim,
Yâ Hazret-i
Mevlânâ”.
Atatürk bu
müzik, sema ve şiir ziyafetinde derin bir vecd ile kendinden geçmiş,
yanındakilere: "Mevlânâ
çok büyük" diye seslenmiştir. Pekaşık, Atatürk'ün Konyalılar
ile ilgili bir değerlendirme yapıp,
'Konya halkı çok düzgün" dediğini de ilâve etmektedir.
Demirci Mehmet
Ali Efendi ve Hacı Veyiszade ile Münasebetleri: Âşık Haydar, yukarıdaki açıklamalardan
da anlaşılacağı üzere, ilimle ve tasavvufla da ilgilenmiş, Konya'da yaşayan
birçok mutasavvıf ve ilim adamından feyiz almıştır. Bunlardan Mevlevi Sıtkı
Dede'nin müridi Demirci Mehmet Ali Efendi ve büyük ilim adamlarından Hacı
Veyiszade Mustafa Efendi herkesin bildiği şahsiyetlerdir. Özellikle onun Mehmet
Ali Efendi ile olan münasebeti ile Mevlevi dervişi oluşu ilgi çekicidir. Âşık
Haydar'ın ona intisabı ile ilgili anekdot şöyledir:
Demirci Mehmet
Ali Efendi bir gün rüyasında Mevlâna'yı ziyarete gelir. Dergâhın kapısına doğru
yaklaşırken içeriden bir zâtın çıktığını ve kendisine "Gel oğlum gel"
diye seslendiğini duyar. Bunun üzerine uyanır ve o günden sonra gönlüne Mevlâna'nın
aşkı düşer ve aramaya başlar. Günlerden bir gün, rüyasında kendisini çağıran o
meçhul zâtı görür. Bu kişinin Sıtkı Dede olduğunu öğrenince hemen eline sarılıp
öper ve bu kavuşmadan sonra gönül alışverişleri başlar. Yıllarca hizmetinde
bulunduktan sonra Sıtkı Dede, Demirci Mehmet Ali Efendi'ye bir adet yelek
hediye eder. Ancak yelek kendisine küçük gelmiştir. Aradan bir hayli zaman
geçtikten sonra Sıtkı Dede'ye giderek vermiş olduğu yeleğin kendisine küçük
geldiğini söyler. Sıtkı Dede ise:
"Oğlum! O yeleği sakla, onun sahibi gelecek" der.
Demirci Mehmet Ali Efendi tam bir teslimiyet içerisinde: 'Eyvallah efendim!"
diyerek cevap verir. Sıtkı Dede'nin vefatı üzerine el verdiği Mehmet Ali
Efendi'nin etrafında sohbet meclisleri kurulur. Pekaşık'ı tanıyan müritlerden
biri Mehmet Ali Efendi'ye ondan bahsedip tanıştırmak ister. Ancak Mehmet Ali
Efendi bu teklifi kabul etmez. Pekaşık, içten içe yanıp tutuşmaktadır. Mehmet
Ali Efendi'yi rüyalarında görür. Mevlâna'yı şefaatçi yapıp bol bol dua ederek
sabırla onun kendisini kabul edeceği günü bekler ve bir gece rüyasında Süleymaniye/Selimiye
Camii'ne sabah namazı kılmak üzere gider. Namaz çıkışı Mevlâna Türbesi'ne doğru
yönelir. O anda dergâhın kapısı açılır, içeriden birisi: "Gel oğlum, gel sohbet
edelim" diyerek seslenir ve Âşık Haydar'ı bağrına basar.
Bunun üzerine Âşık Haydar uyanır. Ondan sonra gönlüne aşk ateşi düşer ve
rüyasında gördüğü ve kim olduğunu bilmediği zâtı aramaya başlar...
Demirci Mehmet
Ali Efendi ile aynı rüyayı görmüş olan Şıh Hasan Pekaşık'ı yıllar sonra
müritlerinden biri tekrar Mehmet Ali Efendi'ye müracaatta bulunarak götürür: ''Size bahsettiğimiz kardeş bu,
Hz. Pîr'e (Mevlâna) çok muhabbeti var." der. Pekaşık, Mehmet
Ali Efendi'nin elini öper. O da:
"Hoş geldin oğlum" diyerek onu müritliğe kabul eder.
Böylece Âşık Haydar, rüyasında gördüğü zâta kavuşmuş olur.
Günlerden bir
gün Mehmet Ali Efendi, Sıtkı Dede'nin vermiş olduğuna yukarıda değinilen
yeleğin yanına kendi yeleğini koyarak Âşık Haydar'a verir. Âşık Haydar Sıtkı
Dede'nin yeleğini giydiğinde üstüne tıpatıp uyduğunu görür. Böylece
aralarındaki muhabbet ortamı 30.09.1971 tarihinde Mehmet Ali Efendi'nin
vefatına kadar devam eder.
Âşık Haydar'ın
en çok sevdiği büyük şahsiyetlerden biri de Hacı Veyiszade'dir. Bu nedenle o,
uzun yıllar Hacı Veyiszade'nin sohbetlerine devam etmiş, onun da dostluğunu
kazanmaktan geri durmamıştır. Pekaşık, Hacı Veyis-zade'nin âdeta hayranıdır. Bu
nedenle yaptığı sohbetler esnasında onun ismi geçince birden gözleri dolar,
hıçkırıklarını tutamaz. Hacı Veyis-zade'yi çok sevdiğini, onun da kendisine
muhabbeti olduğunu, ellerini ve ayaklarını öpmek için davrandığında kendisine
engel olarak Hacı Veyis-zade'nin ona; "Sultanım!
Ne olur bana dua et. Senin duan mermere bile geçer." diyerek
iltifat ettiğini yaşlı gözlerle anlatmıştır.
Âşık Veysel'i
Evinde Misafir Etmesi: Şıh Hasan
Pekaşık, çağdaşı âşıklarla da yakından ilgilenmiş, fırsat düştükçe onlarla
buluşup görüşmüştür. Bunlardan biri Âşık Veysel olup, görüşmeleri 1967'de
olmuştur. Fevzi Halıcı'dan alınan bilgilere göre; 1967 yılında yapılan II.
Konya Âşıklar Bayramı'nda Konya Turizm Derneği, Âşık Veysel'i de Konya'ya davet
etmiştir. Âşıklar Bayramı süresince Pekaşık, Âşık Veysel ile yakından
ilgilenmiş, hatta onu evinde misafir etmiştir. Âşık Veysel'i takdir eden
Pekaşık evinden ayrılırken misafirinin cebine, o gün için yüksek bir meblağ
olan üç-dört bin lira harçlık koymuştur. Konya Turizm Derneği ise bu ünlü
misafire ancak yüz elli lira verebilmiştir.
Şıh Hasan
Pekaşık'ın Şairliği: Şiirlerinde
genellikle din, Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Oniki
İmam, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Veyiszade sevgisi temalarını işleyen
Şıh Hasan Pekaşık,
"Âşık Haydar" mahlasını kullanmaktadır.
Âşık Haydar,
genellikle Edip Harâbi, Kaygusuz Abdal, Kul Himmet, Lokmanî gibi Bektaşi
şairleri ile büyük Türk mutasavvıflarından Yunus Emre ve Mevlâna'dan
etkilenmiştir.
Bunların yanında
şiirlerinde doğru ve dürüst olmanın önemini devamlı olarak vurgulayan
Pekaşık'ın, ilâhî aşka dair şiirleri bulunmaktadır. Ayrıca ayrımcılık yapmadan
insanları sevmenin ve onlara değer vermenin yani hoşgörülü olmanın önemine de
sürekli değinmektedir.
Âşık Haydar,
âdeta bir eğitici durumunda olup, şiirlerinde insanlara nasihatı öne
çıkarmaktadır. Onun bu öğütleri ilâhî öğütler niteliğindedir:
“Kelâmı
mürşide daim kulak tut.
Sûreti
âdemde zâhir oldu hak.
Çok
şükür tevhide erdim nihayet, Kemâli zâtullah beyana geldi”.
Onun, her an haline şükreden bir tavrı
vardır. Bu memnuniyeti de ilâhî aşkı bulması, Mevlevi ve Bektaşi pirleriyle
gönül birliği kurmasından dolayıdır. Zira o ilâhî aşka onların vesilesiyle
ulaşmıştır. Zaten birçok şiirinde kendisinin arayış içerisinde olduğunu,
sonuçta kendisini bulduğunu dile getirmektedir.
“Konya'da
Mevlâna'yı gördüm,
Aşkına
düştüm, murada erdim,
Çok
şükür! Mâşuku Konya'da gördüm,
Şiirlerinin Yapısı: Âşık Haydar'ın şiirlerinin tamamı dörtlüklerden
oluşmuştur. Ancak bu şiirlerini ne hece vezniyle ne de aruz vezniyle
söylemiştir. Şiirleri incelendiğinde dörtlüklerdeki dizelerin hece sayılarının
da eşit olmadığı görülür. Bu durum göz önüne alındığında onun şiirde çok usta
biri olmadığı söylenebilir.
“Varma
yalancının yanına sakın
Her
daim aldatır o mel'un
İblis
yoluna gidiyor kaçın
Yalancı
şerrinden saklasın Allahım”
Âşık Haydar'ın şiirlerindeki dizelerinin
büyük çoğunluğu 11 hece ile 10'lu ve dokuzlu hecelerden oluşmuştur. Hemen hemen
her şiirinde nakarat dizeleri kullanmıştır.
“Günde
gün artmakta derdim,
İsmini
sevdiğim şahım, gel yetiş!
Bunca
dertlilerin dermanı olan,
İsmini
sevdiğim şahım, gel yetiş!”
Âşık Haydar'ın şiirlerine bakıldığında
kolayca anlaşılabilen bir halk dilini kullandığı görülür. Bunun yanı sıra
Bektaşi-Mevlevi terimleri sıkça kullanılmıştır. Bunlar da onun tasavvuf
kültürüne vukufiyetini göstermektedir.
“Miraçta
oturan fahr-i Ahmet,
Çektirme
bana bunca zahmet.
On
iki İmam 'a eylerim minnet,
Cümle
günahıma imamlar medet!”
Âşık Haydar'ın
şiirlerinde belli bir uyak düzeni de yoktur. Zaten şiirlerinden ve kişiliğinden
anlaşılacağı üzere, onun kafiyeli ve ölçülü şiir söylemek gibi bir iddiası da
yoktur.
Pekaşık,
herhangi bir şiir kuralına bağlı kalma gereği hissetmeden, yüreğinden coşan
duygularını, kendisine has felsefî görüşünü, dörtlükler halinde büyük bir
heyecan içerisinde söylemiştir.
Arşiv Belgeleri
Konya Karatay
Nüfus Müdürlüğü, Defter No: 88.
Şıh Hasan Pekaşık'ın
kendisi tarafından tutulan ve şiirlerinin yer aldığı defter.
Kitaplar
Arabacı, Caner, Osmanlı Dönemi Konya Medreseleri, 1900-1924, Konya, 1998.
Ergun, Sadettin Nüzhet, "19. Asırdanberi Bektaşi-Kızılbaş Alevi
Şairleri ve Nefesleri",
III, İstanbul, 1956.
Gölpınarlı,
Abdülbâki, Mevlânâ'dan Sonra
Mevlevîlik, İstanbul, 1983.
Kayseri, İhsan, Atatürk ve Konya,
Konya, 1981.
Özönder, Hasan, Konya Velileri,
Konya, 1990.
Sezgin, Abdülkadir,
"Hacı Bektaş
Veli ve Bektaşilik", İstanbul, 1991.
Uz, Mehmet Ali, Konya Alimleri ve Velileri, Konya, 1993.
Yalçın, Özkan, Aşık Veysel Birinci Kitap
Dramı-Sanatı-Deyişleri,
Ankara, 1986.
Akandere, Osman,
"Atatürk'ün Büyük Zaferden Sonra Konya'da Yaptığı Konuşmalarda Verdiği
Mesajlar", Yeni
İpek Yolu Konya Ticaret Odası Dergisi, Konya IV., (ed. Yusuf
KÜÇÜKDAĞ), Özel Sayı (Aralık 2001).
"Asırlık Dede", Yeni Meram,
21.12.1999.
Dikilitaş, Osman
Vasfi- SAKMAN, M. Tahir "Şehir Sohbetleri", Yeni Gazete,
03.02.2000.
Oy, Aydın,
"Âşık Veysel", DİA,
IV., İstanbul, 1991.
Uçman, Abdullah, "Edip
Harâbî", DİA,
X., İstanbul 1994.
Yımaz,
Burhan, "Yaşayan Dedemiz",
Gözdem, S: 30, (Mart 2001).
Şıh Hasan
PEKAŞIK, (Âşık Haydar).
Prof. Dr. A.
Berat ALPTEKİN, (S. Ü. Öğretim Üyesi) Prof. Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ (S. Ü. Öğretim
Üyesi).
Dr. Hasan
ÖZÖNDER, (S. Ü. Emekli Öğretim Üyesi).
A. Sefa ODABAŞI,
(Araştırmacı-Yazar).
Serap GÜL,
(Konya Mustafa Bülbül İlköğretim Okulu Türkçe Öğretmeni).
Fevzi HALICI,
(Araştırmacı-Yazar).
Zafer KAYMAK,
(Demirci Mehmet Ali Efendi'nin torunu), Muhammet GÜL (Âşık Haydar'ın torunu).
|
Fotoğraf:
1 Âşık
Haydar'ın gençliği (Aile Albümü'nden).
|
Resim: 2 Âşık Haydar, eşleri Güldane ve
Hediye hanımlar (sol tarafta) ile erkek çocukları (önde oturanlar) ile
birlikte. Sağ tarafta Âşık Haydar'ın kolundaki ilâhîci Tahir Karagöz'dür, 1982
(Aile Albümü'nden).
İnsanlar toplu olarak yaşarken bir takım
sistem arayışına girmişler, kişilerin doğuştan sahip olduğu, vazgeçemeyeceği ve
devredemeyeceği temel hak ve özgürlükleri hukuk metinleriyle güvence altına
almaya çalışmışlardır. Bu tür çalışmalar siyasi kurumlar içinde
gerçekleştirilmiştir. Bu kurumların başında parlamentolar gelir. Parlamentolar
temsilcileri aracılığı ile halkın her türlü problemlerinin tartışıldığı, kalıcı
çözümlerin üretildiği yerlerdir.
Parlamenterler toplumun aynalarıdır.
Toplumu oluşturan vatandaşların temsilcileri parlamentoda bir araya gelirler.
Karatay ilçesinde doğan, Karatay nüfusuna kayıtlı Konya milletvekillerini
tespit ederek özgeçmişlerini yazmak ilçe tarihi açısından önemlidir. Ancak
böyle bir çalışmayı yapmakta oldukça zordur. Hele çok farklı gelenekten gelen,
farklı farklı yerlerde, bölgelerde doğup büyüyen ancak Konya’ya hiç gelmeden,
burayı hiç tanımadan Konya Milletvekili seçilebilen yüzlerce parlementer
arasından Karatay ilçesi nüfusuna kayıtlı olanları arayıp bulmak bir hayli zor
oldu. Öncelikle TBMM Arşivi’nden Osmanlı’dan bu güne Konya milletvekillerinin
sicil dosyaları tek tek incelendi. Karatay ilçesi sınırları içerisinde doğan,
Karatay ilçesi nüfusuna kayıtlı olanları bularak tespit edilen Karataylı Konya
Milletvekilleri ad, soyadı sırasına göre alfabetik olarak verilmiştir.
ABDURRAHMAN
FAHRİ AĞAOĞLU
Ulvikale’de
28.03.1927 tarihinde doğdu. Babası Hidayet Bey, annesi Ulviye Hanım’dır. Karatay Kuzgunkavak Mahallesi nüfusuna
kayıtlıdır. İlk, orta, lise öğrenimini Konya’da tamamladı.1928 tarihinde Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Hâkimlik ve savcılık görevlerinde
bulundu. Serbest avukatlık yaptı. D.P.’den IX-X ve XI. Dönemlerde Milletvekili seçildi. Evli ve yedi
çocuk babasıdır. 04.06.1974’te vefat etmiştir.
ABDÜLHALİM ÇELEBİ EFENDİ (Abdülhalim Ertüzün)
Konya’da 01.07.1869’da doğdu. Baba adı
Abdülvahid, anne adı Fatma’dır. Karatay ilçesi Durakfakı Mahallesi nüfusuna
kayıtlıdır. Rüştiyeden mezun oldu. Mevlâna Celaleddin-i Rûmi'nin on dokuzuncu
kuşaktan torunudur. Mevlâna Dergâhı'nın
son postnişini olup üç yıl posnişinlik yaptıktan sonra İttihatçılar'ın
baskısıyla azledilerek yerine Necip Çelebi oğlu Veled Çelebi (İzbudak) tayin
edildi. Sultan Reşad’ın vefatından sonra
1919'da ikinci defa aynı makama getirildi. Ancak bir yıl sonra yine azledilerek
yerine birkaç aylığına Yakub oğlu Âmil Çelebi getirildi. 1921'de üçüncü ve son
defa Mevlâna Dergâhı postnişinliğine iade edildi.
I. Dönem
Konya milletvekili olarak meclise girdi. TBMM Başkan Vekilliği görevinde
bulundu. Meclis Başkanlığına verdiği önergelerle dikkati çekti. Konya Delibaş
İsyanı'nın bastırılmasında önemli rolü oldu. Vatani hizmetlerinden dolayı
kendisine İstiklal madalyası verildi. Türkiye'de tekkelerin kapatılmasından ve
Abdülhalim Çelebinin de vefatından sonra Mevlevi tekkelerinin merkezi olan
Konya'nın bu vasfı Halep şehrine geçti. Rüştiye’den mezun olan ve Arapça,
Farsça bilen Abdulhalim Çelebi evli ve dört çocuk babasıdır. 1925’te Abdülhalim
Çelebi, İstanbul'da kaldığı bir otelin balkonundan düşerek komaya girdi ve götürüldüğü
Yenikapı Mevlevihanesi'nde 01.01.1925’te vefat etti.
AHMET
BÜYÜKAKKAŞLAR
Babasının
memuriyeti dolayısıyla 1952 yılında Cihanbeyli’de doğdu. Karatay Karaciğan
Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. İlk, orta ve lise tahsilini Konya’da yaptı. 1976
yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Temel Bilimler Fakültesi Matematik
Bölümü’nden mezun oldu. Sakarya Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisinde ve
Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak çalıştı.
1984-1988 yılları arasında özel sektörde genel müdür ve murahhas aza olarak
görev yaptı. 1988-1991 yılları arasında Kamuda denetleme kurulu üyeliği
görevinde bulundu. 1990 yılında kurulan Konya Seramik AŞ’nin yönetim kurulu
başkanlığını yürüttü. Uzun yıllar birçok sivil toplum kuruluşunda görev aldı.
Trabzon Millî Türk Talebe Birliği ve KTÜ Talebe Derneği Başkanlığı ve Birlik
Vakfı Kurucular Kurulu Üyeliği yaptı.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nden XXII ve
XXIII. Dönemlerde Konya milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. İngilizce
bilen Akkaşlar, evli ve dört çocuk babasıdır.
ERDOĞAN
BAKKALBAŞI
Karatay ilçesi Ahmet Fakih Mahallesi’nde
01.05.1930 yılında doğdu. Baba adı Recep, anne adı Vesile’dir. Karatay-Nakipoğlu
Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. İlk ve orta öğrenimini Konya’da tamamladı.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1960 yılında mezun oldu. Konya’da
1975’e kadar serbest avukat olarak çalıştı. CHP Gençlik Kolları Başkanı, Merkez
İlçe Yönetim Kurulu Üyeliği ve 1964-1969 arası dört yıl süreyle de Konya İl
Başkanlığı yaptı. 12.10.1975-12.09-1980 yıllarında Cumhuriyet Senatosu Üyesi
olarak mecliste bulundu. Ankara’da altı yıl süreyle avukatlık yaptıktan sonra
1988’de İzmir’e yerleşti ve iki yıl tekstil sanayiinde yönetici olarak çalıştı.
Atatürkçü Düşünce Derneği, Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi Yönetim
Kurulu gibi sivil toplum kuruluşlarında üye olan Bakkalbaşı evli ve üç çocuk
babasıdır.
