İBNİ ARABİ'NİN KONY'AYA GELİŞİ
Muhyiddin İbn ‘Arabî (kısaca İbn ‘Arabî diye bilinir), belki de onu yetiştirebilmek için onun annnesi
ile evlenmiştir. İbn ‘Arabî, 560/1165
tarihinde İspanya’nın Mürsiye şehrinde
dünyaya gelmiştir. İlk tahsil hayatını ve 588/1193 tarihine kadarki
gençlik yıllarını orada geçirmiş, Kuzey Afrika üzerinden Mısır ve Mekke’yi
dolaştıktan sonra Anadolu’ya geçmiş, Erzurum, Sivas, Malatya ve Konya’da
bulunmuş (burada aralarında mutasavvıf-şair Evhaduddin Kirmânî'nin [v.635/1238]
de bulunduğu bazı mutasavvıflarla görüşmüş) ve nihayet gittiği Şam’da 638/1240’de vefat etmiştir.[1] 350'nin, hatta bazılarına göre 700’ün üzerinde olduğu sanılan eserleri arasında en
tartışmalı ve en mühim olanları, şüphesiz,
başında Peygamber (a.s.)’ın işareti üzerine yazdığını söylediği Fusûsu’l-Hikem ve doğrudan Allah’dan aldığı ilhâmla yazdığını
söylediği el-Futuhâtul-Mekkiyye’sidir.
İman ve akıl arasında güzel bir ahenk kuran İbn
‘Arabî’ye göre, Allah’ı bilmek ancak müşâhede[2]
ile olur ki bu da Allah’ın verdiği bir
üstünlüktür. Ancak birçok sûfî bu müşâhede esnasında meydana gelecek
bilgilerin açıklanmasının doğru
olmadığını kabul etmelerine rağmen, İbn
‘Arabî, rahmet-i mutlaka
(Allah’ın mutlak rahmeti), Vahdet-i
Vücûd, sırr-ı kaza ve kader gibi
görüş beyan ettiği bazı meselelerde çok
eleştiriye maruz kalmıştır (hedef olmuştur). Bu durumu izah etmeye çalışan İsmail Hakkı Bursevî şöyle diyor: “İşte şeyh-i meşâyihi’d-dünyâ Muhyiddin
b. el-Arabî (k.s.), kaleminden sâkıt olup fehm-i âmma [halkın anlayışına]
sığmayan ba‘zı maâninin [manaların]
hasâisındandır [özelliğindendir] ki ondan mukaddem gelenler ol maâniyi ızhâra
[açıklamaya] me’zun değillerdi ve sonra gelenler dahî ilâ yevmi’l-kıyâm me’zun
olamazlar. Ve belki ol maâninin
netîcesi rahmet-i mutlaka ve Vahdet-i Vücûd ve sırr-ı kazâ ve kader
olmakla, ol tafsîl-i bedî’, her velîye münkeşif
olmamış [açılmamış] idi. Onun için velâyet dâiresine
dâhil olanların ba’zıları avâmm-ı ulema [alimlerin geneli] gibi ona
i‘tirâz etmişlerdir ve lâkin i‘tirâzları kendi fehimlerine râci‘dir [dönüktür],
nefsu’l-emre [işin aslına] göre değildir. Belki Şeyh’in onların fehm ettikleri mertebenin mâ-verâsında
[arkasında] dahî murâdı vardır ki (onu ancak) kendi ve kümmel-i evliyâ bilir.
