KARATAY FOLKLORU
















KARATAY FOLKLORU




























I- DÜĞÜNLER
DÜNDEN BUGÜNE KARATAY DÜĞÜNLERİ*

Türkiye sınırları içinde, evlenme ve sünnet törenlerinin eğlenceye ve ikrama dönüştürülmesine
düğün denilir. Düğün sözcüğü; düğmek yani bağlamak kökünden gelmektedir. Düğün; Çağatay ve Uygur dillerinde de düğüm anlamındadır. Evliliğin de ortak bir bağ olduğu düşünüldüğünde; düğün sözcüğünde düğüm, düğümlemek, bağlamak anlamları öne çıkmaktadır.
Karatay ilçesi Konya’nın en eski mahallelerini oluşturduğundan ayrıca geçmişten günümüze eski ve pek çok yerli Konyalı bu mahallelerde yaşadığından dolayı halk; şehir merkezi kültürüyle beslenmiş, ufak tefek farklılıklar dışında şehir merkezi kültürüyle uyumlu yaşamıştır. Ancak yanlış olarak Abdal Mahallesi olarak bilinen Çimenlik halkının kültür ve toplumsal yaşamda çok fazla farklılık göstermesi ne kadar olağan kabul ediliyorsa, son yıllarda doğu illerimizden göç ederek gelen ve artık kendilerini Konyalı sayan insanların da kültürel ve toplumsal yaşamda farklılıklarının olması olağandır. Şimdilerde yerli Konyalı bulmak ve geleneklere bağlı aileler bulmak çok zor. Çünkü bir sanayi ve ucuzluk kenti olmasından dolayı Konya ili dışarıdan çok göç almıştır. 1960-1990 yılları arasında Karatay ilçesi de bu göçler sonucu doğuluların yoğun olarak toplandığı ilçelerimizden biri oldu. 1950 sonrasında yakın ova köylerinden ve uzak dağ köylerinden göçüp gelen aileler de Karatay ilçesi halkına karışmışlardır. Selçuklulardan günümüze otantikliğini koruya gelmiş Konya kültürü içinde; Karatay ilçesinin kültür ve toplumsal yaşam araştırmaları çok önemlidir.  Bu bakımdan geleneksel şehir içi merkez düğünleriyle Karatay’ın geleneksel ve otantik düğünleri birbirleriyle uyumludur.
Türkiye’nin her yerinde düğün denilince iki düğün akla gelir. Birisi evlilik öncesi yapılan düğün, ikincisi de sünnet düğünü. Her iki düğünün de geleneksel kuralları ve geleneğe bağlı aşamaları vardır.

EVLİLİĞE HAZIRLIK VE GELENEKSEL KARATAY DÜĞÜNLERİ
Yerleşmiş Karatay geleneklerine göre evlenme çağına gelmiş genç erkek; evlenme çağının geldiğini ailesine belli etmek için bazı şifreler verir. Örneğin; babasının ayakkabılarını eşiğe çakar, kapı önündeki ayakkabıların hepsini ters çevirir, yastığa ve yorgana sarılarak yatar, evde pilav yenilirken pilavın ortasına kaşık saplayıp sofradan kalkar.
Çok yakın bir zamana kadar “beşik kertmesi” diye bilinen kötü bir uygulama vardı. Birbirlerine yakın olan iki ailenin birbirlerine yakın zamanlarda bir oğlan ve bir kız çocuğu doğmuşsa iki aile anlaşıp beşik kertmesi yaparlardı. Her iki çocuğun da beşikleri bıçakla kertilir ve çocuklar büyüyünce birbirleriyle evlendirilirdi. Oğlanın ve kızın hiç söz hakkı olmadan yapılan bu evlilik kutsal kabul edilip asla geriye dönüş olmazdı.
Beşik kertmesi gibi bir durum söz konusu değilse, ya da evlilik için aileye önceden verilmiş bir vaat yoksa oğullarının evlenmek istediğini anlayan aile büyükleri oğlanın “ağzını arayarak” bir sevdiğinin ya da gözünden geçen bir kızın olup olmadığını sorarlar. Bu ağız aramayı öncelikle anneler yapar. Böyle bir kız varsa onun üzerinde durulur, yoksa anne, baba ya da aile büyükleri öneride bulunabilirler. Oğlanın önerilen kıza gönlü yoksa anne yakın akrabaları ile birlikte kendilerine uygun bir kız aramak için mahalleleri dolaşmaya başlarlar. Kimi zaman tanıdıklar aracılığı ile kimi zaman soruşturma yolu ile evlenecek kızı olan aileler teker-teker dolaşılır. Bu işe Konya’da “kıza bakma” denilir.
Ziyaret edilen evin kızı süslenerek gelen konukların ellerini öper. Bu arada kıza bakmaya gelen kadınlar ev sahibine fark ettirmeden evin düzenini, temizliğini falan kontrol ederler. Öpüp kucaklamak bahanesiyle; kızın ağzının kokup kokmadığı, dişleri, ağzı, yüzü daha yakından incelenir. Kıza bakanlar kızın fiziğini, davranışlarını, konuşmasını kendilerince değerlendirirler. Kahve, şeker ve kolonya ikramından sonra biraz sohbet edilerek izin istenilip kalkılır. Kıza bakanlar kendilerince uygun görürlerse kendi aralarında bir değerlendirme yaparlar. Uygun görülmezse başka kız evleri ziyaret edilir. Uygun kız bulununcaya kadar bu ziyaretler sürer. Bu ziyaretlere aracı olan ya da bir tanıdığının kızına aracılık yapanlara “dünür başı” denilir. Akşam evin erkeği ve aile büyükleri ile istişareler yapılır. Uygun bulunan bir aileyle dünürlükte ve o evin kızını gelin almakta fikir birliği edebilmek için aile ile ilgili soruşturmalar yapılır. Sonuç olumlu ise oğlan tarafı kızın bulunduğu eve giderek dünür olmak istediklerini söyler. Kız tarafı da olumlu bulursa “Babasıyla bir konuşalım” diyerek olumlu olduklarını bildirir. Kızın aile büyükleri toplanıp, tartışıp kendi aralarında bir sonuca varırlar. Gelin ve damat adayları daha önce birbirlerini görmemişlerse birbirlerine gösterilir. Sonuç olumlu olursa oğlan tarafına “Erkek dünürcüleriniz gelsin” denilir. Olumsuz olursa “Kısmetinizi başka kapıda arayın” denilerek oğlan evinin uygun bulunmadığı belli edilir.
Belirlenen günün akşamı oğlan tarafı aile büyükleri ya da yakınları ile birlikte kız evine giderler. Giderken çikolata ve çiçek götürme adedi eskiden yoktu. Kız evinin aile büyükleri ve yakınları dünürcüleri buyur ederler. Kız önce hoş geldiniz amaçlı el öper. Sonra kahve tutar. Dünürcüler arasında damat adayı da bulunuyorsa kız tarafı gençlerinin şakası olarak; kahvesine tuz, biber gibi şeyler katılıp damat adayının zorla da olsa içmesi sağlanır. Ancak eskiden damat adayı kız istemeye götürülmezdi. Kahveler içilip Hal hatır sorulduktan sonra, oğlan tarafının aile büyüklerinden biri ”Ziyaret sebebimiz Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızınıza oğlumuz için dünürüz” diyerek dünürcü olup, kızı ister. Kız tarafının aile büyüğü “Kısmetse, hayırlı ise olsun” ya da “Kızımıza da bir soralım” gibi sözler ederek bu evlenmeyi uygun bulduklarını belli eder. Eğer kızın aile büyükleri uygun bulurlarsa dünürcülüğü onaylarlar. Bu işe “kız bitirmek”, “söz kesmek”, “ara kesme” gibi adlar verilir.  Bu arada kıza verilecek mihr konuşulur, gerekli görülürse bir mihr senedi yapılır. Mahalle imamı çağrılıp dua yapıldıktan sonra; eskiden soğuk şerbet ya da ağız tadı denilen şerbet, lokum ve bisküvi ikram edilirdi. Kız tarafı biraz nazlanacaksa ya da kızlarının fikrini soracaklarsa veya oğlan tarafı hakkında bir soruşturma yapacaklarsa ileriki günlerde oğlan tarafı yeniden kız evine gelebilir. Dünürcüler aynı kız için dünürcülük yapıp da kız verilmezse artık o aileye bir daha dünür gitmek ayıp sayılır. Eskiden kız evinin, kız istemek için ilk kez gelen dünürcülere “evet” demeleri de ayıp sayıldığından “kız evi naz evi”  diye düşünülerek bir bahane ile dünürcülerin yeniden gelmeleri istenirdi. Eskiden kız evinin, dünürcülüğe gelenleri onaylamaması halinde dünürcülerin ayakkabıları ters çevrilir ya da rastgele kapı önüne atılırdı. Bu işi de genellikle ailenin küçük bireylerine yaptırırlardı.
Bütün bu aşamalar olumlu olarak sonuçlanmışsa her iki ailenin yakınlarının, akrabalarının ve tanıdık ailelerin bir araya gelmeleriyle kız evinde “büyük şerbet” içilir. Şerbet; kırmızı şekerin su içinde ezilmesiyle ve içine gül suyu eklenmesiyle hazırlanan özel bir şuruptur. Şerbetin yanında lokum bisküvi ikram edilir. Şimdilerde şerbet yerine hazır meyve suları ve pasta ikram edilmektedir. Oğlan tarafına şerbet iki kere ikram edilir. Oğlan tarafından olanlar ikinci şerbetten sonra hizmet eden gençlere bahşiş verirler. Erkekler kendi aralarında sohbet ederlerken, kadınlar ayrı bir yerde eğlence yapabilirler. Şerbet içildikten sonra hoca bir dua yapar. Ayrıca bir nişan töreni yapılmayacaksa gençlerin söz yüzükleri de bir aile büyüğü tarafından takılır. Düğün günü kararlaştırılır. Eskiden Konya ve çevresinde iki bayram arası ve boş ay da denilen zilkade ayında kesinlikle düğün yapılmazdı. Bu zamanlarda yapılan düğünlerin mutlaka kötülük ve felaket getireceğine inanılırdı. Söz kesildikten sonra her iki taraf da birbirlerine “yoklama” denilen dürü gönderirler. Dürüyü götüren hamal ya da arabacıya ve dürüyü götüren kadınlara havlu, “çember” gibi hediyeler verilir.
Söz kesilmesinden sonra araya kurban bayramı girerse oğlan evi gösterişli bir koçu süsleyip, kınalayarak kız evine götürür. Oğlan evi varlıklıysa kız evine kurbanın yanında dürü de götürülebilir. Bu dürüye “ağırlık” denilir.
Düğün hazırlıklarının aşamalarından biri olan nişan için oğlan evi tarafından geline nişan elbisesi, terlik, ayakkabı, saat, küpe alınır. Nişan töreni evde yakın akrabalar arasında yapılabildiği gibi salon tutularak da yapılabilir. Eskiden, 1950-1980 yılları arasında varlıklı aileler kadınlar için salonda yapılan nişan eğlencelerine Romen kadın çalgıcılar getirirlerdi. Bu çalgıcı ve oyuncu Romenlere minnoş denirdi. Bu Romenlerin en ünlüleri Asene ve minnoşlarıydı. Çok eski yıllarda Ermeni asıllı Topal Nazar perde arkasında çalgı çalarak kadınları eğlendirirdi. Âşık Şemi’nin torunu Emine Hanım, Seydişehirli Saliha Abla, Nigârî, Gülizar Hanım, ”Dellalın karısı Hediye” Konya kadınlarının düğün ve her türlü çalgılı eğlencelerinde mutlaka bulunurlardı. Daha sonraları Ahmet Özdemir kadınların salon nişanlarının baş tacı müzisyeni oldu. Bu eğlenceler evlerde, bahçelerde yapılabildiği gibi; başta Manav Düğün Salonu olmak üzere, Balıkçı Düğün Salonu, okulların müsamere salonları, Alâeddin Tepesindeki Alâeddin Keykubat binası gibi yerlerde yapılırdı. Nişanda kadınlar kendi aralarında eğlenirler. Yüzük takılmamışsa gençlerin yüzüğü nişanda takılır. Yakın akrabalar tarafından getirilen hediyeler davetlilere gösterilerek anons edilir. Konuklara lokum bisküvi ya da meyve suyu ve pasta ikram edilir.
Eğer nişan töreni “hocalı” yapılacaksa; “hoca hanım” denilen ilahici kadınlar ve defçi kızlar çağrılırdı. Bu ilahicilerin arasında zamanında; Kör Ayışdudu, Kör Kadiriye, Zeliha Hoca gibi çok ünlü olanları da vardı.
Eskiden bazı varlıklı aileler düğün gününden iki hafta öncesinde “tas açmalı” ya da “taç açmalı” denilen baklava börekli ve yemekli düğünler yaparlardı. Bu düğünde hediyeler daha ağır olur ve herkes davet edilmezdi. Mutlaka çalgılı olan bu düğünlerde yemeğini yiyen davetli kapı arkasında bulunan geniş bir tasa hediyelerini bırakıp gittikleri için böyle düğünlere tas açmalı düğün denilirdi.
Kararlaştırılan uygun bir zamanda kız evi “çetnevir” hazırlar. Çetnevir: eğlencelik türünden yiyecek ve kuru yemişlerdir. Büyük bir tepsiye her türden yiyecek konularak tepsi süslenir ve oğlan evine gönderilir. Damat adayı genç arkadaşlarını, genç akraba ve komşularını davet eder. Gençler akşam yemeğinden sonra belirlenen bir yerde toplanıp kendi aralarında eğlenirler, oyunlar çıkarırlar. Çalgıcı olarak genellikle Çimenlik Mahallesinin ya da Muhacir Pazarının Kıpti ve Çingene müzisyenleri tutulur. Konya baranlarının çalgı çalanları ya da Bozkır ekibi de getirtilebilir. Ya da kaset çalarak veya çalgı çalmasını bilen arkadaşlar aracılığı ile de eğlenebilirler. Gece yarısı olduğunda kız evinden gelen çetnevir tepsisine hedik denilen haşlanmış buğday konularak konuklara ikram edilir. “Yeme içme serbest cebe koymak yok” gibi şakalar yapılarak çetnevir yenilir. Çetnevir yiyecekleri mevsime göre değişebilirse de genel olarak; mevsim meyveleri, fındık, fıstık, çam fıstığı, günâşık (ayçiçeği, çitlek), kuru üzüm, kabak çekirdeği, şeker, çikolata, şeker leblebi, sarı leblebi, beyaz leblebi, hedik denilen haşlanmış buğdaydan oluşur. Eskiden “zavrak” denilen şerbet sürahileri de çetnevir sinisine konulurdu. Ayrıca, renkli kâğıtlar arasına sarılmış sigaralar da bu sinide bulunur. Hediğin içine saklanan yüzüğü kim bulursa damada yüzüğü o takar. Ama bu iş genellikle sağdıç tarafından yapılır. Bazı şakacılar yanlarında oturanların ceplerine gizlice kuru yemiş kabukları, sigara izmaritleri falan koyarak şakalar yaparlar. Bazen şakadan cepler aranır ve gizlice konulmuş yemiş kabukları falan ortaya çıkar.
Çetnevir sinisi kaldırıldıktan sonra eğlencelere devam edilir. İçki ikram edilecekse gece yarısından sonra ikram edilir. İçki içmeyenler isterlerse kalkıp giderler, isterlerse kalabilirler.
Çetnevir eğlencelerinin en eğlenceli kısmı gençlerin organize ederek oynadıkları halk arasında “oyun çıkarma” olarak bilinen komik oyunlardır. Bu oyunlar sayılamayacak kadar çoktur. Üstelik her yeni çetnevir eğlencesinde yeni oyunlar çıkarılmaktadır.
            Çetnevir Eğlencelerinde Oyun Çıkarma Örnekleri:
            Birinci örnek: İki tencere getirilir. Tencerenin birinin tabanı gizlice isle sıvanmıştır. Oyun çıkaran kişi konuklardan birini karşısına alır. Tabanı isli tencere karşıdaki kişiye verilir. Oyun çıkarıcı: “Ben ne yaparsam, sen de aynısını yapacaksın” der. Tencereler alınıp isli tabanı karşıya gelecek şekilde tutulur. Oyun çıkarıcı ellerini tencere tabanına sürer sonra ellerini yüzüne gözüne sürer. Karşıdaki kişi de aynı hareketleri yapar, ama yüzünün gözünün islendiğinden haberi yoktur. Oyun, karşıdaki kişinin yüzü gözü iyice isleninceye kadar sürer. En son yüzü gözü islenen kişiye ayna tutularak isli yüzü gösterilir.
            İkinci örnek: Oyun çıkarıcı bir bardağa su doldurup, konuklara tek- tek sorar: “Bardağın üstünde ne var, altında ne var?” Her konuk yanıtını oyun çıkarıcının kulağına fısıldar. Bilenler ayrılır, bilmeyenlere komik cezalar verilir. Sorunun doğru yanıtı: “Üstü bismillah, altı elhamdülillah”tır.
            Üçüncü örnek: Oyun çıkarıcı herkesi namazda secde edercesine ve gözlerini kapattırarak başlarını yere koydurur. “Ben seslenmeden gözünüzü açmayın. Herkes aramızda kaz var diye bağırsın” der. Herkes gözü kapalı olarak başını yere koyar ve bağırmaya başlar. Bazıları gözlerini açarak doğrulur ama bağırmayı sürdürürler. Gözlerini açmayanlar ise bağırarak uzun süre öylece kalırlar. Dolayısıyla kaz yerine konulanlarla eğlenilmiş olur.
            Dördüncü örnek: Oyun çıkarıcı, konuklar arasından bir gönüllü çağırır. Kendisi üfürükçü kılığına girer. Başının üstüne içi su dolu bir tas bağlar. Başın üzeri tas görünmeyecek şekilde örtülür. Gönüllü, hasta rolü oynar ve “Ağrım tuttu” diyerek kıvranmaya başlar. “Şuraya yat da seni okutalım” diyerek, hasta rolü oynayan gönüllüyü sırt üstü yere yatırırlar. Üfürükçü rolünü üstlenen kişi gelir, okur ve üfler. Tam ayağa kalkıp gideceğinde başını eğerek tastaki suyu, yerde yatanın üzerine boşaltır. Yerde yatan sırılsıklam ıslanmış genç ne olduğunu anlamaya çalışırken, konuklar makaraları koyuverirler.
            Her iki taraf da düğün için eksiklerini tamamlamaya; alınacakları alıp, hazırlanacakları hazırlamaya başlarlar.  İki aile ve yakınları birleşerek; eşya, giyecek ve diğer ihtiyaçları aldıktan sonra takı altınları da alınıp hazırlanır. Kız tarafının çeyizinde eksiklikler varsa kızın arkadaşlarına verilip yaptırılır. Dantel örtü, oya gibi elişlerini kızın arkadaşları tarafından hazırlanıp bitirilmesi için yapılan bu yardımlaşmaya “ümmeci” denilir.
            Oğlan evi, içinde gelin için alınan giysiler ve dürüler olan gelin sandığını akraba ve komşu kadınlarla birlikte kız evine götürür. Buna “sandık götürme” denilir. Arabacıya bir havlu ve bahşiş verilir. Sandığı götüren kadınlara da birer hediye hazırlanır. Bu işler bittikten sonra; kız, arkadaşlarını çağırır ve oğlan evinin gönderdiği yorganlar kaplanır, eğlenilir ve çetnevir yenilir. Bu işe “yorgan kaplama” denilir.
            Daha sonra kadınlar topluca gelin hamamına giderler. Kadınlar ve kızlar hem banyo yaparlar hem de kendi aralarında eğlenirler. Evlenecek oğlu olan anneler için gelin hamamı bulunmaz bir fırsattır. Böyle anneler genç kızları daha ayrıntılı inceleme olanağı bulmuş olurlar. Gelinin saçına “sırma tel örülür.” Tef çalarak göbek taşı çevresinde kaynana, görümce, elti gibi damat yakınları gelin adayı ile birlikte el ele tutuşarak dönerler. Kaynana gelin adayının başına darı saçar. Kızlar bu darıyı toplayarak “şans getirmesi” için yanlarına alırlar. Kaynana gelir durumuna göre bozuk para, küçük altın gibi saçılar da saçabilir. Saçılan bu saçılar gelin adayının olur. Eskiden gelin hamamı düğünden bir gün önce yapılırdı. Şimdilerde gelin hamamı geleneği tamamıyla unutulmuştur. Uygun bir zamanda kız evinden çeyizleri ve eşyaları alınarak kız evinin yakınlarıyla birlikte oğlan evine gidilir. Oğlan evi de yakınlarını çağırır. Gelinin odası düzenlenir, döşenir, duvarlara çeyizler çakılır. Gelin ayrı bir eve gelecekse ev baştan aşağıya döşenir. Bu işlere “çeyiz çakma” ya da “çeyiz serme” denilir.
            Artık düğünün son aşamasına gelinmiştir. “Pusulalar yazılır”, davetiyeler bastırılır ve davetçi kabul edilen “okuyucular” eliyle dağıtılır. Konya ve köylerinin eski bir geleneği olarak davet edilenlerden yakın akraba olanlara “okuntu” denilen başörtü, oyalı çember, havlu gibi hediyeler davetiyelerle birlikte verilir. Düğüne davet edilmeye de “okunmak” denilir.
            Dini nikâh kız evinde bir hoca tarafından kıyılır. Eskiden dini nikâh yapılırken kız orada bulunmazdı. Kızın yakını bir erkek tarafından vekilliği alınıp tanıklar huzurunda dini nikâh yapılırdı. Hoca dini nikâh akdini yaparken çok yakın akrabaların dışında bir kimse bulunmaz. Bunun nedeni düşmanlık besleyen birisinin nikâh kıyılırken damada büyü yapacağından korkulmasıdır. Bu korkuyla nikâh zamanı gizli tutulur. Yine bu korkudan dolayı orada bulunan herkesin parmakları açık bir şekilde dizlerinin üzerinde ve görünür olmasına dikkat edilir. Bütün bu korkuları önlemek için hoca bir mendili düğümler ve nikâh akdi bitince çözer.  Bundan sonra resmi nikâh; ya nikâh salonunda davetlilerin katılımıyla yapılır ya da gelin damat ve iki tanığın bir araya gelmesiyle de yapılabilir. Nikâhtan sonra gelinle damat önce Mevlâna’yı ziyaret ederler sonra da Meram’a çay içmeye giderler.
            Gelin almadan bir gün önceki akşam kız evinde kına, oğlan evinde semah yapılır.
Kına gecesi evlerde, bahçelerde yapılır. Şimdilerde düğün salonlarında da yapılmaktadır. Geleneksel kına eğlencesine çalgıcı getirilmez. Kadınlar kendileri çalar kendileri oynarlar. Çalgı olarak cıngıldaklı tef, darbuka ya da ya da bakır güğüm çalınır. Kızlar eğlencelik türünden oyunlar çıkarıp, komiklikler yaparlar. Bazıları erkek, efe, Arap kılığına girerek eğlenceyi canlandırırlar. Bulunulan mekânda bir havuz ya da kuyu varsa kızlar gelinle birlikte el ele tutuşup havuzun ya da kuyunun çevresinde ellerine mumlarla yedi kere dolanırlar. Buna “gelin döndürme” denilir. Kaynana gelinin başına darı, arpa, buğday, küçük altın ya da bozuk para saçar. Eskiden gelinin saçları tel sırma (gelin teli) ile örülürdü. Kızın yakınları olan kızlar da masrafı damattan olmak üzere tel sırma ile saçlarını örerlerdi. Şimdilerde bu gelenek unutulup bayan kuaförlerinde “saç yaptırılıyor”. Gelin telleri ve kaynananın saçtığı darı, buğday, bozuk paralar genç kızlar tarafından alınıp “şans getirsin” diye saklanır. Bir tepsi içinde karılmış kına getirilip gelinin ellerine ve ayaklarına sürülüp birer bezle bağlanır. Kına yakılmadan önce gelin avuçlarını açmaz, kaynana gelir durumuna göre bir bozuk para ya da bir altın sıkıştırır. Daha sonra bu altın ya da bozuk para damat tarafından “bereket getirmesi için” saklanır. Bundan dolayı eskiden damatlar bu para ya da altını para keseleri içinde taşırlardı. Bundan sonra Gelinin arkadaşları ya da kına yakmak isteyenler de ortadaki kınadan alıp yakınırlar. Bu işler yapılırken “gelin okşama” işi başlar. Acıklı maniler ve türküler söylenerek hem gelin hem annesi ağlatılır.