EYÜP
SABRİ HAYIRLIOĞLU
Karatay ilçesi Ahmetfakı Mahallesi’nde
01.07.1887 tarihinde doğdu. Babası Konya’nın tanınmış ailelerinden Hayırlızade
Mehmet Bey, Annesi Fatma Hanım’dır. Karatay Ahmetfakı Mahallesi nüfusuna
kayıtlıdır. İlk tahsilini mahalsindeki
sıbyan mektebinde yapmış ve hafızlığını bitirmiştir. Ziyaiye Medresesi’nde
Sivaslı Ali Kemâli ve Yalvaçlı Ömer Efendiler ‘in rahleitedrisinde bulunmuştur.
Konya Hukuk Mektebi’nden mezun olduktan sonra arkadaşı Musa Kazım Efendi ile
birlikte İstanbul’a gitmiş İstanbul Darülfununu’nda müderrislik yapmıştır. Uşak
Savcılığına tayin olmuştur. 1335 senesinde Uşak savcılığından istifa ederek
Konya’da sebest avukatlığa başlamıştır. Delibaş olayının büyümesine mani
olanlar arasında yer almıştır. 1339/1923’de Konya Milletvekili seçilmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluşu esnasında parlamentoda yaptığı konuşma yıllarca
hatırlanmıştır. Cumhuriyetin vatana
millete hayırlı olması yönünde meclis kütsüsünden yaptığı dua da anlamlıdır.
TBMM’nin üçüncü döneminde Milletvekilliğinden istifa ederek Konya’da tekrar
avukatlığa başlamıştır.
Demokrat Parti 1946 yılında kurulduğu zaman
Konya teşkilatının kurucuları arasında yer almıştır. 1951 yılında Diyanet
İşleri Başkanı olmuş, 1960 yılında da buradan emekli olmuştur. Hayırlıoğlu evli ve dört çocuk babasıdır.
08.10.1960 tarihinde vefat etmiştir.
FEVZİ
HALICI
Şarikköy’de 01.07. 1924 tarihinde doğdu.
Baba adı Sabri, anne adı Hanım’dır. Önce Konya Karatay Çiftemerdiven Mahallesi,
sonra Sems-i Tebrizi Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. İlk, orta ve lise eğitimini
Konya’da tamamladı. Arkasından İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi kimya
bölümünden mezun oldu (1950). Bir süre ticaretle uğraştı. Kültür ve sanat
faaliyetleri ile adını duyurdu. Konya Gazeteciler Cemiyeti, kurucularındandır. Ayrıca
Konya Kültür ve Turizm Derneğini 1959'da kurdu. Derneğin halen başkanıdır.
Mevlâna Anma Törenleri’nin, Âşıklar Bayramı’nın, Türkiye Cirit Oyunları
Şampiyonası’nın düzenlenmesine öncülük etti.
Şair olan Feyzi Halıcı’nın şiirleri 1942
yılından itibaren Yedigün, Çınaraltı,
Şadırvan, Aydabir, Hisar, Varlık, Çağrı gibi dergilerde yayınlandı. Çağrı Dergisi’ni kendisi çıkardı (1957).
Saz şairleri tarzında yazdıklarında Fezaî mahlasını kullandı. 1957’de I. Türk
Dil Kurumu üyesi oldu. Ayrıca İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ve Atatürk Kültür
Merkezi Bilim Kurulu onur üyeliği ile birlikte, Londra Rumi Komitesi, Aturjet
ve Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu üyesidir. Atatürk'ün kurduğu Türk
Kooperatifçilik Kurumu ve Türkiye-Pakistan Kültür ve Dostluk Cemiyetleri'nde
bir süre genel başkanlık yaptı. 2.6.1968-5.6.1977 yılları arasında Cumhuriyet
Senatosu Üyesi olarak mecliste bulundu. Almanca bilen Halıcı evli ve iki çocuk
babasıdır. Fevzi Halıcı’nın birçok şiir kitabı basılmıştır.
Şiir kitapları: Bir Aşkın Şiirleri (1947), Masmavi (1952), İstanbul Caddesi (1957), Günaydın
(1960), Dinle Neyden (1960), Gecenin Bir Yerinde İki Ceylan
(Nesir-şiir, 1966), Selçukya'da Âşık
(1967), Dörtlemeler (1ve 2, 1993,
1995; ikisi beraber, 1997), Seçme Şiirler
(2000).
Antolojileri: Bizim Şairler
(1952), İstanbul ve Fetih Şiirleri
(1953), Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk
(1981), Halk Şairlerinden Yemek
Destanları (1990), Âşıklık Geleneği
ve Halk Şairleri- Güldeste (1994), Konya
Şiirleri (2000), Mevlana Güldestesi
(Bahar Gökfiliz ile 2000), Şehir Şiirleri
Güldestesi (B. Gökfiliz ile 2000), Ana
Şiirleri Güldestesi (2002) Gezi
notları: Struga Şiir Akşamları (1982).
İncelemesi: Âşık Şem'î-Hayatı
ve Eserleri (1982).
HASAN
ANGI
Konya'da
doğdu. Babasının adı Kadir, annesinin adı Elmas'tır. İlk, orta ve lise
öğrenimimi Konya’da tamamladı. İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi
Uçak Mühendisliği Bölümü’nü kazandı. 1981 yılında Uçak Mühendisi olarak mezun
oldu. Aynı üniversitede Fen Bilimleri Enstitüsü Uzay ve Havacılık Bilim Dalında
Yüksek Lisansını tamamladı. Aynı dönemde iki yıl Üniversitede görev yaptı.
MÜSİAD
Konya Şube Başkanı, Konya Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı, TOBB Genel Kurul
Delegesi, TSE Genel Kurul Delegesi, Konya 2. ve 3. Organize Sanayi Bölgeleri
Müteşebbis Heyet Başkanvekili ve Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. 8
Eylül 2001 tarihinde AKP Konya Kurucu İl Başkanı olarak aktif siyasete başladı.
XXII-XXIII. Dönem Konya Milletvekili olarak seçildi.
Sanayi,
Ticaret, Enerji Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Üyesi ve
Başkanvekili görevlerinde bulundu. Türkiye-Meksika Dostluk Grubu Başkanı olan
Angı, AKP 2. Olağan Genel Kurulunda MKYK Üyeliğine seçildi.
Almanca
ve İngilizce bililen Angı, evli ve üç
çocuk babasıdır.
MAHMUT SAFFET GÜROL
Karatay ilçesi Cedidiye Mahallesi’nde
14.03.1903 tarihinde dünyaya geldi. Babası Mehmet Emin Efendi, annesi Fatma
Kamerşah Hanım’dır. Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1924-1926 yılları
arasında Konya Lisesi iptidai bölümünde öğretmenlik yaptı. Ayrıca Konya
İlkokulu beden terbiyesi öğretmenliği (1926),
Matbuat Genel Müdürlüğü çevirmenliği (13 Kasım 1926), Ankara
Şerhremaneti Levazım Müdürlüğü (19 Mart 1927) Ankara Şehremaneti Muhasebe Kâtipliği
(13 Mart 1927), Ankara Sanat Okulu Türkçe öğretmenliği, Maliye Bakanlığı Hukuk
Muşavirliği tetkik memurluğu (29 Aralık 1931) , Polis Enstitüsü öğretmenliği
(22Kasım 1937), Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü Neşriyet ve Propaganda Şube
Müdürlüğü (30 Kasım 1939), Halk Bankası
T.A.Ş. Küçük Sanatlar Etüt ve Yayın Müşavirliği görevlerinde bulundu. Aynı
zamanda yazarlık ve gazetecilik yaptı. DP ‘den IX. Dönem Konya Milletvekili
seçildi. İngilizce bilen Gürol evli ve
üç çocuk babasıdır.
MEHMET EMREHAN HALICI
Konya'da
26 Nisan 1956'da doğdu. Babasının adı Feyzi, annesinin adı Mümine Neriman'dır. Karatay
Şems-i Tebrizi Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü'nü bitirdi. Yüksek lisansını
ODTÜ'nün aynı bölümünde tamamladı, aynı Bölümü'nde asistanlık yaptı. Halıcı
Şirketler Grubu’nu kurdu. Halıcı Bilgi İşlem ve Halıcı Yazılım AŞ'nin Yönetim
Kurulu Başkanlığı görevini yürüttü. ODTÜ Teknopark-Halıcı Yazılımevi'nin
kuruculuğunu yaptı. Yazılım Sanayicileri Derneği Başkanlığı, Türkiye Bilişim
Vakfı Başkan Yardımcılığı, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı, Dünya
Satranç Federasyonu Asbaşkanlığı ve Türkiye Zekâ Vakfı Kurucusu ve Yönetim
Kurulu Başkanlığı görevlerinde bulundu. XXI. Dönem Konya Milletvekili olarak
seçilen Halıcı halen CHP’den milletvekili olup iki çocuk babasıdır. İngilizce
bilmektedir.
MEHMET KEÇECİLER
Konya'da
12.12. 1944 tarihinde doğdu. Babası Mehmet Emin Bey, annesi Rüveyde Hanım’dır.
Karatay Nakiboğlu Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. İlk ve orta öğrenimi Konya'da
tamamladıktan sonra 1967 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü ve 1968 yılında
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Kaymakamlık görevine
başladı. Sırasıyla Ardeşen, Kargı ve Fındıklı ilçelerinde Kaymakamlık yaptı.
Fındıklı Kaymakamı iken İçişleri Bakanlığı'nın açtığı bir imtihanı kazanarak
Fransa'ya gitti. Institut International Administration Publigue'i bitirdi. Ayrıca Sorbonne Üniversitesi'nde master
yaptı.
Mehmet Keçeciler daha sonra Türkiye'ye
dönerek 1977 yılında Konya Belediye Başkanı seçildi. 1980 yılında bu görevden
ayrılarak Başbakan Yardımcısı Turgut Özal ile çalışmaya başladı. Özal'ın Başbakan Yardımcılığı döneminde İdari
Reform çalışmalarını yürüttü. 1973-1981 yıllarında Avrupa Konseyi Mahalli
İdareler Konferansına delege olarak katılmış, ayrıca Bölge Planlaması Komisyonu
üyeliği de yapmıştır.
Anavatan Partisi Kurucular Kurulu ve Merkez
Karar ve Yönetim Kurulu'na 27 Aralık 1983'te seçilen Keçeciler aynı gün
partinin Teşkilat İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevine
getirildi. 1987 Milletvekili Genel seçimlerinde Konya'dan TBMM'ne girdi. Bu
sırada, TBMM Anayasa Komisyon Üyeliği görevine bulundu.
Keçeciler Anavatan Partisi’nin 1987-1986
yılları arasında Genel Başkan Başyardımcılığını yaptı. Kasım 1989'da kurulan
Yıldırım Akbulut Hükûmeti’nde Petrolden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev
aldı. 1991 Genel Seçimlerinde Konya'dan Milletvekili seçildi. 1995 Genel
Seçimlerinde Konya'dan tekrar Milletvekili seçilen Keçeciler Bayındırlık ve
İskân Bakanlığı görevlerinde bulundu. 1999 Genel Seçimlerinde de Konya'dan
Milletvekili seçilen Keçeciler, Devlet Bakanlığı yaptı. Evli ve dört çocuk babası olup, Fransızca,
Arapça ve Farsça bilmektedir.
MEHMET VARIŞLI
Karatay Civar Mahallesi’nde 20.10.1925 tarihinde
doğdu. Baba adı İsmail, anne adı Nefise olup, Karatay Aziziye Mahallesi
nüfusuna kayıtlıdır. Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Erkek Teknik
Meslek Yüksek Okulu’nda öğretmenlik yaptı. 2.6.1968-5.6.1977 yılları arasında
Cumhuriyet Senatosu Üyesi olarak mecliste bulundu. Fransızca bilen Varışlı evli
ve iki çocuk babasıdır.7.6.1979’da vefat etti.
MEHMET VEHBİ ÇELİK
Hadim’de
01.07.1862 tarihinde doğmuştur. Babası Hüseyin Efendi annesi Şerife Hanım’dır.
Konya Karatay İlçesi Tercüman Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. Din bilginlerinde
zamanın üstadı olarak tanınan Vehbi Hoca, din duygusu ile milliyet duygusunu
gönlünde birleştirmiş bir bilgindi. Hadim ve Konya medreselerinde yetiştikten
sonra İstanbul'da o zaman en yüksek İlahiyat Fakültesi sayılan Darü’l-Hilafe Medresesinden
icazet almıştır.
Mehmet
Vehbi Çelik Osmanlı Meclisi I. Dönem ve IV. Dönem Konya, TBMM I. Dönem Konya milletvekilliği yapmış,
IV. İcra Vekilleri Heyeti'nde Şeriye ve Evkaf Vekilliği görevlerinde bulunmuştur.
Konya’da Mahmudiye Medresesi Müderrisliği yapmıştır. Vehbi Efendi, Konya'nın
Birinci Millet Meclisi'ne seçtiği milletvekilleri arasında bulundu. İlk şeriye
vekillerinden oldu. Konya’nın Milli Mücadeleye maddi ve manevi büyük katkısını
sağlamış olanların başında gelir. İlk anayasayı hazırlayanların arasında
bulunmuştur.
Meşrutiyet
döneminde bir aralık taşrada büyük illerde yüksek okul açma denemesine
girişildiği sırada Konya'da da bir hukuk mektebi açılmıştı. O dönemde de
İstanbul'dan taşra'ya rağbet olmadığından bu yüksek okula ancak mahalli
yeteneklerden hoca aranmıştı. Bunlar arasında medeni Hukuk-Fıkıh hocalığı Vehbi
Efendi'ye verilmişti. Vehbi Hoca bu görevde önemli başarı sağlamıştır. Onun
asıl hüviyet ve himmeti, Milli Mücadele başlarken ortaya çıkmasındadır.
Mehmet Vehbi Efendi Kuvay-ı Milliye
hareketi içinde aktif rol almıştır. Nefir-i âmm yani bütün herkesin gücüne
ihtiyaç duyulduğu durum zamanında ülkemizin, müstevliler tarafından tarumar
edilmemesi için herkesin elinden geleni yapmaya çalıştığı anda, sorumluluk
gereği gecesini gündüzüne katarak, köy köy, kasaba kasaba, dolaşarak etkileyici
ve teşvik edici konuşmalarıyla halkın uyanmasına ve bilinçlenmesine katkıda
bulunmuştur.
Anadolu'da Müdafaa-i Hukuk'un ilk kurulduğu
yerlerden birisi Konya’dır. Kuranların başında Vehbi Hoca bulunmuştur. Vehbi
Hoca son Osmanlı Mebusan Meclisine Konya'dan mebus seçilmişti. Bu Meclisin
başkan vekilliğini yapmıştır. Bu görevdeki himmeti önemlidir. Misak-ı Milli'nin
bu Meclisçe kabulünde şahsi otoritesiyle rol oynamıştır. Milli Mücadeleyi
desteklemesi için Meclis tarafından Padişah'a gönderilen üç kişilik heyette
Vehbi Hoca'da bulunmuştur. Bu Meclisin İngilizler tarafından basılıp
dağıtılmasından sonra Ankara'da ilk büyük Millet Meclisine en erken
katılanlardan birisi olmuştur. Bir aralık Konya Valisinin vazifeyi bırakıp
kayıp olması üzerine, halkın arzusuyla valiliği üstlenmiş ve Konya’nın İtalyanlarca
işgalini önlemiştir.
Meclis tarafından umur-ı şeriye vekâletine seçilmiştir.
Bu görevde iken saltanatın ilgasına dair şeri fetvayı veren ve bunu meclis
huzurunda okuyup kabul ettiren de Mehmet Vehbi Hoca idi. 29.11.1949 yılında
vefat etmiştir.
MEHMET ZİYAEDDİN İZERDEM
Konya
Karatay ilçesi Kuzgunkavak Mahallesi’nde 16.03.1918’de doğdu. Babası İbrahim
Efendi, annesi Hatice Hanım’dır. Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur.
Serbest avukatlık, Hakim, savcılık ve Konya Belediyesi Hukuk müşavirliği
görevlerinde bulunmuştur. AP’den XIII. Dönem Konya milletvekili seçilmiştir.
Artıca Konya Belediye Başkanlığı görevinde bulundu. Fransızca bilen İzerdem
evli ve beş çocuk babasıdır. 22.06.2006 yılında vefat etmiştir.
MEKMET KILIÇ
Konya
Karatay İpekler köyünde 13.11.1955’te dünyaya geldi. Babası, Mehmet Bey, annesi
Vesile Hanım’dır. İlk, orta ve lise tahsilini Konya’da tamamladı. Hayatının
büyük bir bölümü Karatay ilçesi Araplar Mahallesi’nde geçti. İstanbul
Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun oldu. Diş Hekimliği, Kılıç
İnşaat Lt. Şirketi ve Obruk Tarım Hayvancılık ve Gıda Sanayi A.Ş. Kurucusu ve
Yönetim Kurulu Başkanlığı, Kılıçoğulları Özel Sağlık Limitet Şirketi Müdürlüğü,
Karatay İl Genel Meclis Üyeliği, Meclis Başkanvekilliiği ve Sağlık Komisyonu
Başkanlığı görevlerinde bulunduı - Arapça ve Fransızca bilen Kılıç XXII. Dönem
Konya Milletvekili oldu. Evli ve altı çocuk babasıdır.
MUAMMER OBUZ
Karatay ilçesi Fakıdede Mahallesi’nde
01.11.1914 yılında doğdu. Karatay ilçesi Akçeşme nüfusuna kayıtlıdır. Baba adı
Talat, anne adı Sare’dir. İlk, orta ve lise öğrenimini Konya’da tamamladı. 1939
yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre serbest havukatlık yaptı,
Savcılık ve hâkimlik yaptı. IX-X. Dönemlerde Konya Milletvekilliği ve
15.10.1961-2.6.1968 yılları arasında Cumhuriyet Senatosu Üyeliği görevlerinde
bulundu. Fransızca bilen Obuz, 1.11.1991 yılında vefat etti. Konya Üçler
Mezarlığı’nda toprağa verildi.
MURAT ALİ ÜLGEN
Karatay Pürçeklü Mahallesi’nde 1898’de doğdu.
Babası Abdullah Efendi, annesi Nesibe Hanım’dır. Beyşehir Ziraat Bankası
memurluğu, Konya Bayındırlık Saymanlığı Baş Kâtipliği, Konya Su İşleri
Saymanlığı, Konya Özel İdare Evrak Şefliği, Konya Hususi Muhasebe Evrak şefliği
görevlerinde bulundu. D.P listesinden IX. Dönmem’de Konya Milletvekili, X. ve XI.
Dönemlerde Afyonkarahisar milletvekilliğine seçildi. Yassıada Yüksek Adalet
Divanınca anayasayı çiğneme suçlamasıyla müebbet hapse mahkûm oldu. 20 Eylül 1972
tarihinde öldü. İstanbul Zincirlikuyu
Mezarlığı’na defnedildi.
MUSA KÂZIM EFENDİ
Doğum
tarihi 01.07.1881’ dir. Babası Mehmet Bey, annesi Ayşe Hanım’dır. Karatay
ilçesi Şems Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. I-II ve III. Dönemlerde Konya
Milletvekili seçilmiştir. Müderrislik, avukatlık ve Şeriye Vekiliği
görevlerinde bulunmuştur. Evli ve beş çocuk babasıdır. 05.12.1930 tarihinde
vefat etmiştir.
MUSTAFA SAİT GÖNEN
Konya’da15.08,1960’
da doğdu. Babasının adı Mevlüt, anenesinin adı Zeynep’tir. Karatay Akçeşme
Mahallesi nüfusuna kayıtlıdır. Sırasıyla Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Endokrinoloji’de ihtisaslarını tamamladı. Yozgat İl Sağlık Müdür Yardımcısı,
ABD Cornell Medical Center'da (Fellow Ship) Misafir Öğretim Üyesi, Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve Tıp
Fakültesi Hastanesi Başhekim Yardımcısı görevlerinde bulundu. Konyaspor Kulüp
Başkanlığı yaptı. XXI. Dönem Konya Milletvekili seçildi. Evli ve üç çocuk
babasıdır.
RIFAT EFENDİ
Asıl
adı Mehmet Rıfat Saatçi’dir. 01.07.1869 yılında Konya’da doğdu. Babası Nuri
Bey, annesi Sıdıka Hanım’dır. Karatay Kuzgunkavak Mahallesi nüfusuna
kayıtlıdır. Medrese mezunu olup matematikle de ilgilendi. Türk Ticaret Bankası müdürlüğü görevinde
bulundu. I. Dönem Konya Milletvekilidir. Evli ve beş çocuk babası olan Rıfat
Efendi 08.04.1936 tarihinde vefat etmiştir.