Oğul Sadreddin Konevî[3]
ve şeyhim Seyyid Fazlı İlâhî
ve emsâli gibi. Hâşâ ki Şeyh gibi nâdiru’l-vücûd[-i ] aziz [yüce varlığı nadir olan birisi],
Kur’ân’dan hariç nesne söyleye.”[4]
Aslında tasavvufî bilgiler herkese açık olmamalıdır. Onları ancak belli
tasavvufî halleri yaşayanlar anlar. Bu
sebeple onlar özel kişilere (havâssa)
ait "özel ilimler"dir. Sa'dî’nin
Gülistân’ın da anlattığı şu
olay, bunu destekler mahiyettedir: Sûfînin birisi, başını murâkebe cebine
sokmuştu. Yanından geçen birisi: “Galiba gene cennet bahçelerine
gittin. Bize oradan ne getirdin?!” diye alay etmek istedi. Sûfî: “Cennet bahçelerinde
geziyordum. Dostlarım için gül toplamış eteğime doldurmuştum Ama güllerin
kokusu beni öyle mest etti ki eteğim elimden gitti ve güller yere saçıldı.”
diye cevap verdi.[5]
Vahdet-i Vücud dahil bir çok tasavvufî halin kitaplara dökülmesi ise bu özel
ilmin herkese açılması demek oldu ve birçok kimse için fitneye dönüştü.
İkbal gibi bazıları, Vahdet-i
Vücûd için “panteist sûfîlik” demişlerdir.[6]
Oysa Vahdet-i Vücûd, bir felsefe değil;
bir tecrübe halidir ve İbn ‘Arabî'den önceki sufiler dahil bütün sufilerde
vardır. Esasen ‘Vahdet-i Vücüd’ terimi, İbn
‘Arabî tarafından
kullanılmış bir tabir de değildir. Onun kitaplarında, sadece, “Vücûdun hepsi birdir”, “Orada ancak Allah
vardır”, “Vücûdda ancak Allah vardır” gibi cümlelere rastlamak mümkündür. Bu terime ilk defa Konevî’nin Miftâhu’l-Ğayb’ında (v.12 b ve 13 a’da) rastlanmıştır. [7]‘Mutlak
Varlık’ olan Hakk’dan başka hiçbir
varlığın gerçek olmadığını müşâhede yoluyla bilmek demek olan Vahdet-i Vücûd aklî bir sistem olmadığından aklî kalıplarla
ifade edilmesi de tam olarak mümkün olmamaktadır. “Herşey Hakk'ın isim ve sıfatlarının tecelligâhı olduğuna göre, min vechin herşey Hakk'dır;
ancak O, mutlak olması, kesretin arkasındaki vahdet, hakîkat olması hasebiyle
de herşeyin üstündedir, herşeyden
münezzehdir. Hakk’a nisbetle halk, aynadaki suret, çekirdekteki ağaç, buhardaki buz ... vs.
gibidir” şeklinde özetlenebilecek
bir teoriyi, aklî kalıplarla ifade etmek her zaman ve herkes için mümkün olmayabilir.
İbn ‘Arabî, her yerde aradığı Allah’ı, yine her
yerde müşâhede etmiş bir Hak aşığıdır:
Hasan Basri Çantay, “Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan (melekler,
cinler, insan)lar O’nu tesbîh ve (tenzîh) eder(ler). Hiç birşey hâriç değil,
O’na hamd ile tesbîh eder. Fakat siz, onların tesbîhini iyi anlamazsınız”
(İsra, 44) ayetiyle ilgili olarak düştüğü dipnotta, Mehmed Ali Ayni’nin Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim adlı
eserinden şunu nakletmektedir: “Sırr-ı hayat eşyanın hepsine saridir. Hazret-i Şeyhin (yani İbn ‘Arabî’nin) en yüksek mülahazası da budur. Zira cemadların da Hayy ism-i şerifine mazhar
ve binaenaleyh zi-hayat olduğunu talim etmektedir. Bizim onları gayr-ı müteharrik ve gayr-ı nami görmemiz
ehemmiyetten aridir. Müşarunileyh ayn-ı basiretle, onların hayatda olduklarına
infaz-ı nazar etmiştir. ...”[8]
Bu düşünceler, herşeye ‘Allah’ diyen bir insanın değil, ‘herşeyde Allah’ı
gören’ bir insanın düşünceleridir.