ESKİ VE YENİ KINA MANİLERİNDEN KISA ÖRNEKLER
“Atladı çıktı eşiği
Elinde kaldı kaşığı
Kız evlerin yakışığı
Kızım kınan kutlu olsun
Evin tatlı olsun.

Balı pekmez sanırdım
Gülü kokmaz sanırdım
Pek sevdiğim anamı
Söze bakmaz sanırdım.

Karşıda gördüm seni
Gül ile derdim seni
Gözüne inanmazken
Ellere verdin seni.

Bağa vardım yaslandım
Yağmur yağdı ıslandım
Ben babamın evinde
Şeker ile beslendim.

Ak üzümün salkımı
Felek aldı aklımı
Anam beni büyüttün
Helal eyle hakkını.

Koyun gelir kuzu ile
Ayağının tozu ile
Babam beni de verdi
İki düşman sözü ile.

Kahve olduk tavalarda kavrulduk
Harman olup bahçemizde savrulduk
Eşli iken eşimizden ayrıldık
A kardeşim ne acıdır ayrılık.

Giysi yuduğum ak taşlar
Meyve verdi ağaçlar
Gidiyorum arkadaşlar
Gidiyorum a kardaşlar.


Hani şu kızın anası
Evinde mumlar yanası
Karıldı işte kınası
Kızım kınan kutlu olsun
Vardığın ev tatlı olsun.

Cila çaldığım duvarlar
Giysi yuduğum pınarlar
Seni her gün anarlar
Kızım kınan kutlu olsun
Vardığın yer tatlı olsun.

Yüksek- yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı- aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Hem annemi hem babamı özledim.”

Eskiden oğlan evinin kadınları ellerinde meşalelerle kız evine kına gecesine giderlerdi. Kız evi gelenleri kapıda karşılarlar ve ayrı olarak bir odaya alınırlardı. Oğlan evi tarafına aşırı saygı gösterilir, bir dedikleri iki edilmezdi. Her iki tarafında “bırakıntıları” yani hediyeleri ayrı olur, sonuçta hepsi bir araya getirilerek kızın anasına verilirdi.
Kız evinden bir delikanlı oğlan evine damat ve sağdıç için kına götürerek bahşiş alır. Kızın arkadaşları kızla birlikte kalarak sabaha kadar eğlenirler, komiklikler yaparlar.
Oğlan tarafı da yakınları, arkadaşları ve öğürleriyle uygun bir yerde toplanarak semah yaparlar. Çetnevir ve semaha kız evinden kimse çağrılmaz. Semaha çalgıcı getirilebilir ya da gençler kendi aralarında eğlenebilirler. Eskiden Sille’den getirilen çalgıcılar daha sonraları Muhacir Pazarı, Ölü benledi ve Çimenlik Mahallelerinden getirilirdi. Semah gecesinde oyuncu kadın da bulunabilir. Gece yarısı olunca içki ve mezeler ikram edilir. Damat ve sağdıca da kına yakıldıktan sonra isteyen eğlenceye devam eder isteyen kalkıp gider.
Eğer düğün günü “pilav dökülecekse”; akşamdan hazırlıklar tamamlanır. Dışarıdan gelen konukları evlerinde ağırlayacak olanlar ve yakın akrabalar için akşamdan sonra etli Konya tiridi yedirilir. Komşuların konuk alıp evine götürmelerine “misafir kaldırma” denilir. Gece yarısından sonra aşçı pilav ve diğer yemekleri hazırlamaya başlar. Düğün yemekleri; yoğurt çorbası, etli pirinç pilavı, bamya çorbası, irmik helvası, zerde ve hoşaftır. Sabah ezanı vaktinde bütün yemekler servise hazır halde bekletilir. Sabah namazını kılıp camiden çıkanlar ve hoca, yemek yapılan yere gelip hayır dualarla kazanların kapaklarını açarlar. İlk sofraya düğün sahipleri ve cami cemaatiyle hoca oturup karınlarını doyururlar. Sabah düğün evinin görülen bir yerine bayrak asılır. Davul zurnalı, bazen de diğer sazlarla birlikte eğlenceler sürerken; hediyeleriyle birlikte gelen konuklar yemeklerini yerler ve gelin almaya gitmek için ikindi sonrasını beklemeye başlarlar.
Eskiden düğün yemekleri evlerde veya bahçelerde “meydan sinisi” ya da “düğün sinisi” denilen yer sofralarında yenilirdi. Bu siniler genellikle mahalle camisinde bulunur, ihtiyacı olan alıp kullanarak yine camiye verirdi. Önce yere “sofra altı” denilen geniş bir bez serilir, üzerine kasnak konulur onun da üzerine sini yerleştirilirdi. On-on beş kişi bu sofranın kenarına dizilirler, sağ ayaklarını dikip, sol ayaklarını altlarına alarak “asker biçimi” otururlar. Tahta kaşıklar sini üzerine içleri yere bakar şekilde dizilir. Konukların her birine “gıvratma” ya da “peşkir” denilen el dokuması bez verilir ve bu bezler sol diz üzerine serilir. Yoğurt çorbasından sonra üzeri “bütün etli” pilav gelir. Sonra bamya çorbası, irmik helvası, hoşaf, zerde sırası aksamadan sofraya konulur. Eskiden ekmekler genellikle “tandır güdüğü” olurdu. Yemek yenildikten sonra her sofradan bilen bir kişi dua ederek sofradan kalkılır. Yemek bitmeden ve dua yapılmadan sofradan kalkmak son derece ayıplanır.
Eğer düğün salonda gece düğünü olacaksa; gelin, oğlan tarafının yakınları ve davetliler tarafından alınıp düğün salonuna gidilir. Akşamın ilk saatlerinde konuklar salonda toplanırlar. Gelin ve damat müzik eşliğinde salona girerler ve dans ederler. Daha önce resmi nikâh yapılmamışsa, nikâh memuru düğün salonunda nikâh akdini yapar. Çok katlı pasta törenle kesildikten sonra konuklara da ikram edilir. Eğlencelerin sonunda “takı merasimi” de yapılıp, bir süre daha eğlenilerek düğün biter.
Eskiden, 50-60 yıl öncelerinde salonlarda gece düğünü yaparak, kadınların erkeklerle oynamaları son derece ayıp sayılırdı ve hiç de hoş karşılanmazdı. Erkeklerin bile düğünlerde oynamaları çok ayıp ve hafiflik sayıldığından ancak oyunculuğu meslek edinmiş erkekler oynayabilirlerdi. Bütün düğün eğlencelerinde kadınlar kaşıkla, erkek oyuncular hem kaşık hem de “çalpara” denilen zillerle oynarlardı. Salonlarda yapılan gece düğünleri; tanınmış çok varlıklı aileler, üst kademe devlet hizmetinde bulunanlar, ya da dışarıdan göç etmiş olan sosyetik aileler yaparlardı. Yerli Konyalıların, özellikle “garadakım” ailelerin böyle bir geleneği yoktu. Bu düğünlerin yapıldığı salonlar: Şimdiki Rampalı Çarşı karşı köşesinde bulunan Manav Düğün Salonu, Ordu Evi binası ve bahçesi, Alâeddin Tepesindeki o zamanki adı Torans olan, daha sonra Tüccar Kulübü olarak kullanılan bina,  şimdiki Kültür park içinde bulunan Dede Bahçesi, şimdiki Devlet Tiyatrosu ve yanındaki Millet Bahçesi…
Düğün günü sabah erkenden damadın yakınları toplanıp damadı tıraş ettirirler ve giydirirler. Damat giyindikten sonra bir aile büyüğü ya da bir hoca tarafından okunup damadın ceketi de giydirilir. Damadı hoca giydirmişse hocaya biraz bahşiş veya bir hediye verilir. Kız babasının kızına aldığı süslü son elbiseye “çıkıntı giysisi” denilirdi. Kız evinde gelinin gelinliği giydirilerek süslendikten sonra babası ya da dedesi tarafından duayla kuşağı bağlanır. Eskiden baba ya da dede kuşak bağlarken varlığına göre mal, mülk bağışlayabilirdi. Buna da “kuşak hakkı” derlerdi. Mutluluklar dilendikten sonra aile bireyleri kızla vedalaşırlar.
Geline gelinlik olarak giydirilenler; çok eskiden başa taç (taç bulunamazsa büyük bir tas) oturtulduktan sonra kırmızı bir entari ya da çarşaf giydirilip, gelinin yüzü de duvak yerine geçen kırmızı ve yarı saydam bir bez olan “gelin alı” ile peçelenirdi. Eski Türklerde kırmızı rengin kutsallığı olduğundan ve “al ile gelip, sal ile gitsin” düşüncesinden dolayı gelin baştan ayağa kırmızıya büründürürdü. Cumhuriyetle birlikte değişen gelinlikler bu gününkilerden pek farklı değildi.
Gelin çıkarma Geleneği günümüze gelinceye kadar bazı değişikliklere uğramıştır. Cumhuriyet öncesi Perşembe ve Cuma günü yapılan düğünler, cumhuriyet sonrasında Pazar günleri yapılmaya başlandı. Ancak günümüzde salon düğünü yapanların çoğalmasıyla bu geleneğe fazla uyulmamaktadır. Çok eskiden Türkmen kökenli aileler gelini yeni evine yaya olarak götürürlerdi. Çok eski zamanlarda oğlan evinde toplanan kadınlar topluca kız evine giderler ve gelini yaya olarak alır gelirlerdi. Halen bu geleneği sürdüren Konya köyleri vardır. Selçuklular zamanında gelin süslenmiş deveye bindirilirdi. Osmanlıların ilk zamanlarında gelin çıkarma geleneği gelinin süslenmiş atla götürülmesiyle değişime uğramıştır. Gelin süslenmiş bir at ya da deveye bindirilir yularından oğlan babası, ağabeysisi dayısı ya da amcası gibi iki- üç yakını tarafından tutulup çekilir. Bazı dağ köylerinde bu gelenek sürmektedir. Osmanlıların son dönemlerinde ise gelin faytona bindirilmiştir.
Osmanlı döneminde ve cumhuriyet döneminim ilk yıllarında varlıklı aileler gelin almaya atlı ciritçilerle ve seğmenlerle giderlerdi. Silleli olan seğmenler, seğmen kıyafetleri giyerek kılıç kalkan, harmandalı, zeybek gibi oyunlar oynarlardı. Atlı ciritçilerin fazla olması oğlan evi için bir gurur kaynağı olurdu. Bu arada genç ciritçiler genç kızlara görünme, beğenilme, imrenilme fırsatını da yakalamış olurlardı. Gelin alma kafilesi bir başka kafileyle karşılaşırlarsa iki kafile birbirlerine üstünlük gösterisi yaparlardı.
Eski geleneklere göre; gelin almaya giden kafilenin içinde kız evinden kimse bulunmazdı. Eğer oğlan evinin kafilesine,  bilmeyerek ya da bir başka nedenle kız evinden katılan olursa; ona ağır şakalar yapılır, damlardan başına sıcak su dökülür, mahalle halkı tarafından alay edilir, hakaret sayılabilecek hareketler bile yapılabilirdi.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu güne kadar süregelen gelin çıkarma geleneği hiç değişmemiştir. Gelin taksisi süslendikten sonra kiralık ve özel taksilerle oğlan evi ve yakınlarıyla kız evine gidilir. Kaynata ya da onun vekili olarak bir aile büyüğü kız evine girerek gelini vermelerini ister. Kız evinin gençleri odanın kapısını kilitlediklerinden; kaynata ya da vekili ile gençler arasında bahşiş için kısa bir pazarlık yapılır. Uygun bir bahşiş verilerek kapı açtırılır ve gelin alınır. Kaynata ya da vekili, gelinin elinden tutup birlikte dışarıya çıkarlar. Dışarıda kısa bir dua yapıldıktan sonra gelin birkaç yakınıyla birlikte gelin arabasına biner. Kız evi bir aynanın üzerine su döker. Üç çocuğun eline bir duvar aynası, bir “el ileğeni” ve içi su dolu bir “ıbrık” verilir. Bu çocuklar ibriğin içindeki suyu azar- azar yola dökerek oğlan evine varırlar, ellerindekileri kaynataya vererek bahşiş alırlar.  Gelin ve kaynatanın arabalarının önü de sık- sık kesilerek bahşiş istenir. Gelin yeni evine alkışlar arasında indirilir. Gelinin inmek istemeyip kaynatadan bahşiş istemesi bir Konya geleneği değildir. Doğu illerimizden Konya’ya uyarlanmış bir gelenektir. Kaynata varlıklıysa bir koç yatırıp kurban eder ve gelini üzerinden geçirirler. Düğün evinin nazı geçen yakınları da kurban kesip parasını fazlasıyla kaynatadan alırlar ve kurbanın etini hep birlikte yerler.
Eskiden damat sağdıçla birlikte dama çıkar ve “saçı saçardı” sonraki yıllarda ve günümüzde sağdıçla birlikte oğlan evinin kapısında gelinin gelmesini beklerler. Kapıda bekleyen damat ve sağdıç bozuk para atarlar, çocuklar toplar. Eskiden bereket gelsin düşüncesiyle mısır (darı), buğday, arpa atılırdı. Bunları evlenme çağındaki kızlar toplayarak “kısmetimiz çabuk gelsin” düşüncesiyle yastık içine dikerlerdi. Kaynana “düşman çatlatmak için” içi su dolu bir testiyi yere vurarak kırar. Yeni gelin “koyun gibi uysal olsun” düşüncesiyle evin eşiğine serilen koyun postuna bastırıldıktan sonra “hamarat ve bereketli olsun” dileğiyle bir oklava üzerinden geçirilir. Gelinle damat “yağlı ballı olup, iyi geçinsinler” denilerek gelin odasının kapısı üstüne üzerine bal ve yağ sürülmüş bir ekmek parçası yapıştırılır. Eskiden gelin yeni evine gelir gelmez kaynana ve kaynatanın önce ayaklarını sonra ellerini öperdi. Damat gelinin koluna girerek odalarına girerler. Bu işe Konya’da “koltuğa girme” denilir. Damat gelinin duvağını açarak alnından öper, gelin şeker ikram eder ve biraz sonra birlikte odadan çıkarlar. Orada bulunanların ellerini öptükten sonra damat sağdıçla birlikte ortadan kaybolur. Akşama kadar eve gelmezler. Ev bahçeliyse, kuyu ya da havuzu varsa halka olan oğlan evi yakınları gelinle birlikte bu kuyu ya da havuzun çevresinde yedi kez dolaşırlar. Buna “gelin döndürmek” denilirdi. Bazı ova köylerinde süregelen bu gelenek, şehir içinde uzun zamandır unutulmuştur. Gelin bir iskemleye oturtulur, gelini görmeye gelen kadınlara gelinin getirdiği dürü ve çeyizler gösterilir. Davetliler dağıldıktan sonra gelin “sağdıç karısıyla” birlikte gelinin odasına geçerler. Gürbüz ve sağlıklı bir çocuk, genellikle erkek çocuğu; gelinin yatağı üzerine yatırılıp yuvarlandırılır ki, gelinin çocukları da sağlıklı ve gürbüz olsun.  Oğlan evinde kalan aile yakınlarıyla birlikte akşam yemeği yenilir. Düğün pilavlı olmuşsa; pilavdan kalanlar yenilir. Pilavsız bir düğünse, “aşçı takımı” denilen üç beş sofralık yemek hazırlanır. Yemekten sonra erkekler topluca camiye yatsı namazına giderler. Damat ile sağdıç da aynı camide namazlarını kılarlar ve herkesten önce eve gelerek diğer erkeklerin gelmesini beklerler. Bu arada evin dışına sokak kenarına birkaç tane meşale yakılır. Meşale gazyağı ile külü karıştırılıp yakılmasıdır. Erkekler toplanınca dualar eşliğinde ve damadın sırtına “nefesi açılsın” diye yumruklar vurarak odaya katarlar. Buna “güvey katma” denilir. Sağdıç hanımı odaya girerek gelinle damadı el ele tutuşturur. Mutluluklar dileyerek dışarıya çıkar. Damat önceden aldığı bir hediyeyi geline verir, gelin duvağını açar. Buna da “yüz görümlüğü” denilir. Damat iki rekât namaz kılar, daha önce kız evinden gönderilmiş olan tavuk kızartması, çetnevir, çerez gibi yiyecekleri gelinle damat birlikte yerler. Bu yiyeceklere “damat çerezi” denilir.
Sabah erkenden kalkılıp anne babanın varsa aile büyüklerinin elleri öpülür. Geline yeniden gelinlik giydirilir. Öğleden sonra kadınlar toplanarak gelin için bir eğlence daha düzenlerler. Bu eğlenceye “yüz açımı” denilir. Gelen kadınlar hem eğlenirler hem de gelinin dürü ve çeyizlerine bakarlar. Düğün böylece sona erer.
Birkaç gün sonra gelinle damat yakın akrabaların elleri öpmeye giderler. El öpüldükten sonra geline bahşiş verilir. Bu bahşişe el öpmelik denilir. Eğer aile yakınlarına dürü konulmuşsa her iki taraf da dürülerini götürürler. Düğün sonrası iki taraf birbirlerini davet edip birlikte yemek yenilir. Oğlan evinin yakınları da damat ve ailesini sırayla davet ederler. Bu davetlere “düğün daveti” denilir.
Gelin kaynatayla ve eşiyle büyüklerinin yanında hiç konuşmaz, zorunlu hallerde işaretle anlaşma yapılır. Gelin daima kapının yanına oturur, lafa söze karışmaz, bir şey sorulursa işaretle karşılık verir. Sabah olmadan kalkıp kaynana ve kaynatanın abdest suyunu hazırlayıp abdest aldırmak, kahvaltıyı erkenden hazırlamak gibi işler eskiden gelinin en birinci görevidir. Gelin çok zorunlu kalmadıkça ilk 40 gün dışarıya çıkmaz, ev dışında bir yere gitmez. “kırk basması”ndan ya da “kırk karışması”ndan korkulduğu için “kırkı çıkmamış gelin”, aynı günlerde gelin olan başka gelinlerle karşılaştırılmaz. Bilmeyerek ya da zorunlu olarak, kırkı çıkmamış iki gelin bir araya gelirlerse; birbirlerini öperler, birbirlerine iğne verirler.
Evlenme gününden yirmi gün sonra gelin hamama götürülüp “yarı kırk”  ya da “kırk bölme” denilen temizlik yaptırılır. Gelin aile yakınlarıyla birlikte yıkanır. Büyükçe bir tasın içine altın, gümüş atılıp suyla doldurulduktan sonra gelinin başına yirmi sefer dökülür.
Eskiden bir de hamamlarda çalışan ve kadınların getir götür işleriyle ilgilenip, her türlü eğlencelerini düzenleyen “hamam ustaları” vardı. Bunlar gelenekleri çok iyi bildiklerinden düğün ve eğlenceyle ilgili işler onlara yaptırılırdı. Bu kadınlar genellikle Ölü benledi Mahallesinde otururlar ve kızları da kadınların her türlü eğlencelerinde def çalar türkü söylerlerdi.
Düğünün kırkıncı gününde ise; gelin, aile yakınlarıyla birlikte “kırk hamamına” götürülür. Çarşamba günü davetli kadınlarla birlikte geline kına yakılır. Perşembe günü ise kırk hamamı için kadınlar önlerinde oğlan tarafının hamam ustası olmak üzere, iki tefçi kızla birlikte hamama giderler. Soyunup ipek peştemallere bürünürler, hamamın ortasındaki havuzun çevresini üç kere dolanırlar. Gelin özel yapılmış süslü bir oturağa oturtulur. Sonra başına kırk tas su dökülür. Bu törenden sonra, kadınlar tefçi kızlar eşliğinde eğlenirler. Yıkanıp temizlenirler. Gelenek olarak “kırkı çıkmamış” bir başka gelinin orada bulunmaması gerekli olduğundan hamam ustaları bu konuda titiz davranırlar ve böyle bir karşılaşma olmaması için önlem alırlar.
Görülüyor ki; Konya’da “düğün kırk düğüm, çözmekle bitmez” denilen düğünler gerçekten yorucu ama bir o kadar da zevklidir.