Kaynakça:
TBMM
Arşivi.
TBMM
Albümü 1920-1991.
TBBM
Albümü, 2007.
Demirel,
Ahmet, İlk Meclisin Vekilleri.
İletişim yayınları, İstanbul, 2010.
Irmak,
Sadi, Milli Mücadelede Atatürk'ün Çevresi
İlk Mücahitler, Toker yayınları, İstanbul,1987.
Kutay,
Cemal, Kurtuluşun ve Cumhuriyet’in Manevi
Mimarları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1973.
Öztürk,
Kazım, Türk Parlamento Tarihi (1966-1980).
Uz, M.
Ali, Konya Âlim ve Velileri, Konya,
2004.
Günümüzde ülkelerin tanıtımında en
etkili iki aracın spor ve ekonomi olduğu görüşü ağır basıyor. Bu sebeple
ülkeler, maddî açıdan güçlü olmaya ve uluslararası alanda başarılar kazanarak
propagandalarını yapabilmek için spora büyük önem verip, pahalı yatırımlar ve
tesisler yaparak organizasyonlar almak için âdeta birbirleriyle yarışıyorlar.
Uluslararası spor yarışmalarında
olduğu gibi, ülkelerin kendi bünyelerinde de şehirlerarasında yoğun bir sportif
rekabet gözleniyor. Ülkemizde ise şehirler, ilçeler, beldeler, köyler ve hatta
semtler arasında bunun örneklerini görmek mümkün. Buna paralel olarak Konya’da
şehir ve il düzeyinde spor faaliyetleri gençler arasında giderek daha fazla
ilgi görüp, yoğunluk kazanmaya başladı. Faaliyetlerin yürütülmesi konusunda
gençlik kulüpleri olduğu kadar, belediyeler, kurum ve kuruluşlar ile ferdî
çalışmalar açısından özel spor salonları büyük rol üstlenmiş durumda. Bugün
artık şehrimizde Büyükşehir’in yanısıra merkez Selçuklu, Meram ve Karatay ilçe
belediyelerinin mevcut spor kulüplerinde çeşitli branşlarda binlerce genç spor
yaparak, ülke ve uluslararası düzeyde başarılar kazanıyor. 1989 yılında yapılan
düzenlemeye göre Karatay ilçesi sınırları içinde yer alan semt ve mahallelerde
geçmişten günümüze sayıları giderek artan sporcular her zaman için ön sıralarda
yer almış bulunuyor. Bunların başında gelen Sedirler, Araplar, Dolav, Aslanlı
Kışla, 60 yıl önce yerinde hayvan pazarı bulunan eski garaj, Aslım çayırı, koşu
mahalli denilen Konya Harası arazisi, Çimenlik, Uluırmak, Karaaslan ve halk
arasında Küllükbaşı adıyla bilinen Güllükbaşı gelir. Gençlik ve Spor Müdürlüğü’nün
denetimi altındaki saha ve salonlara ilave olarak, Belediyelerin semtlere
yaptıkları saha, salon, yüzme havuzu ve diğer spor tesisleri, eğitim
kurumlarına ve kamu kuruluşlarına ait alanların sporun yayılması ve spor
yapanların artışına katkısı çok büyük. Akşam saatlerinde öğrenci, ya da sanayi
kesiminde çalışan binlerce genç ellerinde çantalar olduğu hâlde spor
tesislerine gelerek antrenman yaptıktan sonra evlerine gidiyor, hafta
sonlarında ise çeşitli branşlarda yapılan müsabakalarda yarışmacılık yönlerini
geliştirme imkânını buluyor.
Konya’da spor faaliyetlerinin
Mektebi Sultani (Konya Lisesi)’de ayak topu adıyla futbol oynanarak
başladığını, 1913’te tedrisat programına dâhil edilen beden derslerinde muallim
Burhanettin Bey tarafından talebelere sınıflar arasında maçlar yaptırıldığını o
dönemin gazetelerinde yer alan haberlerden öğreniyoruz. Mekteb-i Sanayi,
Muallimin Mektebi (Erkek Öğretmen Okulu), Askerî Lise ve 1924’te açılan ilk
İmam Hatip Mektebi’nde de “Terbiye-i
Bedeniyye” (cimnastik) öğretmenlerinin okul içerisinde aynı yolu izleyerek
beden dersleri uyguladığı görülüyor. Uzun yıllar Konya Lisesi’nde matematik
öğretmenliği yapan Hüseyin Köroğlu’nun yazdığı “Konya Lisesi Tarihi”nde Burhanettin Bey’in ayrılması üzerine 1920
yılında Süreyya Bey, 1922 muallim kadrosunda Fazıl Bey, 1936-1937’de Arif Bey
ve 1938-1947 arasında da Nejat Cansızoğlu’nun isimlerine rastlıyoruz.
Yıllarca (1940 başından itibaren)
Karma Ortaokul beden eğitimi öğretmeni olan “Boyacı”
lâkabıyla tanınan ve benimde hocam olan Cevdet Şenyurt, 1954-1961 yılları
arasında Konya Lisesi beden eğitimi öğretmeni Sabahattin Şengün, 1949’dan
1955’e kadar Sanat Okulu beden eğitimi öğretmeni, 1955-1960 arasında Beden
Terbiyesi Bölge Müdürü olarak görev yapan Bekir Ziya Eytemiz ile yıllarca bu
okulda aynı görevi yürüten Ali Esen ve görevi devrettiği Mehmet Güler,
İdmanyurdu’nda basketbol ve voleybol oynayıp, daha sonra Beden Terbiyesi Genel
Müdürlüğü yapan Anadolu Lisesi beden eğitimi öğretmeni Mazhar Vardar, aynı
okulda beden eğitimi öğretmenliği görevini sürdürerek, okuluna üç defa Türkiye
hentbol şampiyonluğu ve Dünya üçüncülüğü kazandıran Ahmet Toptaş, birçok
şöhretli hentbolcu, basketbolcu, futbolcu, güreşçi ve atlet yetiştirmiş
bulunuyorlar. Babalık gazetesi’nde yer alan geçmişe ait haberler, lise
takımları arasında kıran kırana futbol maçları oynandığını, Lise ile Mektebi
Sanayi maçlarının çok defa kavgalı geçtiğini, “Süslü Ali” lakabıyla anılan Ali Bey ile Nejat Cansızoğlu’nun
takımlarının rakiplerine galip gelerek, okullarına kupa kazandırdıklarını
kaydediyor.
Balkan Savaşı’nın İstanbul’a
yaklaşması karşısında Osmanlı payıtahtının 1912 yılında bir aralık Konya’ya
taşınması düşünülerek, Atatürk Anıtı’nın kaidesini de yapan mimar Muzaffer
Bey’e 1917’de hâlen Konya Lisesi olan bina inşa ettirilmiş, ancak tehlikenin
ortadan kalkması üzerine bu karardan vazgeçilerek buraya Askeri Lise ile
Muallimin Mektebi yerleştirilmişti. Daha sonra Askeri Lise, bugün Asker
Hastanesi olan binaya nakledilip, Muallimin’in de kapatılması üzerine boşalan
binaya 1934 yılında Karma Ortaokul’un olduğu binadaki Sultani taşınmış, boşalan
bina da ortaokul hâline getirilmişti. Bu arada, İstasyon’daki Astsubay Orduevi,
Merkez Kumandanlığı ve eski Ordu Pazarı’nın yer aldığı alanda faaliyet gösteren
Astsubay Hazırlama Ortaokulu’nun beden eğitimi öğretmeni Yüzbaşı Şeref Tunca
1950 başlarında şehrimizde ilk defa toprak futbol sahasında hentbol oynatarak
bu sporu başlatmıştı. Aynı zamanda milli futbol hakemi lisans ına sahip bulunan
Tunca, lig maçlarını da yönetmiş, Ankara’ya tayin olunca Hentbol Federasyonu
Başkanlığına getirilmişti. 1960’lı yıllarda Çankırı’ya taşınan Astsubay
Hazırlama Ortaokulu’nda Türkiye gülle atma şampiyonu Yüzbaşı M. Ali Aydede de
görev yaptı.
SPOR
KULÜPLERİNİN KURULUŞU
Liselerde sürdürülen spor
faaliyetlerini 1922 yılında Gençlerbirliği’nin, bir yıl sonra İdmanyurdu’nun
1929 yılında Selçukspor’un kurularak, sporun kulüpleşmesi takip etti. Böylece
Mektebi Sultani ve Mektebi Sanayi talebelerinin kulüplerin formalarını giymesi
Konya’da futbolun yaygınlaşıp, ilgi görmesini sağladı. Gençlerbirliği’nin
Liseli futbolcuları Nuri Yenal, Mustafa Koşan ve Kâzım Özbay ile İdmanyurdu’nda
oynayan Liseli Cevdet Taşpınar, yıllar önce kendileriyle yaptığım sohbetlerde
kulüplerin ilk olarak hâlen Emniyet Müdürlüğü’nün bulunduğu Musalla Mezarlığı
yanındaki alanda maçlar yaptıklarını, daha sonra maçların Atatürk Stadı’nın
kuzeyindeki Horozlu ve Konevi Siteleri’nin yerindeki “Çamlı Bahçe” de oynandığını, zaman zaman da Gazeteciler
Cemiyeti’nin bulunduğu, yakın zamana kadar Devlet Malzeme Ofisi Bölge Müdürlüğü
olan binanın yanında ve Ordu Pazarı karşısındaki boş arsalarda antrenman ve maç
yaptıklarını, buralar nizamî saha niteliğinde olmadığı için oyuncular
beraberlerinde getirdikleri direkleri kazdıkları çukura gömerek, taşlarla
sıkıştırdıklarını söylemişlerdi. Gençlerbirliği ve İdmanyurdu arasında ilk
yıllardan itibaren başlayan ezeli rakabet amatörlük dönemlerinde ve daha sonra
da profesyonel olarak 3. Lig’de devam ederek, 1981 yılında gerçekleşen birleşmeye
kadar sürüp gitti. Hatta iki takımın 3. Lig’deki bir maçında olay çıktığı için
Federasyon rövanş maçını Eskişehir’de oynattı, buna rağmen taraftarlar maç
dönüşü yolda da kavga ettiler. Rekabet sebebiyle iki takımın birbirleriyle
yapacakları maçlara geceleri gizli gizli hazırlandığı anlatılırdı.
Gençlerbirliği’nin uzun yıllar yöneticilik, başkanlık ve umumi kaptanlığını
yapan merhum Nuri Yenal, idman yapmadıkları izlenimi vermek için gece Gazi
İlkokulu’nun bahçesinde çalıştıklarını, İdmanyurtlu Rıfkı Mendi’nin de Alâaddin
Tepesi çevresinde koşu yaparak hazırlandıklarını bildirdiğini eklemek
istiyorum.
GAZAROS’UN
BAHÇESİ, İDMANYURDU SAHASI
İmam Hatip Lisesi inşa edilen
yerdeki Gazaros’un bahçesi de aynı yıl Konya’nın ilk futbol sahası hâline
getirilince resmi müsabakalar burada oynanmaya başladı. “İdmanyurdu sahası” olarak anılan ve ilk yıllarda kaleleri Güney ve
Kuzey yönlerde yer alan sahanın tapusunun İdmanyurdu’na verilişinin ilginç bir
hikâyesi var. “Genç Osman” lâkabıyla
tanınan İdmanyurdu’nun koyu taraftarları Eczacı kalfası Osman Kavas, konuyla
ilgili olarak yıllar önce şunları söylemişti:
Mübadelede Ermeniler Konya’dan
gidince Gazaros’un evinin bulunduğu bahçe hazineye intikâl ederek, Jandarma
Mektebi’ne tahsis edilmiş ve bir de futbol sahası düzenlenmişti. İdmanyurdu,
1934’de hususi maç için gelen Atatürk’ün himayesindeki Çankaya takımını 4-0
yendi. Ankara’ya dönüşte maçın sonucunu öğrenen Atatürk, İdmanyurdu’nun davet
edilerek Ankara’da da bir maç yapılmasını emretmiş. Bunun için İdmanyurdu, Ankara’ya
giderek Çankaya ile yaptığı dostluk maçında 2-2 berabere kaldı ve maçtan sonra
Atatürk tarafından Çankaya köşkünde kabul edildi. Ben de kafile ile Ankara’ya
giderek maçı seyrettim ve köşkte de bulundum. Atatürk, tebrik ettikten sonra
başımızdaki Konya’daki Suvari Alayı’nda görevli ve o tarihte Yüzbaşı olan Refet
Çağlar’a “Bir isteğiniz var mı” diye
sordu. Refet Çağlar maç yapılacak saha olmadığını söyleyince Atatürk, müsait
neresi olduğunu sordu, Refet Çağlar da Jandarma Mektebi’nin sahasının olduğunu
bildirdi. Atatürk, Konya’da başka hangi kulüplerin olduğunu sordu, Refet Çağlar
İdmanyurdu’ndan başka Gençlerbirliği ve Selçukspor’un olduğu cevabını verince
Atatürk, emir subayını çağırıp, burasının beş yılda ödenmek üzere ve 500 lira
bedelle tapusunun üç kulübe verilmesini emretti.
Konya’ya dönüşte, Ziraat Bankası
memuru olan İdmanyurdu’nun kurucularından Başkan Celâl Vaner, İdman Cemiyetleri
İttifakı’nın da temsilcisi olduğu için İdmanyurdu camiasının varlıklı bazı
üyelerinden topladığı 500 lirayı yatırıp, İdman Cemiyetleri İttifakı adına
diyerek tapusunu alarak sahayı İdmanyurdu’nun mülkiyetine geçirtti.
Kadı İzzeddin (Karpuzoğlu) Camii
bitişiğinde bulunan ve kaleleri İdmanyurdu’nda futbol oynayan Nafia Müdürü “Karga Halim” tarafından Doğu ve Batı
yönlerine alınan sahanın kapısının girişinde yer alan iki katlı binanın altında
Gençlerbirliği ve Selçukspor’a birer oda tahsis eden İdmanyurdu, üst katında
faaliyet gösterdi ve 1951 yılına kadar maçların yapıldığı bu sahayı İmam Hatip
Okulu yapımı için satıp, Zafer Meydanı’nda bugün Konyaspor Kulübü’nün bulunduğu
binanın yerindeki Sıtma Savaş Derneği ve Konya Musiki Derneği’nin olduğu üç
katlı binayı satın aldı. Daha sonra burası yıkılarak, kat karşılığında verildi.
Binada 50 büro ve dükkan ile bugünkü üst kat lokal kısmı İdmanyurdu’na aitti,
ancak zaman içinde diğerleri satılıp, İdmanyurdu 1981’de Konyaspor ile
birleşince burası Konyaspor’un mülkü hâline geldi. Lig maçları 1951’de
İstasyon’daki Astsubay Hazırlama Ortaokulu’nun sahasında oynandıktan sonra 1952
yılında Şehir Stadı hizmete açılınca 15 yıl Konya’nın tek futbol sahası olarak
hizmet veren, bu arada tahta tribünü 40’lı yıllarda bir güreş müsabakası
sırasında izdiham nedeniyle göçtüğü için seyircilerin ayakta maç seyrettiği
saha böylece tarihe karışarak İmam Hatip Okulu ve bahçesi oldu.
KARATAY
İLÇESİNDE SPOR
Önce (1934)’te ortaokul, sekiz
yıllık zorunlu eğitim kabul edildikten sonra Karma Ortaokul ve günümüzde Karma
İlköğretim Okulu olan eski cezaevinin bitişiğindeki tarihî binada faaliyet
gösteren Konya Lisesi’nin geçmişi 121 yıl öncesine dayanır. 1889 yılında Konya
İdadisi olarak açılan 1913’ten itibaren Konya Sultanisi ve 1924’te Konya Erkek
Lisesi adını alan, 1972’de bahçesinin kuzeyindeki binada Gazi Lisesi faaliyete
geçen Konya Lisesi, şehrimizdeki spor faaliyetlerinin başladığı okuldur.
1901’de inşa edilen Sanat Okulu da bu tarihten itibaren itibaren önce futbol,
daha sonra basketbol, voleybol, güreş, atletizm, boks ve diğer branşlarda Konya
Lisesi ile ezelî bir rekabet içinde olarak, şehrimizde sporun gelişmesine
katkıda bulundu. Merkez Karatay ilçesinde ise 1951’de İmam Hatip Okulu
açılıncaya kadar Karma Ortaokul’dan başka okul, futbol sahası ve spor salonu
bulunmuyordu. Bu nedenle bu bölgede yıllarca futbolun dışında spor
faaliyetlerinde gelişme olmadıktan sonra, İmam Hatip Okulu’nun tedrisata
başlaması bilhassa güreş branşına çok önemli bir hareket kazandırdı. Daha sonra
da Öğretmenevleri semtinde yeni binasına taşınan Sanat Okulu’nda tedrisata
başlayan Karatay Lisesi, Arslanlı Kışla’daki bugünkü binasına nakledildi. Son
25 yılda Karatay ilçesinde ikâmet eden gençler arasında taekwondo, boks, kick
boks ve diğer uzakdoğu sporları rağbet görmeye, bunun sonucu olarak ülkemizi
başarıyla temsil edebilen Avrupa ve Dünya çapında sporcular yetişmeye başladı.
Büyükşehir Belediyesi tarafından
Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nden kiralanarak Konyaspor’a tahsis edilen
Atatürk Stadı dışında bugün aynı tesislerin dışında maçlar yapılan iki nolu çim
ve üç nolu toprak saha, Selçuklu Belediyesi’ne ait çim saha ve eskiden Köy
Hizmetleri Bölge Müdürlüğü bünyesinde bulunan ve daha sonra Özel İdare’ye
devredilen İstanbul yolunda bir çim saha, Gençlik ve Spor Müdürlüğü’ne ait
Cumhuriyet Mahallesi’nde aynı adı taşıyan çim saha, eski Sanayi sitesi
bitişiğindeki toprak zeminli Sanayi sahası, Dumlupınar sahası, Arslanlı
Kışla’da Mevlâna Kültür Merkezi’nin bitişiğinde Karatay Belediyesi sahası ve 2.
Lig’de mücadele eden Şekerspor’un maçlarını oynadığı Şeker Fabrikası’ndaki çim
saha ile Konyaspor’un çalışmalarını yaptığı Tatlıcak’da Konet’in yanındaki çim
antrenman sahası futbola hizmet ediyor. Atatürk ve 100. yıl salonları; kulüp ve
okul müsabakaları ile tüm salon sporları yapıldığı için yükün büyük kısmını çekiyor. Selçuklu
ilçesinde bulunan Selçuklu Belediyesi’ne ait salonda ise Türkiye çapında önemli
spor faaliyetleri ve diğer organizasyonlar gerçekleştiriliyor. Selçuk
Üniversitesi basketbol takımı da maçlarını kampüsteki 75. yıl salonunda
oynuyor.
KARATAY
İLE ANILAN SELÇUK SPOR
Selçukspor,1929’da kurulmuş ve uzun
yıllar Karatay bölgesi ile anılır oldu. Ancak, ne yazık ki amatör ruhla özdeş
hâle gelen kulüplerin yaşadığı sıkıntılarla başbaşa kalan bu tarihi kulüp
yıllardır maddî imkânsızlık içinde faaliyetini sürdürmeye ve formasını giyen
eski bir Selçukspor’lu Zahir Renklibay da yıllardır başkanlık ve antrenörlük
yaparak şahsî çabasıyla Selçukspor’u yaşatmaya çalışıyor. Gazi İlkokulu
öğretmenlerinden Osman Fatih Kurşun başkanlığında kurulan Selçukspor’un ilk
yönetim kurulunda şu isimler yer almıştı:
Gazi İlkokulu öğretmeni Enver Bey,
Tarık Kendi ve Yusuf Ulus, Yeni Ses Gazetesi sahibi Tacettin Cavit Özsoy ve
Neşriyat Müdürü Nuri Özkara, Veteriner Münir Oskay, Sanayi Mektebi öğretmeni
Celal Bey, Tüccar Hazım Köseleci, memur Mehmet Evre, Emniyet Muhasibi Mahmut
Sural, gazeteci Afif Evren ve Kunduracı Vehbi Altınçizme.