Sadreddin
Konevî, İbn ‘Arabî’nin eserlerini tahlil edip ondaki Vahdet-i Vücud
kavramını, varlığın mertebelerini ve
diğer birçok kapalı hususu bize şerh eden ve kendisinin ifadesiyle, bunu
yapacak başka otoritenin olmadığı anahtar bir kişidir. Hatta Vasiyet-nâme’sinde,
“kendisinden sonra hiç kimsenin şeyhinin (İbn ‘Arabî’nin) ve kendisinin te’lif
eserlerinde derûnî manalar (mevâcid)
aramamalarını ve yorumlamamalarını, çünki bu yolun kendisi ile
kapandığını bildirmektedir”.[9]
Konevî'ye ait olduğu kesin olan eserlerin sayısı yirmi beştir. Üzerlerine birçok şerhler de
yapılan bu eserlerin en mühimleri felsefî bir anlatıma sahip olan İ'câzu'l-Beyân adlı tefsirinden sonra, Miftâhu'l-Ğayb'ı, en-Nusûs fi't- Tahkik'i, en-Nefahâtu'l-İlâhîyye adlı şaheseri, ve hocası İbn
‘Arabî'nin Fusûsu'l-Hikem'inin
şerhi olan el-Fükûk fi
Müstenedâti'l-Hikemi'l-Fusûs'udur. Hırkatü't-
Tasavvuf, er-Risâletü'l-Hâdiye, Şerhu Esmâi'l-Hüsna’sı, Risâletü's-Seyr ve's-Sülûk gibi
tasavvufî eserlerinin yanında Vasaya ve Vasiyyetü'ş-Şeyh Sadruddin İnde’l-Vefât'ı da ünlüdür.
Konevî ile
Mevlânâ’nın birbirleriyle ilişki ve dostluğuna dair elimizde birçok anekdot
vardır. Eflâkî'nin aktardıklarına göre, başlangıçta Sadreddin Konevî'nin
"Mevlânâ hakkında çok inkarı
vardı". Ancak üç kere üst üste, rüyasında onun ayaklarını ovduğunu gördü.
Bundan sonra ondan af diledi, sarıldı, kucaklaştılar.[10]
Konevî’nin Cuma sohbetlerine Mevlânâ da gelir, baş köşeye oturur, bazen zahiren
hiçbir şey söylemeden ama mana aleminde
konuşarak ayrılırlar, Konevî bu havanın ağırlığından dolayı ter içinde kalırdı.[11]
Dostlukları o dereceye varmıştı ki Mevlânâ, cenaze namazını onun kıldırmasını
vasiyet etmiş, ölümü anında da sadece onun elinden su içmişti.[12]
Konya halkının
Konevî’ye karşı saygısı ise dikkat çekicidir.
Zaten Mevleviliğe cidden büyük bir rakib olabilecek tek tarikat İbn
‘Arabî ve Konevî tarafından temsil edilen Ekberîlik idi. Aralarında, Muineddin
Pervâne, Mecdeddin Atabek, Celâleddin Müstevfî gibi beyler ve bilginlerin bulunduğu bir grup
Sadreddin Konevî’den ders aldığına göre, o bir otorite sayılmaktaydı.[13]
Zengin bir alim olarak evi misafirlerle dolup taşmakta, kimse onun bu şatafatlı
hayatını eleştirmemekteydi. Hatta bu şatafatın içinde Allah’ı bulmanın mümkün
olup olmadığını soranlara, kapısındaki maiyyet, erkân, hizmetçi ve köleleri
“şeyhin bu hali ona zarar vermez. Çünkü o olgun bir ruha maliktir. Nitekim
helva da doktora bir şey yapmaz ama ateşli hastaya dokunur” derlerdi. Şehre
gelip iyi bir alim soranlara ilk önce Konevî’nin evi gösterilir, orada
aradığını bulamayanlar Mevlânâ’ya gönderilirdi.[14] Aslında öyle anlaşılıyor ki Konya halkı
Mevlânâ’nın semasından ve aleme saldığı vaveylasından biraz rahatsız oluyor ve
değerini bilmiyordu. Hatta bir keresinde Mevlânâ, “Yazık Konya halkına.