GELENEKSEL SÜNNET DÜĞÜNLERİ
Sünnet olma çağına gelmiş olan çocuk velisi kimseden habersiz çocuğunu sünnet ettirebildiği gibi yemek verebilir, düğün de yapabilir. Hatta salon düğünü de yapabilir.
Geleneksel olarak, sünnet düğünleri genellikle yaz aylarında yapılır. Önce çocuğun sünnet öncesi ve sonrası giyeceği giysiler ve yatağı hazırlanır. Yemek verilecekse davetiyeler bastırılıp dağıtılır. Sünnet gününden bir gün önce; çocuk, mahallenin diğer çocuklarıyla birlikte paytonla, günümüzde taksilerle, şehir içinde gezdirilir. Önce Mevlâna Türbesi önünden geçilir ya da ziyaret edilir sonra da Meram’a gidilir.
Ertesi günü çocuğun yakınlarından biri, çocuğu sünnetçinin önünde tutarak kirvelik yapar. Çocuk sünnet yapıldıktan sonra önceden süslenmiş yatağına yatırılır. Aşçı takımı yemek verilecekse yalnızca orada bulunan aile yakınlarına yemek verilir. Salon düğünü yapılacaksa ertesi günü çocuk salona götürülüp süslenmiş yatağına yatırılır. Ve isteğe göre düğün yapılabilir. Salon düğünleri gece yapılabildiği gibi gündüz yalnız kadınlar için de yapılabilir.
Yemekli sünnet düğünlerinde geleneksel düğün pilavı ve yemekleri hazırlanır. Yemeğini yiyen davetli, sünnet çocuğuna hediyesini verdikten sonra düğün evinden ayrılır.
İstenirse kadınlar arasında Mevlit okutturulabilir. İstenirse semah benzeri içkili ya da içkisiz erkek eğlenceleri de yapılabilir.

KAYNAKÇA
Yazılı Kaynaklar:
A. Sefa Odabaşı, Geçmişten Günümüze Konya Kültürü, Konya,1999.
Mehdi Halıcı, Konya Sazı ve Türküleri, İstanbul, 1985.
Abdülkadir Erdoğan, “Konya’da Düğünler”, Konya Dergisi, VIII., s. 15.
Kaynak Kişiler:
Fadimana Durucu, 1887 yılında Konya’nın Araplar Mahallesinde doğmuştur, ev kadını, 1978 yılında öldü. Kendisiyle 1976 yılında yaptığım bir konuşmam sırasında aldığım notlardan yararlanılmıştır.
Şerife Özdenkçiler, 1929 yılında Konya’nın Sedirler Mahallesi’nde doğmuştur, 2002 yılında İzmir’e taşınmıştır, Osmanlıca okumayı bilir, halen sağdır. 1999 yılında kendisiyle yaptığım bir röportajda kaydettiğim ses kasetinden yararlanılmıştır.
Perihan Gündoğdu, 1962 Konya doğumludur. İlkokul mezunu olup ev hanımıdır halen sağdır. Sözlü anlatım olarak yararlanılmıştır.

II-GELENEKSEL KARATAY MUTFAK KÜLTÜRÜ*

Medenîleşme, diğer bir ifadeyle şehirlilik kültürünün gelişmesi süreci, ocak çevresinde neşvünema bulan kültür ve medeniyetin gelişim sürecine koşuttur. Bu itibarla yemek, salt insan hayatiyetini sağlayan sıradan eylemler silsilesi değildir. Hazırlık safhasından sofraya konulmasına kadar geçen evreler başlı başına birer kültür ve sanat seremonisidir.
Atalarımız bin yıl önce bu toprakları yurt tuttuğunda on bin yıl öncesine dayalı kültürler katmanının da sahibi olmuşlardır. Yanı sıra Konya, medeniyetleri buluşturan yolların kavşak noktasındadır. Yolu zorunlu olarak buraya uğrayan bir medeniyet, ister İstemez yol hakkını bırakıp da geçecektir. Konya, kültürünün, dolayısıyla Konya mutfağının zenginliği bundan kaynaklanmaktadır.
Konya kültürünün önemli bir kolu olan mutfak, aynı zamanda, bu kültürün eğitimini veren bir okuldur. Yuvayı yapan dişi kuşların, ana dişi kuşlar tarafından çoğunlukla mutfakta eğitilmesi yanında; Konya’da doğup, serpilip gelişen Mevleviliğin eğitim mekânı da mutfaktır. Mevlâna Celaleddin Rumi’nin kendi ruhî tekâmülünü formüle ettiği ünlü: “Hamdım, piştim, yandım!” sözü de bir yönüyle yemek metaforudur. Hâsılıkelâm, Konyalılar mutfakta eğitilmişlerin eğitimine muhatap olmuş bahtiyarlardır.
Konya mutfağı, mimarisiyle, araç-gereçleriyle, işledikleriyle, ürettikleriyle, kültür ve edebiyatıyla insanın beş duyusu yanında gönlünü de gıdalandıran zenginlikler gözesidir. Bu yazımızda bu zengin gözeden ağzınıza sadece ve sadece bir parmak bal çalacağız. Daha fazlasını arzulayanlar Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak vermeliler: “Onu (Konya’yı) yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lâzımdır.”
Geleneksel Karatay mutfak kültürünün zenginliklerine geçmeden önce bir hususu vurgulamadan geçemeyeceğiz. Herkesin malumudur ki; Konya şehrinin Karatay, Meram ve Selçuklu olarak üçe taksimi tamamen idari, dolayısıyla suni bir bölünmedir. Zira bu bölünme temelde Konya kültürünü yaşayan/yaşatmaya çalışan yeni ilçelilerin kültürü üzerinde herhangi farklılaştırma oluşturamayacağı gibi, ileride de oluşturması muhal görünmektedir. Bu itibarla yukarıdaki genel başlık altında Konya’nın, Karatay’ımızda yaşanan/yaşatılan mutfak kültürü ve yemeklerini anlatmış olacağız.
Mutfak, hem yemek pişirilen mekânın hem de yemekleri hazırlama sanatının adıdır. Dolayısıyla mutfak iki farklı kültüre memba olmuştur. Birincisi mekânın ve bu mekânda kullanılanların, ikincisi de bu mekânda üretilenlerin hem varlık sebebi hem de sonucudur mutfak.
           
            BİR MEKÂN OLARAK KARATAY MUTFAĞININ ÖZELLİKLERİ
  Türk evinde olduğu gibi Karatay evinde de mutfak, evin konuk ağırlamaya ayrılmış bölümü kadar önemlidir. Hatta mutfak, gerek sahibesinin gerekse de yetiştirdiği kızlarının nitelik aynasıdır. Bundan dolayıdır ki, Karataylı görücüler kıza bakarken ne yapıp edip evin mutfağını da görmeğe çalışırlar.
  Geleneksel Karatay evi, sokaktan yüksek bir hayat (avlu) duvarı ile ayrılmıştır. Hayatın bir kenarında iki oda, bir mabeyinden oluşan ev ile diğer taraflarda evin müştemilatı mutfak, örtme, tandır, ocak, ahır, samanlık, tuvalet, kiler, izbe ve orta alanda kuyu, havuz, dut ve kayısı gibi ağaçlarla asma bulunmaktadır. Geç dönemlerde inşa edilen iki katlı iç sofalı evlerin hayatında da aynı düzen görülmektedir.
  Mutfak yüksek duvarlarla sokaktan ayrılmış olan hayatta yer alır. Mutfak mekânının burada yapılış amaçları coğrafî etkenlerin yanı sıra, pişirilen yemek ve ekmeklerin kokularının ev içine sinmemesi, isin, dumanın dışarıda kalması, hazırlanan yiyeceklerin bozulmaması, hazırlama ve pişirme işlevinin tek mekânda çözülmesi olarak sayılabilir. Karatay evindeki mutfakta istisnalar dışında yemek yenmez, içeriye taşınarak ev içinde yenir.
  Cumhuriyet ve sonrasında yapılan evlerde mutfak evin iç kısmına taşınmıştır. Geleneksel konutlarda ya mabeyin ya da odalardan biri sonradan mutfağa dönüştürülmüştür.
           
            KARATAY MUTFAĞINDA OCAK
  Mutfağın en önemli öğesi olan ocak, “ateş yakmaya yarayan, pişirme, ısıtma, ısınma vb. amaçlarla kullanılan yer” temel anlamının yanında mecâzi olarak “ev, aile, soy” anlamlarını da havidir. Onun tütmesi veya sönmesi, bir yurdun, bir ailenin hayatiyetini sürdürmesi ya da yok olup gitmesi demektir. Bu sebeple bir kişinin geleceğine yönelik en güzel hayır dua da, en elim ilenç de onunladır: “Ocağın yeşeresice, ocağı tütesice…” yahut da-Allah korusun- “Naha odu ocağı batasıca, ocağı kör kalasıca, ocağı sönesice, ocaksız bucaksız kalasıca, ocağına incir dikilesice…”
Karatay mutfağında ocak, mutfağın kapı ve penceresine bakan duvarın ki bu duvar evi kuşatan duvardır- ortasında büyükçe kemerli bir davlumbaz içinde ailenin birey sayısı ve gelir düzeyine göre iki veya üç gözlü olarak yapılır. Bunlar yapılırken üzerlerine konulacak kazan, leğen ve haranılar hesaplandığından boyutları farklı farklıdır. Kerpiç veya tuğladan inşa edilen ocaklar samanlı toprak sıva ile sıvanmışlardır. Titiz Karataylı hanımlar her iş sonu ocağın külünü alıp kırmızı cila toprağıyla bir güzel cilalarlar.
  Geleneksel Karatay evinde ocak bununla sınırlı değildir. Karatay’da yaygın olarak tandır ekmeği yendiğinden hemen her evin hayatında bulanan tandırın yanında davlumbazsız ocaklar da inşa edilmiştir. Tandırdan alınan ateşle bu ocakların da yemek pişirme veya su ısıtmada kullanılmasının yanı sıra tandırın yakıldığı günler, ekmek yapıldıktan sonra ateş boşa götürülmez. Tandır çorbası başta olmak üzere kuru fasulye, nohut; kelle, paça, işkembe gibi pişmesi zaman alan yemekler çömlekle tandıra indirilir. Yemek ihtiyacı yoksa karınlı büyük su testileri, bakır güğüm ve ibrikler tandıra indirilerek banyo ve çamaşır suyu ısıtılır.
  Eski Karataylı hanımlar yemek pişirmede mangaldan da yararlanmışlardır. Yarım asır önceleri ise marifetli Karataylı hanımlar, gaz tenekelerine hava deliği açıp bunun üzerine karşılıklı olarak çaktıkları demir çubuklardan oluşturdukları ızgaranın üzerinden başlamak üzere tenekenin iç tarafını samanlı çamurla kalınca sıvayarak maltızlar/ızgaralar imal etmişler, bunları da yemek pişirmek ve çamaşır suyu ısıtmakta kullanmışlardır.
  Karataylı aileler, geleneksel ocaklarının yanında çağa ayak uydurmaktan da geri durmamışlardır. Özellikle hayatları elverişli olmayan aileler başta olmak üzere evlerin mutfaklarında benzin ocakları, fitilli ve pompalı gaz ocakları da yerlerini almıştır.
  Apartman hayatına geçen variyetli Karataylılar ocağı hemen terk edememişler; evlerinin mutfaklarına kuzine sobaları kurarak eski alışkınlıklarını uzunca bir süre muhafaza etmişlerdir.
  Konya’da 1960 yılından sonra sıvılaştırılmış gazların kullanımının yaygınlaşması, geleneksel Konya mutfağının pişirme gereçlerinde köklü değişikliğe sebep olmuştur. Ocakların yerini ocaklı fırınlarla termosifonlar almışsa da, evi, hayatı elverişli olan aileler, eskisi kadar kullanmasalar da ocaklarından vazgeçmemişledir.
            Bir mekân olarak Karatay mutfağı, kiler, izbe, bastırık gibi mutfağa bağlı üniteler yanında mutfakta kullanılan araç-gereçlere, hatta tandır ve ocakların yakıtlarına varıncaya değin oldukça kapsamlıdır. Şimdi bunları bırakarak yazımızın bundan sonrasında biraz da Karatay mutfağında üretilen lezzetlerden söz edelim.
           
ÜRETTİKLERİYLE KARATAY MUTFAĞININ ÖZELLİKLERİ
  Karatay mutfağının biri içe diğeri de dışa dönük iki yönü vardır. Mutfağın içe dönük yönü ailenin kendi, dışa dönük yönü ise hısım-akraba, eş-dost için ürettiği tatlardan oluşur.
  Karataylı hanımların aileleri için ürettiği tatlar da çalışma ve tatil günlerine göre farklılık gösterir. Erkekleri esnaf veya zanaatkâr olan Karataylı evlerindeki bu durum, geçmişten günümüze değişmemiştir. Evin çalışan erkekleri kahvaltı yapmadan sabah erkenden evinden işyerinin yolunu tutar. Kuşluk vakti olduğunda fırından getirdiği sıcak pidenin yanına katıkçı dükkânından aldığı mevsimine göre küflü peynir, tereyağı, bal, tahin, zeytin veya bahçesinden toplayıp getirdiği, domates, biber, salatalık, üzüm gibi katıklarla öğününü savar. Aynı saatlerde evde kalanlar kahvaltı sofrasındadırlar. Kış mevsiminde günler kısa olduğundan bununla akşam edilir. Yazın uzun günlerinde ise evdekiler akşamdan kalan “artık-sortuk”la öğünü geçiştirirken çalışan erkekler çoğunlukla dükkân komşularıyla ortaklaşarak yaptırdıkları etli ekmek veya peynirli böreği yerler. Bazen işlerin iyilik ve durgunluğuna göre bu öğün fırın kebabı, çeşitli ızgaralar olabildiği gibi yine evden katılanlarla yahut katıkçıda bulunanlarla da yetinilir. Bütün bir aile akşam sofrasında bir araya geleceğinden–isterse tek tür yemek olsun-hanımlar bu bir öğün için bütün maharetlerini ortaya korlar.
  Tatil günleri durum farklıdır. Şayet düğün dernek de yoksa bütün aile tüm gün evde bir arada olacak demektir. Evin çalışanları diğer günlerin aksine bu tatil gününde sabah namazından sonra kuşluğa kadar uyumayı hak etmişlerdir. Kuşluk vakti ailenin kurabileceği en mükellef kahvaltı sofrası hazırdır. İrişki/sucuk, basdırma/pastırma ve çömleğe basılmış kavurma… Özellikle kış mevsiminde bütün evlerin olmazsa olmazıdır. Hele bir de o gün tandır yanmışsa… Bakın görün börek türlerini.
  Eski Konya’da pide fırınları günümüzdeki kadar yaygın değildir. Az sayıdaki fırınlar çoğunlukla da çarşı ve civarındadırlar. Bazı tatil günlerinde de evde hazırlanan küflü peynirli, kakırdaklı yahut iki bıçak arası kıymalı içler, evin henüz bıyığı terlememişlerin bisikletlerinin selesine itinayla yerleştirilerek bu uzak pide fırınlarına doğru uğurlanırdı.
  Geleneksel Karatay mutfağının dışa dönük yönü, kendini çeşitli vesilelerle düzenlenen davetlerde gösterir. Karatay insanı sahavetlidir, selektir. Çeşitli vesilelerle sofrasını hısım-akraba, eş-dost, konu-komşuya açmaktan zevk duyar. Karatay’da yemekli ağırlamaların genel adı “davet”tir. Karatay’da davetler, evlenme-sünnet düğünleri ve hacı indirme pilavları, ramazan davetleri, sıra davetleri ve ceza davetleri/yol çekme adlarıyla yapılmaktadır.
  Davetlerde çıkarılan yemekler, Karatay düğünlerinde dökülen pilavlardan farklıdır. Düğün pilavlarına davet edilen kimselerin sayısı fazla olduğundan yemeklerin hazırlanması külfetlidir. Bundan dolayı davetliler aşçı takımının hazırladığı yemeklerle ağırlanır.
  Davet yemeklerinde çıkarılan yemeklerin çeşitliliği, mevsim şartlarıyla davet sahibinin arzusu ve onun variyeti ile yakından alakalıdır. Kaç tür olursa olsun özveri, samimiyet ve özen ortaya doyumsuz tatlar çıkarır. Karatay’da sıradan bir davet yemeğinin mönüsünde şu tatlar olmazsa olmaz:
  “Yoğurt çorbası, su böreği, mevsimine göre dolma ve sarmalar, bamya çorbası, irmik helvası veya kamış baklavası, kırk kat (baklava) gibi tatlılar, etli pilav ve mevsimine göre hoşaflar.”
  Sözün burasında Karatay sofrasındaki yemeklerin geçit resmini, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıyla yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşamış ve “Bülbül Hoca” diye ün salmış Şerife Hanım’a bırakalım:

YEMEK DESTANI
Evvela yürüttük baştan çorbayı
Sarımsakla terbiye olmuş paçayı
Domatesle pişirmeli bamyayı
Midemizi açsın hoş misal olsun

                          Bihamdillah hiç bir şeyi taşlamam
                          Yağ içinde yumurtayı boşlamam
                          Yumuşak somun olmayınca başlamam
                          Semiz etin kenarları al olsun

Baklava ile börek derkenar ola
Şeker helvası da bir hisar ola
Toplanın ihvanlar bir karar ola
Sıdk ü muhabbetli ehl-i hâl olsun

                          Mısırgayı bir halledin öldürün
                          Ortasına fıstık pirinç doldurun
                          Dolmaları üçer üçer kaldırın
                          Kuvveti bedene irtihal olsun
Katmeri ince aç yağın sakınma
Sakın ona haşhaş yağı kullanma
İnce etten olur hem de çullama
Tavada pişmiş bir kızıl hâl olsun
                          Enginar ile kereviz, ıspanak
                          Karnabatla semiz ota bile bak
                          Patata, tomata, böğrülçe, kabak
                          Onlar da içinde hasb-i hâl olsun.

Mıkla çılbır, mantı, kaygana gelsin
Makarnayla keşkek, kuskus çekilsin
Şalga pişip gelir iken dökülsün
Kalan yemekler de isti’mâl olsun

                          Köfte, yaprak bir de lahana dolması
                          Sar’erik, zerdali, nohut yahnisi
                          Zülbiye, pancar, turup salatası
                          Onlar da içinde pür-kemâl olsun

Tabakta turşu da kalmasın mahzun
Zeytin yağ üstüne sıkılsın limon
Balığı kızartın getirin pür-hun
Yiyelim bizler de can-misal olsun

                          Yiyenler ni’metin şükrün bilirse
                          Vücut kuvvet bulup hâlin alırsa
                          Bu yemekler bize her gün gelirse
                          İsterse altı ay oruç hal olsun

Sebebin işleyip kârın gözetsin
Herkes gidip nasibini deşirsin
Günde bana üçer üçer pişirsin
Hulku, huyu güzel bir ayâl olsun.

                                                  Ta’n etmen ahbaplar siz bu âşıkı
                                                  Ni’met ucuz ama budur lâyıkı
                                                  Çok istemem ben keseme harçlığı
                                                  Beşibirlik ile bin riyal olsun.

Hak verir dostuna yarınki günü
Çorba da yemeklerin önüdür önü
Yemeklerin bastırmak için üstünü
Kahve ile tütün on çuval olsun

                          Pâlûze ile muhallebi araya
                        Kifâyeler dursun hep bir sıraya
                        İki katlı tuzlu gelsin sofraya
                        Kaymak güllaç ile şeker hallolsun.

Canım hem böğrülçe, baklava da ister
Yıldız kökü Çayırbağı’nda biter
Patlıcan ortanın gayretin güder
Karpuz, üzüm, divlek üç misal olsun.

                       

                        Kadifen telini kırmalı gü(n)lü
                        Üzeri kokulu anberli gü(l)lü
                        Pilavın üstüne getir sütlüyü
                        Yiyelim bizler de can cemal olsun.