Sarı Lacivert renklerle
Sanatkârlargücü adıyla kurulan, sonra Konya Spor Kulübü adını alan ve sonunda
tescili Selçukspor olarak yapılan kulüp, İş Bankası’nın yerindeki Yusuf Şar’a
ait eski belediye binası ile Tekel Müdürlüğü arasında bulunan iki katlı bahçeli
binanın bir odasında faaliyet göstermeye başladığında kadrosunda şu futbolcular
yer alıyordu: Enver, Cevdet, Kâzım Özbay, Solak Süleyman (Uludağ), Mercan,
Halil, Nebi, Nevzat, Fuat, Zeki, Reşat, Nuri, Muammer, Nihat, İhsan, Fincani,
Selim ve Recai.
Hâkimiyet-i Milliye, Gazi Mustafa
Kemal ve İsmetpaşa ilkokullarını inşa eden Alman firmasının Zinger isimli
başmühendisi Selçukspor’u çalıştırarak, Konya’da antrenörlük yapan ilk spor
adamı oldu. Takımın güçlenmesi için Gençlerbirliği, Kâzım Özbay ve kaleci
Cevdet’i, İdmanyurdu da terzi Solak Süleyman ve Rıfkı Mendi’yi takviye olarak
Selçukspor’a verdi. Fenerbahçe’den esinlenerek Sarı Lacivert renkleri alan
kulübün bir de B takımı vardı.
SELÇUK
SPOR, DOLAV’IN SEMBOLÜ İDİ
Selçukspor; yetiştirdiği
futbolcularla yıllarca altyapı görevi yaptığı Gençlerbirliği ve İdmanyurdu’nun
gölgesinde kalmaktan kurtulamadı. Öğretmenler, memurlar, gazeteciler ve şehrin
tanınmış eşraf tarafından kurulan ve maddî açıdan sıkıntı çekmeyen Sarı
Lacivertli takım ilk yıllarında iki rakibiyle çetin mücadeleler yapmasına
rağmen, ne yazık ki lig şampiyonluğu için alternatif olamayıp, sâdece 1949’da “Vali Kupası” nı kazanmakla yetindi.
İdmanyurdu sahasında Stadspor’u 5-2 yenen kadroda kaleci Pırlo Muzaffer, Hamdi
Yorulmaz, Püllüm Nuri Yüksel, Cömen Halil, Karga Teyfik, Yusuf, Durmuş, Galip,
Nihat, Emin Ormancı, Asker Ali, Mahir, Seyit Şen, Saffet Demirok, Terzi Orhan,
Abdullah yer aldı. Gençlerbirliği’nin Konyaspor ismini alması, İdmanyurdu’nun da
Konyaspor’la birleşmesi üzerine şu anda Konya’nın en eski kulübü özelliğini
taşıyan 81 yıllık Selçukspor, bu zaman z arfında barınabileceği bir mülke sahip
olamadı.
Taraftarlarının yoğun olduğu 40’lı
yıllarda Dolav semtinin sembolü haline gelen Selçukspor; Mehmet Köseler, Teyfik
Türkkan, Cömen Halil, Karga Teyfik, İzzet Kanarya, Nihat, Pırlo Muzaffer, Nuri
Örge, Kemal Erkut, Abdullah Büyükkoşucu, Seyit Şen, Hamdi Yorulmaz, Püllüm Nuri
Yüksel, Asker Ali Göksu ve Saffet Demirok gibi futbolcuları Gençlerbirliği,
İdmanyurdu, Sümerspor ve yeni kurulan Yolspor’a geçince Selçukspor gücünü
kaybetmesine rağmen 1. Kümede yoluna devam etti. Ancak, kadro ve yönetim
değişikliğine uğrayan Sarı Lacivertli kulüp bir süre sahipsiz kaldıktan sonra,
1950’den itibaren yıllarca Terzi Lütfi Göksu, Yılmaz Yemeniciler ve Yılmaz
Onarıcıoğlu gibi birkaç yöneticinin sahip çıkmasıyla ayakta kalabildi.
Bir ara 1952’de kurulan ve 1964’te
Çimentospor’la birleşen Yeşil Sarılı Konyaspor ile birlikte Elektrik Şirketi ve
Belediye Nikâh Salonu’nun da bulunduğu Mevlâna Çarşısı’nın yerindeki binanın
üst katında ve stadyumda kapalı tribünlerin altındaki bir odada, Alâeddin
Caddesi’nde sokak içinde bir dükkânda, bir yıl İş Bankası’nın arkasındaki
apartmanının bodrum katında faaliyet gösteren Selçukspor’un; Valilik Kupası,
birkaç fotoğrafı, kuruculardan ve eski başkanlardan Vehbi Altınçizme’nin
çerçeveli bir resminin buralarda bir süre muhafaza edildiğini hatırlıyorum.
Daha sonra ne olduysa geçmişten kalan tek hatıra olan kupa ve fotoğraflar da kayboldu.
15 yıldır kulübü tek başına yaşatmaya çalışan Zahir Renklibay, benden kurulduğu
yılki ilk kadrosunu ve arşivimdeki birkaç tarihi fotoğrafı isteyip, büyütüp
çerçeveletip, kulübü yönettiği de yönettiği işyerine astı.
Renklibay; A takımı ve altyapıdaki
futbolcuları çalıştırıyor, takımı kendisine ait otobüsüle deplasmanlara
götürüyor. Ben buradan Selçukspor formasını giymiş, yöneticilik yapmış kişileri
bu tarihî kulübe sahip çıkarak, yaşatmaya davet ediyorum.
SELÇUK
SPOR’DAN YETİŞEN ŞÖHRETLER
Yıllarca iki takıma altyapı görevi
yapan Selçukspor’dan birçok futbolcu yetişti. Üçler Mezarlığı ile Arslanlı
Kışla arasındaki bir zamanlar Belediye Otobüsleri’nin garajı olan geniş alan
40’lı yıllardan itibaren Sarı Lacivertli kulübün antrenman sahası idi.
Selçukspor’dan yetişenlerden Gençlerbirliği forması giyen, sonra millî hakem
olan Hasan Yorulmaz ve Hamdi Yorulmaz, İdmanyurdu ve Ankara Galatasaray’da
oynayan terzi Solak Süleyman Ulutaş, Yolspor’da oynayıp, sonra millî hakem olan
Nedim Tuncel, Sümerspor ve Şekerspor’da oynayan Tat İzzet (Kanarya),
Gençlerbirliği formasını giyen Abdullah Büyükkoşucu, Ali Temel ve Cömen Halil,
Gençlerbirliği ve Yolspor’da oynayan Saffet Demirok, Püllüm Nuri (Yüksel), Raif
Savaş (İdmanyurdu, Gençlerbirliği), İdmanyurdu’nda oynayan kaptan Teyfik
Türkkan, Karga Teyfik, Seyit Şen, terzi Orhan Gürsel, Nuri Örge ve kaleci Pırlo
Muzaffer (Yolspor-Şekerspor), kaleci Sıdık ve kardeşi Mustafa Saldı
(İdmanyurdu), Sümerspor ve Şekerspor’da yer alan kaptan Mehmet Köseler ve
kardeşi Mustafa Köseler (Yolspor), Kemal Erkut (İdmanyurdu, İstanbulspor,
Aydınspor ve Toprakspor), Hüseyin İnal (Uşak Gençlerbirliği ve Ceyhanspor),
İdmanyurdu başkanı Mehmet Şan, Hidayet Dirik (Gençlerbirliği), Fevzi Sözmen
(Şekerspor), kaleci Talât Öncel (Sümerspor, Şekerspor, Konyaspor), Doç Hüseyin
Durur (Gençlerbirliği, Karagücü, Mersin Çukurova İdmanyurdu, Yolspor), İbrahim
Uğuröz (Meramspor, Yolspor), Ahmet Özbaş (Şekerspor, Aydınspor, Konyaspor),
Çimentospor ve Şekerspor’da yer alan Seyit Güneş’in yanısıra Konya Şekerspor,
Ceyhanspor, Adanaspor, Ankaragücü ve İdmanyurdu forması giyen Ali Osman
Renklibay, Yolspor, Konyaspor ve Ankara Gençlerbirliği’nde oynayan ağabeyi Naci
Renklibay, milli hakem kaleci Şefik Tarhan, Demirspor ve Konyaspor kaptanı Nuri
Mehtap ile kaleci Cemalettin Aksekibilgin’i (Konyaspor) sayabiliriz.
Başka kulüplere geçmeden, yıllarca
Sarı Lacivertli formayı taşıyıp, kaptanlığını yapan sembol futbolcular Ahmet
Tosun, Emin Ormancı ve Ali İhsan Özkadif ise Konya karmasında da yer aldılar.
Selçukspor’un yanısıra 1985’te kurulan Araplarspor ve 2000’li yılların başında
faaliyete geçen Karatay Belediyespor kulüpleri de günümüzde Karatay’ın
temsilcisi konumundalar.
FUTBOLCU
FABRİKASI RENKLİBAY VE KÖSELER
Konya ve Türk futboluna 30’dan fazla
futbolcu kazandıran Renklibay ve Köseler ailelerinin Dolav semti ve Konya spor
tarihinde çok önemli ve ayrı bir yerleri var. Kırılması güç bir rekorun sahibi
olan akraba bu iki ailenin Ay Yıldızlı formayı giymiş, gol kralı olmuş, şampiyonluklar
yaşamış çocukları adlarını Türk spor tarihine yazdırdı. Spor çevreleri
Renklibayları Naci ve Ali Osman’la, Köseler’i de “Kaptan” lâkaplı Mehmet Köseler ile tanıdı. Dolav semtinde doğup
büyüyen merhum Bayram Renklibay, Selçukspor’da bir süre oynadıktan sonra
evlenip, geçim derdine düşünce meşin topa devam edemedi ve Karayolları Bölge
Müdürlüğü’nde işe girip, oradan emekli oldu, ancak altı oğlu da futbolda isim
yaptılar.
Bayram Renklibay’ın büyük oğlu Naci,
Selçukspor’da futbola başlayıp, bir sezon Başhüyükspor’da tecrübe kazandıktan
ve Yolspor’da devam ettikten sonra profesyonelliği seçerek Konyaspor formasını
giydi, iki yıl Ankara Gençlerbirliği’nde oynayıp, döndüğü Konyaspor’da nokta
koydu. Naci, Konya 1. Kümesinde üç ve Gençlerbirliği’nde iki sezon 2. Lig gol
kralı olarak, ünlü golcüler arasına girdi. Askerde yer aldığı İzmir
Karagücü’nde 28 golle gol kralı olup, Cihat Arman tarafından amatör millî
takıma çağrıldı, fakat asker olduğu için gidemedi. Konyaspor’da iken
İstanbul’da Eyüp’ü 2-1 yendikleri maçta seyreden Gündüz Kılıç, antrenörü olduğu
Beşiktaş’a istedi. Ayrıca askerde iken Göztepe, Altay, Karşıyaka, Aydın, Vefa
ve İzmirspor’dan teklif aldı, ancak babası Konya’dan ayrılmasına izin vermedi.
Konyaspor’da antrenörlük yaptı. Kalecilerin korkulu rüyası olan Naci
Renklibay’ın oğullarından Serkan ve fizik mühendisi olan Mustafa, Konyaspor
genç takımı ve Selçukspor’da, torunu Melihcan Selçukspor ve Tarım Kredispor’da
oynadılar.
Baba Bayram’ın ikinci oğlu Ali Osman
Renklibay da şöhret oldu. Futbola Selçukspor’da adım attıktan sonra Konya
Şekerspor’da sivrilip, İdmanyurdu’na tranfer yaptı. İzmir’de bir maçta seyreden
Altay antrenörü Gündüz Kılıç beğendi, idareciler Konya’ya gelip İzmir’e
götürdü. Spor Yazarları Turnuvası’nda Altay’da oynadı, fakat üniversite tahsili
ile futbolu bir arada yürütemeyince Konya’ya döndü. Tahsiline bir yıl ara
verip, Çukurova Üniversitesi’ni kazanınca Ceyhanspor’la anlaştı, iki sezon 2.
Lig’de gol kralı oldu. 1971’de İzmir’de yapılan Akdeniz Oyunları’na katılan
amatör milli takıma seçildi, bu arada Beşiktaş’tan teklif aldı, fakat Akdeniz
Oyunları sebebiyle amatör milli takım futbolcularının transferi dondurulduğu
için gidemedi. Amatör milliler Akdeniz Oyunları’ndaki ilk maçta Suriye’yi 2-1
yenerken, ilk golü atan Ali Osman, Atatürk Stadı’nda gol atan ilk Türk
futbolcusu oldu. Futbol Federasyonu eski Başkanı Orhan Şeref Apak, Ali Osman’ı
genel koordinatör olduğu Adanaspor’a aldı. 1. Lig’deki Adanaspor’da ilk yıl 17
golle, 19 gol atan Eskişehirli Fethi Heper’in peşinden ikinci oldu. Ümit milli
takımına seçilerek Polonya, Almanya ve İspanya’ya karşı oynadı.
Adanaspor’daki ikinci yılında
Ankaragücü’nü 5-1 yendikleri maçta Mehmet Aktan ve Erman Toroğlu’na karşı
oynayıp, 4 gol atınca yapılan teklifi kabul ederek Ankaragücü’ne geçti ve 17
golle Türkiye ligi gol kralı oldu, ancak Ankaragücü 2. Lig’e düştü. Ertesi yıl
25 gol attı, Ankaragücü 1. Lig’e çıktı. 1976’da İran’daki RCD Kupası’nda İran
ve Pakistan’a karşı A milli takımda yer aldı ve futbol hayatında 500’den fazla
gol attı. “Kral” lâkabı ile anılan A.
Osman, parasını alamayınca Ankaragücü ile tekrar anlaşma yapmayıp, Konya
İdmanyurdu’na geldi ve birinci yarı maçlarında oynadıktan sonra yedek subaya
giderek, futbol hayatını noktaladı. Makine mühendisi olan A. Osman Renklibay;
Ankaragücü, Konyaspor, Vanspor ve İstanbul Büyükşehir Belediyespor’da teknik
direktörlük yaptı. Beden eğitimi öğretmeni oğlu Seçkin, Ankaragücü genç takımı,
İstanbul Büyükşehir Belediyespor ve Keçiörengücü’nde futbol oynadı.
Bayram Renklibay’ın üçüncü oğlu Abdülkadir
Renklibay; Sanat Enstitüsü, Selçukspor ve Elazığspor’da oynadı. Konya
Karayolları Bölge Müdür yardımcılığı, Kastamonu ve Trabzon Karayolları
Müdürlüğü ve Konya Yolspor başkanlığı yaptı. Halen Genel Müdürlük müfettişi.
Oğlu Murat da masa tenisini tercih etti.
Dördüncü kardeş Mahmut Renklibay,
Konyaspor genç takımı ile Demirspor’da futbol oynadı, basketbol hakemliği
yaptı, beden eğitimi öğretmeni oldu. Halen Bahçeşehir Koleji’nde görevli.
Oğulları Umut ve Salih yüzücü, Umut ayrıca hentbol oynuyor.
Beşinci Renklibay olan Zahir,
Konyaspor genç takımı, Beyşehirspor, Selçukspor ve Yolspor’da forma giydi. Şu
anda yıllardanberi başkanlık, idarecilik ve gerektiğinde antrenörlük yaparak
Selçukspor’u yaşatmak için gayret ediyor. Oğullarından Onur ve Kadir, yüzmeyi
seçerken, Uğur Selçukspor genç takımında futbolla tanıştı. Ayrıca, halen Konya
Amatör Spor Kulüpleri Federasyonu Başkan yardımcısı olarak görev yapıyor.
Renklibay kardeşlerin en küçüğü olan
Habib de Konya genç karmasında futbol oynayıp, iş hayatına atıldı, ancak 1996
yılında genç yaşta vefat etti. Dedesinin adını taşıyan oğlu Bayram, Selçukspor
formasını genç takımda giydi.
Bayram Renklibay’ın kardeşi; Naci,
Ali Osman, Abdülkadir, Mahmut, Zahir ve Habib’in amcaları Kemal Renklibay da
sivrildiği Selçukspor A takımında, Konya genç karmasında ve Şekerspor’da
oynadı. Torunu Kemal de Seydişehir Eti Alüminyumspor’da yer aldı.
Renklibay kardeşlerin dayıları olan
Köseler de beşkardeş. Emekli Hava Astsubayı olan ağabey Hüseyin Köseler,
Selçukspor’da top koşturan ilk isim. Askerde iken Diyarbakır ve İzmir
Havagüçlerinde oynayıp, emekli olduktan sonra Yolspor’u çalıştırdı. İstanbul’a
yerleşen Hüseyin Köseler’in iki oğlu Erdal ve Erol da futbola Selçukspor genç
takımında başladı, aile İstanbul’a yerleşince Fenerbahçe genç takımında devam
ettiler. Erdal; diş hekimi, Siyasal Bilgiler Fakültesini bitiren Erol da özel
sektörde idareci. Kız kardeşleri Zuhal ise beden eğitimi öğretmeni.
Ailenin en meşhuru Mehmet Köseler,
1944’te Gençlerbirliği genç takımında futbola başlayıp, bir yıl sonra 17
yaşında oynamaya başladığı Selçukspor’da parlayıp, Ereğli Sümerspor’a transfer
olunca ün kazandı. 1952’de bir ara İdmanyurdu’na geldi, fakat Ereğli’de
nişanlandığı için Sümerspor’da kaldı. Daha sonra Şekerspor’a transfer oldu. Sağbekte
12 numaralı forma ile şöhret yaptı. 40 yaşına kadar kaptanlık bandını taşıdı.
Kayseri’de Sümersporlar arasında yapılan maçları seyreden Gündüz Kılıç teklif
yaptı, fakat ailevi nedenlerle Galatasaray’a gidemedi. Ayrıca Bursa Merinos ve
Hacettepe de istedi. Avusturya’nın Sturm Graz ve Belçika’nın Charleroi
takımlarına karşı Konya karması’nda yer aldı. Şekerspor’da, Türkiye Şeker
Fabrikaları şampiyonluğu ve iki defa lig Şampiyonluğu sevinci yaşadı. Futbolu
bıraktıktan sonra hakemlik, Selçukspor ve Demirspor’da da antrenörlük yaptı,
çalıştırdığı Konyaspor genç takımı şampiyon oldu.
Mehmet Köseler’in büyük oğlu Mehmet
Ali; babasının çalıştırdığı Konyaspor genç takımında başladığı futbolu
Demirspor, Şekerspor, Ceyhanspor, Ankara Şekerspor, Selçukspor ve Teksinspor’da
sürdürdü. İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi olan oğlu Mehmet Tarık, yüzme
ve basketbolla, İstanbul’da görev yapan kızı Çevre Mühendisi Didem de yüzme ve
jimnastik ile ilgilendiler. Mehmet Köseler’in diğer oğlu Muammer’de futbolla
babasının antrenör olduğu Konyaspor genç takımında tanışıp, Demirspor, Yolspor
ve Selçukspor formalarını giydi. THY’nda pilot olan kız kardeşleri Mine
Kandilli’nin oğullarından Tolga Batur Kuleli Askeri Lisesi’nde, Mert Ali de
ortaokulda ve Yeşilyurt kulübü futbol okulunda oynadılar.
Köseler ailesinin üçüncü ferdi
Mustafa da Selçukspor’da yetiştikten sonra Karayolları’nda işe girip, yer
aldığı Yolspor’da futbola veda etti. Mustafa Köseler’in büyük oğlu İbrahim
Köseler, Konyaspor genç takımında başladığı futbolu Demirspor, Şekerspor,
Yolspor ve Kadınhanıspor’da sürdürdü. İkinci oğlu Metin Köseler de Konyaspor
genç takımında başladığı futbola Meramspor, Selçukspor ve Kadınhanıspor’da
devam etti. Küçük oğlu Selim Köseler; Yolspor, Meramspor ve Köy Hizmetleri
formalarını giydi. Kızı Gülseren’in oğullarından Mustafa; Tümosan, Şekerspor ve
Karamanspor’da top koştururken, Hamdi Tümosanspor’lu oldu.
Köseler ailesinin diğer oğlu
Selçukspor’un kaptanlarından Ekrem Köseler’in babası olan Osman Köseler gibi
oğulları Orhan, Ekrem, Ahmet, Hüseyin ve Burhan Köseler Selçukspor sevgisiyle
büyüdüler, Ekrem yıllarca taşıdığı Sarı Lacivert formadan başkasını giymedi ve
futbola bu kulüpte kaptan olarak veda etti. Burhan ise, Konyaspor genç ve
amatör takımlarında oynadı.