Bizim zevkle dolu semamızdan usanıyor ve
alttan alttan bizim aleyhimizde bulunuyorlar (…..) Sebe halkı gibi Tanrı’nın nimetlerini inkâr
ediyorlar. Bizi kötüledikleri kulağıma geliyor (….)”[15]
Her şeye rağmen, oğlu Sultan Veled, Konya halkının babasına karşı tutumunu
beğenmektedir. Bunu bir gün babasına: "Bu zaman güzel zamandır. Zira
Hüdavendigâr'ın her beytinde 'Ben Tanrıyım' var, ama kimse ağzını açıp itiraz
etmiyor"[16]
demesinden çıkarmak mümkündür.
Bu
şahsiyetlerden sonra üzerinde durulması gereken en önemli şahsiyet, şüphesiz
yukarıda adı geçen, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled diye bilinen Bahâeddin Muhammed
Veled (623/1226-712/1312)’dir. Eserleri arasında Anadolu'da Türk dili ve
edebiyatının ilk mahsulleri arasında olan Türkçe beyitler ihtiva eden İbtidâ-nâme
(diğer adlarıyla Veled- nâme, Mesnevî-i Veledî veya Mesnevî-i
İbtidâ-yı Veledî), Rebab- nâme, Maârif ve İntihâ-nâme
vardır. Sultan Veled’in eserlerinde Türklük de yüce değerlerle eş tutulmuştur.
O “Bedenin çadırdır. Ondaki canınsa gizli olan ay gibi Türk’tür” demiştir.[17]
Sultan
Veled'in en belirgin özelliklerinden birisi Konya’ya bağlılığıdır: Bir bahar
günü Meram’da bir sema meclisi düzenlenmiş, aynı gün Mevlânâ yedi bentlik Bahar terciini inşad etmişti.
Pek neşelenen Sultan Veled, Konya’ya bakıp
“Bu ne hoş şehir; sanki karaltısında rahmet aklığı görünüyor” demişti.
Bu sözden hoşlanan Mevlânâ “dostların tanıklığı ile burayı sana verdim” demiş,
o da sevinçten babasının ayaklarına kapanmıştır.[18]
Mevlevî
tarikatinin kuruluş ve sistemi hakkında elimizde hemen hiçbir şey olmamakla
birlikte[19]
"teşkilatlanma Sultan Veled zamanında başlamış ve XVI. yüzyılda kesin şeklini almıştır" şeklindeki bir
tesbit[20]
yanlış olmasa gerektir. Sultan Veled, merâsime pek bağlı mistik bir şahsiyetti.[21]
Bunu babasının yolunu öğreten halifeler atayarak gösterdi ve diğer
sistemleştirmelerin de önünü açtı. Dergâhı vakıflarla yükseltti. Kısacası,
"Mevlânâîlik"in "Mevlevîlik"e dönüşmesinde köşe taşı oldu.
Mevlevîlik ve Bektâşîlik, Osmanlı İmparatorluğunda büyük tesirleri olan iki
önemli tarikatti. Osmanlı İmparatorluğunda, Mevlevîler ve Türkmen Bektâşî
babaları arasındaki yarış, kendisini değişik şekillerde ortaya koymuştur.[22]
Bektâşîler ve Mevlevîler sırasıyla askerî ve sivil erkân arasında rağbet
görmüştür. Mevlevîlik, Yeniçeri-Bektâşî birlikteliğinden doğan gücü dengelemek
için sultanlar tarafından özellikle desteklenmiştir.
Sultan
Veled'den daha sonraki dönemlerde oğlu Arif Çelebi (670/1272-719/1320)'nin
tarikati yaymada büyük hizmetleri olmuştur. Tasavvufî neşve açısından Sultan
Veled'e tamamen zıt olsa da[23]
yaptığı işler açısından ona benzeyen Arif Çelebi de babası Mevlânâ'nın
aşıklarını bir merkeze bağlamış, bu merkezlere vakıflar temin etmiş,
Anadolu'nun çeşitli yerlerine halifeler göndererek ve merkeze bağlı şubeler
açarak tarikati yaymış ve her gittiği yere babasının hatırasını götürmüştür.[24]
Burada diğer çelebileri tek tek saymaya lüzum görmüyoruz.