Bihamdillah yedik ni’met ve nânı
Bizim zamanımız bolluk zamanı
Bin üç yüz on dörtte yaptım destânı
Okunsun dillerde bir icmâl olsun.
Konyalı Şerife Hanım (1896/1897)

            KARATAY’DA PİLAV DÖKME GELENEĞİ
  Zengin-fakir çoğu Karataylılar önemli günlerinde konuklarını pilava davet ederler. Karatay’da bu âdetin adı “pilav dökme” dir. Pilav dökme genel bir tabirdir ve mönüsü de sadece pilavla sınırlı değildir.
  Pilav dökmenin en yaygın olduğu özel anlar düğünlerdir. Düğün pilavını, bu işte ehilleşmiş erkek veya kadın aşçılar pişirir idi. Günümüzde yaygınlaşan yemek fabrikaları, düğün sahibinin bu husustaki bütün ihtiyacını üstlendiğinden daha tercih edilir olmuşlardır. Düğün sahibi, düğünden üç beş gün önce davetlilerinin sayısını sofra hesabı olarak aşçıya bildirir ki Konya’da bir sofra on-on iki kişi olarak hesap edilir. Aşçı da bu sayıya göre alınacak malzeme miktarını belirleyerek düğün sahibine bildirir. Mesleğinde titiz aşçılar, bu alış verişe düğün sahibiyle birlikte çıkarak alınan malzemenin kalitesini bizzat denetlerler.
  Düğün pilavı için hazırlıklar düğünden bir gün önce başlar. Et geceleyin pişirilir. Yirmi-yirmi beş sene öncesine kadar bir sofraya yetecek şekilde parçalanan koyun etleri “bütümet=orta” adı verilen bir nevi kebap olarak hazırlanırken, davetli sayısı ve maliyet artışları sebebiyle günümüzde dana etinden kuşbaşı kavurmaya yerini bırakmıştır. Bütümet pişirilen zamanlarda etin kırıntıları ayrı bir leğende toplanıp soğan ve sumakla işleme tabi tutularak tirit yapılır, damadın yakın arkadaşlarıyla düğünün ağır misafirlerine ikram edilirdi.
  Cemaat sabah namazından çıkmadan hazır edilen yemekler, kazanlarından büyük kayıklı tabaklara numuneler alınarak kazanlar sinilerle kapatılır. Bu numune yemekler piştikleri kazanın üstünde düğün sahibinin buyur ettiği cami cemaatini bekler. İmam efendinin yaptığı duadan sonra bu yemekler tadılıp kazanlar açılır. Bu âdetin adı da “kazan açma”dır. Bu esnada aşçı ustalığını göstermiş ve bahşişini almıştır.
  Günümüzde saatleri bazen değişse de geçmişte düğün pilavları sabah saat sekizde başlayıp on bir-on iki sularında da sona ererdi. Düğün pilavlarına davetlilerin yanında yoldan geçenler, civarda çalışanlar, garibanlar da buyur edilir; hatta pilava gelemeyecek durumda olanlara da bakraçlarla pilav gönderilir.
  Bu toplu yemekte “pilav” adı altında şu yemekler bulunurdu: Yoğurtlu çorba, etli pilav, irmik helvası, bamya çorbası, pilav, zerde ve hoşaftır ki günümüzde bütümetin yerini kavurma aldığı gibi hoşafın yerini yoğunlaştırılmış meyve suları almıştır. Bunların sayısı birer porsiyonla da sınırlı değildir. Zaten büyük kayıklı tabaklarla ikram edilen bu yemeklerden iştahı olanlar istedikleri kadar “takviye” getirtirler.
  Düğün pilavı bir sehpa üzerine konmuş tahta sinilerin üzerinde yenir. Her sofra değiştiğinde sininin üzerindeki kâğıt örtü yenilenir. Misafirler on-on iki kişi olarak etrafına dizilmiş taburelere otururlar. Sofra sayısı tamamlandıktan sonra yemek servisi başlar. Yemek sırası yukarıdaki sırayı izler. Herkes sininin ortasına konular tek kaba kaşık sallar. Sofranın en yaşlısı yemeğe başlar, küçükler onu takip eder. Bu, her konulan yemekte aynıdır. Herkes kendi önünden yerken kaşıkların ağzı yere bakacak şekilde siniye konulur. Yemekler yenilip hoşaflar/meyve suları içildikten sonra sofradaki bir kişi dua yapar. Duadan sonra Hz. İbrahim’in sünneti, diyerek son bir lokma veya son bir yudum daha alınarak sofradan hep birlikte kalkılır.
  Düğün pilavında arta kalan yemekler pilava gelemeyen eş-dostun yanı sıra, fakir ailelere, çocuk yuvasına veya hapishaneye gönderilir.
            ÇEBİÇ ASMA
  Yazımızın bu bölümünde Konya mutfağının dünyaya mal olmuş tatlarından yoğurt ve bamya çorbalarından, etli ekmeğinden, çarşı ve su böreklerinden, fırın kebabından, kamış baklavasından, höşmeriminden, sac arasından; ehline malum balcan (patlıcan) ortasından, ekmek salmasından… da bahsetmeyi de isterdik. Konya mutfağını daha fazla tanımak isteyenlere bibliyografyada zikrettiğimiz eserleri salık vererek tandıra çebiç asma ile yazımızı sonlandıralım.
  Genellikle yaz ve güz aylarında Karataylılar özel olarak ya da yol çekme (ceza) olarak tandıra kuzu veya çebiç asarlardı[1]. Tandıra asılacak çebiçler bir yaşını doldurmamış tiftik keçileri arasından seçilir.
  Çebiç veya kuzu asma deneyim isteyen bir iştir. Bu iş genellikle erkekler tarafından yapılır. Çebiç tandıra asılmadan sekiz-on saat önce kesilip yüzülür. Yüzülen çebiç, serin bir yerde dinlendirildikten sonra üzerine bol miktarda yoğurt ve salça karışımı harç sürülür. Sonra gövdenin muhtelif yerlerinde bıçak marifetiyle açılmış ceplere soğan ve sarımsak konularak bir tür terbiyelenir.
  Tandır duvarları ağarıncaya değin iyice kızdırıldıktan sonra kuzu veya çebicin boynuzları varsa bunlar kırılarak başı dört ayağının arasına alınarak telle bağlanıp, tandırın ağzından taşacak şekilde bir şiş veya boruya geçirildikten sonra kuzu veya çebicin sırtı tandırın tabanına dönük olarak asılır. Yalnız çebiç asılmadan önce bir tepsi veya ufak bir leğen içine ıslatılmış bulgur veya iyice yıkanmış pirinç konularak tandırın tabanındaki köz üzerine yerleştirilir. Böylelikle çebiç pişerken etten damlayan su ve yağla özel bir pilav da elde edilecektir. Çebiç tandıra asıldıktan sonra tandırın ağzı ve büyük bir kapakla kapatılır. Kapağın kenarları ve tandırın küllesi/hava deliği çamurla iyice kapatılarak etin pişmesi için iki üç saat kadar beklenir. Pişme esnasında tandır sürekli gözetlenerek ağzından veya küllesinden buhar kaçıran yerler hemen çamurla sıvanıp kapatılır.
  Pişme süresinin sonunda tandırın ağzı açılarak çebiç çıkartılıp bir tepsiye alınır. Ayaklarındaki teller alınıp ağzına bir demet maydanoz yerleştirilerek servise hazır hale getirilir.
  Kuzu veya çebiç yer sofrasında parçalanmadan ortaya konularak yenir. Bu esnada çatal ve bıçak kullanılmaz. Esasen Karatay mutfağında et elle yenir. Kuzu veya çebiç kıvamında pişmiş ise et ve kemik birbirinden kolayca ayrılıverir.
  Çebiç davetlerinde sofrada et ve pilavın yanında bol miktarda yeşillik, sütlü kuru soğan ve üzeri köpüklü yağlı ayran bulunur. Çebiç güzün asılmışsa yemek, dimnit üzümü ile Hatunsaray divleği ile tamam olur.
           
            BÜTÜMET
  Malzemeler: Yağlı kısmından 1.5-2 kg kuzu ön kol eti, üç yemek kaşığı tereyağı, beş bardak su, bir tatlı kaşığı tuz.
  Yapılışı: Haşlanması esnasında dağılmaması için temizce yıkanan et, suyu çektirildikten sonra bir tencereye alınarak harlı ateşte çevrilerek her tarafı güzelce kızartılır. Tencereye beş bardak su ve tuz ilavesiyle orta hararette et haşlanmaya bırakılır. Haşlanan et, tencereden bir tavaya alınarak tereyağı ile tekrar altlı üstlü kızartılır. Tencerede kalan et suyuyla pirinç veya bulgur pilavı pişirilip kızaran et, üzerine oturtularak sofraya getirilir.
  Bütümet (bütün et) ya da diğer adıyla orta, yaz mevsiminde patlıcanlı veya fasulyeli olarak da pişirilir. Bu takdirde et kızartıldıktan sonra tencereye alınır. Doğranmış dört beş baş kuru soğan ve tereyağı ilavesiyle üç beş dakika çevrilir. Doğranmış üç dört sivri biberle domates ilave edilir. Beş bardak su ve bir tatlı kaşığı tuz eklenerek hafif ateşte pişmeye bırakılır. Et pişince, doğranıp kara suyu çıksın diye tuzlu suda bekletilen bir buçuk kg kadar patlıcan, sıkılarak etin üzerine döşenir. Patlıcanlar pişince tencere servis tabağına ters çevrilip etin üste gelmesi sağlanır. Üzerine doğranmış maydanoz serpiştirilerek servis yapılır.
           
            SEDİRLER/SAC BÖREĞİ
  Sedirler, Karatay’ın geçmişi Selçuklulara uzanan tarihî bir semtidir. Bu yörenin sac böreği bütün Konya’da nam salmıştır. Yurdumuzun her yöresinde yufkadan yapılıp sacda pişirilen bu börek hep “sac/saç böreği” olarak anıla gelmişken Sedirlerde yapılanlar bu addan ayrı olarak yörenin adıyla anılmışlardır. Sedirler böreğinin alâmetifarikası, hamurunun, bir tanesinin bir lokma olacak kadar ince açılmış olmasıdır.
  Malzemeleri:  Hamur: 1 kg un, 2 tatlı kaşığı tuz.
            İçi: Yarım kg az yağlı peynir (küflü olanı tercih edilir), 2 baş kuru soğan, 1 demet maydanoz, 1 tatlı kaşığı karabiber.
Üstü için: Yarım kg sadeyağ/tereyağı
Yapılışı: Un ve tuz yeter miktarda su ile karıştırılarak kulak memesi yumuşaklığında hamur yapılır. Bu hamur yumurta büyüklüğünde beze tutularak nemli bez altında yarım saat dinlenmeye bırakılır. Dinlenen bezeler incecik açılır. Açılan yufkanın yarısı oklavaya sarılı iken açık olan diğer yarısına hazırlanan iç dengeli bir şekilde yayılır. Sonra oklavaya sarılı kısımla için üstü kapatılıp parmak uçlarıyla kenarları sıkıştırılır. Hazırlanan börek yanan ocağın üzerindeki sacda–içini çeke çeke-iki taraflı pişirilip bir tepsiye alınır. Hemen tereyağı ile yağlanıp sıcak sıcak servis yapılır. Arzu edenler bu börekte iç olarak et, patates, ıspanak ve daha başka harçlar da kullanabilirler.
Bir Anekdot Sedirler Böreği: Sedirlere uzanan asfalt yol üzerinde beş on sene evvel hâlâ tadı damağımdan gitmeyen, Sedirler Böreği yediğim evi aradım durdum. Nedense tanıyamadım. O da böyle cadde üzerinde dışı kara sıvalı, içi toprak boyalı bir evdi. Önemli değil evi tanıyıp tanıyamamam. Hangisi olursa olsun, bu evlerin hepsi de Sedirler Böreğini mutlaka güzel yapar. Kişi’nin unutmayacağı günler, hatıralar vardır. Hele, eskilerin kırk senedir, bu türlü, pilav, börek, baklava yemedim, diye geçmişe özendikleri çoktur. Benimki de onlarınkine benzer, bir daha o türlü Sedirler Böreği yemek kısmet olmadı. Ondaki tat, ondaki lezzet bambaşkaydı yahut bana öyle geliyordu.
Şimdi, bir düşünün geçmişin Konya’sını? Her yönüyle, her değeri ile o Konya’yı Birkaç basamak merdivenle bir odaya girmiştik. Renkli minderler, beyaz patiskalı bir sedir. Pencerede lamba ve üzerinde bir muhafaza.. Karşıda camlı bir dolap.. Tavan hasır kaplamalı. İşte Sedirlerdeki bir ev. Hemen hepsi de aynıdır, aşağı yukarı birbirine benzer. Pencerelerde saksılar, aşağıda ufak taşlık, biraz köşede bir ocak ve tandır.
Sofra kurulup da biz başına çömeldiğimizde Sedirler Böreğini, bir kadayıf tepsisi içinde getirdiler. O ne mükemmel şey?.. Hamur işlerinin bu türlü güzel olanını ve doyasıya yenilebileceğini sanmıyorum. Bir kişi kaç dilim baklava yiyebilir? Börek, etli ekmek, kebap da öyle. Lokanta hesabına vursak hepsinden bilemediniz bir tabak yenir, iş o kadar… Ama, Sedirler Böreği öyle değil, hele yanında yağlı yoğurttan veya Hatunsaray’ın kaşık çalınan divleği oluverirse, demeyin keyfe…
Sigara kâğıdı kalınlığındaki yufkalar saçta piştiği hâlde taze tereyağı içinde ne hâle gelir? Onların ne hâle geldiğini ben gördüm. Birer lokmalık oluyorlar hepsi de.. O gün kaçıncı kadayıf tepsisi doldu boşaldı?! Sanırım, ev sahibine komşu kadınlar da yardım ediyorlardı. Çünkü bir başına yapılacak iş değildi.. Bazı tecrübeliler bu sigara kâğıdı kalınlığındaki böreğin üç beşini birden sarıp bir lokmalık ediyorlar ve arkasından da ayrana arka arkaya kaşık sallıyorlardı.
“Şimdi de Sedirler Böreği yapılıyor mu? Ne güzel âdetlerimiz vardı vaktiyle.. Zaman hepsini birer birer öldürüyor ve elimizden alıyor.”
Yukarıda özetinin özetini sunduğumuz günümüzde Karatay’da daha ağırlıklı olarak yaşatılan Konya mutfak kültürü birdenbire oluşmamıştır. Selçuklularla Anadolu’ya taşınan eski Türk mutfak kültürü, üzerinde yurt tuttuğu binlerce yıllık kültür katmanlarının ve İpek Yolu’nu kullanan tüm farklı ulusların kültürlerinden de nemalanarak Konya mutfak kültürünün temelini oluşturdu. Daha sonraki
süreçlerde de Konya’nın bulunduğu coğrafî konum itibariyle karasal iklim şartlarının elverdiği tarım ve hayvancılıktan da etkilenerek özgünleşmiştir.
Karatay mutfağının özgünleşmesinde diğer bir etmen de Karatay halkının büyük kısmının bedenen çalışan kimselerden oluşmasıdır. Çalışırken beden gücünü harcayan insanların, güç kaynağı ve doyurucu besinlerle beslenmesi kaçınılmazdır. Konya’nın iklim şartları sebze ve meyvelerin yazın son, güzün ilk aylarında ve kısa bir zaman diliminde olgunlaşmasına izin vermektedir. Dolayısıyla sebze ve meyveler Karatay mutfağına hem geç hem de sınırlı bir zaman diliminde girebilmektedir. Durum böyle olunca Karataylı et, tahıl ve kurutulmuş sebzelerle yetinerek diğer bölge mutfaklarından farklı ve özgün gelişmiştir. Bunun için Karatay yemekleri damağa çok iyi hitap etmelerine rağmen çoğunlukla sağlık açısından ağır yemeklerdir.

KAYNAKÇA
            HALICI, Nevin, Konya Yemek Kültürü ve Konya Yemekleri, İstanbul, 2005.
            IŞIK, Ali, Konya Mutfak Kültürü ve Konya Yemekleri, Konya, 2006.
            KARPUZ, Emine, “Osmanlı’da Mutfak Kültürü ve Konya Mutfağı”, IV. Eyüp Sultan Sempozyumu Bildirileri, İstanbul, 2000, s. 90-99.
            ODABAŞI, A. Sefa, Konya Mutfak Kültürü, Konya, 2001.
                        , Geçmişten Günümüze Konya Kültürü, Konya, 1999.
            Sadettin Nüzhet (ERGUN)–Mehmet Ferit (UĞUR), (Sadeleştiren: Prof. Dr. Hüseyin AYAN), Konya Vilayeti Halkiyat ve Harsiyatı, Konya, 2002.
            TANPINAR, A. Hamdi, Beş Şehir, İstanbul, 2004.
            YARDIMCI, Saime, Bağ Evinin Asırlık Yemek Sırları, Konya, 2007.
            Kaynak Kişi:
            Neriman IŞIK (Karatay-Araplar 1955 doğumlu).





































KARATAY İLÇESİ GELENEKSEL KADIN GİYİM KUŞAM KÜLTÜRÜ*

Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde giysiler, ilk bakışta birbirinden farklı görünürse de; derinliğine inildiğinde, giyim ana hatlarıyla aynıdır. Özde birlik vardır. Ayrılıklar, giyim tarzlarındadır (Görgünay, 1994: 73).
Konya ilinde kadın giyim kuşamı her ilçe ve yöreye göre belirgin bir farklılık göstermez. Karatay gibi merkez ilçenin giyim kuşamlarıyla da çok büyük benzerlikler bulunuyordu.
Konya’ da çok eskiden beri devam eden bir geleneğe göre giysi kişilik ve ev içi olmak üzere iki grupta giyilmektedir:
Başa Giyilenler: Fes, çember
Üste Giyilenler: Şalvar (İşlik şalvar, cepken şalvar,) bindallı, sopalı,
Ayağa Giyilenler: Çorap, ayakkabı.
Başa Giyilenler
Fes: Biri 3-4 cm diğeri 5-6 cm yüksekliğinde olan iki ayrı fes kullanılmaktadır. Kısa olan fesin üzerine renkli krep sarılır. Ön tarafına iğne oyaları yerleştirilir. Üzerine çember örtülür. Gençler çember uçlarını omuz üzerinde, yaşlılar ise göğüs üzerinde tutarlar. Yüksek olan fese “hotoz” denilir. Tüm çevresi ve tepesi iğne oyalarıyla doldurulur. Her iki fesin kullanılış biçiminde de fes üzerindeki iğne oyaların aralarına kıymetli taş ve taşlı iğneler takılır.
Kadın başında fesin, daha XVI. yüzyılda çok yaygın bir serpuş olduğu görülür. Müslüman Türk kadınının günlük ev hayatının tuvaletinde başını hotozdan çok tepelikler, inciler, elmaslarla bezenmiş, altın tellerle işlenmiş fesler süslemiştir (Koçu,1969: 116).
Çember: Kare formunda kenarları çeşitli oyalarla süslenmiş yazmadır.
Üste Giyilenler: Şalvarlar, cepkenli şalvar ve içlikli/işlikli şalvar olarak iki şekilde incelenir
İçlik (işlik) - Şalvar: Setari canfes, atlas, kadife, gezi, alaca v.b. gibi kumaşlardan iki parça olarak dikilmiştir. İşlik vücudu saracak şekilde dar ve kısa gömlektir. Yakası yoktur.
Şalvar, torba biçiminde, bele uçkurla bağlanan, yanda cepleri olan yalnız ayak yerleri açık bol dökümlü bir dondur.
Cepken–Şalvar: Bu giysiler, kadife, çuha, sevai gibi kumaşlardan dikilir. Üzerleri değişik tekniklerle süslenmiştir (kordon tutturma, Maraş işi, aplike v.s.). Özel günlerde giyilir. Şalvarlar ağsız düz kesimli, bol dökümlüdür. Yanlarda cep açıklığı bulunmaktadır. Ayak yerleri açıktır. Şalvar kelimesi aslında Farsçadan gelme bir sözdür. Bu deyiş bazı yerlerde büsbütün Türkçeleşerek, çalbar şeklinde de girmiştir (Ögel,1991: 102). Cepkenli şalvar giyiminde mutlaka başta fes bulunur. Cepkenin altında önden görünen göğüs tülü daflı (defalı) vardır (Anonim,1972: 108).
Şalvara, takımı olan cepkendeki aynı süsleme uygulanmaktadır.
Bindallı: Kadifeden üzeri sim ve sırma ile Maraş işi/mıhlama işlenen bindallı elbiseler tek parçalı ve çift parçalı olarak bulunmaktadır. Tek parçalı bindallı elbiseler, sıfır yaka, ön ortası bele kadar açık, etek uçlarında, yanlarda peşleri bulunan uzun elbisedir. Elbisenin bütün yüzeyi işlemelidir. Kolu uzundur. İki parçalı olanlar ise, ceket etek veya ceket-şalvar biçimindedir. Ceket ve alt parça üzerinde, Maraş işi işlemeler yoğunluktadır. Genelde, nişan, düğün, kına gecesi gibi özel günlerde giyilmektedir.
“Konya ve civarında, bilhassa Karaman’ da, bindallı adı verilen, uzun, geniş kollu ve önü yırtmaçlı, kadifeden yapılmış, üzeri, ağır sim işleme çiçek ve kıvrım dallarla süslenmiş entariler giyilir. Bu giyim şekli, daha çok genç kız ve gelinlere mahsustur. Başa taç şeklinde, yassı oyalarla süslü bir fes giyildiği ve ince bir tül duvakla yüz kısmı örtüldüğü zaman mahalli bir gelin giysisi olur” (Önder,1962; 373).
Sopalı: Kaynak kişiden alınan bilgiye göre, “çizgili, pembe bej, eflatun bej, mavi bej, koyu yeşil sevai kumaştan yapılır. Elbise şeklindedir. Düğünlerde giyilir. Günümüzde örneğine rastlanmamaktadır” (Altınok,1996).