Fiziksel engelli olan beşinci kardeş
İsmail Köseler, futbol oynayamadı, ancak koyu bir Selçukspor taraftarı idi.
Sarı Lacivertlilerin hiçbir maçını, hatta antrenmanlarını kaçırmazdı. Maç
olmadığı günlerde onu Arslanlı Kışla civarındaki arsada futbol oynayanların yanında
görebilirdiniz. Futbolcu olan oğullarından Mehmet Kültürspor’da, Hasan
Demirspor’da, Kırşehir’de beden eğitimi öğretmenliği yapan Yasin ise Medaş Tek
Meramspor ve Demirspor’da yer aldı.
Bu arada Türk futbolunda eşine
rastlanmayacak bir sporcu kaynağına isterseniz; spora atletizmle başlayan,
Demirspor’da futbol oynayan, Konyaspor altyapısı ve profesyonel takımı,
Demirspor, Üniversitespor, Tek Meramspor, Aksarayspor gibi takımları
çalıştıran, Köseler ailesinin dayılarının oğlu Ömer Zengin’i de dâhil edelim.
Geçmişte İngiltere’de bazı takımlarda asistanlık yapan Zengin’in kardeşi Kerim,
Demirspor ve İzmir Havagücü’nde oynarken, oğlu Erdinç de basketbolu seçti.
Görüldüğü gibi, Selçukspor denilince
akıllara Dolav semti, günümüzde değişik yerlerde yaşıyor olsalar da Renklibay
ve Köseler aileleri geliyor, 65 yıldır birlikte anılıyor, özdeş hâle gelmiş
bulunuyorlar. Bunun için belediyelerin Konya futbolunun çınarı futbolcu menbaı
Selçukspor’la birlikte, 64 yıllık Stadspor ve 53 yıllık Meramspor gibi pür
amatör kulüpleri destek vererek, yaşatmaları gerekir.
KARATAYLI
MİLLİ VE PROFESYONEL FUTBOLCULAR
Karatay ilçesi sınırları içinde yer
alan semt ve mahallelerde dünyaya gelmiş, ya da ikamet etmiş olanlar arasında
milli formayı giymiş, ya da profesyonel takımlarda oynamış futbolcular var.
Bunların başında dokuz yılda Beşiktaş’ta oynadığı 350 maçta 290 gol atan, 18
defa milli takımda yer alan Şevket Yorulmaz gelir. Güllükbaşı civarında Çifte
Merdiven Mahallesi’nde doğan, Konya’da hiçbir takımda oynayamadan 18 yaşında
askere giden Yorulmaz, Antakya Jandarma Alayı’nda bölükler arasında yapılan
karşılaşmalarda oynarken komutanı tarafından Ankara Jandarmagücü’ne
gönderilmiş. Aynı takımda Konyalı Ali Pekatılır ile birlikte forma giymiş ve
1946’da terhis olunca Jandarma Genel Komutan yardımcısı Fevzi Rahmi Aydın Paşa
onu Beşiktaş’a götürmüş. 10 takımla oynanan, takımların sadece 18’er maç
yaptığı İstanbul liginde 1950-1951 sezonunda 23 ve 1951-1952 sezonunda 19 golle
iki defa gol krallığını kazanan, eski başkanlardan Süleyman Seba’ın sağaçık,
Hakkı Yeten’in sağiç, Çengel Hüseyin’in (Saygun) soliç ve Şükrü Güles in’in
solaçık’ta yer aldığı Beşiktaş’ta santrfor oynadıktan sonra, Bursa Merinos’ta
antrenör-futbolcu olarak beş yıl oynayıp, 1960’ta futbolu bırakarak, 1978’e
kadar takımı çalıştıran Şevket Yorulmaz, İstanbul’a dönerek vefat edinceye
kadar Beşiktaş’ın müdürlüğünü yaptı.
Konyaspor’da futbol oynayıp, 3 dönem
başkanlık yaparak unutulmayan isimler arasında yer alan Mehmet Oktut, 15
yaşında genç takımda futbola başladı. Karakayış Mahallesi’nde evleri olan
Oktut, 1971’de 17 yaşında ilk defa giydiği A takım formasını 1976’ya kadar
taşıdı. Bu arada 1971’de Konya’daki genç takım maçlarını seyreden Gündüz Tekin
Onay, onu genç milli takıma aldı ve Antalya’da Bulgaristan’a karşı oynadı.
Sonra Doğan Andaç tarafından amatör milli takıma seçilerek, Atina’da
Yunanistan’a, İzmir’de Bulgaristan’a ve Kıbrıs’ta Almanya’ya, askerde iken de
Ordu takımına seçilerek Pakistan’a karşı oynadı. Beşiktaş, Eskişehir, Bursaspor
ve Zonguldak’tan teklif almasına rağmen, Ankara İTİA’de yüksek tahsilde iken
askerliğini de düşünerek A. Osman Renklibay’ın israrıyla Ankaragücü ile
anlaşıp, 1980 sonuna kadar unutulmaz maçlar oynadıktan sonra Konya’ya dönerek
ticarete atılıp, 27 yaşında futbola veda etti.
Niğde’de 1955’te doğan, ancak ailesi
ile birlikte bir yaşında geldiği şehrimizde eski garaj civarında Pir Esat
(Pisili Sultan) türbe ve mescidi’nin karşısındaki evde büyüyen Kâmil Köprülü,
futbola 1969’da Konyaspor genç takımında başladı. İdmanlara devam ederken bir
yıl sonra İdmanyurdu genç takımına geçti ve 1972’de Stadspor’a transfer olarak
iki yıl oynadı. Askerde Muhafızgücü formasını giydi, dönüşünde Stadspor’un son
maçlarında yer aldıktan sonra genç takımdan ayrıldığı İdmanyurdu’nun
profesyonel takımına dönüş yaptı. İdmanyurdu’nda oynarken Galatasaray,
Adanaspor, Eskişehir ve Göztepe’den teklif aldı, oynayamam diye Galatasaray’a
gitmeyip, Adanaspor’la anlaştı. Adanaspor ikinci yıl l. Ligi ikinci bitirerek
UEFA kupasına katılma hakkını kazandı. Ancak, Kâmil Köprülü yoğun özel işleri
nedeniyle Konya’ya dönünce UEFA maçlarında oynayamadı ve 26 yaşında sahalardan
erken ayrıldı.
Yolspor’da yetişip, Seydişehir
Etibank Alüminyumspor’da parlayan, Ümit millî takımda oynarken dikkati çekerek
transfer olduğu 1. Lig’deki Karabükspor’da başarılı maçlar çıkaran Fikret
Bademci de Karatay’ın ün yapmış futbolcularından birisi. Emin Cankurtaran’ın
başkanlığı sırasında Fenerbahçe’ye transferi de sözkonusu olan Bademci, daha
sonra Kırıkkalespor’a geçerek, futbolu bırakınca bu takıma antrenör oldu.
Karabük’ten önce Konyaspor’un almak istediği, ancak anlaşamadığı Fikret
Bademci, halen Kırıkkale’de öğretmenlik yapıyor.
Karakayışlı futbolculardan birisi
olan Serpil Pilgir, futbola 1958’de Karma Ortaokul’un son sınıfında iken
Sadettin Temeller’in çalıştırdığı Gençlerbirliği genç takımında başladı ve
1959’da A takımın çalışmalarına alındı. Siyah beyazlı formayı 2-0 yendikleri
Kıbrıs Türkgücü ile yapılan özel maçta giydi. 1960’ta ise 1-1 berabere biten
Karagücü müsabakasında ilk resmi maçını oynadı. 1963-1964 sezonlarında
şampiyonluk sevinci yaşadı. Kaptan Çetin Taşpınar bir yıl ceza alınca kaptanlık
yaptığı 1964 sonunda yüksek tahsil için İstanbul’a gitti ve Gençlerbirliği
Konyaspor ismini alıp, 2. Lig’e girince üç bin liraya profesyonel olarak
maçlara gelip gitmeye başladı. Bu arada Karamanlı İzzet, oynadığı Göztepe’ye
götürmek istedi İki sezon sonunda Kimya Mühendisliği Yüksek Okulu’nda dersler
ile futbol birarada yürümeyince bir yıl sahalardan uzak kalıp, 1968’de transfer
olduğu Beylerbeyi ile Konya’da Konyaspor’a karşı oynadı. 1968-1969 sezonu
sonunda Beylerbeyi
3.
Lige düşüp, laboratuvar çalışmaları da aksayınca futbolu bıraktı. 1972 yılında
yedek subayda Balıkesir Karagücü’nde tekrar futbola döndü, 1. Ordu Karmasında
yer aldı, ancak askerden sonra futbolu bıraktı.
Topraklık’ta Koyunoğlu Müzesi’nin
karşısındaki Hacı Hasan Büyük Cami yanındaki sokakta evleri olan Şükrü
Tellioğlu, mahalle takımında top peşinde koşarken, 1951’de kaydolduğu İmam
Hatip Okulu’nun lise kısmında takıma girince maçları seyreden Gençlerbirliği
idarecisi merhum Nuri Yenal, genç takıma almak istedi, ancak aynı sokakta
oturan Nuri Küçükköylü, Şükrü’yü İdmanyurdu’na götürdü. İdmanlara çıkıp, A takıma
karşı çift kalede genç takımda oynarken Karayolları’nda çalışan dayısı Necati
Termiyeci, onu Yolspor’a götürerek kaptan Ali Pekatılır ile tanıştırdı. Böylece
1956’da Yolsporlu oldu ve ilk maçında Gençlerbirliği’ne karşı oynadı. Nuri
Yenal’ın “Sana siyah beyaz forma
giydiremedim, fakat bu forma da yakışmış” dediğini bugün bile hatırlıyor.
Yedek subayda Polatlı Topçu
Okulu’nda ve kıt’a hizmetinde Erzurum Karagücü’nde kaptanlık yaptı. 3. Ordu
karmasında oynadı. 1962’de Konya’ya dönüp, Karayolları’nda işe girerek,
Yolspor’da yer almaya başladı. 1964’te Mehmet Cur’dan kaptanlığı devraldı.
1958-1959’da Konya genç karmasında, 1962-1966 arasında Konya karmasında yer
aldı. 1965’te Gençlerbirliği istedi, fakat Karayolları Bölge Müdürü Hilmi
Nalbantoğlu, Yolspor şampiyon olmadan gitmesine izin vermedi. 1965-1966’da
Yolspor şampiyon olunca Konyaspor’a transfer olarak iki sezon Siyah Beyazlı
formayı giydikten sonra 1969-1970 sezonunda Yolspor şampiyon olunca futbolu
bıraktı. Tellioğlu, daha sonra üç yıl hakemlik, 1980’e kadar gözlemcilik yaptı.
Konyaspor’da Beşiktaşlı Güvenç
Kurtar’la yanyana oynayan Sami Ot, futbola babasının Karayolları’nda görevli
olduğu Akşehir’de semt takımı Zaferspor’da başladı, babası tayin olunca
yerleştikleri Topraklık’ta da semt takımı Ümitspor’da devam etti. 1970’te
katıldıkları turnuvada göz doldurarak Kültürspor’a girip, üç sezon oynadı.
1973-74 sezonunda Demirspor’da parladı ve sezon sonunda maddî sıkıntı sebebiyle
dış transfer yapamayan Konyaspor’la anlaşarak, 1977-1978 sezonu sonuna kadar
siyah beyazlı takımda forma giydi. 1978-1979 sezonunda amatörlüğe ve
Demirspor’a döndü, ancak işlerinin yoğunluğu sebebiyle dört yıl ara vererek,
1984’te askere gidip, Erzincan Karagücü’nde futbola dönüş yaptı. Terhisinde
1985-1986’da Selçukspor’a transfer oldu ve 1. Kümeye çıkınca yarım sezon
oynayıp, futbola veda etti.
Konya’da dünyaya gelen Mehmet
Güntan, 3-4 aylık iken ailesi Ankara’ya yerleşince Atatürk İlkokulu’nda öğrenci
iken komşuları Avni Bulduk’un başkanı olduğu Güneşspor’un Hergele Meydanı’nda
idman yapan futbolcularını seyrederek futbola heveslenmiş. Dokuz yaşında
Konya’ya dönerek eski garaj civarına yerleşince kaydolduğu Hâkimiyet
İlkokulu’nun bahçesinde Kâmil Köprülü, Mehmet Çumralı ve Kenan Köprülü ile
birlikte mahalle maçları yaparken, İdmanyurdu genç takım antrenörü merhum
İsmail Doğan, çalışmalara katılmaya çağırmış. 1963’te idmanlara çıkmaya
başlamış ve 1965’te Konyaspor’un sezon açılışından önce genç takımların
yapacağı maçtan önce arkadaşları Mehmet Çumralı, Mustafa Şener, Sinan Yılmazoğlu
ve Kenan Köprülü, Konyaspor’da oynamasını isteyip, idareci Nami Hıdır da
beğenince Konyasporlu olmuş. Şener, Çumralı ve Sinan’la birlikte A takımın
idmanlarına çıkarmaya başlamışlar, 1966’da Kütahyaspor’la oynanan özel maçta da
ilk defa Konyaspor profesyonel takımında yer almış.
Dört yıl amatör oynayan Güntan,
1970’te profesyonel oldu, Adanaspor antrenörü Nazım Koka’dan transfer teklifi
aldı, ancak forma sevgisi ağır basınca Konyaspor’dan ayrılmadı. 1972’de askere
giderek Ankara Karagücü’nde oynadı, dönüşte Konyaspor’la anlaşamayınca işveren
Şekerspor’a transfer oldu ve 1982-1983 sezonunda şampiyon olan Yeşil Beyazlı
takımda futbol hayatını noktaladı.
Sırçalı Mescit mahallesinde doğan
Ahmet Özbaş, kaleci Talât ve kardeşi İhsan Öncel’in de yer aldıkları “Kartalspor” isimli semt takımında top
peşinde koşmaya başlamış. Eniştesi İdmanyurtlu Teyfik Türkkan, onu Yarbay Refet
Çağlar’ın çalıştırdığı İdmanyurdu genç takımına götürmüş, bir yıl burada idman
yaptıktan sonra çırak olarak çalıştığı terzi dükkânının bitişiğinde terzi olan
Selçukspor Başkanı Lütfi Göksu, lisans çıkarmış ve Ahmet Özbaş, 1955-1956
sezonunda bu takımda oynamış. 1957 başında Yolspor’a geçmiş ve aynı zamanda ilk
defa kurulan Galatasaraylı Musa Sezer’in çalıştırdığı Konya genç karmasına seçilmiş.
1957’de Yolspor’da hiç oynamadan Selçuksporlu Doç Hüseyin Durur ile birlikte
İzmir’e gidip, Altınordu ile konuşmuş, ancak anlaşamamışlar. Oradan Aydın’a
geçen Özbaş, Esnafspor’la anlaşarak 1957-1958 sezonunda bu takımda oynamış,
Konya’ya dönünce de Şekerspor’a transfer olarak işe girmiş, 1958-1959 sezonu
sonunda Siirt’e askere gitmiş. Futbolcu olduğu için gönderdikleri Ankara
Jandarmagücü’nde iki yıl yer aldıktan sonra, terhis olunca akrabası antrenör
İsmet Arıkan onu Ankaragücü’ne götürmüş. Antrenör Sabri Kiraz, idmanlara
çıkarıp beğenmiş, fakat memleket hasreti çekince Konya’ya dönerek yeniden işe
girip, Şekerspor’da oynamaya başlamış.
Gençlerbirliği, 1965’te Konyaspor
adıyla 2. Lig’e girince üç bin liraya profesyonel olan Özbaş, 1968-1969 sezonu
sonunda Konyaspor’un ilk antrenörü olan Orhan Sözeren’in isteğiyle Aydınspor’a
geçerek, burada iki sezon geçirdi. Bu defa Şekerspor’da antrenörü olan Toros
Adnan (Türkkan), çağırınca Amasyaspor’a gitti ve iki sezon bu takımın formasını
giydi. Konya’ya dönerek, kapandığı için 1973-1974 sezonunda 2. Kümeden başlayan
Şekerspor’da yer aldı ve takım 1. Kümeye çıkınca da futbola veda etti. Ahmet
Özbaş, daha sonra çeşitli takımlarda antrenörlük yaptı.
Çukurmektep civarında dünyaya gelen,
ilkokula Mahmut Şevketpaşa’da başlayıp, Sedirlerde bitiren Sabri Demir,
gazetelerde resmini gördüğü Lefter ve diğer şöhretli futbolculara heveslenip,
iple bağladıkları bez topla mahallede top oynamaya başlamış. 1954’te girdiği
Sanat Okulu’nda atletizm, basketbol, voleybol ve futbolla meşgûl olarak
Şekersporlu Cahit, Yolsporlu Akgün ve Sertaç’la birlikte okul takımında
oynarken 1955-1956 ve 1957-1958’de iki defa Konya şampiyonluk
kazanmışlar.1956’da Hara’da top oynarken gören idareci Ali Çiçek, onu 1952’de
kurulan ve 1964’te Çimentospor’a iltihak ederek tarihe karışan yeşil sarılı
Konyaspor’a götürdü. Bu takımda 1956-1957 ve 1958-1959’da iki defa gol kralı
oldu. Bu defa Nuri Yenal, beğenerek idareci Mehmet Ulukoç’u gönderip, 1960
yılında Sabri Demir’i Gençlerbirliği’ne aldı. 1963’te askere gitti ve dört maç
eksik oynadığı hâlde 1962-1963 sezonunda üçüncü defa gol krallığını kazandı.
Askerde 1. Ordu karmasına seçildi ve
İzmit Karagücü kadrosuna girdi. Lisansı Gençlerbirliği’nde olduğu için dönüşte
siyah beyazlıların 1964-1965 sezonundaki son maçlarında oynayıp, takım
Konyaspor adını alınca 11 bin liraya profesyonel oldu. Ancak, kadro değişip
fazla oynama şansı bulamayınca 1957’de Yolspor’a transfer oldu ve 1970-1971
sezonu sonunda 15 yılda 200’ün üzerinde gol atarak futbola nokta koydu.
Konya’da açılan hakem kursuna katılıp, 14 yıl hakemlik, yedi yıl Federasyon
gözlemciliği yaptı. Milli hakemliğe yükseldi. 1983-1984 sezonunda 19
profesyonel maçta görev alarak rekor kırdı.
Genç takımdan yetişerek hem amatör,
hem de profesyonellik dönemlerinde İdmanyurdu’nda oynayan futbolcular arasında
Beysokağı’ndan Fahrettin Ay ve Çukurmektep civarından Mehmet Karabağ da vardı.
Daha sonra Fahrettin Ispartaspor forması giyerken, Karabağ da Yolspor’a geçerek
futbolu orada bıraktı.
KARATAYLI
FUTBOLCULARDAN BİR DEMET
Feritpaşa İlkokulu arkasında oturan
Konyaspor genç ve amatör takım kalecisi, Derbentspor’da oynarken Türkiye’de ilk
defa UNESCO tarafından dünyada yılın Fair Play centilmenlik ödülü verilen,
Konyaspor PAF takımı, Demirspor, Çatalhüyük Çumra Belediyespor, Konya Şekerspor
ve bazı takımları çalıştıran, halen Konyaspor altyapı teknik sorumlusu olan
İsmet Karababa’nın antrenörlüğünü yaptığı Konyaspor da üç yıl kırmızı kart
görmeyip UNESCO’nun Fair Play ödülüne lâyık görüldü. Kardeşi Mehmet Karabağ da
siyah beyazlı genç ve amatör takımda forma giydi.
Karatay kökenli futbolculardan
Konyaspor ve Demirspor’da oynamış olan İsmet Demir, Kültürsporlu Kara Mehmet
Türkoğlu, Topraklık’tan Kültürspor, Konyaspor profesyonel takımı ve Yolspor’da
kalecilik yapan Ahmet Selçuk, Meramspor ve İdmanyurdu forması giyen Dolavlı
Ferhat Özbekoğlu, İdmanyurdu genç takımı kalecisi Dr. Mustafa Koyuncu,
İdmanyurdu ve Yolsporlu Hüseyin Soğancı, İdmanyurdu ve Şekersporlu İbrahim
Kavun, Yolsporlu merhum Osman Subaşı, Stadspor, Gençlerbirliği ve Zaferspor’da
oynayan Köprübaşı’ndan Recep Özmeral, Etbalık ve Şekersporlu Arslanlı Kışla’dan
Kadir Buşgut, Ahmet Dede Yediler’den eski Konyaspor ve Meramspor’da top
koşturan Mehmet Tuna, Konyaspor genç takımı ve Kadınhanısporlu Köprübaşı’ndan
Fatih Karakurt, Yolspor forması giyen, sonra İdmanyurdu’nda masa tenisi ve
voleybol oynayıp, atletizm yapan ve 75 yaşında olduğu hâlde veteranlar tenis
klasmanında kendi yaş katagorisinde yıllarda Türkiye şampiyonu olan, veteranlar
millî takımı kaptanı olarak Dünya şampiyonalarında raket sallayan İsmail Serim
de aslen Çifte Merdiven Mahalleli.