Bir çok sufiye
uğrak ve ikamet mekânı olan Konya'daki diğer sufi ve şeyhler arasında onüçüncü
yüzyıl sufilerinden Yunus Emre (Karaman’la birlikte diğer birçok Anadolu şehri
onun türbesini barındırdığını iddia eder), Seyyid Harun Veli (v.720/1320),
Nimetullahi Nahcuvanî (v.920/1515), Ebu Said Mehmed Hâdimî (v.1176/1762),
Mehmed Kudsî (Memiş) Efendi (v.1269/1852), Seydişehirli H. Abdullah Efendi
(v.1319/1903), Şeyh Mehmed Bahaeddin Nakşîbendî (v. 1327/1909), Mesnevî-hân
Sıdki Dede (v.1352/1933), Fahri (Kulu) Efendi (v.1369/1950), Hacı Veyiszâde H.
Mustafa Kurucu (v. 1960) ve Ladikli Hacı Ahmet Ağa (v. 1969)'yı anmak gerekir. [25] Bu zatların hepsi üzerinde tek tek durmanın
bu yazının sınırları dahilinde mümkün olmadığı açıktır. Ancak şu kadarını
söyliyelim ki bilhassa Mehmed Kudsî
(Memiş) Efendi ve soyundan gelen diğer Nakşî-Hâlidî-Müceddidî şeyhleri, Konya halkı üzerinde nüfuzu olan
sufi/ulemadan olmaları bakımından ayrı
bir öneme sahiptirler. Ancak bu zatların bazıları politik bazı meseleler
yüzünden resmî makamlarca takip altında tutulmuşlar, hatta hayatlarının son
dönemlerini yurtdışında geçirmek zorunda kalmışlardır. Mesela, bunlardan
Meşrutiyet döneminde Konya mebusu olan Zeynelâbidin Efendi (v.1939 veya 1940),
Ahali Fırkası üyesi idi ki bu fırka daha sonra,
İttihat ve Terakki Partisinin amansız düşmanı olan Hürriyet ve İ'tilaf
Fırkası ile birleşmişti. Zeynelâbidin Efendi, İttihat ve Terakki Partisi
iktidarı sırasında Gemlik'e sürülmüş, 1918'de imzalanan Mondros Mütârekesi'nden
sonra sürgün hayatı sona ermişti. Aynı yıl son Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi
(v. (1870-1954)[26]
ile birlikte, kapatılmış olan Hürriyet ve İ'tilaf Fırkasını yeniden canlandıran
o idi.[27]
Konya'da nüfuzu olan bir hoca idi ve bu onu Milli Mücadele sırasında Sultan ve
İ'tilaf Devletlerinin göz bebeği yapmıştı.[28]
Bundan dolayı Milli Mücadele'den sonra Mısır'a
kaçtı. Ve Yüzellilikler[29]
listesinde olduğu için bir daha da memlekete dönmedi. [30]
Medine'de vefat etti.[31] Eserleri arasında çok partili hayatın ve
Müslümanların, faal olarak politikaya katılmalarının gerekliliğini savunduğu
İslamiyet ve Meşrutiyet (Yusufağa Kütüphanesinde 9521/3'de kayıtlıdır) ve
Medine'deyken yazdığı Malûmât-ı
Medeniyet adlı çalışmaları
vardır. Soyadı kanunundan sonra ailesi “Erenmemiş” soyadını aldı.[32]
Nakşî
şeyhlerin aksine aynı dönemdeki Mevlevi şeyhlerin resmî irade ile olan
ilişkileri, iniş-çıkışlara rağmen genelde olumlu idi. Zira liberal bir yapıya
ve Batıcı fikirlere şahiptiler. Abdülhalim ve Veled Çelebi’lenin aşağıda
vereceğimiz biyografileri bizim bu tesbitimizi onaylamaktadır: - Arabi Beyazıd
Bıstami ve Hallac-ı Mansur gibi örnek aldığı büyük sufulerin çizgisini izlemiş,
fakat bununla yetinmeyip onu son sınıfına vahdet-i cüdûd noktasına kadar
görüşmüştür.