Ayağa Giyilenler
Çorap: Yörede beş şişle örülmüş yün çorap kullanılır. Genelde merkezde tek renk ajurlu ve desenli çoraplar, kırsal kesimde renkli geometrik bezemeli çoraplar kullanılmıştır.
Ayakkabı: Günlük giyimde mest üzerine lastik, kişilik olarak da yumuşak deriden kısa ökçeli iskarpinler kullanılmaktadır.
            Bağrında pek çok medeniyeti barındıran Anadolu, bölge bölge giyim özellikleri sergilemektedir. Her biri, yöresinin ikliminden doğa koşullarından, tarihinden, sosyal yaşantısından etkilenmiş; bir kuşaktan diğerine farklılık göstererek günümüze ulaşmış olan bu giysiler; dikiş, süsleme özelliği, malzeme ve aksesuarlarıyla oldukça zengin bir repertuar oluşturmaktadır. Giysi örnekleri bu açılardan ele alınarak incelenmiştir.

4. ÖRNEKLER
            Örnek No: 1
            Fotoğraf No: 1A
            İnceleme Tarihi: 16.03.1995
            İlgili Koleksiyon: Behiye ALTINOK
            Koleksiyonun Açık Adresi: Mihmandar Mah. Vali İzzet Cad., Altınok Apt. No: 13/3, Karatay/KONYA
            Koleksiyonun Geliş Tarihi: 1971
            Koleksiyona Geliş Biçimi: Kayınvalidesinden miras kalmıştır.
            Koleksiyondaki Yeri: Sandıkta saklanmaktadır.
            Tarihlendirme: XX. yüzyıl.
            Bugünkü Durumu: Onarım görmemiştir. Kullanılabilir durumdadır.
             Cinsi: Fes
            Boyutları: Yükseklik: 6 cm, tepe çapı: 14 cm
            Kullanılan Malzeme: Keçe, krep kumaş, oya.
            Kullanılan Teknik: Krep kenarında iğne oyası tekniği kullanılmıştır.
            Kullanılan Renkler: Bordo keçe, mor krep, pembe ve yeşil renkler kullanılmıştır.
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
Birkaç kat katlanan krep fesin tüm çevresine sarılmıştır. Fesin ön tarafına ve kreplerin üzerine sümbül oyası iğnelenerek tutturulmuştur. Sümbül oyası yerine biber oyası da kullanılmaktadır.


                                               Fotoğraf No: 1A Fesin genel görünüşü.

            Örnek No: 2
            Fotoğraf No: 1B
            İnceleme Tarihi: 16.03.1995
            İlgili Koleksiyon: Behiye ALTINOK
            Koleksiyonun Açık Adresi: Mihmandar Mah. Vali İzzet Cad., Altınok Apt. No: 13/3, Karatay/KONYA
            Koleksiyonun Geliş Tarihi: 1971
            Koleksiyona Geliş Biçimi: Kayınvalidesinden miras kalmıştır.
            Koleksiyondaki Yeri: Sandıkta saklanmaktadır.
            Tarihlendirme: XX. yüzyıl.
            Bugünkü Durumu: Onarım görmemiştir. Kullanılabilir durumdadır.
            Cinsi: Çember
            Boyutları: En:78 cm, Boy: 78 cm
            Kullanılan Malzeme: Hazır yazma kumaşı, ibrişim iplik kullanılmıştır.
            Kullanılan Teknik: İğne oyası tekniği kullanılmıştır.
            Kullanılan Renkler: Lacivert, yeşil, sarı, bej ve mavi renkler kullanılmıştır.
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
 Bahar dalı bezemeli yazmanın kenarları orta kısımlarda biraz boşluk kalacak şekilde oyalanmıştır. Lacivert renkteki bu oyaya yörede limon çekirdeği denilmektedir.

Fotoğraf No: 1B Çemberin genel görünüşü.

            Örnek No: 3
            Fotoğraf No: 1C
            İnceleme Tarihi: 16.03.1995
            İlgili Koleksiyon: Behiye ALTINOK
            Koleksiyonun Açık Adresi: Mihmandar Mah. Vali İzzet Cad., Altınok Apt. No: 13/3, Karatay/KONYA
            Koleksiyonun Geliş Tarihi: 1971
            Koleksiyona Geliş Biçimi: Kayınvalidesinden miras kalmıştır.
            Koleksiyondaki Yeri: Sandıkta bohça içinde saklanmaktadır.
            Tarihlendirme: XIX. yüzyıl.
            Bugünkü Durumu: Onarım görmemiştir. Kullanılabilir durumdadır. Sarı metal kordonlar yer yer sökülmüş olup renk değişikliğine uğramıştır.
            Cinsi: İşlik
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
İşlik, lacivert gezi kumaşından olup, sarı metal kordon, beyaz koton astarlık kumaş, siyah koton kordon, sedef düğme, lacivert koton iplik kullanılmıştır.
İşliğin önü açık, arkası kapalıdır. Omuz dikişsiz, kolu düz düşük kol olarak çalışılmıştır. Kol altında üçgen kuş parçasın bulunmaktadır. Kol ağzı büzülerek, bilezik ile toplanmıştır. Bilekte kol alt dikişine 7,5 cm yırtmaç çalışılmıştır. Bedende ön yakadan çıkan üçgen peş bulunmaktadır. İşliğin boyu bele kadar tasarlanmıştır.
İşliğin yaka çevresi ve öndeki üçgen peşin paraleline, düz çizgi ve küçük kıvrımlardan oluşan ince bordür oturtulmuştur. Kol ağzındaki bilezik “S” kıvrımlarla bezenmiş, kol yırtmacı ise ince çizgi ile sınırlandırılmıştır.

Fotoğraf No: 1C İşliğin genel görünüşü.

            Örnek No: 4
            Fotoğraf No: 1D, 1E,1F
            İnceleme Tarihi: 16.03.1995
            İlgili Koleksiyon: Behiye ALTINOK
            Koleksiyonun Açık Adresi: Mihmandar Mah. Vali İzzet Cad., Altınok Apt. No: 13/3, Karatay/KONYA
            Koleksiyonun Geliş Tarihi: 1971
            Koleksiyona Geliş Biçimi: Kayınvalidesinden miras kalmıştır.
            Koleksiyondaki Yeri: Sandıkta bohça içinde saklanmaktadır.
            Tarihlendirme: XIX. yüzyıl.
            Bugünkü Durumu: Onarım görmemiştir. Kullanılabilir durumdadır. Sarı metal kordonlar yer yer sökülmüş olup renk değişikliğine uğramıştır.
            Cinsi: Ceket- Şalvar
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
 Ceket, lacivert pamuklu ve ipek karışımı (gezi) muare kumaş, kahverengi kalın astarlık pamuklu bez, sarı metal iplikli kordonlar, dikişinde pamuklu dikiş ipliği kullanılmıştır.
Cekete düz bir beden üzerine “0” yaka, az oyuntulu takma kol uygulanmıştır. Ceketin ön ortası karşılıklı getirilerek kapama yapılmamıştır. Yan dikişlerde üçgen peşler kullanılmıştır. Ceketin yaka ve ön etek ucu yuvarlak olarak temizlenmiştir. Kola arkada dirsek hattında tek dikiş çalışılmıştır.
Ceketin ön bedeni, yaka kenarı, etek uçları ve kol ağızlarına mimoza ve kıvrım dallardan oluşan motifler bordür şeklinde oturtulmuştur. Ön bedende ayrıca, fiyonk ve kıvrım dalların zenginleştirdiği ters dönmüş lale motifinden yukarı yaprak, pelit ve kıvrım dallardan oluşan hafif “S” kıvrımlı bir su uzanmaktadır.
Bu tasarım ön ortası ve etek uçlarına oturtulmuş bordürün köşesine her iki ön bedene simetrik yerleştirilmiştir. Arka bedende etek uçlarında aynı bordür devam etmektedir. Arka ortada bordürün hemen üstünden başlayan, lale ve kıvrım dallardan oluşan hafif kıvrımlı simetrik su, iki yana diyagonal doğrultuda ikiye ayrılmıştır. Kol ortasında, kol ağzındaki bordürün hemen üstünden başlayan tasarım; stilize yaprak ve kıvrım dallardan oluşan simetrik su şeklinde diyagonal doğrultuda ikiye ayrılarak oturtulmuştur.
Şalvar, lacivert pamuklu ve ipek karışımı (gezi) muare kumaş, krem rengi pamuklu astarlık bez, sarı metal iplikli 0,5 cm kalınlığında balıksırtı şerit, pamuklu lacivert iplik kullanılmıştır. Şalvar dikdörtgen biçiminde düz, ağsız çalışılmıştır. Ön ve arka ortasında belden aşağıya 13 cm uçkur yırtmacı çalışılmıştır. Dikdörtgenin aşağı kenarlarında 21 cm paça genişliği bırakılmıştır. Şalvarda tezgâh genişliğine göre dört en kumaş kullanılmıştır.
Şalvarın ön ve arka ortası, diz üzerine gelen kısım ve yan dikişler, stilize yaprak ve mimozaların zenginleştirdiği kıvrım dallardan oluşan simetrik dikey bordür ile bezenmiştir. Yan dikişler üzerindeki tasarımı, yan paça üzerindeki yatay bordür tamamlamaktadır. Ayrıca paçanın kenarı, ön ve arka uçkur yırtmaçları, balıksırtı görünümünde sarı metal iplikten hazırlanmış harç ile temizlenmiştir.

                Fotoğraf No: 1 D Ceketin önden
                               görünüşü.


Fotoğraf No:1 E Ceket–şalvarın önden görünüşü.                  
                                      


                                                              














Fotoğraf No:1 F Ceket–şalvarın arkadan görünüşü.




           


            Örnek No: 5
            Fotoğraf No: 2A, 2B, 2C
            İnceleme Tarihi: 15.02.1991
            İlgili Koleksiyon: Mehmet EMİROĞLU
            Koleksiyonun Açık Adresi: Nişantaşı Mah. Nalçacı Cad., Karatay Sit. Kat: 7/21, KONYA
            Koleksiyonun Geliş Tarihi: 1967
            Koleksiyona Geliş Biçimi: Satın alınmıştır.
            Koleksiyonda Yeri: Bohçada sarılı olarak dolapta saklanmaktadır.
            Tarihlendirme: XIX. yüzyıl sonu.
            Bugünkü Durumu: Kadife havları yer yer dökülmüştür. Sarı metal iplerde yıpranma olmuştur.
            Cinsi: Bindallı
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
Bindallı, mor kadife, krem rengi pamuklu astarlık kumaş, kırmızı pamuklu astar, süslemesinde sarı metal iplikler, dikişinde pamuklu dikiş ipliği kullanılmıştır.
Bindallı, düz bir beden üzerine yakasız olarak çalışılmış, kol düz takma kol olarak takılmıştır. Giysinin rahat giyilebilmesi için ön ortasından bele kadar açıklık bırakılmıştır. Bu açıklık 1 cm üst üste bindirilerek ilik ve düğme ile kapatılmıştır. Yan dikişte etek ucuna kadar bolluk vermek amacıyla üçgen parçalar geçirilmiştir. Ayrıca yaka etrafına, ön açıklığına, kol ağzına ve etek ucuna süsleme amacı ile koton tentene geçirilmiştir. Tenteneler tığ kullanılarak veya elle tek tek düğüm atılarak yapılır (Sözen, 1998: 207). Ön bedene göre arka bedenin etek ucu daha uzun çalışılarak hafif kuyruk uygulanmıştır. Yan dikişler, kol, astar yan dikişleri ve kol altı elde düz dikiş (oyulgama) ile dikilmiştir. Krem rengi pamuklu astarlık kumaş ile elde bele baskı yapılarak astarlanmıştır. Etek ucuna daha dayanıklı olması için kırmızı pamuklu astar, bant olarak geçirilmiştir.
Süslemede ise sarı metal iplik kullanılarak Maraş işi/mıhlama tekniği ile yapılmıştır. Konu olarak, gül, yıldız, rozet, mine çiçekleri, kıvrım dal, baklava dilimi, zincir, şerit ve vazo seçilmiştir. Bindallı elbisenin kompozisyonu, mor kadife zemin üzerine, sarı metal iplikle renklendirilmesiyle oluşturulmuştur. Elbisenin yakası ve ön açıklığının çevresi iki sıra su ile süslenmiştir. Suyun çevresinde göğüs üzerinde gül, dal ve yapraklarla oluşturulmuş bir tasarım vardır. Bu tasarım dışta fisto biçiminde bir su ile kuşatılmıştır. Elbisenin ön ortasında basen kısmında vazodan çıkan gül, dal ve yapraklardan oluşan bir buket vardır. Vazodan çıkan buket yanlarda çeşitli çiçek dal, yaprak ve kıvrımlarla zenginleştirilmiştir. Etek ucunda fiyonk, çiçek dal ve yapraklardan oluşan su dolaşmaktadır. Kol üzerinde gül çiçek, yaprak ve dallardan oluşan bezemeler bulunmaktadır. Arkada aynı süslemeler tekrarlanarak kompozisyon tamamlanmıştır.





Fotoğraf No: 2 A Bindallı tek parçalı elbise
Fotoğraf No: 2 B Bindallı tek parçalı elbise kol detayı.           önden görünüşü.  


                                                                                             
                                                                                                             

                                                              






Fotoğ No: 2 C Bindallı tek parçalı elbise arka görünüşü.




           
            Örnek No: 6
            Fotoğraf No: 3A, 3B, 3C, 3D
            İnceleme Tarihi: 20.04.1995
            İlgili Koleksiyon: Havva TARHAN
            Koleksiyonun Geliş Tarihi: 1980
            Koleksiyona Geliş Biçimi: Babaannesi tarafından hediye edilmiştir.
            Koleksiyondaki Yeri: Sandıkta bohça içinde saklanmaktadır.
            Tarihlendirme: XIX. yüzyıl.
            Bugünkü Durumu: Giysi süslemelerinde kullanılan kordonlarda kopmalar olmuş, beyaz iplikle tutturulmuştur. Giysi yıpranmasına rağmen kullanılabilir durumdadır.
            Cinsi: Ceket-etek
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
Ceket, mor ipek kadife, krem ve mor astarlık bez, kapamasında iki adet fermejüp, süslemesinde sarı metal kordon ile dikişinde kahverengi pamuklu dikiş ipliği kullanılmıştır. Bahriye yakalı, iç içe uzun ve kısa olmak üzere iki kollu, boyu belden biraz uzun, belde serbest plilerin tutturulması ile bedene oturması sağlanmıştır.
Ceketin yakası ön bedeni, arka bedeni, yaka ve kolları mimoza ve kıvrık dallardan oluşan tasarımlarla bezenmiştir. Ön açıklığına paralel yerleştirilen dikey bordürler şalvarın desenini tamamlamaktadır. “C” ve “S” kıvrımlardan oluşan mimozaların zenginleştirdiği simetrik bordür ise arka bedenin etek uçlarını, kol ağzını ve yaka çevresini bezemektedir. İçten çıkan uzun kolun üzerine oturtulmuş, üçgen tasarlanmış bezemeyi kol ağzındaki yatay bordür sınırlamaktadır. Kısa olan ikinci kolun üzerine ise omuzlara doğru “V” biçiminde uzanan yine mimozaların zenginleştirdiği “S” kıvrımlı ince su ile süslenmektedir. Arka bedende; omuzlardan diyagonal yönlendirilmiş, mimozalı, “S” kıvrımlı iki simetrik su, arka bedenin ortasında “V” biçimi oluşturarak birleşmektedir. Birleşme yerinde yine mimoza ve kıvrımlardan meydana gelen madalyon biçimli tasarım kompozisyonu tamamlamaktadır. İki yanda ikişer adet “V” biçimin ortasında bir adet olmak üzere beş adet mimozalı buket arka bedeni süslemekte, etek ucundaki bordür ise bütün tasarımı sınırlamaktadır.
Etekte, mor ipek kadife, krem ve mor renkli pamuklu astarlık bez, bel kemerinde siyah pamuklu astar, siyah, kahverengi koton iplik, süslemede sarı metal kordon, bel kapamasında iki adet fermejüp kullanılmıştır. Etek değişik genişliklerde kesilen parçaların eklenmesiyle oluşturulmuştur. Beli büzgülü ve bir kemer ile toplanmış olup, boyu uzun olarak tasarlanmıştır.
Eteğin önünde ve arkasında olmak üzere eşit aralıklarla oturtulmuş, etek ucundan bele kadar uzanan altı dikey bordür bezemektedir. Mimoza ve kıvrım dallardan oluşan bordür, eteğin kemerini de süslemektedir.


                                      

Fotoğraf No: 3 A Ceketin ön görünüşü.                                                      Fotoğraf No: 3 B Ceketin arka görünüşü.


               
     
                                   
Fotoğraf No: 3 C Ceketin yaka detay görünüşü.                                                   Fotoğraf No: 3 D eteğin görünüşü.



KAYNAKÇA
And, Metin, (2008). “Kıyafetnameler ve Giyim Kuşam Albümleri”, Sanat Dünyamız, S. 107, İstanbul.
Barışta, H. Örcün, (1998). Türk El Sanatları, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Bedük, Saadet, (1996).  “Bazı Yörelerimizde Eskiden Kullanılan Kadın Giyim Eşyalarının Değerlendirilmesi”, Selçuk Üniversitesi Araştırma Fonu, Proje No: 94/059, Konya.
Görgünay, Neriman, (1994). Türk Halk kültüründe Doğu- Anadolu Dokumaları ve Giysileri, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları.
Haydaroğlu, Mine, (2008). “Bir Beden Dili: Giyim Kuşam”, Sanat Dünyamız, S. 107, İstanbul.
Koç, Adem, (2009). “Kütahya Merkezinde Giyim-Kuşam Kültüründeki Değişmelerin Çözümlenmesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi.
Koçu, Reşat Ekrem, (1969). Türk Giyim Kuşam Ve Süslenme Sözlüğü, Ankara.
Komisyon, (1972). Bölgesel Türk Giysileri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.
            , (2002). “Geleneksel Sille Kadın Giysileri ve Aksesuarları”, Yeni İpek Yolu Konya Kitabı V, Konya.
Konyalı, İbrahim Hakkı, (1997). Âbideleri ve Kitabeleri İle Konya Tarihi, Konya.
Ögel, Bahaeddin, (2000). Türk Kültür Tarihine Giriş, V, Ankara.
Önder, Mehmet (1962). Mevlâna Şehri Konya, Ankara.
Öztürk, İsmail, (1998). Geleneksel Türk El Sanatlarına Giriş, Ankara.
Sözen, Metin, (1998). Geleneksel Türk El Sanatları, İstanbul.
Tapur, Tahsin, (2009). “Konya İlinde Kültür ve İnanç Turizmi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi.
Tez, Zeki, (2009). Tekstil ve Giyim Kuşam Sanatının Kültürel Tarihi, Doruk Yayımcılık, İstanbul. (www.karatay.gov.tr). 10.10.2010.