Etbalıkspor’da oynayan, Araplarspor
antrenörü Araplarlı Lütfi Sürücü, aynı semtten Selçuksporlu Şükrü Dölekçap ve
kardeşi İbrahim Dölekçap, Çukur Mahalle’den Etibank ve Mobilyacılar Sitespor’da
oynayan Basri Sargın, İşgalamanlı Etbalıkspor, Konyaspor amatör, Şekerspor ve
Yolspor’da oynayıp, Demirspor ve Yolspor’u çalıştıran Mehmet Gül, Akçeşme’den
Ali Sargın, Selçukspor, Beyşehirspor, İdmanyurdu ve Köy Hizmetleri’nde oynayan
merhum İsmail Baş, İdmanyurtlu Hüseyin Baş, Sedirler’den Selçuksporlu Rifat
Tankut, Kromsporlu Recep Çınar, İdmanyurdu, Karagücü, Etibank ve Köy
Hizmetleri’nde oynayan Ethem Köse, eski garaj civarında yetişen Konyaspor,
Stadspor ve Yolsporlu kaptan Mehmet Çumralı, Stadsporlu Alaaddin Yıldırım,
Selçukspor’da yetişerek Meramspor’da oynayan gazeteci Orhan Berk, Mevlâna
Türbesi civarından olan merhum Meramspor kalecisi ve Konyaspor idarecisi Aziz
Aydınoğlu, Stadspor ve Gençlerbirliği formalarını giyerek 2 defa gol kralı olan
Ali Büyüközmen, Kültürspor ve İdmanyurdu kaptanı Mehmet Boncuk, Topraklık
Kerimler Caddesi üzerinde yıllarca oturan Selçukspor, Etibank, Şekerspor ve Köy
Hizmetleri’nde top koşturan Hasan Karpuzcu, Karakayış kökenli olanlardan
Konyaspor amatör takımı ve Şekerspor’da forma giyen Reşat İplikçi, Meramspor ve
Köy Hizmetleri’nde oynayan Mustafa Topbasanlar, Araplarspor’da oynayan
Araplarlı Kadir Kavut, Kromspor, Derespor ve Araplarsporlu Ese Hançerli,
İsmilspor ve Selçuksporlu Remzi Ay, Stadspor ve Meramspor’da oynayan Dolavlı
merhum Cafer Tayyar Karababa, Sedirler’den İdmanyurdu kalecisi Veli Ünverdi,
eski Konyaspor ve Meramspor’da forma giyen Osman Özdemir, Hacı Ömerler
Sokağı’ndan yeşil sarı formalı Konyaspor ve Meramspor’da top koşturan Muammer
Çeşmeci, Gençlerbirliği’nde oynayan merhum Yılmaz Akyüz, Kadınhanı Doğanspor
kalecisi Mehmet Ulutaş, Civar mahalleli Yolspor’da oynayan milli hakem İbrahim
Çanak, Topraklık Cami sokakta büyüyen Zafersporlu Nail ve kardeşi Selçuksporlu
Osman Tellioğlu ile Kerimler Caddesi çıkmaz sokakta oturan Mahir, Dolavlı Terzi
İlyas ve Şakir Büyükkoşucu’da tesbit ettiğimiz Karatay kökenli diğer sporcular.
JANDARMA
ALİ VE DEVRE ARKADAŞLARI
Halen hayatta olan, askerde Ankara
Jandarmagücü’nde oynayan Beşiktaş’tan teklif alan ve Yolspor’un ilk kaptanı
olan Ali Pekatılır’a ayrı bir paragraf açmak gerekir. Belçika’da yapılan askeri
pentatlonda sekiz bin metre koşuda Avrupa rekortmeni İsviçreli rakibini geçerek
Dünya Birincisi olan, spora atletizmle başlayıp Yolspor’da 40 yaşına kadar
kaleci dâhil her mevkide oynayan, aslen Tercüman mahallesi’nden olan 1922
doğumlu Pekatılır, spor sahalarında “Jandarma
Ali” lâkabıyla anıldı. Futbolu bıraktıktan sonra Yolspor’u çalıştıran,
ayrıca yıllarca futbol, güreş ve voleybol hakemliği yapan, Ankara’da ikamet
ettiği sırada birçok maç yöneten Ali Pekatılır, futbol ve voleybol il
temsilciliği de yaptı. İlgilendiği spor branşlarında başarılı olan, 1942’de
Kütahya’da kır koşusu grup ve yıllarca yol koşusu il birinciliğini kazanan,
futbola askerde başlayıp, Beşiktaş’ın Konyalı milli santrforu Şevket Yorulmaz
ve Vefalı milli futbolcu İsmet Yamanoğlu ile Jandarmagücü’nde birlikte oynayan
Pekatılır, Yolspor kaptanlığı bandını Mehmet Cur’a teslim etti.
Balkanlardan gelip, Güllükbaşı ve
civarına yerleşerek 1920’li yıllardan itibaren futbol oynamaya başlayan Türk,
Pomak ve Boşnak asıllı insanlar Konyalı gençler için spora karşı özendirici
unsur oldular. Şevket ve kardeşi Şevki Yorulmaz, Kâzım Özbay, Şükrü Sümer,
Hasan ve Hamdi Yorulmaz, Yandan Arif ve kardeşi “Pırasa” lâkaplı Osman Sevinç, Harun Doğan, Yaşar Boydaş, Mustafa
ve Ali Temel, Gençlerbirliği’nin eski kalecilerinden Pomak Mehmet, Selçuksporlu
Ahmet Tosun, 40’lı yıllarda Gençlerbirliği’nde oynayan Adem, Dondurmacı Şaban
Demirölmez, boksör İsmail Karakocaoğlu, Cemal Erkök ve ağabeyi Güreş
Federasyonu eski başkanlarından Reşat Erkök ve Türkistan asıllı Rahmetullah
Şimşek bunlardan bazıları.
Nüfus kütüğü Karatay’da olanlardan
Hasan ve Hamdi Yorulmaz, Selçukspor’da yetişerek Gençlerbirliği formasını
giydi. Şükrü Sümer ve Beşiktaşlı Şevket’in kardeşi Şevki Yorulmaz,
Gençlerbirliği’nde solaçık oynadılar. Çifte Merdiven mahallesinden İsmail
Karakocaoğlu, hem Gençlerbirliği hem İdmanyurdu’nda futbol oynadı, hem de
1947’de Türkiye ikincisi ve Konya’da boksu yerleştiren isim oldu. Güllükbaşı
semtinde oturup, yakındaki İdmanyurdu sahasında futbola tanışanlardan Yaşar
Boydaş Gençlerbirliği’nde sağaçık, Dişçi Mustafa Arslan da sağ ve solbek
oynadı. Güllükbaşı civarındaki gençlerin büyük bölümü Gençlerbirliği formasını
giydiler. Mustafa Temel santrfor, Ali Temel solaçık idi. Zenburi mahallesi’nden
Vedat Gençlerbirliği’nde sağiç, Güllübaşı’ndan Şahabettin Şengöz de santrfor
olarak yer aldılar.
GENÇLER
VE YURTLU “NURİ AĞABEYLER”
Spor camiasında aradan geçen uzun
yıllara rağmen anılmaya devam eden ve adeta sporla özdeş hale gelen spor
adamlarımız mevcut. Bunlardan Karatay ilçesi kütüğünde adı yazılı olan ve
hiçbir maddî menfaat beklemeden kendilerini spora adamış olan Gençlerbirliği ve
İdmanyurdu’nun “Nuri Ağabeyler”ini
genç kuşak öğrensin istedim.
Zenburi Mahallesi’nde oturan ve Kapı
Camii’nin karşısında manifaturacılık yapan Ahmet Ağa’nın oğlu olan 1908 doğumlu
Nuri Yenal, Gençlerbirliği’nin sembol isimlerinin başında gelir ve aradan geçen
uzun yıllara rağmen rahmetle yadedilir. Spor camiasında yaşamı boyunca “Gençlerbirliği’nin Nuri Ağabeyi” olarak
saygı gören, Gençlerbirliği B takımında futbola başlayan Nuri Yenal, aynı
zamanda 1920’li yıllarda Konya’nın ilk bisiklet sporcularından birisi idi ve
1932’de yol yarışında Türkiye ikincisi olmuştu. 1930’lu yılların ortasına kadar
siyah beyazlı takımda ve Konya karmasında oynayıp, kaptanlık yapan Nuri Yenal,
1931’de idarecilerle arasında soğukluk meydana gelince İdmanyurdu’na geçmiş,
ancak 2-3 ay sonra siyah beyaz formaya geri dönmüştü.
Çok yönlü bir spor adamı olan Nuri
Yenal, futbolu bıraktıktan sonra Gençlerbirliği ve Konya karmasının idareci ve
antrenörlüğünü, hem de 1955’e kadar bisiklet ajanlığı görevini üstlendi.
Gençlerbirliği’ne Saim Kıyıcı, Recep Küçüksarvan, İhsan Vatankurtar, Necati
Doruk, Fethi Elberk ve Hasan Göçel’in yer aldığı bisiklet takımı kurup,
İdmanyurdu ile rekabet ederek Konya bisikletine katkıda bulunmuştu. 1956’da
Ankara’da düzenlenen turnuvada “Cumhuriyet
Kupası”nı kazanan Konya Karması’nın idarecisi olan Nuri Ağabey, memuriyet
hayatında Adliye Başkâtipliği, Karaman ve Konya Cezaevi Müdürlüğü yaptı. Futbol
Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak’la şahsi dostluğu bulunan Nuri Yenal,
Gençlerbirliği’nin Konyaspor adını alarak 2. Lige girmesinde büyük pay sahibi
oldu.
1950’ye kadar Topraklık’ta Koyunoğlu
Müzesi karşısında Hacı Hasan Büyük Cami’nin sokağındaki evde oturan 1914
doğumlu “İdmanyurdu’nun Nuri Ağabeyi”
Mehmet Nuri Küçükköylü, futbola 1931 yılında yaşça büyük Hasan Dayı (Güngör),
Kadıların Cemal Sürmeli, Necati Kaşıkçı, Nail Tok, kaleci Mustafa Asım gibi
futbolcuları seyrederek “Yandan Arif”
lâkaplı Arif Sevinç ile birlikte başladı. 1930’lu yıllarda Konya karmasında ve
16 yıl İdmanyurdu’nda oynadı. 1946’da İdmanyurdu’nun Kasımpaşa’yı 4-2 yendiği
maçta Nuri Ağabeyi solbek olarak seyretmiştim. Kendisinden altı yaş büyük olan
Nuri Yenal ile birlikte Konya futboluna sporcu, idareci ve başkan olarak önemli
katkıda bulundu. İdmanyurdu sahasının İmam Hatip Lisesi’ne satılıp, Zafer’deki
çarşının yerindeki üç katlı binanın satın alınarak, İdmanyurdu’na mülk
kazandırılmasında ve yeşil beyazlı takımın 3. Lig’e girmesine öncülük etti.
SAHALARDAN
GELİP GEÇEN ŞÖHRETLİ FUTBOLCULAR
Geçmişte ve günümüzde Karatay ilçesi
kütüğünde kayıtlı, ancak milli ve profesyonel olmayan futbolcu sayısı da hayli
fazla. Bunları da 1912’de doğup, Köprübaşı’nda Darülirfan’da okurken topa
heveslenen, 1928’de Lise’de iken arkadaşlarıyla İdmanyurdu’na giren “Pomak” lâkaplı Sadık Özer ile
başlayalım:
Nuri Yenal’ın 1929’da Gençlerbirliği’ne
götürdüğü Sadık Özer, Liseyi bitirdikten sonra özel maçlarda beğenilip, takım
arkadaşı Ressam Suavi ile birlikte Adana’ya transfer olarak sekiz ay Adana
İdmanyurdu, Suavi de Torosspor’da oynamışlar. Özer 1936’da İstanbul’da yedek
subay olarak askerliğini yaptıktan sonra tekrar Gençlerbirliği’nde futbola
devam etmiş, bu arada İnhisarlar İdaresi’nde (Tekel) tütün eksperi olarak
İstanbul’a tayin edilince Vefa’da oynamış, ancak görevi gereği sık sık İstanbul
dışına gittiği için 1939’da 27 yaşında futbolu bırakmak zorunda kalmış. Sadık
Özer’in kardeşleri Ahmet, Hüsnü ve Enver Özer de Gençlerbirliği’nde oynadılar.
Türk futbol tarihinde bir ilk olan 4 kardeşten Toprak Mahsulleri Ofisi memuru
Enver Özer’i ben seyrettim. En son sağbek Enver Özer, 1952’de yerini Dişçi
Mustafa’ya bırakıp, Tahsin Par, Mehmet Ortaer, Abdullah Büyükkoşucu, Saffet
Demirok, Yaşar Boydaş, Ankaralı Abdullah, Nazmi Meriç, Cömen Halil, İsmail
Karakocaoğlu ve Şahabettin Şengöz’lü takımdan ayrıldı.
Ahibaba Camii karşısında evi bulunan
Kadıların Cemal Sürmeli, İdmanyurdu’nun ilk futbolcularındandı. 1920’li
yılların ortasından 30’lu yılların başına kadar Hasan Güngör ve Necati Kaşıkçı
ile yeşil beyaz takımın haf hattını teşkil ediyorlardı. Sürmeli ve Güngör, aynı
zamanda tenis oynayan, Cemal Sürmeli ayrıca boks yapan ilk sporculardandı.
Sporculuk dışında da arkadaş olan ve ticaretle uğraşan bu üçlü İdmanyurdu’nda
başkanlık da yaptı. Konya’nın tanınmış eşrafından olan Kadıların Cemal, Kapı
Camii’nin kıblesinde Tevfikiye Caddesi’ne çıkan köşede manifaturacılık
yapıyordu.
Karatay ilçesi nüfus kütüğünde
kayıtlı futbolcular arasında 1930’lu yıllarda futbolun yanısıra boks yapan,
bisiklet yarışlarına katılan Dağcılık İl Temsilcisi Recai Kıcıkoğlu’nun babası
Tolluoğlu Mahallesi’nde oturan Mehmet Kıcıkoğlu, Köprübaşı’nda evleri olan Ali
Baba (Köse) ve kardeşi Veli ile İdmanyurdu, Altınordu ve Ankara
Gençlerbirliği’nde oynayan İhsan Batu, Durakfakı’da oturan İdmanyurtlu “Kolcu” Rıfkı Mendi, İdmanyurdu’nda
oynayıp başkanlık yapan, Konyaspor ile birleşildikten sonra başkan olan
Köprübaşı’ndan Halis Ünal, Tekke mahallesi’nden Gençlerbirliği kalecisi Hidayet
Dirik, Gençlerbirliği sağbeki Feyzi Duyuldu, futboldan sonra yıllarca tenis
şampiyonu olan Yunusoğlu mahallesi’nden Şevket Büyükışıkgil, ağabeyi Sanat
Okulu öğretmeni Hasan Büyükışıkgil, santrfor Önder Tozkoparan, ağabeyi Mustafa
Tozkoparan, Gençlerbirliği, Yolspor, İdmanyurdu ve Merinos’da oynayan Ovaloğlu
sokağı’ndan Ali Galip Uğurel, Türbeönü’nde dükkânı olan 40’lı yılların
İdmanyurdu kalecisi Mevlüt Tanju, Dolav’dan Selçuksporlu Mehmet Dalkıran,
Selçukspor’da oynayan ve günümüzde antrenörlük yapan oğlu Ahmet Dalkıran,
Çukurmektep sokağı’ndan İdmanyurdu kalecisi kunduracı Esat Aksekibilgin,
Durakfakı’dan İdmanyurdu kalecisi Selahattin İzbudak, İdmanyurdu ve Beşiktaş
kalesini koruyan Şems mahallesi’nden kaleci Bursalı Ergun Karatay kökenli
şöhretlerdi.
KARATAY
KÖKENLİ ŞAMPİYONLAR
Nüfus kütüklerinde “Karatay” yazan tesbit edebildiğim çok
sayıda sporcu bulunuyor. Bunlar arasında Dünya, Avrupa ve Balkan Şampiyonaları
ile uluslararası yarışmalarda şeref kürsüsüne çıkan, Olimpiyada katılanlar var.
Hapishane Caddesi’nden giderken Araplar ve Yediler’e doğru sola sapınca “Mevlâna Spor Salonu” levhası görülür.
Türk sporuna şampiyonlar kazandıran Taekwondo milli takımı antrenörlerinden
Sedirler Hacı Cemil Mahallesi kökenli Osman Boyalı, sahibi olduğu bu salonda
gençleri yetiştiriyor. Boyalı’nın yetiştirdiği ilk sporcu olan kardeşi Ekrem
Boyalı, 1988 ve 1995 Avrupa Şampiyonu, 1992 ve 1996 Avrupa ikincisi, 1991, 1994
ve 1997 Dünya ikincisi, 1996 ve 1997 Balkan Şampiyonu oldu. 1987-97 yılları
arasında dokuz defa Türkiye ve 2005’te Dünya Üniversiteler şampiyonluğunu
kazanan, 1988’de Seul Olimpiyadı’na katılan, 1998’de faal spor hayatını kapatan
Dr. Ekrem Boyalı, halen Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek
Okulu’nda öğretim görevlisi. Osman Boyalı; milli takıma kazandırdığı diğer
kardeşi Türkiye Şampiyonu Ramazan ile Türkiye ve 2005 Dünya Üniversiteler
Şampiyonu oğlu Murat Boyalı’yı da yetiştirdi.
Ulusoy İşhanı’nın altındaki
Altınkemer Spor Salonu’nun sahibi Sedirler kökenli Ahmet Gündüz’ün spor hayatı
da başarılarla dolu. Kick boks ve muay thai milli takımlarının antrenörü ve
Federasyon teknik kurul başkan yardımcısı olan Gündüz, taekwondo ve kick
boks’ta 6. Dan, 5. kademe, boks ve full contack 3. kademe, muay thai 15 khan ve
Wushu 2. Dan teknik direktör diplomalarına sahip. Kick boks’ta Dünya ve Avrupa
üçüncülüğü, yurtdışındaki uluslararası müsabakalarda birçok birincilik kazanan
Ahmet Gündüz, 2003’te ABD’de Dünya kick boks şampiyonasında beş altın madalya
alan milli takımın antrenörü olarak Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan
tarafından onur belgesi ve şilt ile ödüllendirildi.
Ahmet Gündüz’ün yetiştirdiği
şampiyon sporcuların başında Moskova’da kick boks 2005 Dünya ikincisi,
Bankok’ta muay thai 2005 Dünya Şampiyonu, Bulgaristan’da kick boks 2008 Vako
Avrupa şampiyonu olan birçok uluslararası turnuva şampiyonluğu bulunan ve 2008
Dünya Üniversiteler Wushu Sanda ikinciliğini kazanıp, tam 11 defa Türkiye
şampiyonu olan İşgalaman kütüğüne kayıtlı Zeliha Doğrugüneş gelir. İki çocuk
annesi, Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu 3. sınıf öğrencisi,
39 yaşındaki Doğrugüneş, aynı zamanda bayan boks millî takımı antrenörü, 2.
kademe muay thai, 1. kademe Wushu, taekwondo ve kick boks antrenör
diplomalarına sahip.
Mengene Caddesi’nde dünyaya gelen
Karataylı şampiyon bir sporcu da 1972 yılında İtalya’da düzenlenen Ordulararası
Dünya Şampiyonası’nda Altın Madalya kazanan milli boksör Nuri Eroğlu’dur. 1971
yılında da Ordulararası Dünya ikincisi ve gelmiş geçmiş en teknik boksörlerden
olan Eroğlu, 51 kiloda 1968’de grup ve Türkiye birinciliğini kazandı, 1974’de
Almanya’ya giden Konya takımında yer aldı. Yolspor’da dövüşen Nuri Eroğlu, daha
sonra Ankara Emniyet takımına transfer olarak polislik mesleğine intisap etti
ve komiserliğe kadar yükseldi.