- İbn Arabi’nin geniş suretli ve
canlı bir etki alanı vardır. Sekiz asra yakın bir zaman periyodun içinde
Fas’dan Endonezya’ya Yemen’den Urallara kadar geniş bir coğrafyada etkisi daima
hissedilmiş, hemen hemen bütün tarikatları az yada çok tesiri altına almıştır.
İbni Arabi 604/1207’de
Kahire’den, İskenderiye’ye oradan da Mekke’ye gelip dostu Ebu Şuca ile
buluşuyor. Ancak semadan işaretlere bakıp yol hazırlığına koyuluyor. Çünkü İbn
Arabi’nin hizmet ettiği iyi hal sahibi bir şeyh ona “insanları en ulu olanının
ona boyun eğeceğini” haber vermişti.
Bunun üzerine 607/1210’da tahta
cihan Beşinci Keykavus’u ziyaret etmek için Konya’ya gelmek üzere yola çıktı.
Daha evvel şöhreti Anadolu’da yayılmış olan İbni Arabi Konya’da Selçuklu
Sultanı tarafından karşılandı. Sarayda iyi bir ------ gördü. Sultan kendisine
yüzbin dirhem değerinde bir konak bağışladı Allah rızası için sadaka isteyen birisine İbn Arabi
“Bu köşkten başka bir şeyim yok, bunu al senin olsun” dedi
İbni Arabi Konya’da huzur içinde
geçirdiği zaman zarfında, Mesahidu’l-Esrar ve Risaletu’l-Envar isimli iki eser
yazdı. Kendisinden faydalanmak isteyen sufilerle bir araya gelip sohbet etmeye
başladı. Bunlar arasında ünlü mutasavvuf Evhaduddin Kırmani (Ö.673/1274) gibi
yetenekli bir öğrenciye tasavvufi düşüncelerini anlatma imkanı buldu.
Konevi’nin babası Mecduddin İshak
Hâmisi Selçuklu Sultanı birinci Gıyasettin yenilgiye uğrayınca, Şam’a gidip
orada yaşamaya başlamış ve buradan da hac için gittiği Mekke’de İbn Arabiyle
tanışmıştı.
Herhalde 600/1200 senesinde
Mekke’de tanıştıkları İbn Arabi’yi birlikte
Anadolu’ya ve Konya’ya götürmek için onu ikna etmeye çalışmıştı.
İbn Arabi’nin Anadolu’ya ve
Konya’ya gelişinde buradan giden hacıların da büyük tesiri olmuştur.
Cami diyor ki; “İbn Arabi Rum
diyarına gelince Sadreddin Konevi’nin doğumu, ölümü, ilmi , irfanı gibi
hususlarda keşfe dayanarak bilgi vermişti. Konya’da bulunan İbn Arabi o sırada
dul bulunan Konevi’nin annesiyle evlenmişti. Konevi ise İbn Arabi’nin
gözetiminde yetişmişti.
Konevi’nin eserlerini iyi bir
şekilde öğrenmeden İbn Arabi’nin fikir sistemini ve Vahdet-i Vucud anlayışını
akla ve şeriata uygun şekilde anlamak mümkün olamaz.
[1]
Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz., Nihat Keklik, Muhyiddin ibnü’l-Arabi’nin Hayatı ve Çevresi, İstanbul, 1966.
[4]
İsmâil Hakkı Bursevî, Kitâbu’n-Netîce, Hazırlayanlar: A. Namlı- İ. Yavaş, 2 c., İstanbul,
1997, I, 231.
[5]
Sa‘di, Şeyh Muslihu’d-dîn Şirâzî, Gülistân,
İstanbul, h.1300, s.5.
[8]
Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve
Meâl-i Kerîm, 3 c., İstanbul, 1394/1974, c.II, ss.515-6. Detaylar için bkz.
Mehmed Ali Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin
Severim, (haz. H.R. Yananlı),
İstanbul, 1995, Bedir Yayınları, 52 vd. (Eserin orijinali: İstanbul,
1339/1920.)