IV- KARATAY HATIRALARI
HAFIZALARDAKİ MAHFUZ ŞEHİR*

Karatay denince hiç şüphe yok ki Eski Garaj civarı, halk arasındaki söyleyiş ile Yeşil Türbe, Üçler hâsılıkelâm eski Konya merkezi gelir.
Ahmet Hamdi Tanpınar ve haleflerinin deyimi ile nasıl ki bir başkent her zaman başkent ise Konya’nın merkezi de her zaman merkeziyetini korumuştur ve de koruyacaktır. Hazreti Pir’in türbesi, Karatay bölgesinin, Konya’nın tarihte hep cazibe merkezi olmasını sağlamıştı. Modernleşen hayat ile birlikte artık Konyalılar için Türbe önünde evi olmanın bir ayrıcalığı kalmasa da zaten Türbe önü oteller ve turistik iskân sahalarının merkezi olmuştur-Mevlâna Türbesi şehrin hafızasındaki canlılığını, diriliğini hep muhafaza etmiştir ve de muhafaza etmeye devam edecektir.
Fazla değil çocukluğumdan beri yani 1980’li yılların hemen başlarında darbe yıllarında- benim için Konya demek Eski Garaj civarı demek idi. Şehre yaklaşık altmış kilometre olan Apa köyünden köyün Magirus marka tek otobüsüyle sabahın erken saatinde babamla Konya’ya geldiğimizde ilk olarak en çok haz aldığım ve içerisine girdiğimde heyecan duyduğum bir lokantaya girer ve oracıkta işkembe yahut mercimek çorbası ile bir güzel karnımızı doyururduk. Aslında çorba benim o çocukluk yıllarımda pek de hazzetmediğim bir yemek çeşidi idi ama Konya’ya gelince o çorbanın mahiyeti değişiyor, benim için nadirattan bir nimet hâline geliyordu.
Çok değil daha otuz yıl önceki Konya, Karatay benim için bile şimdi, o kadar uzakta ki! O yıllardaki Eski Garaj daha yeni eski olma yoluna girmiş ve buraya sadece Garaj demekle iktifa ediliyordu. Garajın içinde otobüslerin park ettikleri ve aynı zamanda yolcularını indirip yenilerini bekledikleri alandaki o taşların renkleri, biçimleri belleğimde hâlâ tazeliğini koruyor. Garajın etrafında sıralanan seyyar satıcılar ve her gelen otobüse üşüşen deri alıcıları ve tartıda hile yapmamak ve ölçülü vermek için bir elinde makineli dondurma kepçesi ile dondurma diye bağıran ve biz çocukların en hassas taraflarımıza hitap eden seyyar dondurmacılar, ellerinde alüminyum hatta bakır tepsilere doldurdukları kepekli ekmekten mamul kara susamlı simitleri satmaya çalışan ve bunun için otobüslere binip inmekten yorulmuş gariban simitçiler ve ezanlar okunurken Tolluoğlu Camisi’ne doluşan yolcular ve Garaj ahalisi ile en azından senede bir Türbe’ye girebilmek için hayal kuran çocukları hatırlamakta hiç de güçlük çekmiyorum.
Özellikle Konya’ya güney istikametinden gelen köy otobüsleri için Mengene’deki “İllezin Kavakları” mevkii en bilindik duraklardandır. Yolcuların kavilleştikleri bir yer olan İllezin Kavakları şimdi yok. Yakın zamana kadar ismi ile yaşayan bu mevkiinin bugün ismi de unutulmaya yüz tutmuş durumda.
Eski Garaj’ın içine “kese” yoldan girebilmek için erkek tuvaletinden geçmek gerekirdi. Yolcuların ellerinde ekmek türü gıda paketleri ile bu tuvaletin içinden geçmeleri son derece garip olsa da zamanla bu duruma alışmış fakat kadınların bile bazen buradan geçmelerine bir türlü anlam verememiştim. Belki de sonradan bu ucube tuvaletin yıkılmasına en çok ben sevindim.
Benim çocukluğumdan ziyade büyüklerimin hafızalarında da Konya’yı dinlemek, köylülerin eskiye dair anlattıklarında Konya’nın ruhaniyetini yakalamak benim en büyük zevklerim arasında gelirdi. Zira köylüler için Konya demek sadece ama sadece şimdinin Karatay’ı demek idi. Bugün Selçuklu olarak bildiğimiz alanda henüz ciddi bir yapılanma yoktu. Onun için Eski garaj dışında Konya, bir bakıma Valilik civarı, Çıkrıkçılar İçi, Eski Buğday Pazarı, Yeşil Türbe, Kayalı park, Bitpazarı, Aslanlıkışla, Samanpazarı Kapu Camisi ve Aziziye Camisi idi.
Babam Mehmet Durdu, daha askere gitmeden yani 1940’lı yıllardaki Konya’ya her on günde bir odun, kereste satmaya geldiği için eski anılarını hâlâ yad eder. Babam için 40’lı yılların Konya’sı, hem her geldiklerinde konakladıkları “Rahim’in Hanı” hem de Alâeddin ve Türbe civarındaki kahveler, nargile içme yerleri idi.
Babamın anlattığına göre, kendisinin çok saygı duyduğu Silleli Rahim Korkmaz ve oğlu Zeki’nin Eski Garaj civarındaki hanlarında at arabaları ile gelen köylüler ve diğer yolcular belli bir ücret karşılığında konaklarlar, oracıkta buldukları bir mekânda yatarlar, karınlarını da o civarda meşhur olan köpük helvası ve somun ekmek ile doyururlardı. Babam 1940’ların Konya’sını hatırlamaya, anlatmaya devam ediyor:
Türbe ve Alâeddin arasındaki güzergâhta “Gızlı Gahve” olarak bilinen ve şimdinin gazino, pavyonu diyebileceğimiz içkili ve hanende kadınların bulundukları mekânlar ve bu mekânların haracını yiyen onlara şimdiki tabir ile bodyguardlık yapan Gayrak’ın Ali’ler ve kabadayılık âlemindeki çekişmeler; Eski Garaj civarında belirli günlerde kurulan panayırlar burada ipte yürüyen cambazların çevikliği, fıçı içinde Alman malı BMW marka motosikletlerle gösteri yapan akrobatlar, gaz yağı ve ateş ile oynayan ateşbazlar, Silleli han sahibinin biraz hovarda ama sözüne sadık oğlu Zeki Ağabey ile birlikte at arabası ile Konya merkezden Sille’ye yolculukları ve Sille bağlarında badem toplamaları, yolda gelirken Zeki Ağabey’in şimdiki Kültür Park civarındaki batakhaneyi ziyareti, İş Adamı Rahim Korkmaz’ın odun satmaya gelen fakir köylülerin odunlarına müşteri bulması ve onlara yardımcı olması, Kumköprü ve Mengene bölgelerinin nasıl bağlık bahçelik olduğu, Karaarslan’ın girişindeki Tahta Köprü ve yolun her iki yanındaki bataklık sazlık alanlardaki sülüklerin çokluğu, Büyük Otel, Kadınlar Pazarı ve günlerce yolculuk, çile, fakirlik, garibanlık fakat mertlik, kanaatkârlık, dostluk, ahbaplık, samimiyet, vefa, yardımseverlik ve bir yığın güzellikler, trajediler babam ve babamın yaşındaki insanların hafızalarındaki müstesna mevkilerini muhafaza ediyor.
Kumköprü Emekliler Konağında tanıştığım 1929 doğumlu Nadir Uğur, 1952 yılında Konya’ya yerleşmiş ve Aziziye Camii ile Eski Garaj bölgesinde çeşitli işlerde çalışmış daha sonra Hurdalık’ta, sanayide kamyon makasları satışı yapmış, bir dönem dökümcülük ile uğraşmış bir amcamız. Eski Konya’nın sokakları bile hâlâ gözlerinin önünde canlanıyor.
Nadir Amca da tıpkı babam ve o yaştaki insanlar gibi Eski Garaj bölgesindeki hanları anlatmadan geçemiyor. Yedi sekiz tane han ismi sayıyor Nadir Amca. Bu hanlara at arabaları ile gelen yolcular yirmi beş kuruşa burada konaklarlar ve lokanta az olduğu için veya lokanta olsa da parasızlıktan dolayı peynir ekmek veya helva ekmek ile karınlarını doyururlar.
Nadir Uğur Amca, Konya’nın Ermeni asıllı azınlıklarının son temsilcisi Panos Özararat ile de dostluk kurmuş, onunla yemiş içmiş ahbaplık yapmış. Panos’un Aziziye Camii civarında bulunan döküm atölyesine sık sık gelir ve onunla eskiyi yeniyi konuşurmuş. Nadir Amca’nın sanayideki dükkânına sıklıkla uğrarmış Panos Özararat. Hatta o geldiği zaman Nadir Amca, havaların çok sıcak olduğundan bahsettiği zaman Panos da “Gavur yakıyorlardır da ondan olsa gerek!” diye latife yaparmış. Nadir Amca’ya göre Konya biraz da fayton demektir. O dönemde yolcu taşıyan faytonların yegâne sahibi Bobi’dir. Bobi’nin faytonları Konya sokaklarında meşhurdur.
Eskiden sadece şehir merkezinden ibaret olan Karatay zamanla büyüdü, gelişti ve etraftaki birçok köy de kendisine mahalle olarak iltihak etti. Bu önemli, tarihî ilçenin daha da büyüyüp gelişeceği muhtemeldir. Bugün için baktığımız zaman Karatay’ın elli beş adet mahallesi var. Her mahallenin isimlerinin elbette ki tarihî arka planları mevcuttur. Zamanla değiştirilen mahalle isimleri müstesna her ismin mutlaka tarihe tutunacak, ona dal budak saracak kolları var.
Bugün Karatay; Akabe, Akçeşme, Akifpaşa, Aziziye, Başak, Büyüksinan, Çatalhüyük, Çataltömek, Çelebi, Çimenlik, Doğanlar, Doğuş, Elmacı, Emirgazi, Erenler, Erler, Fetih, Fevzi Çakmak, Gaziosmanpaşa, Hacı Hasan, Hacıibali, Hacısadık, Hacıveyiszade, Hacıyusufmescit, Hamzaoğlu, Hasan dedemescit, Hocalar Köprüsü, istiklâl, Kalenderhane, Karaciğan, Karakulak, Kayacık Araplar, Keçeciler, Kerimdede, Keykubat, Köprübaşı, Kumköprü, Kuzgunkavak, Mengene, Nakiboğlu, Orhangazi, Ortakonak, Ortamescit, Sakyatan, Saraçoğlu, Sarıyakup, Selim Sultan, Şatır, Şemsitebrizi, Taşrakaraslandede, Karaaslan Üzümcü, Tatlıcak, Ulubatlı Hasan, Yediler, Yenimahalle olmak üzere tam elli beş mahalleye sahip.
Her mahalle, mahalleli için tarihin süzülüp billurlaştığı, komşuluk ilişkilerinin tam anlamı ile yaşandığı bir mümtaz bölgedir. Ancak günümüzde mahalleler bu özelliklerini ne kadar korudu? Gerçi Türkiye’nin diğer bölgelerine ve Konya’nın da daha modern olan Selçuklu ilçesinin büyük bölümüne nazaran Karatay mahallelerinde kısmen de olsa hâlâ mahalle ruhu yaşamaktadır. Eskiden olduğu gibi mahallelerden otlatmaya götürülen sığır sürülerini bekleyen ve bu bekleyişte yapılan ayaküstü sohbetlerde sosyal olayların canlandığı sahneler yok; ama Karatay’ın mahallelerinde hâlâ pişirdiği aşureyi dağıtan nineler, anneler, bacılar var. Perşembe günleri bişi dağıtan, bazı günler cami temizliği bile yapan teyzelerimiz, bacılarımız var. Yetiştirdiği sebze türlerini, zabıtalarla kaçgöç oyunu oynayarak da olsa, vatandaşa takdim eden teyzelerimiz var. Hasılı kelam şehrimizde modernliğin bütün zalimane tavrına rağmen davete icabet eden, komşusunu davet etmesini bilen cengâverler var.
Hâlihazırda Karatay’a bağlı olan yirmi beş köy mevcut. Bu köyler şehirle içli dışlı olmuş durumda. Her köyün kendisine mahsus törenleri, alışkanlıkları var ama bunlar bütünüyle ana şehirden bağımsız değil. Karatay’a bağlı köyler; Acıdort, Ağsaklı, Akbaş, Akörenkışla, Bakırtolu, Başgötüren, Beşağıl, Büyükburnak, Çengilti, Divanlar, Esentepe, Göçü, İpekler, Karadona, Karakaya, Katrancı, Kızören, Köseali, Obruk, Sürüç, Yağlıbayat, Yavşankuyu, Yenice, Yenikent, Zincirli isimlerini taşıyor. Bu köylerin dışında Karatay ilçesinin belediye teşkilatına sahip kasabaları da bulunmaktadır. Bu beldeler, Hayıroğlu, Ovakavağı, İsmil, Yarma olmak üzere dörttür. Her birinin köklü tarihi, ananesi ve gelenekleri var. Bunlardan Hayıroğlu Kasabası’nın Konya ve köyleri için önemi büyüktür; zira tarihte unutulan Kurukafa Mehmet Efendi Hayıroğlu Kasabasının hayırlı evlatlarından biridir.
Bugünlerde Konya’nın umudu olan Mavi Tünel’in, Çarşamba Çayı’nın asıl kahramanı Kurukafa Mehmet Efendi değil midir? Kısa adı KOP olan Konya Ovaları Sulama Projesi’nin ilk numunesini Hayıroğlulu Kurukafa Mehmet Efendi tasarlamıştır.
1880’li yıllarda Bozkır istikametinden gelen Çarşamba Çayı bugünkü Karatay sınırlarına kadar gelmektedir, ancak bahar olunca coşan, yaz gelince kuruyan Çay’dan en büyük sıkıntıyı Hayıroğlu ve civar köyler çeker. Bu durumdan rahatsız olan o zamanki Hayıroğlu Köyü sakinlerinden Kurukafa Mehmet Efendi civar köyleri, Çumra’ya kadar inceler ve yanına aldığı vatandaşlarla çeşitli kanal ve kanaletler açar. 1887 yılında Konya’da hüküm süren kuraklık neticesinde Konya civarındaki köylerin bir kısım sakinleri çareyi etraftaki dağlara göç etmekte bulur. Bu duruma fazlasıyla içerleyen Kurukafa Mehmet Efendi kuruyan Çarşamba Çayı’nın yatağını takip ederek Beyşehir’e kadar gelir. Bozkır’daki dağlardan gelen suyun Çay’ı beslemekte yetersiz kaldığını görünce Beyşehir Gölü’ndeki fazla suları Suğla Gölü’ne taşıyan Beyşehir Çayı’nın direkt olarak Mavi Boğaz’a bağlanması hayalini kurar. Yani bugünkü sulama projesinin ilk ayağıdır bu. Hayıroğlu’na gelen Kurukafa Mehmet Efendi köylülerine projesini anlatır ve yaklaşık bin kişi ile yola çıkar. Aylarca süren kazı çalışmalarından sonra kanal tamamlanır ancak bu kanal gelen suyu taşıyamaz. Köyüne dönen Kurukafa Mehmet Efendi Hakk’ın rahmetine kavuşur. Hayıroğlulu Mehmet Efendi’nin oğlu 1898 yılında Konya’ya vali olarak tayin edilen Avlonyalı Ferit Paşa’ya babasının akim kalan projesinden bahseder. Vali Bey’in daha sonra Sadrazam olması ile birlikte II. Abdülhamit bu projeye onay verir ve 1908-1913 yılları arasında Beyşehir Gölü’nü Mavi Boğaz’a bağlayan kanal açılır. Hayıroğlulu Kurukafa Mehmet Efendi’yi unutmak ne mümkündür. Ancak çeşitli şekillerde onu hatırlamak ve ona vefa duygusunu canlandırmak Hayıroğlu’na, Karatay’a düşer. Tarihte unutulmaya yüz tutmuş bu kahramanları yaşatmak onları anmak bizlere bir vefa borcudur elbet.
Her şehir belleklerde yaşamaya devam eder. Şehir hafıza demektir bir bakıma. Şehir, mahallesi ve kendisine bağlı köyleri ile bir bütündür aslında. Bir şehre bağlı olan köyler, o şehrin kolları, kanatları, nefes aldığı ciğerleridir. Tarih, bu şehirde yaşadı yaşamaya devam edecektir.
    
    















FEYZİ HALICI’NIN ŞİİRLERİNDE KARATAY ÇEŞMELERİ VE BAZI KARATAY MEKÂNLARI*
                
            Yüzlerce yıl Karatay evlerine “tatlı su” mahalle çeşmelerinden taşındı. Her evde bir çeşme 1960’lı yıllarda bile yoktu.
            İkindiden sonra kadınlar, çocuklar güğümlerini, testilerini “akacak” denilen bilek kalınlığında el örgüsü yünden ipin ucuna bir testiyi, öteki ucuna diğer testiyi takar, omzuna önlü arkalı vurur çeşmeden su doldurup evine dönerdi.
            İşlenmiş Gödene taşından, mermerden çeşmenin kurnasına pırıl pırıl kalaylı bakır bir tas zincirle bağlı. Etkileyici büyülü parlaklık suyu daha bir soğuk gösterir. Gelip geçen kana kana içsin diye, herkes için.
            YAVUZ SULTAN SELİM HAN’IN ÇEŞMESİ
            Şerafettin Camii’nin cümle kapısına sırtınızı verin, kuzeye doğru. Mahkeme Hamamı’nı solunuza alıp Şems Parkına doğru yürüyün. Park biterken 19 Mayıs İlköğretim Okulu’nun bahçe duvarına dayanmış “Yavuz Sultan Selim Han’ın Çeşmesini” görürsünüz.
Feyzi Halıcı şiirinde meşhur çeşmeyi şöyle anlatır:

YAVUZ SULTAN SELİM HAN’IN ÇEŞMESİ
Yaşatır yeniden çocukluğumu,
Yavuz Sultan Selim Han’ın Çeşmesi.
Bildirir tarihte var olduğumu,
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi
Dutluda bir avuç kardır, el eder
“Bre yiğitlerim haydi gelin” der.
Mavi bir çiniden sonsuza gider,
Yavuz Sultan Selim Han’ın Çeşmesi.
Sanmayın ateşim kaybolur külde,
Çengi-mısra olur bir beyaz gülde
Notalar resim çizer gönülde
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi.
Nice yakarıştır Allah’ın günü,
Söyler yaşamanın bütünlüğünü
Şems’i Tebrizi’ye açar gönlünü,
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi.
Konya destanlaşır bir bengi-seste,
Bülbül nice durur altın kafeste.
Bugünden yarına en güzel beste,
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi.
Kum saati, zembereği kurmadan,
Ab-ı hayat damlar çifte kurnadan
“Bir nefes sıhhattir” akar durmadan,
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi
(Kaynak: Yaşama Sevinci/ Şiirler/ Feyzi Halıcı 1983. Güven Matbaası Ankara).

YAVUZ SULTAN SELİM HAN’IN ÇEŞMESİ HAKKINDA BİLGİ:
            Ünlü tarihçi, yazar rahmetli Mehmet Önder, Mevlâna Şehri Konya adlı hacimli kitabında “Yavuz Sultan Selim Han Çeşmesi” hakkında şu bilgiyi verir: Konya’nın Şems Mahallesi Şemseddin Tebrizi zaviyesi kuzeyindedir. Kitabesine göre, 926/1519 yılında Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in emirleriyle yaptırılmıştır. Sülüs yazı ile mermer kitabesi şöyledir. “Allah’ın yeryüzünde kulları üzerine gölgesi olan Sultanoğlu, Sultan, Sultan’ül muazzam Beyaz’id oğlu Şah Selim Han (Allah yardımlarını aziz eylesin) bu çeşmenin yapılmasını emreyledi. Sene 926”.
            ŞEREFŞİRİN ÇEŞMESİ
Şerefşirin Çeşmesi, Karatay’ın meşhur çeşmelerinden biri, Şerefşirin Sokağı’nın köşesinde. Bu sokağa eski Konyalılar “Avukatlar Sokağı” diye ad takmışlar. Eski Konya’da avukat yazıhaneleri bu sokağın sağına, soluna sıralıymış. Şöyle tarif edelim: Şerafettin Camii civarı, Vakıflar Han’ın doğu yanından doğuya doğru dar bir sokak gider. Sokağın sonunda yol sağa, sola bükülürken Şerafettin Çeşmesi’ni bulursunuz.
         Feyzi Halıcı’nın Yaşama Sevinci adlı kitabında “Şeref Şirin Sokağındaki Çeşme” şiiri şöyle sunulur:

Gömülmüş mermerden yalnızlığına,
Şerefşirin sokağındaki çeşme.
İdamlık bir mahkûm gibi hüzünlü,
Seslenir taş gibi; Derdimi deşme.
                                  
                                    Selçuklu adımlar geçer toz-duman,
                                   Düşlerde kırk boğum, bir sokak başı,
                                   Elini uzatsan değer zamana,
                                   Çeşmenin içine akar gözyaşı.

Kimler geldi, kimler geçti kim bilir?
Bir mermer aynadır geride kalan.
Kul anlamaz bu acı yalnızlığı,
Bakışlar hayınca, dudaklar yalan.
                                  
                                   Düşmüş kurnalara bir paslı tarih,
                                   Mutlu başlangıçlar, acılı sonlar,
                                   Güneşi görmeyen bu dar sokakta,
                                   Yükselir bir yumruk gibi betonlar.

Düğüm vuruluyor Bengi-sulara,
Olacak şey mi bu, nasıl, ne zaman
Susturuyor tam bir asrı kazmalar,
Doğrusu çeşmenin hâli pek yaman.
                                  
                                   Sorsanız dillenir kuru dudaklar,
                                   Çizen böyle çizmiş bu plânları,
                                   Ecdat yadigârı perme-perişan
                                   Hak korusun geride kalanları.

Şeref şirin sokağındaki çeşme;
Okunup dinlensin bu arzuhali
Yüklemeyin sırtıma veballeri,
Size örnek olsun acıklı hâlim.

Açıkça görüyorsunuz, anlıyorsunuz. Suyu kesilen “plânlar” uğruna ortadan kaldırılmak istenen Şeref şirin çeşmesine bir ağıt, bir şiir. Feyzi Halıcı çeşmenin “Pürmelâli” karşısında acılar içinde..  
            Şeref şirin Çeşmesi hakkında Mehmet Önder, Mevlâna Şehri Konya adlı kitabında tarihe şu notu düşmüş: “Konya’nın Şerafettin Mahallesindedir. 1301/1883 yılında Konyalı hayırsever zevat tarafından yaptırılmıştır. Rık’a yazı ile mermer kitabesi şöyledir”.



            Lûtf-i bipayanın seyreyle Hakkın kim bize,
  Yok, iken ihsan ider bu çeşme-âyn-i sâfâ.
             
              Asr-ı şevket-i sani Abdülhamid’dir asrımız,
              Saltanat bağını daim ömrün Efsun et Huda.
           
            Habbeza ehl-i mahalle ettiler sây’î beliğ,
            Beşşiru makbul ola âmîlleri yevm-ül ceza.
             