Karakayış Mahallesi nüfusuna kayıtlı
olan, 1972 Münih ve 1976 Montreal Olimpiyadına katılan milli bisikletçi Erol
Küçükbakırcı da 1973’te İstanbul’da düzenlenen Balkan ülkeleri yol yarışında
Türkiye’ye Balkan Şampiyonluğu kazandıran ilk sporcu oldu. Suudi Arabistan ve
Mısır Turlarını kazanan, 1971, 1975 ve 1979 Akdeniz Oyunları’nda yarışan,
Yugoslavya, Bulgaristan ve Libya turlarında etap birincilikleri kazanan
Küçükbakırcı, Avrupa’nın önde gelen İsviçre, Fransa, Almanya,
Prag-Berlin-Varşova turlarında pedal çevirdi. Yol ve pistte birçok Türkiye
Şampiyonluğu aldı. Bisiklete 1969’da Demirspor’da başlayıp, Şekerspor,
Muhafızgücü ve Meriç Tekstil formalarını giydi, 1975 yılından sporu bıraktığı
1980’e kadar milli takım kaptanlığı yaptı. Pistte 1 ve 4 km rekor kırdı, üç
dönem Federasyonda görev yaptı.
Karataylı 18 yaşındaki millî
halterci Ayşegül Çoban, genç yaşına rağmen spor hayatının baharında Avrupa
şampiyonluğuna ulaştı. 2005’ten bu yana rekorlar kırarak Türkiye yıldız ve
gençler şampiyonu olduktan başka 2007’de İtalya’nın Pavio şehrinde katıldığı
ilk uluslararası yarışmada yıldızlar Avrupa ikinciliği, 2008’de Fransa’nın
Amies şehrinde yıldızlar ve 2009’da İsveç’te gençler Avrupa şampiyonluğu
kazanarak dört altın madalya aldı. Bir ay sonra İsrail’de yıldızlar Avrupa
şampiyonası’ndan da iki altın bir gümüş madalya ile şampiyon olarak döndü.
Gelecek için büyük istikbâl vadeden Ayşegül Çoban, Selçuk Üniversitesi Beden
Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu öğrencisi.
Karatay kökenli milli boksör Soner
Karaöz, 1991’de Atina’da ve 1997’de İtalya’da Akdeniz Oyunları Şampiyonu oldu,
1997’de Budapeşte’de yapılan Dünya Şampiyonası’nda Kübalı rakibine yenilerek
bronz madalya aldı. Spora 1985’te başlayıp, 1998’de bırakan Karaöz, Türkiye
Şampiyonlukları kazandı.
Küçük Kumköprü’de oturan judocu Ayşe
Mutlu da Balkan Şampiyonasında birincilik kürsüsüne çıkarak ülkemize altın
madalya kazandırdı, ayrıca Avrupa şampiyonasında 5. sırayı aldı.
MİLLÎ
BİSİKLETÇİ HARMANI KARATAY
Düz arazi yapısı sebebiyle halkın
önemli taşıt aracı olan 100 binden fazla bisikletin şehir merkezinde seyir
hâlinde olduğu Konya, bu branşın başkenti olarak kabul edilir. 1920’li yıllara
kadar uzanan parlak bir geçmişe sahip olan Konya bisikleti, 1961-1990 arasında
20 defa Türkiye Şampiyonu olarak kırılması güç bir rekor tesis etmiştir.
1960’tan itibaren tecrübesiz gençler arasında düzenlenen yarışlarda seçilen
Nusret Ergül, Rifat Çalışkan, Ertan Tezer ve kaptan Nezir Sonakın’dan kurulu
Konya takımı, aynı zamanda millî takımı da teşkil etmeye başladığından günümüze
kadar 125’den fazla Konyalı bisikletçi Ay Yıldızlı forma giymiş bulunuyor. Bu
arada, Çimenlik’teki bağ evlerinde doğup büyüyen Necati, İsmail, Ali ve Muammer
Doruk kardeşler çeşitli yıllarda bisiklet sporu yaparak, Türkiye’de ilginç bir
ilkin sahibi oldular. 1952’de Konya veledromunun açılışında Londra Olimpiyadı’nda
yarışan millî bisikletçilerin de katılımıyla yapılan pist sürat yarışında
üçüncü olan İsmail Doruk’a bisiklet hediye edilmişti. Yıllardır Avustralya’da
yaşayan İsmail Doruk’un dışındaki üç kardeş aramızdan ayrılmış bulunuyor.
Büyükkumköprü’de Fatih Kur’an Kursu
karşısında ikamet eden Seyit Kırmızı, bisiklete 1968’de başladı. 1973 ve
1975’te Cumhurbaşkanlığı Uluslararası Türkiye Turlarını kazandı. Etbalıkspor,
Şekerspor ve Meriç Tekstil kulüplerinde yarışan Kırmızı, 1972’de Münih
Olimpiyadı’na katılan milli takımda yer aldı. Cezayir, Macaristan, İsviçre,
Bulgaristan ve Çekoslovakya turları ile 1973 ve 1975 Balkan Şampiyonasına
katılan millî bisikletçi, sporu bıraktıktan sonra Gençlik ve Spor İl
Müdürlüğü’nde kadrolu antrenör olarak görev yaptı, ayrıca Şekerspor, TEK
Meramspor, Marshallspor ve Köy Hizmetleri takımlarını çalıştırarak, millî
sporcular yetiştirdi.
İstanbul Caddesi’nde doğup büyüyen
Sadık Keleş ile Aymanas’ta oturan Mustafa Cengiz, 1963’te spora başlayıp, 1968
yılında İspanya’nın San Sebastian şehrinde yapılan Dünya Bisiklet
Şampiyonası’na katılan milli takımımızda yer aldılar. Pistte birçok Türkiye
birinciliği kazanan Sadık Keleş ve yolda başarılı bir şekilde mücadele eden
Mustafa Cengiz, defalarca Ay Yıldızlı forma ile Cumhurbaşkanlığı Türkiye Turu,
çeşitli ülkelerde uluslararası turlar ve Akdeniz Oyunları’nda pedal çevirdiler.
Sadık Keleş, ayrıca uzun yıllar millî takım antrenörlüğü yaptığı gibi, Bisiklet
Federasyonu Asbaşkanlığı görevinde bulundu.
Bisiklete 1968 yılında başlayan Erol
Öztorun, Yugoslavya, Bulgaristan, İran ve Romanya turlarında milli takımda
yarışarak, Türkiye Turu’nda etap kazanıp, İran Turu’nda iki etapta birinci
olarak Sarı Formayı giydi. Şekerspor, Ankara Jandarmagücü ve Etbalıkspor’da
yarışan Öztorun, işini ön plana alarak, 1974’te Etbalık’ta sporu bıraktı.
Mengene caddesinde ikamet eden Saim
Kıyıcı, 1952’de şehrimizde yapılan Türkiye Birinciliği’nde pist sürat ve
mukavemet ile yol yarışında birinciliği kazanarak, Türkiye şampiyonluğuna adını
yazdıran ilk Konyalı bisikletçi oldu. Sedirler semtinden Özmen Akkese, 1954’te
Ankara-İzmir etaplı yarışında birinci olarak hediye bisiklet kazandı.
Uluırmaklı Muammer İbalı, 1963’te ilk Marmara Turu’nda yarışan Konya takımında
yer aldı. Bir süre önce kaybettiğimiz Mustafa Mest, 36 turluk pist mukavemet
yarışlarında birçok birincilik aldı. 55 yıl öncesinin sporcularından Sarıyakup
Caddesi’nde oturan Ahmet Yağcıoğlu da yıllarca Konya takımında yarıştı.
Piriesat mahallesine kayıtlı olan gazeteci İhsan Kayseri de geçmişte bisiklet
sporu yaptı. Dört defa üstüste pist ve yol Türkiye Şampiyonu olan ve çeşitli
uluslararası turlara ve Balkan Şampiyonasına katılan Teyfik Erdoğdu, Ay
Yıldızlı formayı giyen Nurettin Kirpiksiz, Mehmet Büyükbekâr, Yusuf Ecevit,
Kerim Demirbağ, Balkan yol üçüncüsü Mehmet Küçükçerezci, Adnan Tam ve Ünver Karagözcüler’in
yanısıra Halil Köstek, Nurettin Ün, Mustafa Tam, Ali Tam, Ali Erbil, Ali Çelik,
Türkiye ikincisi Salih Türkdoğru, Mahmut Kavak, Mehmet Aydın, Ahmet Dağlı,
Fazlı Meral, Sıtkı Turan, Hasan Özdengül gibi bisikletçiler de Karatay
ilçesindeki semt ve mahallelerin nüfus kütüklerinde kayıtlı bulunuyor.
DİĞER
BRANŞLARIN KARATAYLILARI
Karatay; futbol ve bisiklet
dışındaki branşlarda da çok sayıda başarılı sporcu çıkarmış bulunuyor. Bunların
başında Cıvıloğlu’ndan Tekke Mahallesi’ne giren sokakta 1942’de dünyaya gelen
milli basketbolcu Halil Dağlı gelir. 40 yaşına kadar tam 27 yıl basketbol
oynayarak, kırılması güç bir rekorun sahibi olan Dağlı, 1955’te daha sonra
Demirspor adını alan İstasyon Birlikspor’da basketbola başlayıp, 1957’de 17
yaşında Fenerbahçe’ye giderek aynı yıl milli takıma girdi ve Ay Yıldızlı
formayı 1975’e kadar 66 maçta giydi. 1982 yılında basketbolu bırakan Halil
Dağlı, iki yıl İstasyon Birlikspor, 23 yıl Fenerbahçe ve iki yıl da İzmir
Altınordu’da oynayıp, salonlarda “Konyalı
Halil” olarak iz bıraktı. Ağabeyi Naim Dağlı da Konya’nın en uzun
basketbolcusu idi, İstanbul’a giderek çeşitli takımlarda oynadı.
Akçeşme mahallesi kütüğünde kayıtlı
Nizamettin Yetişen, yıllarca İdmanyurdu basketbol takımında forma giydi, sporu
bırakınca hakem olarak Türkiye Lig’inde maçlar yönetti ve il temsilciliği
yaptı. Piri Esat’ta kayıtlı olan merhum Hasan Çavuşoğlu da İdmanyurdu ve
Yolspor’da basketbol oynadı, hakemlik yaptı. Basketbolcu Osman Küçükkök de
Karataylı idi.
Güreşçi Mehmet Aslandağ ve boksör
Hamdi Yiğit, Balkan ikincisi olarak kürsüye çıktılar. Akçeşme’de oturan Ömer
Güldağ, boks milli takımında yer aldı. Karataylı diğer boksörler ise;
Sabahattin Telek, Ayhan Gelmez, Harun Adanır, Ahmet Helvacı, Ali Kocatraşlı,
Mustafa Özeken, Yakup Karataş, Osman Vuruşkan, Celal Karataş, İsmet Özelçi ve
Bahattin Yeşil.
Uluırmak Saka Mahallesi nüfusuna
kayıtlı atlet Zekeriya Akdoğan, 1984’de millî takıma girdi. 1985’te Romanya’da
Balkan gençler kros şampiyonası’nda ikinci oldu. Aynı yıl gençler Dünya kros ve
Avrupa pist şampiyonaları’nda ülkemizi temsil etti. 1986’da İstanbul Güneş
Sigorta’ya transfer oldu. 1987’de orta gençler Balkan kros şampiyonası’nda
üçüncü sırayı aldı. 1990’da İstanbul Şişe Cam’a geçerek üç kez Avrupa Kulüpler
Şampiyonası’nda yarıştı, 1995’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile anlaşarak,
Avrupa Kulüpler Şampiyonası’nda dört ve beşinci oldu. 30 defa Ay Yıldızlı
formayı taşıdı.
Süt Tekkesi sokağında oturup, Beden
Terbiyesi Bölge Müdürlüğü Spor Şube Müdürlüğü’nden emekli olan Mustafa Sılay da
atletizm millî takımında yer alarak, üç bin metre engellide yarıştı. Şekerspor
kulübü’nün formasını taşıyan Sılay; atletizm il temsilciliği, Balkan
Şampiyonası’nda hakemlik ve millî takım kafile başkanlığı yaptı. Bisiklet
Federasyonu merkez hakem kurulu’nda yer alan Mustafa Sılay, Türkiye Turu ve
birçok yarışta hakemlik ve yarış komiserliğini üstlendi. Tahsil hayatı
sırasında Cıvıloğlu’nda ikamet eden aynı kulübün atletlerinden Mustafa Yavuz da
gençler ve liselerarası pist ve kros Türkiye Birincilikleri’nde çeşitli
dereceler aldı. Spor hayatı Topraklık’ta geçen Cafer Söğüt atletizm yaparken,
Akçeşme’de evleri olan Ertuğrul Mutlusoy da Gençlerbirliği atletizm takımında
gülle ve cirit attı.
KARATAY’DA
UZAKDOĞU SPORLARINA İLGİ
Karatay’da ikamet eden ailelerin
çocuklarının boks ve futbol kadar, taekwondo, kick boks, karate ve judo gibi
uzakdoğu sporlarına da ilgilerinin yoğun olduğu görülüyor. Uluslararası
şampiyonalarda derece alan ve millî olan sporcuların yanısıra Türkiye
Şampiyonaları ve çeşitli turnuvalarda başarı gösteren Karataylı sporculardan
bazılarını da şöyle sıralayabiliriz:
Taekwondo: Bu branşın ilk
sporcularından merhum Hanefi Kökçınar, Memduh Selvi, İlker Boyalı, Murat
Evkaya, İbrahim Yıldız, Muhammed Ali Durukanlıcan, Şevket Altun, Hasan Adam,
Şakir Uyar, Mahmut Gündüz, Hacı Çelikel, İbrahim Nokta, Yaşar Hallaç, Mustafa
Seyit Hallaç, Behçet Pekkoyuncu, İmdat Ertürk (Kick boks), Ali Erdem ve Davut
Helvacı (Kick boks, Wushu)
Karate:
Abdullah Demirci, Mustafa Demirci, İhsan Taş, Elif Taş, Sedat Akdeniz, Bünyamin
Çakır, Asiye Yayla, Halit Özütemiz, H. İbrahim Erdal ve Süleyman Erdoğan.
Judo: Ece Taşkara (Yıldızlar Balkan
üçüncüsü), Mehmet Korkmaz (Milli), Abdülcelil Erbayram (Milli), Muhammed Şahin
(Milli) Güreş: Kumköprü’den Sanat Okulu talebesi Necati İrtem, Topraklık cami
sokaktan merhum Ömer Faruk Kısasaçlılar, halen antrenörlük yapan Mustafa Şahin,
Mehmet Dişçi ve Mehmet Kiraz ile Musa Şahin. Halter: Tuba Aslanhan (Milli),
Sedef Okan ve Mustafa Uygun.
KARATAYLI
SPOR ADAMLARI
Reşat Erkök (Güreş Federasyonu eski
başkanı), Sami Özsu (Milli sporcu ve milli takım antrenörü), Talât Ünlü (Milli
sporcu ve milli takım antrenörü), Hikmet Yanartaş (Karate Federasyonu
Asbaşkanı), Cemal Erkök (Boksör ve boks il temsilcisi), Recai Kıcıkoğlu (Eski atlet,
Dağcılık il temsilcisi), Mehmet Nevzat Bezeyen (Karate antrenörü), Yılmaz Güney
(Karate antrenörü), Nail Bülbül (Bisiklet Federasyonu Merkez Hakem Kurulu
Başkanı, Uluslararası atletizm ve millî bisiklet hakemi).
Cirit oyunu, her ne kadar Orta Asya
Türklerinin bir ata sporu olarak biliniyorsa da; kökeni avcılık, atların ve
binicilerinin süvari savaşı öncesi “hamlık
atmak için” yaptıkları talim ve idmanlara dayanmaktadır.
Cirit
oyunu Anadolu’nun birçok yerinde çavgan ya da çevgen olarak da bilinir. Cirit
değneklerine benzerliklerinden dolayı bazı baston modellerine de Konya’da
çevgen denilmektedir.
Cirit
XVI. yüzyılda Osmanlı’da bir savaş oyunu olarak kabul edilmiş, tehlikesinden
dolayı bir ara yasaklanmışsa da ciritten vazgeçilmemiştir. XVIII. ve XIX.
yüzyıllarda Osmanlı sarayının gözde savaş talimi, gösteri sanatı ve sporu
olarak ilgi görmüştür.
Osmanlının son dönemi ile cumhuriyetin ilk
otuz-kırk yılında Konya’daki paralı ailelerine düğünlerine Sille’den efe
giysili seğmenler getirilir; evin önünde uygun boş arazi varsa seğmenler burada
cirit oynarlardı. Para karşılığı düğüne katılan seğmenlerin ve ciritçilerin
çokluğu ile övünülürdü. Düğün evinin önünde uygun ve boş arazi olmazsa; ciritçi
seğmenler at üstünde kısa gösteriler yaparak gelin alayı içine katılırlardı.
Karatay ilçesi
sınırları içine giren bölge bu yönden diğer merkez ilçelere göre daha
şanslıydı. Çünkü cirit için uygun boş arazileri fazlaydı. Hatta şimdiki hara
önündeki dönümlerce boş alanda; yüzlerce kez bu düğünlere katılan seğmenlerin
cirit oyunları yapılmıştı. Düğünlerin yanı sıra; sünnet düğünlerinde, asker,
hacı uğurlama ve karşılamalarında, ulusal bayramlarda seğmenlere ve ciritçilere
çok işler düşerdi. Çok çeşitli nedenlerden dolayı bu gelenek unutulunca,
yeterli ilgi de kalmadığından; 1972
yılında Konya Turizm Derneği; Feyzi Halıcı önderliği, dernek üyesi Muhlis
Özdemir’in teknik organizesiyle geniş katılımlı ve halka açık olarak aslına
uygun bir şekilde Bayburt ve Erzurum ciritçilerinin katıldığı bir cirit oyunu
şenliği düzenledi. Bu cirit oyunları gerek izleyenlerin, gerekse yaygın basın
yayın organlarının çok ilgisini çekti. Konya’da cirit oyunları Konya Turizm
Derneği tarafından sonraki yıllarda da yapıldı.
CİRİT ATLARINININ SEÇİMİ VE
KOŞUMLARININ ÖZELLİKLERİ
Her binek atı ve koşum ile cirit oynanmaz. Koşu atlarıyla da
cirit oynanmaz. Bir koşu atı en az iki yıl eğitildikten sonra cirit atı
olabilir.
Cirit atları; çevik, anlık hareket ve manevralar yapabilen,
üstündeki ciritçinin vücut hareketine göre hareket edebilen atlardan seçilerek
eğitilirlerdi. Cirit atları; gem ve dizginle değil, üstündeki ciritçinin
vücudunu bir tarafa eğip, bacağıyla atın karnına bastırmasıyla yönlendirilirlerdi.
Cirit atı koşarak rakibine yaklaşmayı, rakibinden kaçmayı, duracağı yeri
kendisi bilir ve bu alışkanlığından dolayı ciritçinin fazla bir müdahalesine
gerek kalmazdı.
Cirit atı önce renkli püskül, nazar boncuğu, ayna gibi
nesnelerle süslenirdi. Ciride çıkarılacak atın beline keçe konulup üstü
eyerlenirdi. Cirit atının eyer kaşı normalden yüksek olur ki ciritçi öne
eğildiğinde karnına destek olsun. Eyeri bağlayıp sıkıştıran kantarma; çok
sağlam ve iki yanlı çubuk kantarma olurdu. Cirit alanı çamurluysa atların
kuyrukları düğümlenip bağlanırdı.
Bütün bunların yanında ciritçinin de iyi yetişmiş olması gerekli
idi. Aksi halde sakatlanma ya da ölüm gibi durumların ortaya çıkma riski artardı.
CİRİT ATININ HAZIRLANMASI
Daha önce idman görerek “hamlığını
atan” cirit atına yem ve su verilmezdi.
Cirit oyunu başlamadan önce bir iki saat koşturulur ve teri alınır, kaşağı ve
gebre ile masajı yapılıp kasları rahatlatılırdı. Atın üstüne rehavet çökmemesi
için biraz dolaştırıldıktan sonra cirit oyununa hazır hale getirilirdi.