[9]
Mikail Bayram, “Sadru’d-din Konevî Kütüphanesi ve Kitapları”, Marife.
Bilimsel Birikim, Güz 2001, yıl 1, no.2, ss.179-86:179.
[13]
Gölpınarlı, Mevlevilik, s.12.
[15]
Aynı yer, c. I. s.296 (3/189).
[16]
Aynı yer, c.I, s. 429 (3/439).
[17]
Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.323.
[19]
Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik
(buradan sonra Mevlevilik), İstanbul,
1953, s.18
[20]
Aynı yer, s.288.
[21]
Aynı yer, s.40.
[22]
Bkz. Eflâkî (Metin), c.I, s.381
(3/312); Köprülüzâde, “İslâmiyet,” (DFEFM,
no.5), s.388; a.y., “Menşe'ler,” s.133;
Birge, s.33; A. Gölpınarlı, Mevlevilik,
ss.269-70, 293, 297-8; I. Mélikoff, “Les Babalar Turcomans contemporains de
Mevlâna,” Uluslararası Mevlânâ Semineri
Bildirileri, 15-17 Aralık 1973, hazırlayan: M. Önder, Ankara, 1973,
ss.268-74.
[23]
Sultan Veled daha sakin ve zühde, dinin açık kurallarına önem veren bir
mistikken, Ulu Arif Çelebi biraz
babasını hatırlatan, biraz da insani istekleri kamçılayan bir coşkunluğa
sahipti. Bkz. Gölpınarlı, Mevlevilik,
ss.244, 246.
[24]
Gölpınarlı, Mevlevilik, ss.92, 93
[26]
Mustafa Sabri Efemdi de Milli Mücadele'den sonra yurtdışına kaçanlar ve
Yüzellilikler arasında olanlardan idi. Biyografisi için bkz. İ. Güneş, İ. (ve
Türk Parlamento Vakfı Araştırma Grubu), Türk
Parlamento Tarihi. I. ve II. Meşrutiyet, 2c., Ankara, 1997, c. II, s.179
[27]
Detaylar için bkz. Mevlanzâde Rifat, Türkiye
İnkılâbının İç Yüzü, Haleb, 1929,
bölüm II, ss..66-7
[28]
Kaynaklar için bkz. Kâmil Erdeha, Milli
Mücadele’de Vilâyetler ve Valiler, İstanbul, 1975, s.281.
[29]
İtilâf Devletleri, Lozan Antlaşması'nın bir parçası olarak genel bir af talep
etmişlerdi. Türk tarafı böyle bir affa taraftar olmamasına rağmen, bunu kabul
etmek zorundaydı, ama henüz adı belirlenmemiş 150 kişinin istisna edilmesi
şartıyla kabul etti. Genel af, 16 Nisan 1924’de ilan edilmesine rağmen, bu 150
Kişilik liste, ancak Haziran 1924’te belli oldu ve bundan kısa bir süre sonra,
bu listedekilerden hâlâ ülkede bulunanların ülkeyi terketmeleri emredildi.:
E.J.Zürcher, Turkey, A Modern History,
London - New York, 1993, s.170. Konu
hakkındaki tartışmalar için, bkz. Yeñi
Gün, 1 Haziran 1339 (1923); TBMM
Gizli Celse Zabıtları, TBMM Gizli
Celse Zabıtları, 4c.,Türkiye İş
Bankası Yayınları, Ankara, 1985, c. IV 2 Mart 1339 (1923)- 25 Teşrin-i Evvel 1934,
ss.456-62.
[30]
Bkz. TBMM Gizli Celse Zabıtları,
c.IV, s.441; “150’likler Albümü,” Tarih
ve Toplum c. XII (Ekim 1989), no.70...
[31]
Detaylar için bkz. M.Ali Uz, Baha
Veled’den Günümüze Konya Alimleri ve Velileri, Konya, 1993,
ss.153-4
[32]
Arabacı, ss.515-25.
Yorumlar