              Çün seza altun kalemle Fahri tarihin yazar,
              Eyyüh-en, nas içiniz her çeşmeden suyu şifâ.
              Sene: 1301
                                                            
              İSTANBUL CADDESİ
              Eski Konya’nın en zengin, en hoş, en çekici, en gizemli biricik caddesi, Konya’nın övüncü…
              Üstüne şiirler öyküler yazılan İstanbul Caddesi Konya’nın can damarıydı. 70’li yıllara kadar… Onbinlerce insanın hafızasında hâlâ eski şahane yılları ile yaşar. Eski Konya’nın ortasında ulu bir “Nehir Cadde”… Yan kolları; bedestenler, tuzcular içi, çıkrıkçılar içi, kebapçılar içi. Onlarca ilginç, bin bir ihtiyaca çare bulan loş sokaklar. Türbe Önü’ne giden cadde, Tellâl Pazarı (Sipahi Pazarı) tüm eski Konyalı’nın bildiği “Essabınaltı”.
İstanbul Caddesi halı demektir, bakır kap demektir; kebap kokusu, kadayıf kokusu, rengârenk sorma şeker, türüm türüm çifte kavrulmuş sıcak leblebi…
              İstanbul Caddesi, caddesi,
50 yaşından yukarda olanlar için hâlâ “çarşı helvası”, sıcak “Fenni Fırın” somunu buz üstünde döndürüle döndürüle soğutulmuş Çağlayan Gazozu demek. Velhasıl, Eski Konya’da “İstanbul Caddesi” ne demek, onu yaşama mutluluğuna erenlere sormalı.
              Feyzi Halıcı “İstanbul Caddesi” adlı şiiri ile şiirde ölümsüzleştirdiği; İstanbul caddesini, onun gibi anlatan da çıkmadı. Şiiri okurken eğer eski İstanbul Caddesi’nde yaşamış biriyseniz hayalinizde neler canlanacak. Ama sunduğumuz şiir, düşleyebilirlerse, gençler için de güzel bir ufuk turu.

            İSTANBUL CADDESİ I
            Bu cadde İstanbul Caddesi,
Aziziye minaresinde çifte ezan,
Nal sesleri, motor gürültüleri,
Arasında kaybolursunuz bazan.
                                  
                                   Burası Dellâl pazarıdır,
                                   Eski eşyaların satıldığı,
                                   Cömert oturak âlemlerinin
                                   Kayıtsızca anlatıldığı.

Ağzına kadar dolu dükkânlarda,
Duyun ki ne ümitler eridi,
Oturup seyredin şöyle derin,
Cadde değil, sinema şeridi.
                                  
                                   Bir para sesidir duyulmasın,
                                   Tekmil kulaklar kirişte,
                                   Terziler, vitrinler, hanımlar,
                                   Alışverişte….

Gün batı tarafında bizim dükkân,
Halı, kilim, çepeçevre yanları,
Karşımızda çitlem çitlem bir otel,
Duvarında banka ilânları.
                                  
                                   Yolunuz İstanbul Caddesine,
                                   Düşmezmi bir zaman, ne dersiniz?
                                   Pahalılıktan falan konuşur
                                   Bir acı kahvemizi içersiniz.

            İSTANBUL CADDESİ II
Kaldırılan kepenklerde arayın,
Günlük çabaların âhengini,
Seslenir hayata, bu caddeden,
Bütün şehrin fakiri, zengini
                                  
                                   Sabahın doyumsuz güzelliğinde,
                                   Tıngır, mıngır tatar arabaları;
                                   Uykulu gözlerle öğrenciler;
                                   Önlerinde anneleri, babaları.

Pahalılık boş bulmasın meydanı
Çekilir koyunlar gibi besiye,
Süpürgesi, zeytinyağı, ekmeği,
Her şey veresiye.
                                  
                                   Yaşamak nicedir, bir görünüz,
                                   Toptozlu haziran günleri,
                                   Yağız amelelerle birlikte,
                                   Dört buçuk lira öğünleri.

Gençler kahveye gider akşamları,
İhtiyarlar camiye,
İstanbul caddesinde duyuldu ilkin,
Memurlara beş maaş ikramiye.

            ASLANLI KIŞLA
            Aslanlı Kışla’nın taşı, toprağı dile gelse de bir söylese… Çökmek üzere olan imparatorluğun koparılmak istenen son parçalarını can havli ile kurtarmaya giden Konya çocuklarının vedalaşmasını… Sevgili canlara son sarılmalarını, gülümsemelerle gizlenmeye çalışırlar gözyaşlarını… Umutsuzca sallanan mendilleri… Konya’nın seçkin insan kaynaklarının çöllere, buz dağlarına yürüyüşünü…“Yola çıkan” on binlerce “nefer”’in hatıralarını…
            Aslanlı Kışla’nın şimdi yerinde yeller esiyor. Hiç değilse o aziz kapısı yanında bekleyen dev aslanlarla on binlerce mübarek neferin bir hatırası olarak kalsaydı.
            Feyzi Halıcı, Yaşama Sevinci adlı kitabında, Aslanlı Kışla’yı şiir diliyle şöyle anlatır:

DESTANLAR İÇİNDE ASLANLI KIŞLA
El - emeği, göz nuru, Alın teri,
Özlem duydum sana yıllardan beri,
Girdim asker adımlarla içeri,
Çıktım gönüller dolusu alkışla,
Kışlalar içinde Aslanlı kışla.
                                  
                                   Kahramanlık nabız nabız uyanır,
                                   Tarih-tekmil Kanuni’ye dayanır,
                                   Bayrak bayrak zaferleri giyinir,
                                   Edirne’yle, Karsla, Sarıkamışla;
                                   Kışlalar içinde Aslanlı Kışla.

Telli telefonlar, konuşan gayrı,
Gönül sevgisinden düşermi ayrı,
Tanrım bu ocakta bulmuşuz hayrı,
Vatan hizmetine bizi bağışla,
Kışlalar içinde Aslanlı kışla..
                                  
                                   Efe zeybeğinden, dadaş barından,
                                   Ova sıcağından, yayla karından,
                                   Tarihin tekbirli sayfalarından
                                   Gülümser zaman en mert bakışla,
                                    Kışlalar içinde Aslanlı Kışla.

Kaç iklim aşmışız, kaç dağ, kaç deniz,
Vatan aşkı içimizde tertemiz,
Destan dile gelir künyemiz,
Dostuz zaferlerle, dostuz barışla.
Kışlalar içinde Aslanlı Kışla.
                                   
                                    Akça ovaların örnek birliği,
                                   Kışla can evinde tutar dirliği,
                                   Asırlar boyunca cengâverliği,
                                   Çize durur bir tarihi nakışla,
                                   Destanlar içinde aslanlı kışla.

O ki son şehidin sırası benim,
Ölüm başucumda durası benim,
Seferde görevim, burası benim,
Sulhta en alımlı, en şanlı kışla,
Kışlalar içinde Aslanlı Kışla.

           
















BEĞBİRYA METELİ*

            Bir varmış bir yoğumuş bir padişahın hiç oğlu olmamış, Garısıynan beraber atlara binmişler, züriyet aramaya gitmişler. Yolda giderken garşılarına Hızır Baba gelmiş:
           
            “-Nere giden padişahım”, dimiş.
            O da: “-Merhaba Hızır Baba”, dimiş.
            O da: “-Sen benim Hızır olduğumu nerden bildin”, dimiş.
            O da: “-Gısbetinden”, dimiş.

            Hiç oğlu olmadığından goynundan bir elma çıkarıp vermiş, Hızır..Yarısını gısrak yimiş, yarısını ailesi yimiş.
           
            “-Ben gelesağadar bunların adına hiç goyma, dimiş”.
           
            “Çocuk olursa, tay olursa bunların adını ben goyacam, dimiş”.
           
            Ondan sonra ailesi bir oğlan doğurmuş, at da bir erkek tay doğurmuş, çocuk yidi yaşına girmiş. Dışarıda çocuklar isimsiz diyi galdırılarımış gondurularımış.
           
            “-Adsız beğ...”
            “-Adsız beğ..”

            Hızır dede onlara “ben gelmeden çocuğa ad koyman” dimişimiş. Çok beklemişler.          Sona toplanmışlar:

            “-Gel padişahım, ilin çocuklarının adı Ali, Veli, bu ne olacak? Adsız beğ”, dimişler.
            Hızır Aleyhisselam odaya onlar otururken gelir. Sedirde yir verirler Hızır:
           
            “-Bişşiy gonuşuyordunuz, bu toplantınızın maksadı ne?” diyyor. Onlar da:
           
            “-Çocuğa ad goyacağız”, dirler. Çocuğu getiriler:
            İsmine Hızır "Beğbirya" dir.
            Oğlana: “-Govduğunu dut, duttuğunu yık”, dir.
           
            Ondan sonra Hızır gidiyor. Taya bakıyor: "Tayın ismi Beğniboz, sildiği penzer" diyor; çocuğu alıyorlar, mektebe viriyorlar. Mektepte bir hoca okuduyor bunu, bunu hiç sokağa çıkarmıyor. Çocuk orada on beş yaşına giriyor. Hiç anasını, babasını görmeyor. Evden bir yahnı yollayollar. Etini yiyyor, kemiğini atıyor. Atınca dam deliniyor. Ordan damı deliyor kemik. Güneş içeriye giriyor. Güneşi dutacam dirken bayılıyor.
           
            Hoca:
           
            “-Hey oğlum, dışarıda ay var gün var, neler var”, diyyor.
           
            Oğlan da oradan:
           
            “-Canım Hoca, dışarıda ay var, gün var, insan var, bağa neye göster meyyorsunuz?” diyyor.
           
            Hoca babasından izin istemeye gidiyor.
           
            “-Babama söle, ben günü, dünyayı görüyüm”, diyyor.
           
            Babası da darılıyor.
           
            “-Hoca sen oğlanı azdırıyyon”; diyyor.
           
            Darılıyor Hoca'ya, Hoca gine geliyor. İki gün sonra çocuk gine çabalayyor.
           
            “-Ak hocam, bal hocam, ille ben bir dünyayı görüyüm, nasıl dünya?” diyyor.
           
            Padişah Hoca'ya darılıyor.
           
            Dellal çağırdıyyor:

            “-Filan sokaktan girecek, filan sokaktan çıkacak padişahın oğlu. Kimse sokağa çıkmayacak. Çıkan olursa cellad idilecek”, diyi böğle dellal çağırdırıyor. Ondan sonra gelip mektebine giriyor. İki üç gün okuyyor. “Dünyayı bir daha görecem”, diyyor.
           
            “-Hoca sen bu oğlanı azdıracan”, diyyor. Gine dellal çığırdıyyor.
           
            “-Kim dışarıda bulunursa boynu vurulacak”.
           
            Gine sokakta aynı gezdiriyollar. Gine goyyollar ora. Orada iki üç gün daha okuyyor. Gine dayadıyor. Ondan soracağıma, babasından gine izin isdeyyorlar. Babası mektebe yollamayyor, birkaç gün öğle gezmekte durukan, babasının odasında çalgı çalınırımız, Beğbirya varıyor. Selam veriyor. Onlara selamını almayollar. Dip sedirden yir virmeyyollar. Bir Keloğlan selamını alıyor. Hızır Baba geliyor ora. Bunun ağzına bir tokat vuruyor. Oğlan ağlayyor, tokadı vurunca.
           
            “-Ne ağlan? Yoksa dalkavak gızını mı alt ittin de ağlan?” diyyor. Çekiyor Beğnibozu. Biniyor. Dalgavak gızına gidiyor, dalgavak gızına varıkan. Dalgavak gızının çobanı varımış, goyun yatıyor, o da yanında duruyormuş. Çobana:
           
            “-Garnım acıkdı çoban, diyyor. Bir süt sağ”, diyyor. Goyun da Dalgavak gızının goyunuymuş
           
            Çoban oradan diyneğini çektiğiynen Beğbirya'nın üstüne geliyor. Beğbirya dutduğuynan ayaklarını havaya getiriyor. Başını toprağın içine sokup, gidiyor. Goyun öğle yatır. Dalgavak gızı bakıyor ki goyun öğle yatır. Çoban devinmeyyor, geliyor, soruyor:
            “-Bu ne hal, böğle ayakları yokarıda, başucu aşşada?” Gızdırıyollar çobana:
           
            “-Kim bunu yapdı?” Diyince;
           
            “-Şordan bir atlı geldi, o yapdı” diyince onun izini sürüp gidiyollar. Ondan soracağıma varıyor Hızır Dede'nin evine giriyor oğlan. Bunlar da izden buluyollar. Dalgavak gızına haber idiyollar.
           
            “-Filan yirde gocanın evinde bir yiğit yatıyor”, diller. Dalgavak gızı kendi geliyor.
           
            “-Dede yiğidini bir çağır”, diyyor.
           
            “-Yiğidim yorgun, yatıyor, şimdi çağıramam” diyyor.
           
            Dalgavak gızı: -“Yarın bir ok atalım”, diyyor.
           
            Ok atıyollar.
           
            Dalgavak gızı bir ok atıyor, iki ördeği birden vuruyor havada. Beğbirya atıyor üç tanesini vuruyor. Ondan sonra da dönüp geliyollar.
           
            Ondan sonra Beğbirya gelip yatıyor.
           
            Dalgavak gızı gocaya:
           
            “-Dede senin Beğbiryan orda galdı” diyyor.
           
            O da: -“Geldi benim yiğidim, yatdı” diyyor.
           
            Bakam ki yatmış uykuda, üyür.
           
            “-Yarın at goşusuna gidelim, Beğbiryannan diyor”. Helva bişirriyyor.
           
            Dedesi: -“Onun helvasından yime, onun helvası zehirli”, diyyor. Ondan soracağıma atları koşalar, Beğbiryanın atı geçiyor.
           
            “-Ya, yiğidim oturalım da diğnenelim. Garnımız acıkdı, ekmek yiyelim”, diyyor.
           
            Ekmeği yirken: -“Senin ki ne? Benim ki helva” dimiş.
           
            “-Sen orda, ben burda yiyelim” dimiş.
           
            Gız yüzünü açıvırmış. Oğlan vardığıyınan dizine oturagitmiş. Ondan sonra zehirli helvayı yimiş. Beğbirya ölmüş, Dalgavak gızı atı goğalamış goğalamış dutamamış.
           
            “-Aman bir topuğu gıllı, nere giderse gitsin”, dimiş. At geldiğiynen ayaklarıynan Beğbirya'yı çevirmiş, ağzına akıtmış, akıdınca, sidiği penzehiridi ya, o zehirinen kakmış gızdan evvel varmış, yatmış Beğbirya.

            Dalgavak gızı varmış: “-Dede filan yirde Beğbiryan öldü” dimiş.

            O da                            : “-Oğlum geldi yatdı, uykuda üyür” dimiş.

            Gızın hiç haberi olmadan geçmiş, gitmiş, yatmış, dedenin evine.
            Dalgavak Gızı: “-Beğbirya'ya söğle bir güleş yapacağız dimiş. Hangi hangimizi basarsak güleş yirinde o onun olacak”, dir.

            Bunlar güleşe çıkarlar. Güleşe çıkınca millet toplanır. Ha şunda, ha bunda dirken oğlan basar gızı. Elinde hatem yüzzüğü varmış gızın, Beğbirya'nın gaşını narasını yırtıyor. Yüzzük yırtınca güleş yirinde basıyor.

            “-Ya yiğit ben seniğim, diyyor. Sen benimsin” diyyor.

            Kakıyyor, atlara biniyorlar. Geleyollar. Babasının evine geliyollar. Odasında çalgıcılar çalgı çalallar öğle.

            Gine: “-Selamünaleyküm”, diyyor.

            Selamını anmayollar. Bu gine ağlamayya duruyor.

            Keloğlan alıyor gine. -Dip sedirden yir isteyyor, o.

            Hızır dede gine gelip bir tokat vuruyor, buna.

            “-Gitdin gralımı altitdin de dip sedirden yir isteyyon”, dir.

            Bunlar gırk kişi oluyor. Gıralı alt itmeye gidiyyollar. Ondan soğnacıma, gralı noraya varıkan çayırda, goruda. “-Az şurda diynenelim, diyorlar” Yatıyollar.

            “-Atlar da diynensin” diyollar. Ora yatınca ölüllerimiş, hepsi de yidi sene sonra diriliyollarımış. Gral sabahtan bakıyor, gorunun içi galabalık, ordan adamlarını yollayor. Arabalara atıyollar cenazeleri, cenaze gibi getiriyollar. Zindana atıyollar.

            Atı notuz dokuzunu dutuyollar. Beğbirya'nın Beğnibozu dutamayyollar.

            “-Aman bir topuğu gıllı, nereye giderse gitsin” diyyollar.

            Getiriyollar zindana hepsini atıyollar.

            Yedi seneden sonra uykudan uyanır gibi uyanıyorlar. Bakıyollar, gendilerini zindan içinde buluyollar.
            “- Acap bizi buraya kim getirdi” diyollar.

            Bunlar orada durmaktayken bir kervan geçiyor.

            “-Acaba şu kervana bir türkü atsak bililler mi?” diyyor. Beğbirya: Selamını alan Keloğlan da içindeymiş onun.

            Keloğlan: “- Gelişimizi sorarsan Uğuz ilinden Söğle yiğit datlı dilinden.”

            Beğbirya: “- Babamı sorarsan padişah diller. Beni de sorarsan Beğbirya diller.

            Söğle yiğit söğle datlı dilinden.”

            Keloğlan: “-Babağı sorarsan aman oldu, anağı sorarsan divane oldu, gız dardaşığı sorarsan perişan oldu, söğle yiğit söğle datlı dilinden” diyyor.

            “-Ülen bir de ondan söğleyim.”

            Beğbirya: “-Beğnibozun emeği hele Dalgavak gızı ondan da bir haber virin ağalar beğler.”

            Keloğlan: “- O da kel vizire virildi” diyyor.

            Beğbiryayı burda evtik alıyor. Ondan soğacığıma, gralın güççük gızı ürüyasında Beğbirya'yı görüyor. “Beğbirya isimli bir insana varacam diyyor.”

            Gız ürüyasında zindana varıyor, ondan soğra Beğbirya'yı görüyor.

            “- Ya Beğbirya dinime dönersen babama söğlerim seni zindandan çıkartır” diyyor.

            “- Yidi sene yaddım, yidi sene daha yadsam gine diğnimdem dönmem” diyyor.

            “- Senin diğniğe girsem ya Beğbirya gabol iden mi?” diyyor.

            “- Hoşaf bulaşığı gadar gabol ederim” diyyor.

            “- Ey Beğbirya, senin diğniğin Hak diğni olduğunu nasıl biliyin” dir.

            Gırk çit çamızınan bir bilezili daş goyuyollar.

            “- Galdır da senin diniyin hak diyni olduğunu görüyüm, bakıyım Beğbirya” diyyor.

            “- Ya Allah, ya Bismillah” diyyor, “galdırıp atıyor daşı, Beğbirya” Gıza:

            “- Ge bir de sen galdır” diyyor. Gız yerinden devindiremeyyor.

            “- Beğbirya senin diniyin hak diyni olduğunu yiği bildim” diyyor, Gıza:

            “- Bismillahirrahmanirrahim” diyyor.

            Daşı o da galdırıyyor. Gız eve goyup gidiyyor. Beğbirya'nın içi gavrayyor. Dalgavak gızı gidecek diyi Dalgavak gızının günü yaklaşmış orda.

            Gralın gızı evde duruyormuş. Geliyor Beğbiryaya:

            “-Beğbirya seni burdan salacam” diyyor, “Babamın haberi yoğuken gitsen” diyyor “Sözün erkeğisen, doğruyusan gırk gün sonra gelecen. Babamdan benim filan seneden burda gırk tane adamın varıdı zindanda yatar, bunları istiyecen” diyyor.

            “-Otuzdokuzunu bulacak, bir tanesini bulamayacak, böyük gızımı veriyim diyecek, böyük gızı verecek. O da ben Türk içine gitmem diyecek. Güccük gızına diyecek, baba öl didiğin yirde ölürüm, gal didiğin yirde de galırım. Ben giderim o zaman” diyecek.

            Böyle müzakere yaptılar.

            Gız buna gırk gün izin veriyor. Ordan çıkıyor, zindandan çıkınca ayakları ham olduğundan yorüyemeyyor. Zabah, yaklaşıyor. Zabah yaklaşınca at gelip gelip geçiyor. Beğnibozun izini görüyor.

            “- Acaba beinm atın izi mi, bir türkü atsam gelir mi ki Beğniboz?” diyyor.

            Beğbirya: “- Zabahtan buldum izini
                                 İziğe sürdüm yüzümü
                                 Güne bir yaşıdık atım gelince gayrı” diyyor.

            At gelmiş. Belini golan kesmiş, dalını eğer kesmiş, ağzını gem kesmiş, yirden bir avuç toprak alıyor, yaralarına sürüyor. Atlayyor atlayyor binemeyyor. Binemeyince ata darılıyor.

            “- Binemedim hep gözü kör olasıca” diyyor ata.
            At da darıldığınan gidiyor.

            At: “-Gralın gızının ağzına baktın da bağa darıldın, yidi senedir garnım doyasağadar oy yimedim, garnım dayasağadar su içmedim, dalımı eğer kesdi, ağzımı gem kesdi, bir günün galdıydıydı Beğbirya. Galenin altını deşiyorudum. Bir günün galdı. Gralın gızının ağzıynan bana gözü kör olasıca didin, darıldın” diyyor.
            At goyduğuyan gidiyor. Ortalık ışıdıksıra bunu evtik alıyor.

            “- Üle ata bir türkü atsak gelir mi ki acaba?”

            Beğbirya: “- Zabahtan buldum izini
                            İziğe sürdüm yüzümü
                            Gralın güççük gızı
                            Gırk gün virdi izini.”
           