CİRİT SOPALARININ ÖZELLİKLERİ
Cirit oyununda rakibin üstüne fırlatılan ince daldan yapılmış
sopalar, yörelere göre; cirit, çavgan, çevgen, değnek gibi isimler alırlardı.
Bu sopaların özellikleri de yörelere göre değişebilirdi. Uzunluğu 70-100-110 cm
boyunda olmak üzere üç çeşitti. En çok kullanılanı ve standart sayılabilecek
geçerli ölçü 100 cm uzunluğu olandı. Kavak, meşe, hurma ağacının; kuturu 2-3 cm
olan düzgün dallarından kesilir ve kabukları soyulup kurutulduktan sonra,
yaralanma riskini azaltmak için uçların sivrilikleri alınarak yuvarlatılırdı.
Cirit sopasının en ideal ve en az tehlikelisi kavak dalından
yapılandı. Meşe ve hurma dalından yapılan cirit sopaları iyi uçar, nişan alınıp
atılması daha kolay ve rakibi vurma şansı yüksekti. Bu üstünlüklerine karşın
rakip ciritçiyi yaralama ya da sakat bırakma riski yüksekti.
CİRİT ALANI, TAKIMLAR VE OYUNUN
KURALLARI
Cirit alanlarının genişliği takımlardaki at
sayısına uygun olarak ayarlanırdı. Belli bir standart ölçü olmamakla birlikte
genellikle 120 x 140 m ölçüsünde düz bir alan taş, çakıl gibi engellerden
temizlenerek hazırlanırdı. Uç kısımlarda 6 m’lik boşluk “yedek alan” ve 6 m’lik bir boşluk da “alay durağı” olarak ayrılırdı.
Birbirine rakip olan iki
takım ciride katılan at sayısına göre; altışar, sekizer, onikişer ciritçi
olarak atlarına binip alanın iki ucunda karşılıklı sıralanırlardı. Sağ
ellerinde rakibe atacakları cirit vardı. Bazı yörelerde sol ele de yedek
ciritler alınırdı. Ama genellikle tek elle ve tek ciritle oynanmakta idi. Çok
usta bazı ciritçilerin daha rahat cirit atabilmeleri için sol ellerini arkaya
bağladıkları da görülürdü.
Meydan davulu ve zurna eşliğinde güreşte olduğu gibi; bir cazgır
tarafından cirit takımları ve ciritçiler tanıtılarak her birine övgüler düzülürdü.
Oyun içinde de davul zurna oyuncuları ve izleyenleri motife etmek için “cirit havaları” çalar.
Cirit oyunu bütün bu hazırlıklardan sonra başlar ve şu şekilde
oynanırdı: İki takımın birinden bir atlı öne çıkar, karşı takımın önüne 30-40 m
kadar yaklaşırdı. Karşı tarafın oyuncularından birisinin adını seslenerek
meydana davet ederdi. Davet edilen oyuncu meydana çıktığında, davet eden oyuncu
sağ elindeki ciridi ona doğru savurur, sonra geri döner, atını kendi takımının
olduğu sıraya doğru mahmuzlardı. Karşı tarafın davet edilen oyuncusu hızla onu
takip eder, elindeki ciridi geri dönüp kaçan karşı taraf elemanına fırlatırdı.
Bu kez ilk oyuncunun çıktığı sıradan diğer bir ciritçi onu karşılardı. İkinci
diziden çıkan, sırasındaki yerini almak için süratle yerine dönmeye çalışırdı.
Bu defa rakibi onu kovalar ve ciridini atardı. Oyun böylece sürerdi.
Cirit attıktan sonra geriye kaçmalarda olsun, cirit atacak
olandan sakınmak için olsun; oyuncu atının üstünde yanlara yatarak saklanır,
hedef küçültmek için atın boynuna yatabilir, atını sağa sola yönlendirmek için
ne yöne yönlendirecekse o taraftaki bacağıyla atın karnını sıkıştırıverirdi.
Karşılaşmada puan kazanmak için deneyimine ve ustalığına göre daha pek çok
hareketler yapabilirdi.
CİRİT OYUNUNDA PUANLAMA, HAKEMLER VE
SONUÇ AÇIKLAMA
Attığı ciridi rakip oyuncuya isabet ettiren puan kazanırdı.
Cirit oyuncuya değil de ata değmişse oyuncu puan kaybederdi. Bazı özel
durumlarda rakibine cirit atmayıp geri dönen oyuncu bu centilmenliğinden dolayı
üç puanla ödüllendirilirdi.
Cirit oyunlarının üç hakemi bulunurdu. Başhakem; yüksek bir
yerden oyunu izleyerek kural dışılıkları saptar, oyunun kavgaya dönüşmesini ya
da diğer hakemlerin tarafsız davranmalarını denetlerdi. Diğer iki hakem de alan
içinde bulunurlar ve puanlama yaparlardı. Ayrıca bir de eski ciritçilerden
oluşan bir danışma ve denetleme kurulu bulunurdu. Bazı tartışmalı durumlarda
son kararı bu kurul verirdi.
Cirit karşılaşmaları her biri 35’er dakika olmak üzere iki devre
ve toplam 70 dakikalık bir süre içinde yapılırdı.
Karşılaşma sona erince hakemler toplanıp kendi aralarında
puanları toplarlar, sonucu kararlaştırdıktan sonra danışma ve denetleme kuruluna
bildirirlerdi. Kurul hakemlerin sonucunu uygun ve tarafsız bulursa sonuç ilan
edilirdi. Herhangi bir tartışmalı durum olursa bu kurul ve hakemler kendi
aralarında kesin bir karar verirlerdi.
ÖDÜLLER VE ÖDÜL TÖRENİ
Karşılaşmanın sonucu açıklanıp, kesinlik kazandıktan sonra
ortaya konulan maddi bir ödül varsa; ödül izleyicilerin önünde ve ciritçilerin
alınları öpülerek verilirdi. Bu ödüller yerine ve parasal kaynağa göre;
madalya, büyükbaş hayvan, tay olabildiği gibi ziyafet de olabilirdi.
Ortaya konulan ödül yalnızca ziyafetten ibaretse, masrafları
yenilen takımın oyuncuları karşılar, bu ziyafet yemeklerini iki takım da ve
izleyenlerle birlikte yerlerdi. Bu ödül ve ziyafet masrafları destekleyici olan
birisi ya da bir kurum tarafından da karşılanabilirdi.
BAZI GELENEKSEL VE ÖZEL KURALLAR
Oyuncular arasında
rakip takımdaki birisine hasımlığı olan varsa; onların aynı safta yer alması
sağlanır ya da onlar cirit karşılaşmasına sokulmazlardı. Cirit oynanırken
yaralanan, sakatlanan hatta ölen olursa asla davacı olunmaz. Bilerek kural dışı
davranan ve bunu alışkanlık haline getirmeye çalışan ciritçiler gözden düşerler
ve takımlar bu kişileri aralarına almak istemezlerdi. Rakibini bilerek ve
isteyerek yaralamaya, düşürmeye ve benzer zararlar vermek isteyemeye
kalkışanlar; durumuna göre cezalandırılıp belli bir süre hiçbir takımda cirit
oynayamazlardı. Bazı durumlarda böyle ciritçilere ömür boyu cirit oynamama
cezası da verilebilmekte idi[57].
* Bu kısım
Melahat ÜRKMEZ tarafından hazırlanmıştır.
*
Bu kısım H. Ahmet ÖZDEMİR tarafından hazırlanmıştır.
[1] İbn
Bîbî Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadî, el-Evâmirü’l-’alâ’iyye
fi’l-umûri’l-’alâ’iyye (Selçuknâme), (çev.
Mürsel Öztürk), I-II, Ankara, 1996, II, s. 125.
[2]
Ebü’l-Ferec’in eserinin değişik baskılarındaki bilgiler ve değerleri ilerleyen
satırlarda tartışılacaktır.
[3]
Mesela Ferit M. Uğur-M. Mesud Koman, Selçuk Büyüklerinden Celâlüddin Karatay
İle Kardeşlerinin Hayatı ve Eserleri, Konya, 1940, s. 5; İbrahim Hakkı
Konyalı, Âbideler ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, Konya, 1997, 874;
Nejat Kaymaz, Pervane Mu’inü’d-din Süleyman, Ankara, 1970, 47-48; Zeki
Atçeken, Konya’daki Selçuklu
Yapılarının Osmanlı Devrinde Bakımı ve Kullanılması, Ankara, 1998, s. 188;
Mikail Bayram, Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya, 2005,
46; Mehmet Nadir Özdemir, “I. Alâeddin Keykubad Döneminde Saray Hayatında ve
Orduda Gulâmlar”, I. Alâeddin Keykubad ve Dönemi Sempozyumu Bildirileri,
(ed: Yusuf Küçükdağ-Mustafa Çıpan), Konya, 2010, 110-111.
[4]
Gulâmhâne için bk. Erdoğan Merçil, “Gulam”, DİA, XIV, İstanbul, 1996, s,
183-184.
[5] Osman
Turan, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri III, Celaleddin Karatay, Vakıfları ve
Vakfiyeleri”, Belleten, XII/45 (Ocak 1948), 83, 133.
[6] İbn
Bîbî, aynı eser, II, s. 36. Ayrıca
bk. Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilât
ve Kültür, Ankara, 1995, s. 469.
[8]
Gregory Abû’l-Farac (Bar Hanbraeus) Yuhanna İbnü’l-İbrî, Abû’l-Farac Tarihi,
(çev. Ömer Rıza Doğrul), II, Ankara, 1987, s. 549.
[9] Gregory Abû’l Faraj, the
Son of Aaron, the Hebrew Physcian, Commonly Known as Bar Hebraeus; The
Chronicle of Gregory Abû’l Faraj, New Jersey, 2003, s. 413.
[10] Metnin orijinali: “And
there was in KÂNYÂ (GÛNYÂ?) a certain noble, an old slave of Sultân ‘ALÂ-AD-DÎN,
whose name was JALÂL AD-DÎN KÂRÂTAI...”
[11] Gregorius Ebü’l-Ferec b.
Ahron et-Tabib el-Malati, Târîhu muhtasari’düvel, (nşr. Antuan Salihani
el-Yesû’î), Lübnan, 1415/1994, s. 447. Metnin orijinali: اصله رومي وهو من مماليك
السلطان علاءالدين و تربي
[12] Gregurius Ebü’l-Ferec,
Târîhu’z-zemân, (nşr. İshak Ermele), Beyrut, 1986, 292. Metnin orijinali: شيخ من اقطاب السلطان
علاءالدين اسمه جلال الدين
[13] Gregurius Ebü’l-Ferec,
Târîhu’z-zemân, (nşr. İshak Ermele), Beyrut, 1986, s. 292. Metnin orijinali: شيخ من اقطاب السلطان
علاءالدين اسمه جلال الدين
[14] Uğur - Koman da (s. 38-39)
Huart’ın fikrine katılmaktadırlar. Huart’ın Karatay’ın Türk aileden geldiğine
dair iddiasının tutarsızlığı ve eleştirel bir yaklaşım için bk. Turan, aynı makale, s. 20.
[16]
Hâlbuki kaynaklar ittifakla Celaleddin Karatay’ın ne kadar samimi bir Müslüman
olduğunu dile getirmektedirler. Nitekim söz konusu hakikat araştırmacıların
dikkatinden kaçmamıştır.
[17] Yunanca
“kara” anlamına gelmektedir.
[19] Jr.
Speros Vryonis, The decline of medieval Hellenism in Asia Minor and the
process of Islamization from the eleventh through the fifteenth century, London,
1971, s. 352, 533; aynı yazar, “Selçuklu Gulâmları ve Osmanlı Devsirmeleri”,
(çev. Tuncay Birkan), Cogito, S. 29 (Güz 2001), s. 96, 100. Vryonis
görüşlerini büyük oranda İbn Bîbî ve Eflâkî’ye dayandırır.
[20]
Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler,( çev. Yıldız Moran), İstanbul,
1984, s. 266.
[21] John
Ash, A Byzantine Journey, New York,
2006, s. 164-165.
[22]
Konyalı, aynı eser, s. 874-875.
[23]
Turan, aynı makale, s. 20-56.
[24] Ömer
Evin, “Selçuklu Devlet Adamlarından
Celaleddin Karatay’ın Türk Eğitim Sistemine Katkıları ve Eserleri”, (S. Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 2010, s. 10.
[25] İbn
Bîbî, bizzat Celaleddin Karatay’ın ağzından onun 18 yıl sultana hizmet ettiğine
ilişkin ifadelerine yer vermekte ve Alâeddin Keykubad hakkındaki kanaatlerini
eserine kaydetmektedir. Bk. Aynı eser,
I, s. 244.
[26] İbn Bîbî, aynı eser, I, s. 252.
[27] İbn
Bîbî, aynı eser, I, 291; II, 36. Yine
İbn Bîbî onun sırasıyla Emir-i Devat, Taştdar ve nihayet Hazine-i Darlık
göreviyle birlikte Niyabet’i üstlendiğini belirtir. Bk. Aynı eser, II, s. 103.
[28] İbn Bîbî, aynı eser, s. 456-457.
[29]
Taneri, aynı eser, s. 251.
[30]
Cahen, aynı eser, s. 266.
[31]
Aksaraylı Mehmed oğlu Kerimüddin Mahmud, Müsâmeretü’l-ahbâr: Moğollar Zamanında
Türkiye Selçukluları, (nşr. Osman Turan), Ankara, 1999, 37; aynı yazar, Müsameretü’l-ahbar, (çev. Mürsel
Öztürk), Ankara, 2000, s. 28.
[32]
Eyyubi Melikesinin hayatı ve acı sonu hakkında geniş bilgi için bk. Süleyman
Özbek, “Türkiye Selçukluları-Eyyubiler Arası Siyasi Münasebetler Üzerine
(1175-1250)”, Prof. Dr. İsmail Aka Armağanı, İzmir, 1999, s. 446.
[33] İbn Bîbî, aynı eser, I, s. 454.
[34]
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1999, s. 390.
[35] İbn
Bîbî, aynı eser, I, s. 454.
[36] İbn
Bîbî, aynı eser, I, s. 457.
[37] İbn
Bîbî, aynı eser, II, s. 22-36.
[38]
Turan, aynı eser, s. 413.
[39] İbn
Bîbî, aynı eser, II, s. 36.
[40] İbn
Bîbî, aynı eser, I, s. 64-72;
Ebü’l-Ferec, aynı eser, II, s.
541-542; İbnü’d-Devâdârî, VII, 349; Târîhu’l İslâm ve tabakâtu’l-meşâhîr
ve’l-’a’lâm, (thk. Ömer Abdüsselâm Tedmûr), 641-650; 651-660, Beyrut, 1998,
641-650, s. 7;
Ebû Hafs Zeynüddîn Ömer b. Muzaffer b. Ömer İbnü’l-Verdi, Târîhu İbni’l-Verdi, II, Beyrut, 1996,
252-253; Takıyyuddîn Ahmed b. Ali el-Makrizi, Kitâbu’s-sülûk li-ma’rifeti düveli’l-mülûk, (nşr. Muhammed Mustafâ Ziyâde), I, Kahire, 1936,
s. 312; Ebü’l-Felah
Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed, İbn İmad, Şezerâtü’z-zeheb
fî ahbâri men zeheb, (thk. Abdülkâdir Arna’ûd-Mahmûd Arna’ûd), VII,
Beyrut, 1991, s. 363. Ayrıca bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı, I,
Ankara, 1982-1983, 10. Kösedağ Savaşı Ermeni kaynaklarının da ilgisini
çekmiştir. Bk. Kiragos, “Ermeni Müverrihine Göre Moğollar, Edouard Dulaurier
Tarafından Mütûn-ı Asliyye’den Mütercem Parçalar”, (Fransızca çev. M. Edouard
Dulaurier), Türkiyat Mecmuası, II
(1926), s. 178-179.
[41]
Turan’a göre adı geçen devlet adamları II. Gıyaseddin’in arzusuna değil, örfe
göre hareket etmeyi yeğlemişlerdir. Aynı
eser, s. 458.
[42] İbn
Bîbî, aynı eser, II, s. 89.
[43] İbn
Bîbî, aynı eser, II, s. 12.
[44] İbn
Bîbî, aynı eser, II, s. 95. Olayın
detayları ve yorumu için bk. Turan, Selçuklular
Zamanında Türkiye, s. 463.
[45] Türkçe
“yarlık (yarlıg, yarlığ)”, Moğolca “carlık”, daha çok diplomatik yazışmalarda
kullanılan bir tabirdir. Fakat diğer ülkelerin hükümdarlarına gönderilen emirnameler
yanında tebaanın bir kısmına veya her hangi bir şahsa verilen imtiyaz beratına
da yarlıg denilmektedir. Geniş bilgi için bk. A. N. Kurat, Topkapı Sarayı
Müzesi Arşivindeki Altın Ordu, Kırım ve Türkistan Hanlarına Ait Yarlık ve
Bitikler, İstanbul, 1940, s.3 vd.; A. M. Özyetgin, Altın Ordu, Kırım ve Kazan
Sahasına Ait Yarlık ve Bitiklerin Dil ve Üslûp İncelemesi, Ankara ,1996, s.73
vd. Ayrıca bk. Pelliot, “T’oung-pao”,
1930, 292 (Grousset, 273’ten) Yarlığ hakkında Câmi u’t-tevârîh’in Arapça nüshasında
(Ebü'l-Fazl b. Ebi'l-Hayr Reşîdüddîn Fazlullah-i Hemedânî, Câmi‘u’t-tevârîh,
nşr. Muhammed Sadık Neş’et, Muhammed Musa Hindavi, Fuad Abdülmuti Sayyad, Yahya
el-Haşşab, Daru İhya’i’l-kütübi’l-arabiyye, Kahire, trs., II, 247) 2 no.lu
dipnotta şu bilgilere rastlıyoruz: Hüküm,
karar veya emir anlamına Moğolca bir kelimedir. Daha sonra doğrudan Han
tarafından mümtaz şahıslara yayımlanan emir ve ferman için kullanılmıştır.
[46] İbn
Bîbî, aynı eser, II, 13, 117, 120,
121; Turan, aynı eser, s. 467-469;
Taneri, aynı eser, s. 251-252.
[47] İbn
Bîbî, aynı eser, II, 125 vd.
Gelişmeler hakkında güzel bir özet için bk. Turan, aynı eser, s. 469-470.
[48] İbn
Bîbî, aynı eser, I, s. 244.
[49] İbn
Bîbî, aynı eser, II, s. 103.
[50] Eflâki,
aynı eser, I, Ârifî Ahmed Eflaki, Âriflerin Menkıbeleri, (çev. Tahsin Yazıcı), I,
İstanbul 1973, s.261-262.
[51] Eflâki,
aynı eser, I, s. 459.
[52] Aksarayi (Turan), s. 37; aynı yazar, (Öztürk), s. 28.
[53] Ebü’l-Ferec
(Doğrul), II, s. 549; aynı yazar,
(Ermele), s. 292; aynı yazar, (Antuan
Salihani), s. 447.
[54]
Mesela Babâî tehlikesini ilk görenlerden birisidir. İlk başta olayın mahiyetini
kavramaya çalışmış, sonuca ulaştıktan sonra kanaatlerini yetkililere iletmekten
geri durmamıştır.
[55] Cahen,
aynı eser, s. 267.
[56]
Cahen, aynı eser, s. 269.
* Bu kısım Yusuf KÜÇÜKDAĞ tarafından
hazırlanmıştır.
* Bu kısım Yusuf
KÜÇÜKDAĞ tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Hasan ÖZÖNDER tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım M.
Ali UZ tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Mustafa CAN tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Caner
ARABACI tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Caner ARABACI tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Muammer GÜL tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Bekir
ŞAHİN tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Nail BÜLBÜL tarafından
hazırlanmıştır.
* Bu kısım Mehmet K. GÜNDOĞDU tarafından
hazırlanmıştır.
[57] Kaynak kişi olan Muhlis
Özdemir. 1932, Erzurum doğumlu olup Konya’da büyümüş, 1947’den bu yana koşu atı
yetiştiriciliği yapmaktadır. Konya Turizm Derneği tarafından yapılan cirit
oyunlarında teknik organizatörlük yapmıştır. Karatay Sedirler Mahallesi’nde
Yanık Cami yanında oturmaktadır.
Yorumlar