            “Güne bir yaşıdık atım gelince gayrı” diyyor.
           
            At gelmiş, yolun üstüne yata gitmiş. Bindiğiğinen gralın gorsunu geçiyor. Orda düğün yaklaşıyor, Dalgavak gızının düğünü. Orda aksakallı Hızır yine iras geliyor. Buna: “-Oğlum nere giden” diyyor.

            “- Uğuz iline gidiyorum” diyyor.
            “- Uğuz ilinde ne işin var?” diyi soruyor.

            “- Padişahın oğlunun garısı kel vezire gelin oluyormuş, ona giderim” diyyor.

            “-Atını golanı gevşemiş, ben bir sıkıştırıyım” diyyor. Bağlayyor. Ona iki ganat dakıyor, o ganatlar bunu atı uçuruyor. On günlük yolu bir günde almak isteyyor. İleriye varınca gine aksakallı Hızır İras geliyor.

            “- Oğlum atıyın golanı gevşemiş” dimiş.

            İki ganat daha dakıyor, daha fazla uçuyor at. Köğlerinin yanına yaklaşırken, Uğuz iline Hızır Dede gine öküzleriynen çift sürüyor. Ondan soğnacıma Beğniboz'u salıyor orda çayıra, gendi.

            “- Selâmün aliyküm çiftçi baba, ekmek vir yiyim” diyyor.

            Hızır Baba: “-Oğlum, ekmek de sıcak, yoğurt da sıcak,  yiği çalınmış, yiği tandırdan çıkmış ekmek” diyyor.

            Ordan gannını doyuruyor.

            “- Allahaısmarladık, diyor” Ordan gidiyor.

            Çocuklar öğle delik eşellerimiş, üsdünü çöpünen örtellerimiş.
            Beğbirya: “- Ne yapıyorsunuz bunu” dimiş. Çocuklara sormuş.

            “-Padişahın oğlunun garısı kel vezire gidiyor. Atının ayakları oraya girecek, gırılacak nasip olmayacak” diyyorlar.

            “- Gelin öğle olmaz. Camiye gidelim. Ben düa idiyim, siz amin din” diyyor, çocuklara.

            Beğbirya çeşmeye varıyor, yidi senedir akmayan çeşme akıyor. Çocuklar:

            “-Aptal çeşmey akıtdı” diyyorlar. Camiye gidiyollar, çocuklar dağılıvırıyollar. Beğbirya gendi başına camide galıyor, camiden çıkıyor.

            Atlar geşdi. Padişah Gızına:

            “-Gızım ağan öldü. Dalgavak gızı gelin olduyor, gitdi. Evdeki goca gısırağı sula gel” diyyor.
            “- Hay hınzırın apdalı, biz bir dertdeyiz sen de bir dertde misin?”

            “- Ne oldu? Derdiniz nedir?” diyyor.

            “- Ağamın garısı varıdı gelin oldu. Biz o dertdeyiz. Sen de bu dertde misin?” diyyor.

            Gısırağı apdalın eline viriyor. Gız tekrar alıyor, gızın elinden çırpındığınan apdalın yanında ağlayyor.

            “- Acaba bu ağam mı? Ağam değil mi?” diyi küşüme varıyor.
            At varıp, varıp ağlayyor. Can garısı padişaha seyyirdiyyor.

            “- Gızın bir aydalınan gonuşuyyor”, diyi.

            “-Acele bunu cellad idin” diyyor.

            Gız: “-Baba üç kere elime virdi, baş bağını sürüdü gitti, ağladı at. Acaba ağam mı ağam değil mi diyi küşüme vardım, baba beni cellad ettirme” diyyor, “İnsanı söğletmeden mi asarlar” dir.

            Gısırağı aldı geldi. Eski yirine bağladı, tokasını, yularını çırpdı, çırpdı. Gine üç kere ağladı ahara. Çıkartdı tavlaya mendilini, mendilini tavlaya goyuverdi, gız da bunu gördü, bakdı gendi işlediği mendil.

            Babası: “-Accık müsade idin, didi celladlara.” Gıza:

            “- Gardaşıysa şimdi oka geliller” diyyor.

            Oradan aptal gidiyyor. Düğün yirine varyor, düğün yirinde havaya bir minare boyu gabak asıyollar. Okunan asacaklar gabağı. Vurularsa güveği girdeğe girecek, atallar, atallar vuramazlar. Beğbirya apdal suretinde varıyor.

            “- O gabağı ha, bir atmada vururum” diyyor.

            Okları eline alıp, gırıp gırıp atıyyor.

            “- Ülen Beğbirya'nın okunu getirdirelim, onu da gırarsa ötdürelim” diyyorlar.

            “- Gabağı vurursam bir aptal gelini oynadacak” diyyor.
            Gabağı vuruyor. Ondan soğna elbişim asıyollar. Ondan soğnacıma Aptal mendili vurusa gelini oynadacak, ondan soğnacıma atıyollar, atıyollar vuramıyollar. Ondan soğna, bu atıyor mendili vuruyor. Gidiyor avratların içine.

            “-Apdal gelini oynatacak, gelini getirin” diyyollar. Ondan soğna, sercik varımış, serciğin dostu varımış, Mustafacık.

            “-Te orda zindanda. Ben onu severim” dimiş.

            Beğbirya'ya: “- Aptal ne bilecek? Hadi sen git de iki oynayıvır” dimişler. O da:

            “- Seni seven Mustafacık” dimiş.

            O da: “-Ana! Filanına filan iddiğimin aptalı, benim Mustafacığı sevdiğimi mi başıma kakıyon” dir.

            “- Ben oynamam” dir.

            “- Gel oyna” diyollar.

            O da : “- Böyük evin yitini
                           Üstüne almış metini.”

            “- Ana! Filanına filan ittiğimin aptalı, benim üstüme guma geldiğini başıma kakıyor” diyyor.

            “- İlle gelini oynadacam” diyyor.

            Gardaşı: “- Koşdumda garlı dağla aştım Senden evvel vatanıma düşdüm
                              Bir okumla daha üç ördek vurdum
                              Var git apdal var git ağam değilsin.”

            “- Ağamın güleş yirinde hatem nişanı varıdı” diyyor.

            Alnını açıvırıyor. Hatem nişanını görüyor.

            Oradan gızınan oğlan birleşiyollar. Babasının evine geliyollar.

            Kel Vezir kaz damına giriyor.

            Bunun vurunca: “- Geç, burda öleceğime Beğbirya'nın evinde ölürüm” diyyor.

            “Padişahın oğlunun elinde” diyyor. Eline bir baş piçağı alıyor, bir de peşkir. Padişahın gonağına siğirtim geliyor.

            “- İşti kallem şu piçak ne yaparısan yap. Ni yaptım sağa?” diyyor.

            “- Hadi kel mundar, düğünün boşa gitmesin” diyyor.

            Gız gardaşını Kel Vezire veriyor. Gün de otuzdokuz oluyor, burda duramayyor. Gırk gatıra gırk teneke gaz yağı yüklediyor. Giderken gaz yağını ateşleyyor. Lamba gibi parlayyor, şöğle.

            Gral büyük gızına: “- Gızım bak da gel ne varmış” diyyor.

            Geliyor, ortanca gızını çağırıyor:

            “- Gızım şu gelene bir bak” diyyor.

            O da: “-Ben gorkarım baba” diyyor. Güççük gızına çığırıyor:

            “- Gızım şu gelen ne imiş, bir bak” diyyor.

            “- Baba öl didiğin yirde ölürüm, gal didiğin yirde galırım” diyyor.

            Oradan çıkıp geliyor. Beğbirya çağırdırıyor babasına.

            “-Benim filan seneden burada gırk tane adamım varıdı, acele olarakdan onu isteyyorum. Virtsen vir, virmezsen burayı yakıp, harap idicem” dir.

            Otuzdokuzunu buluyollar. Gırkıncıyı bulamıyollar, Beğbirya'yı böyük kızına:
            “- Gızım seni veriyim git” diyyor.

            “- Ben gitmem” diyyor.

            Ortanca gızına diyyor, o da: gitmeyyor.

            O bir adamı ödemek için güccük gızına diyyor. O;

            “- Öl didiğin yirde ölürüm, gal didiğin yirde galırım” diyyor.

            Oradan o otuzdokuzunu alıyor, gızı da alıyor, memleketine geliyor. Burda da düğün yapıyor.

            Gralın gızı da var. Dalgavak gızı da var.

            Yimiş, işmiş, muradına irmiş.
















                  





KARATAY'IN "KADİM" MAHALLELERİNDEN TÜRKÜLER*
           
            Burada, Karatay ilçesi sınırları içinde kalan "Kadim Mahallelerden" bundan elli yıl önce (1955-1960) yerli halkımızdan derlenen türkülerden örnekler veriyoruz.
            Türkülerimiz zaman içinde binlerceydi. Kuşaktan kuşağa söylene söylene aktarıldı. Yaşam tarzının değişikliği oranında yıldan yıla unutularak azaldı. 1950'lerde, radyonun yüz evden bir evde olduğu, televizyonun hayalinin bile olmadığı yıllarda türkülerimiz sevincimizin, acımızın, duygumuzun, düşüncemizin tercümanıydı.
            Kadim mahalleler, Araplar, Biçcimez, Sedirler, Topraklık, Tahtatepen'de özellikle kadınlarımız bu türküleri nesilden nesile taşıdılar. O yıllarda, o mahallelerde Çanakkale Gazileri'nin, Kurtuluş Savaşı Gazileri'nin çoğu sağdı. Yakılan türkülerin kahramanıydı onlar. Mahallelerde Çanakkale yetimleri, dulları; Kurtuluş Savaşı yetimleri, dulları yüzlerceydi. O yıllarda Birinci Dünya Savaşı'nın yangın yerleri henüz yeşermeye başlamıştı. Yetim kuşakların elleri ekmek tutmak üzereydi.
            Konya'da "Türkü Söylemek" denmez; "Türkü Çağırmak" denir. "Türkü Yazmak" denmez; "Türkü Yakmak" denir. Çoğu zaman Türkünün adı hava'dır; bir "hava" söyle denir.
            Türkülerimiz çeşit… Savaşlar, cinayetler, kıtlıklar, sel baskınları, yangınlar; sevda, aşk, tutku, duygu, düşünce, hasret, eğlence, eleştiri; yaşamda ne varsa türkülerin konusu.
            Biz burada Karatay'ın Kadim Mahalle türkülerinin üç türünden örnekler vereceğiz: Seferberlik türküleri, ağıtlar, mizahi türküler...

SEFERBERLİK TÜRKÜLERİ
           
            I. Dünya Savaşı, ilan edilen "Seferberlik" ; arkasından girişilen "Kurtuluş Savaşı" Konya'nın eli silâh tutan kuşaklarını, büyük çapta şehrin elinden almıştır. Mahallelerden, söz gelişi on kişi gitmişse biri gelebilmiştir.
            Araplar Akcami'den okunan "Çifte Ezanlar"; minarelerden verilen "Çifte Salâlarla", mahallenin çocukları Arap çöllerine, Yemen'e, Çanakkale'ye, Balkanlar'a, Rusya'ya karşı uğurlanmıştır. Biççimez'de de, Sedirler’de de, Uluırmak'ta da; köylerde, kazalarda da bu böyle olmuştur.
           
            "Davullar çalınır, düğün mü sandın
            Al-yeşil bayrağı gelin mi sandın
            Yemen'e gideni gelir mi sandın..."
           
            "Cihan Savaşı"nda olsun, Kurtuluş Savaşı'nda olsun, mahallelerde cenaze kaldırmak için bile erkek kalmamış; mahalle hocaları, ilk mektep çocukları ile cenaze kaldırmıştır.
                       
                        ATLAR TÜRKÜSÜ

            Gır at da dir ki, ben atların başıyım
            Ağalar elinde gezer taviz guşuyum
            Issız viranede can gurtaran kişiyim
                       
                        Topların sesini duyduktan giri
                        Üzengi böğrüme değdikten giri
           
            Yağız at da dir ki, bağlaman beni guruya
            Üstüme binen yiğidi Allah goruya
            Gidersem ileri dönmem geriye
            Bir kere başımı goduktan giri
                       
                        Topların sesini duyduktan giri
                        Üzengi böğrüme değdikten giri
           
            Dorat da dir ki, ben donumu satarım
            Üstüme binen yiğidi alır atarım
            Başım dara gelirse Ezderhayı yakarım
                       
                        Topların sesini duyduktan giri
                        Üzengi böğrüme değdikten giri
           
            Al at da dir ki, nece olur halimiz
            Cinsimizden çatal olur dilimiz
            Girersek gavgaya çıkar ölümüz
                       
                        Topların sesini duyduktan giri
                        Üzengi böğrüme değdikten giri
           
            Gula at da dir ki, at goymadım goğuşta
            Ne onbaşıda ne de çavışta
            Ne düğünde, ne de bayramda
                       
                        Topların sesini duyduktan giri
                        Üzengi böğrüme değdikten giri
           
            Kötü gısırak da dir ki,
            Ağamı öldürür ganını içerim
            Yönüm samanlığa döndükten giri

            AÇIKLAMALAR: Derleme yılı: 1957, Eğri Bayat köyü doğumlu/Nafiye Hala adlı bir kadından... Başka bir kaynakta görmediğimiz, "enteresan" diye tanımlanan… Bir savaş türküsü olduğu belli... Ama atların savaştaki, günlük hayattaki özelliklerini konu alıyor...
"Enteresanlığı buradan kaynaklanıyor ".
            Türkler atlı bir ulus...At ile özdeşleşmiş bir ulus… Bu türkü, Türklerin atla ilgili deneyimlerini kapsamakta. Atların "donları", yani tüy renkleri, acaba taşıdıkları ırkın özelliklerini gerçekten yansıtıyor mu? Yansıtıyorsa da, yansıtmıyorsa da üstünde araştırmayı gerektirecek, bilimsel bulgular gerektirecek, bir takım kelimeler taşıyan bir türkü...
            KELİMELER: Gır at: Kır at/Taviz guşu: Tavus kuşu/İssiz: Issız/Yağız at: Siyah at/Guru: Kuru (burada kuru yemlerle beslenme anlamında)/Giri: Geri (sonra anlamında)/Dorat: Doruat, kahverengi tonlarında/Ezderha: Ejderha/Dir: Der/Gula at: Çok açık kahve, bej renkli at/Goymadım: Koymadım /Goğuş: Koğuş, kovalamak (burada yarış anlamında)/Gısırak: Kısrak.

AĞITLAR

            Aşağıda verdiğimiz bir tutam örnekte de göreceksiniz; Konya Karatay türkülerinin çoğu "ağıt" tır. Korkunç sosyal yıkımlar, kıtlıklar, cinayetler, ayrılıklar, Konya'nın 800 yıllık kent yaşamında büyük yer tutar. Anonim halk vicdanı, anonim halk gönlü, kendisini derinden etkileyen, canevinden yaralayan her olay için ağıt yakmıştır.
            Bozkırların ortasında bir vahaya benzeyen şehir yüzyıllar boyu derin yalnızlığını yaşamış; çaresizlikten çareyi ağıt yakmakta bulmuştur.
            Konya türkülerinin ağıt türü, aslında bir gönül çığlığıdır.
            Konya türküleri içinde şen/şakrak türkülerin azlığının, aşk türkülerinin azlığının elbette bir sebebi vardır. Konya siyasi, ekonomik, sosyal tarihi üstünde; 800 yıllık bir zaman tüneli kapsamında araştırmalar yapıldığı takdirde, elbette bunun sebepleri ortaya çıkacaktır.
            Her Konya ağıdından bir öykü, bir roman çıkarmak mümkün; derinliğine bir kazı yapıldığı takdirde...
            Bu ağıtlarının çoğunun, maalesef bestesi yok elimizde. Nasıl çağırıldığını bilmiyoruz.
            Yokluğun, çaresizliğin kol gezdiği dönemlerde halkın her şeyinin hor görüldüğü zamanlarda kimsenin umurunda olmamıştır; Konya türkülerini, ağıtlarını notaya almak...
            Derlenen Konya türküleri de devede kulak. Konya mezarlıklarına taşınan her insanla, kültürümüzün özgün ürünlerinden onlarca türkü de bilenle birlikte toprağa gömülmüştür.
            Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki yıllarda, idealist Konya aydınları, Konyalının asli varlığı olan türkülerin değerinin farkına varmışlardır. Bir arkeolojik kurtarma kazısında olduğu gibi, ne kurtarılırsa, ne yazıya geçirilirse o kâr sayılmıştır.

AĞLAMA ANNEM TÜRKÜSÜ

            Hikâyesi: Konya’nın Karaarslan köyünde bir eve, iki kardeş çifte gelin giderler. Kardeş gelinlerden biri, gelin arabasından iner inmez hastalanır. Birkaç saat “dişini sıkar” acılara dayanmaya çalışır. Gerdek saati gelir, daha yengeler çıkmadan, güveği ile yalnız kalmadan ölür. Türkü gelinin ağzından söylenir. 1957 yılında, elli yaşlarında bir kadından, Konya’da derlenmiştir.

            Çıkamadım yüğsek merdiven başı
            Gayet garaydı gözüynen gaşı
            Sel oldu akıyor gözümün yaşı

                          Ağla annem ağla göremem gayri
                          Gaybittin yavrunu bulamam gayri
       
            Gelin doslar gelin, çetnevir düzün
            Üş güne varmadan gözümü süzün
            Girdeğe giremedim, bakire gızım
        
                         Ağla annem ağla göremem gayri
                         Gaybittin yavrını bulamam gayri

            Sıra sıra söğütlerin söküldü
            Üç gün evvel gözüm nörü döküldü
            Annemin babamın beli büküldü

                          Ağla annem ağla göremem gayri
                          Gaybittim yârimi bulamam gayri

            Gelin doslar gelin, gınamı yakın
            Üş güne varmadan ölüme bakın

                          Ağla annem ağla göremem gayri
                          Gaybittim yârimi bulamam gayri

            KELİMELER: Yüğsek: Yüksek/Garaydı: Kara idi/Gaybittin: Kayıp ettin/Dostlar: Dostlar/Çetnevir: Kuruyemiş/Çetnevir düzmek: Çok çeşitten oluşan çetnevir hazırlamak/Üş gün: Üç gün/Gözümün nörü: Gözümün nuru/Bulaman: Bulamazsın/Yavrını: Yavrunu/Göz süzme: Ölünün gözlerini kapama işi/Girdek: Gerdek.




* Bu kısım Mehmet K. GÜNDOĞDU tarafından hazırlanmıştır.

* Bu kısım Ali IŞIK tarafından hazırlanmıştır.
[1] Mesela vaktiyle Araplar-Mescitbaşı’nda oturan merhum kayınpederim ve sokak komşuları sabah namazında cemaati kaçıranlara “çebiç asma cezası” ihdas edip, uygulamışlar.
* Bu kısım H. Saadet BEDÜK-Mücella ÖZKAN tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Mustafa DURDU tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Seyit KÜÇÜKBEZİRCİ tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Seyit KÜÇÜKBEZİRCİ tarafından hazırlanmıştır.
                Dede Korkut'un "Bamsı Beyrek" hikâyesinin 53 yıl önce derlenen Konya varyantı Dede Korkut'un "Bamsi Beyrek Hikâyesi"; "Beğ Börek Meteli" olarak, Karatay, Araplar'da,  "Evlerucu"nda, "Yanıkses Sokağı"nda, 1957 yılında Halit Ağa (Halit Can) tarafından Seyit Küçükbezirci'ye anlatıldı.
                Elektriksiz ve ışıksız Araplar'da, çıra ışığında, 15 yaşındaki Seyit Küçükbezirci tarafından, bir kış gecesi boyunca yazıya geçirildi. 1958 tarihinde de, Özdemokrat Konya Gazetesi içinde verilen "Konya Folkloru Tefrikası"nda ilk kez yayınlandı. Aşağıda 53 yıl önce Halit Can'ın "Konya ağzı”ndaki anlatısını, tıpkı tıpkısına sunulacaktır.
                Çok kısa olarak "Dede Korkut Hikâyeleri"nin anlatıcısı olan Dede Korkut hakkında şu bilgileri özetle verelim: "Oğuzlar" da Dede Korkut, "veli bir kişi" olarak kabul edilir; "keramet sahibi" olduğuna inanılır; Oğuzlar önemli meselelerini ona sorarlar. Oğuzname'de Oğuz Han'a vezirlik yaptığı belirtilir.
                Türkistan'ın Aral Gölü bölgesinde Sir Derya Nehri’nin Aral Gölü'ne döküldüğü yerde IX ila XI.  yüzyıllarda, yani bin yıl önce doğan, Türk hakanlarına danışmanlık yapan Dede Korkut'un "Bamsi Beyrek Hikâyesi"; bin yıl kıtadan kıtaya dolaşa dolaşa Konya’ya da gelir. "Bamsi Beyrek" Konya'da, "Beğ Börek" olarak, kadim zamanlardan beri anlatılır.
                Dede Korkut anlatılarına "Dede Korkut Hikâyeleri"de denilir; "Dede Korkut Masalları"da denilir. Konya'da ise "Dede Korkut Metelleri" adını alır.
                Burada, Konya Karatay’ın "Kara Takım Halkı"nın verdiği adla yani, "Bamsı Beyrek Konya Varyantını", "Beğbirya Meteli" olarak sunulmasını daha halkça olduğu kanaatindeyiz.


* Bu kısım Seyit KÜÇÜKBEZİRCİ tarafından hazırlanmıştır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar