KARATAY FOLKLORU
KARATAY FOLKLORU
I-
DÜĞÜNLER
DÜNDEN
BUGÜNE KARATAY DÜĞÜNLERİ*
Türkiye sınırları içinde, evlenme ve
sünnet törenlerinin eğlenceye ve ikrama dönüştürülmesine
düğün denilir. Düğün sözcüğü; düğmek yani bağlamak kökünden
gelmektedir. Düğün; Çağatay ve Uygur dillerinde de düğüm anlamındadır.
Evliliğin de ortak bir bağ olduğu düşünüldüğünde; düğün sözcüğünde düğüm,
düğümlemek, bağlamak anlamları öne çıkmaktadır.
Karatay ilçesi Konya’nın en eski mahallelerini
oluşturduğundan ayrıca geçmişten günümüze eski ve pek çok yerli Konyalı bu
mahallelerde yaşadığından dolayı halk; şehir merkezi kültürüyle beslenmiş, ufak
tefek farklılıklar dışında şehir merkezi kültürüyle uyumlu yaşamıştır. Ancak
yanlış olarak Abdal Mahallesi olarak bilinen Çimenlik halkının kültür ve
toplumsal yaşamda çok fazla farklılık göstermesi ne kadar olağan kabul
ediliyorsa, son yıllarda doğu illerimizden göç ederek gelen ve artık
kendilerini Konyalı sayan insanların da kültürel ve toplumsal yaşamda
farklılıklarının olması olağandır. Şimdilerde yerli Konyalı bulmak ve
geleneklere bağlı aileler bulmak çok zor. Çünkü bir sanayi ve ucuzluk kenti
olmasından dolayı Konya ili dışarıdan çok göç almıştır. 1960-1990 yılları
arasında Karatay ilçesi de bu göçler sonucu doğuluların yoğun olarak toplandığı
ilçelerimizden biri oldu. 1950 sonrasında yakın ova köylerinden ve uzak dağ
köylerinden göçüp gelen aileler de Karatay ilçesi halkına karışmışlardır.
Selçuklulardan günümüze otantikliğini koruya gelmiş Konya kültürü içinde;
Karatay ilçesinin kültür ve toplumsal yaşam araştırmaları çok önemlidir. Bu bakımdan geleneksel şehir içi merkez
düğünleriyle Karatay’ın geleneksel ve otantik düğünleri birbirleriyle
uyumludur.
Türkiye’nin her yerinde düğün denilince iki düğün akla
gelir. Birisi evlilik öncesi yapılan düğün, ikincisi de sünnet düğünü. Her iki
düğünün de geleneksel kuralları ve geleneğe bağlı aşamaları vardır.
EVLİLİĞE HAZIRLIK
VE GELENEKSEL KARATAY DÜĞÜNLERİ
Yerleşmiş Karatay geleneklerine göre evlenme çağına
gelmiş genç erkek; evlenme çağının geldiğini ailesine belli etmek için bazı
şifreler verir. Örneğin; babasının ayakkabılarını eşiğe çakar, kapı önündeki
ayakkabıların hepsini ters çevirir, yastığa ve yorgana sarılarak yatar, evde
pilav yenilirken pilavın ortasına kaşık saplayıp sofradan kalkar.
Çok yakın bir zamana kadar “beşik kertmesi” diye bilinen kötü bir uygulama vardı. Birbirlerine
yakın olan iki ailenin birbirlerine yakın zamanlarda bir oğlan ve bir kız
çocuğu doğmuşsa iki aile anlaşıp beşik kertmesi yaparlardı. Her iki çocuğun da
beşikleri bıçakla kertilir ve çocuklar büyüyünce birbirleriyle evlendirilirdi.
Oğlanın ve kızın hiç söz hakkı olmadan yapılan bu evlilik kutsal kabul edilip
asla geriye dönüş olmazdı.
Beşik kertmesi gibi bir durum söz konusu değilse, ya da
evlilik için aileye önceden verilmiş bir vaat yoksa oğullarının evlenmek
istediğini anlayan aile büyükleri oğlanın “ağzını
arayarak” bir sevdiğinin ya da gözünden geçen bir kızın olup olmadığını
sorarlar. Bu ağız aramayı öncelikle anneler yapar. Böyle bir kız varsa onun
üzerinde durulur, yoksa anne, baba ya da aile büyükleri öneride bulunabilirler.
Oğlanın önerilen kıza gönlü yoksa anne yakın akrabaları ile birlikte
kendilerine uygun bir kız aramak için mahalleleri dolaşmaya başlarlar. Kimi
zaman tanıdıklar aracılığı ile kimi zaman soruşturma yolu ile evlenecek kızı
olan aileler teker-teker dolaşılır. Bu işe Konya’da “kıza bakma” denilir.
Ziyaret edilen evin kızı süslenerek gelen konukların ellerini
öper. Bu arada kıza bakmaya gelen kadınlar ev sahibine fark ettirmeden evin
düzenini, temizliğini falan kontrol ederler. Öpüp kucaklamak bahanesiyle; kızın
ağzının kokup kokmadığı, dişleri, ağzı, yüzü daha yakından incelenir. Kıza
bakanlar kızın fiziğini, davranışlarını, konuşmasını kendilerince
değerlendirirler. Kahve, şeker ve kolonya ikramından sonra biraz sohbet
edilerek izin istenilip kalkılır. Kıza bakanlar kendilerince uygun görürlerse
kendi aralarında bir değerlendirme yaparlar. Uygun görülmezse başka kız evleri
ziyaret edilir. Uygun kız bulununcaya kadar bu ziyaretler sürer. Bu ziyaretlere
aracı olan ya da bir tanıdığının kızına aracılık yapanlara “dünür başı” denilir. Akşam evin erkeği ve aile büyükleri ile
istişareler yapılır. Uygun bulunan bir aileyle dünürlükte ve o evin kızını
gelin almakta fikir birliği edebilmek için aile ile ilgili soruşturmalar
yapılır. Sonuç olumlu ise oğlan tarafı kızın bulunduğu eve giderek dünür olmak
istediklerini söyler. Kız tarafı da olumlu bulursa “Babasıyla bir konuşalım” diyerek olumlu olduklarını bildirir. Kızın
aile büyükleri toplanıp, tartışıp kendi aralarında bir sonuca varırlar. Gelin
ve damat adayları daha önce birbirlerini görmemişlerse birbirlerine gösterilir.
Sonuç olumlu olursa oğlan tarafına “Erkek
dünürcüleriniz gelsin” denilir. Olumsuz olursa “Kısmetinizi başka kapıda arayın” denilerek oğlan evinin uygun
bulunmadığı belli edilir.
Belirlenen günün akşamı oğlan tarafı aile büyükleri ya da
yakınları ile birlikte kız evine giderler. Giderken çikolata ve çiçek götürme
adedi eskiden yoktu. Kız evinin aile büyükleri ve yakınları dünürcüleri buyur
ederler. Kız önce hoş geldiniz amaçlı el öper. Sonra kahve tutar. Dünürcüler
arasında damat adayı da bulunuyorsa kız tarafı gençlerinin şakası olarak;
kahvesine tuz, biber gibi şeyler katılıp damat adayının zorla da olsa içmesi
sağlanır. Ancak eskiden damat adayı kız istemeye götürülmezdi. Kahveler içilip
Hal hatır sorulduktan sonra, oğlan tarafının aile büyüklerinden biri ”Ziyaret sebebimiz Allah’ın emri, peygamberin
kavli ile kızınıza oğlumuz için dünürüz” diyerek dünürcü olup, kızı ister.
Kız tarafının aile büyüğü “Kısmetse,
hayırlı ise olsun” ya da “Kızımıza da
bir soralım” gibi sözler ederek bu evlenmeyi uygun bulduklarını belli eder.
Eğer kızın aile büyükleri uygun bulurlarsa dünürcülüğü onaylarlar. Bu işe “kız bitirmek”, “söz kesmek”, “ara kesme”
gibi adlar verilir. Bu arada kıza
verilecek mihr konuşulur, gerekli görülürse bir mihr senedi yapılır. Mahalle
imamı çağrılıp dua yapıldıktan sonra; eskiden soğuk şerbet ya da ağız tadı
denilen şerbet, lokum ve bisküvi ikram edilirdi. Kız tarafı biraz nazlanacaksa
ya da kızlarının fikrini soracaklarsa veya oğlan tarafı hakkında bir soruşturma
yapacaklarsa ileriki günlerde oğlan tarafı yeniden kız evine gelebilir. Dünürcüler
aynı kız için dünürcülük yapıp da kız verilmezse artık o aileye bir daha dünür
gitmek ayıp sayılır. Eskiden kız evinin, kız istemek için ilk kez gelen
dünürcülere “evet” demeleri de ayıp
sayıldığından “kız evi naz evi” diye düşünülerek bir bahane ile dünürcülerin
yeniden gelmeleri istenirdi. Eskiden kız evinin, dünürcülüğe gelenleri
onaylamaması halinde dünürcülerin ayakkabıları ters çevrilir ya da rastgele
kapı önüne atılırdı. Bu işi de genellikle ailenin küçük bireylerine
yaptırırlardı.
Bütün bu aşamalar olumlu olarak sonuçlanmışsa her iki
ailenin yakınlarının, akrabalarının ve tanıdık ailelerin bir araya gelmeleriyle
kız evinde “büyük şerbet” içilir.
Şerbet; kırmızı şekerin su içinde ezilmesiyle ve içine gül suyu eklenmesiyle
hazırlanan özel bir şuruptur. Şerbetin yanında lokum bisküvi ikram edilir.
Şimdilerde şerbet yerine hazır meyve suları ve pasta ikram edilmektedir. Oğlan
tarafına şerbet iki kere ikram edilir. Oğlan tarafından olanlar ikinci
şerbetten sonra hizmet eden gençlere bahşiş verirler. Erkekler kendi aralarında
sohbet ederlerken, kadınlar ayrı bir yerde eğlence yapabilirler. Şerbet
içildikten sonra hoca bir dua yapar. Ayrıca bir nişan töreni yapılmayacaksa
gençlerin söz yüzükleri de bir aile büyüğü tarafından takılır. Düğün günü kararlaştırılır.
Eskiden Konya ve çevresinde iki bayram arası ve boş ay da denilen zilkade
ayında kesinlikle düğün yapılmazdı. Bu zamanlarda yapılan düğünlerin mutlaka
kötülük ve felaket getireceğine inanılırdı. Söz kesildikten sonra her iki taraf
da birbirlerine “yoklama” denilen
dürü gönderirler. Dürüyü götüren hamal ya da arabacıya ve dürüyü götüren
kadınlara havlu, “çember” gibi
hediyeler verilir.
Söz kesilmesinden sonra araya kurban bayramı girerse
oğlan evi gösterişli bir koçu süsleyip, kınalayarak kız evine götürür. Oğlan
evi varlıklıysa kız evine kurbanın yanında dürü de götürülebilir. Bu dürüye “ağırlık” denilir.
Düğün hazırlıklarının aşamalarından biri olan nişan için
oğlan evi tarafından geline nişan elbisesi, terlik, ayakkabı, saat, küpe
alınır. Nişan töreni evde yakın akrabalar arasında yapılabildiği gibi salon
tutularak da yapılabilir. Eskiden, 1950-1980 yılları arasında varlıklı aileler
kadınlar için salonda yapılan nişan eğlencelerine Romen kadın çalgıcılar
getirirlerdi. Bu çalgıcı ve oyuncu Romenlere minnoş denirdi. Bu Romenlerin en
ünlüleri Asene ve minnoşlarıydı. Çok eski yıllarda Ermeni asıllı Topal Nazar
perde arkasında çalgı çalarak kadınları eğlendirirdi. Âşık Şemi’nin torunu
Emine Hanım, Seydişehirli Saliha Abla, Nigârî, Gülizar Hanım, ”Dellalın karısı Hediye” Konya
kadınlarının düğün ve her türlü çalgılı eğlencelerinde mutlaka bulunurlardı.
Daha sonraları Ahmet Özdemir kadınların salon nişanlarının baş tacı müzisyeni
oldu. Bu eğlenceler evlerde, bahçelerde yapılabildiği gibi; başta Manav Düğün
Salonu olmak üzere, Balıkçı Düğün Salonu, okulların müsamere salonları, Alâeddin
Tepesindeki Alâeddin Keykubat binası gibi yerlerde yapılırdı. Nişanda kadınlar
kendi aralarında eğlenirler. Yüzük takılmamışsa gençlerin yüzüğü nişanda
takılır. Yakın akrabalar tarafından getirilen hediyeler davetlilere
gösterilerek anons edilir. Konuklara lokum bisküvi ya da meyve suyu ve pasta
ikram edilir.
Eğer nişan töreni “hocalı”
yapılacaksa; “hoca hanım” denilen
ilahici kadınlar ve defçi kızlar çağrılırdı. Bu ilahicilerin arasında
zamanında; Kör Ayışdudu, Kör Kadiriye, Zeliha Hoca gibi çok ünlü olanları da
vardı.
Eskiden bazı varlıklı aileler düğün gününden iki hafta
öncesinde “tas açmalı” ya da “taç açmalı” denilen baklava börekli ve
yemekli düğünler yaparlardı. Bu düğünde hediyeler daha ağır olur ve herkes
davet edilmezdi. Mutlaka çalgılı olan bu düğünlerde yemeğini yiyen davetli kapı
arkasında bulunan geniş bir tasa hediyelerini bırakıp gittikleri için böyle
düğünlere tas açmalı düğün denilirdi.
Kararlaştırılan uygun bir zamanda kız
evi “çetnevir” hazırlar. Çetnevir:
eğlencelik türünden yiyecek ve kuru yemişlerdir. Büyük bir tepsiye her türden
yiyecek konularak tepsi süslenir ve oğlan evine gönderilir. Damat adayı genç
arkadaşlarını, genç akraba ve komşularını davet eder. Gençler akşam yemeğinden
sonra belirlenen bir yerde toplanıp kendi aralarında eğlenirler, oyunlar
çıkarırlar. Çalgıcı olarak genellikle Çimenlik Mahallesinin ya da Muhacir
Pazarının Kıpti ve Çingene müzisyenleri tutulur. Konya baranlarının çalgı
çalanları ya da Bozkır ekibi de getirtilebilir. Ya da kaset çalarak veya çalgı
çalmasını bilen arkadaşlar aracılığı ile de eğlenebilirler. Gece yarısı
olduğunda kız evinden gelen çetnevir tepsisine hedik denilen haşlanmış buğday
konularak konuklara ikram edilir. “Yeme
içme serbest cebe koymak yok” gibi şakalar yapılarak çetnevir yenilir.
Çetnevir yiyecekleri mevsime göre değişebilirse de genel olarak; mevsim
meyveleri, fındık, fıstık, çam fıstığı, günâşık (ayçiçeği, çitlek), kuru üzüm,
kabak çekirdeği, şeker, çikolata, şeker leblebi, sarı leblebi, beyaz leblebi,
hedik denilen haşlanmış buğdaydan oluşur. Eskiden “zavrak” denilen şerbet sürahileri de çetnevir sinisine konulurdu.
Ayrıca, renkli kâğıtlar arasına sarılmış sigaralar da bu sinide bulunur. Hediğin
içine saklanan yüzüğü kim bulursa damada yüzüğü o takar. Ama bu iş genellikle
sağdıç tarafından yapılır. Bazı şakacılar yanlarında oturanların ceplerine
gizlice kuru yemiş kabukları, sigara izmaritleri falan koyarak şakalar
yaparlar. Bazen şakadan cepler aranır ve gizlice konulmuş yemiş kabukları falan
ortaya çıkar.
Çetnevir sinisi kaldırıldıktan sonra
eğlencelere devam edilir. İçki ikram edilecekse gece yarısından sonra ikram
edilir. İçki içmeyenler isterlerse kalkıp giderler, isterlerse kalabilirler.
Çetnevir eğlencelerinin en eğlenceli
kısmı gençlerin organize ederek oynadıkları halk arasında “oyun çıkarma” olarak bilinen komik oyunlardır. Bu oyunlar
sayılamayacak kadar çoktur. Üstelik her yeni çetnevir eğlencesinde yeni oyunlar
çıkarılmaktadır.
Çetnevir
Eğlencelerinde Oyun Çıkarma Örnekleri:
Birinci örnek: İki tencere getirilir.
Tencerenin birinin tabanı gizlice isle sıvanmıştır. Oyun çıkaran kişi
konuklardan birini karşısına alır. Tabanı isli tencere karşıdaki kişiye
verilir. Oyun çıkarıcı: “Ben ne yaparsam,
sen de aynısını yapacaksın” der. Tencereler alınıp isli tabanı karşıya
gelecek şekilde tutulur. Oyun çıkarıcı ellerini tencere tabanına sürer sonra
ellerini yüzüne gözüne sürer. Karşıdaki kişi de aynı hareketleri yapar, ama
yüzünün gözünün islendiğinden haberi yoktur. Oyun, karşıdaki kişinin yüzü gözü
iyice isleninceye kadar sürer. En son yüzü gözü islenen kişiye ayna tutularak
isli yüzü gösterilir.
İkinci örnek: Oyun çıkarıcı bir bardağa
su doldurup, konuklara tek- tek sorar: “Bardağın
üstünde ne var, altında ne var?” Her konuk yanıtını oyun çıkarıcının
kulağına fısıldar. Bilenler ayrılır, bilmeyenlere komik cezalar verilir.
Sorunun doğru yanıtı: “Üstü bismillah,
altı elhamdülillah”tır.
Üçüncü örnek: Oyun çıkarıcı herkesi
namazda secde edercesine ve gözlerini kapattırarak başlarını yere koydurur. “Ben seslenmeden gözünüzü açmayın. Herkes
aramızda kaz var diye bağırsın” der. Herkes gözü kapalı olarak başını yere
koyar ve bağırmaya başlar. Bazıları gözlerini açarak doğrulur ama bağırmayı
sürdürürler. Gözlerini açmayanlar ise bağırarak uzun süre öylece kalırlar.
Dolayısıyla kaz yerine konulanlarla eğlenilmiş olur.
Dördüncü örnek: Oyun çıkarıcı, konuklar
arasından bir gönüllü çağırır. Kendisi üfürükçü kılığına girer. Başının üstüne
içi su dolu bir tas bağlar. Başın üzeri tas görünmeyecek şekilde örtülür.
Gönüllü, hasta rolü oynar ve “Ağrım
tuttu” diyerek kıvranmaya başlar. “Şuraya
yat da seni okutalım” diyerek, hasta rolü oynayan gönüllüyü sırt üstü yere
yatırırlar. Üfürükçü rolünü üstlenen kişi gelir, okur ve üfler. Tam ayağa
kalkıp gideceğinde başını eğerek tastaki suyu, yerde yatanın üzerine boşaltır.
Yerde yatan sırılsıklam ıslanmış genç ne olduğunu anlamaya çalışırken, konuklar
makaraları koyuverirler.
Her
iki taraf da düğün için eksiklerini tamamlamaya; alınacakları alıp,
hazırlanacakları hazırlamaya başlarlar.
İki aile ve yakınları birleşerek; eşya, giyecek ve diğer ihtiyaçları
aldıktan sonra takı altınları da alınıp hazırlanır. Kız tarafının çeyizinde eksiklikler
varsa kızın arkadaşlarına verilip yaptırılır. Dantel örtü, oya gibi elişlerini
kızın arkadaşları tarafından hazırlanıp bitirilmesi için yapılan bu
yardımlaşmaya “ümmeci” denilir.
Oğlan
evi, içinde gelin için alınan giysiler ve dürüler olan gelin sandığını akraba
ve komşu kadınlarla birlikte kız evine götürür. Buna “sandık götürme” denilir. Arabacıya bir havlu ve bahşiş verilir.
Sandığı götüren kadınlara da birer hediye hazırlanır. Bu işler bittikten sonra;
kız, arkadaşlarını çağırır ve oğlan evinin gönderdiği yorganlar kaplanır,
eğlenilir ve çetnevir yenilir. Bu işe “yorgan
kaplama” denilir.
Daha
sonra kadınlar topluca gelin hamamına giderler. Kadınlar ve kızlar hem banyo
yaparlar hem de kendi aralarında eğlenirler. Evlenecek oğlu olan anneler için
gelin hamamı bulunmaz bir fırsattır. Böyle anneler genç kızları daha ayrıntılı
inceleme olanağı bulmuş olurlar. Gelinin saçına “sırma tel örülür.” Tef çalarak göbek taşı çevresinde kaynana,
görümce, elti gibi damat yakınları gelin adayı ile birlikte el ele tutuşarak
dönerler. Kaynana gelin adayının başına darı saçar. Kızlar bu darıyı toplayarak
“şans getirmesi” için yanlarına
alırlar. Kaynana gelir durumuna göre bozuk para, küçük altın gibi saçılar da
saçabilir. Saçılan bu saçılar gelin adayının olur. Eskiden gelin hamamı
düğünden bir gün önce yapılırdı. Şimdilerde gelin hamamı geleneği tamamıyla
unutulmuştur. Uygun bir zamanda kız evinden çeyizleri ve eşyaları alınarak kız
evinin yakınlarıyla birlikte oğlan evine gidilir. Oğlan evi de yakınlarını
çağırır. Gelinin odası düzenlenir, döşenir, duvarlara çeyizler çakılır. Gelin
ayrı bir eve gelecekse ev baştan aşağıya döşenir. Bu işlere “çeyiz çakma” ya da “çeyiz serme” denilir.
Artık
düğünün son aşamasına gelinmiştir. “Pusulalar
yazılır”, davetiyeler bastırılır ve davetçi kabul edilen “okuyucular” eliyle dağıtılır. Konya ve
köylerinin eski bir geleneği olarak davet edilenlerden yakın akraba olanlara “okuntu” denilen başörtü, oyalı çember,
havlu gibi hediyeler davetiyelerle birlikte verilir. Düğüne davet edilmeye de “okunmak” denilir.
Dini
nikâh kız evinde bir hoca tarafından kıyılır. Eskiden dini nikâh yapılırken kız
orada bulunmazdı. Kızın yakını bir erkek tarafından vekilliği alınıp tanıklar
huzurunda dini nikâh yapılırdı. Hoca dini nikâh akdini yaparken çok yakın
akrabaların dışında bir kimse bulunmaz. Bunun nedeni düşmanlık besleyen
birisinin nikâh kıyılırken damada büyü yapacağından korkulmasıdır. Bu korkuyla
nikâh zamanı gizli tutulur. Yine bu korkudan dolayı orada bulunan herkesin
parmakları açık bir şekilde dizlerinin üzerinde ve görünür olmasına dikkat
edilir. Bütün bu korkuları önlemek için hoca bir mendili düğümler ve nikâh akdi
bitince çözer. Bundan sonra resmi nikâh;
ya nikâh salonunda davetlilerin katılımıyla yapılır ya da gelin damat ve iki
tanığın bir araya gelmesiyle de yapılabilir. Nikâhtan sonra gelinle damat önce
Mevlâna’yı ziyaret ederler sonra da Meram’a çay içmeye giderler.
Gelin
almadan bir gün önceki akşam kız evinde kına, oğlan evinde semah yapılır.
Kına gecesi evlerde, bahçelerde yapılır. Şimdilerde düğün
salonlarında da yapılmaktadır. Geleneksel kına eğlencesine çalgıcı getirilmez.
Kadınlar kendileri çalar kendileri oynarlar. Çalgı olarak cıngıldaklı tef,
darbuka ya da ya da bakır güğüm çalınır. Kızlar eğlencelik türünden oyunlar
çıkarıp, komiklikler yaparlar. Bazıları erkek, efe, Arap kılığına girerek
eğlenceyi canlandırırlar. Bulunulan mekânda bir havuz ya da kuyu varsa kızlar
gelinle birlikte el ele tutuşup havuzun ya da kuyunun çevresinde ellerine
mumlarla yedi kere dolanırlar. Buna “gelin
döndürme” denilir. Kaynana gelinin başına darı, arpa, buğday, küçük altın
ya da bozuk para saçar. Eskiden gelinin saçları tel sırma (gelin teli) ile
örülürdü. Kızın yakınları olan kızlar da masrafı damattan olmak üzere tel sırma
ile saçlarını örerlerdi. Şimdilerde bu gelenek unutulup bayan kuaförlerinde “saç yaptırılıyor”. Gelin telleri ve kaynananın
saçtığı darı, buğday, bozuk paralar genç kızlar tarafından alınıp “şans getirsin” diye saklanır. Bir tepsi
içinde karılmış kına getirilip gelinin ellerine ve ayaklarına sürülüp birer
bezle bağlanır. Kına yakılmadan önce gelin avuçlarını açmaz, kaynana gelir
durumuna göre bir bozuk para ya da bir altın sıkıştırır. Daha sonra bu altın ya
da bozuk para damat tarafından “bereket
getirmesi için” saklanır. Bundan dolayı eskiden damatlar bu para ya da
altını para keseleri içinde taşırlardı. Bundan sonra Gelinin arkadaşları ya da
kına yakmak isteyenler de ortadaki kınadan alıp yakınırlar. Bu işler yapılırken
“gelin okşama” işi başlar. Acıklı
maniler ve türküler söylenerek hem gelin hem annesi ağlatılır.
ESKİ VE YENİ KINA
MANİLERİNDEN KISA ÖRNEKLER
“Atladı çıktı eşiği
Elinde kaldı kaşığı
Kız evlerin
yakışığı
Kızım kınan kutlu
olsun
Evin tatlı olsun.
Balı pekmez
sanırdım
Gülü kokmaz
sanırdım
Pek sevdiğim anamı
Söze bakmaz
sanırdım.
Karşıda gördüm seni
Gül ile derdim seni
Gözüne inanmazken
Ellere verdin seni.
Bağa vardım
yaslandım
Yağmur yağdı
ıslandım
Ben babamın evinde
Şeker ile
beslendim.
Ak üzümün salkımı
Felek aldı aklımı
Anam beni büyüttün
Helal eyle hakkını.
Koyun gelir kuzu
ile
Ayağının tozu ile
Babam beni de verdi
İki düşman sözü
ile.
Kahve olduk
tavalarda kavrulduk
Harman olup
bahçemizde savrulduk
Eşli iken eşimizden
ayrıldık
A kardeşim ne
acıdır ayrılık.
Giysi yuduğum ak
taşlar
Meyve verdi ağaçlar
Gidiyorum
arkadaşlar
Gidiyorum a
kardaşlar.
Hani şu kızın anası
Evinde mumlar
yanası
Karıldı işte kınası
Kızım kınan kutlu
olsun
Vardığın ev tatlı
olsun.
Cila çaldığım
duvarlar
Giysi yuduğum
pınarlar
Seni her gün anarlar
Kızım kınan kutlu
olsun
Vardığın yer tatlı
olsun.
Yüksek- yüksek
tepelere ev kurmasınlar
Aşrı- aşrı
memlekete kız vermesinler
Annesinin bir
tanesini hor görmesinler
Hem annemi hem
babamı özledim.”
Eskiden oğlan evinin kadınları ellerinde meşalelerle kız
evine kına gecesine giderlerdi. Kız evi gelenleri kapıda karşılarlar ve ayrı
olarak bir odaya alınırlardı. Oğlan evi tarafına aşırı saygı gösterilir, bir
dedikleri iki edilmezdi. Her iki tarafında “bırakıntıları”
yani hediyeleri ayrı olur, sonuçta hepsi bir araya getirilerek kızın anasına
verilirdi.
Kız evinden bir delikanlı oğlan evine damat ve sağdıç
için kına götürerek bahşiş alır. Kızın arkadaşları kızla birlikte kalarak
sabaha kadar eğlenirler, komiklikler yaparlar.
Oğlan tarafı da yakınları, arkadaşları ve öğürleriyle uygun
bir yerde toplanarak semah yaparlar. Çetnevir ve semaha kız evinden kimse
çağrılmaz. Semaha çalgıcı getirilebilir ya da gençler kendi aralarında
eğlenebilirler. Eskiden Sille’den getirilen çalgıcılar daha sonraları Muhacir
Pazarı, Ölü benledi ve Çimenlik Mahallelerinden getirilirdi. Semah gecesinde
oyuncu kadın da bulunabilir. Gece yarısı olunca içki ve mezeler ikram edilir.
Damat ve sağdıca da kına yakıldıktan sonra isteyen eğlenceye devam eder isteyen
kalkıp gider.
Eğer düğün günü “pilav
dökülecekse”; akşamdan hazırlıklar tamamlanır. Dışarıdan gelen konukları
evlerinde ağırlayacak olanlar ve yakın akrabalar için akşamdan sonra etli Konya
tiridi yedirilir. Komşuların konuk alıp evine götürmelerine “misafir kaldırma” denilir. Gece
yarısından sonra aşçı pilav ve diğer yemekleri hazırlamaya başlar. Düğün
yemekleri; yoğurt çorbası, etli pirinç pilavı, bamya çorbası, irmik helvası,
zerde ve hoşaftır. Sabah ezanı vaktinde bütün yemekler servise hazır halde
bekletilir. Sabah namazını kılıp camiden çıkanlar ve hoca, yemek yapılan yere
gelip hayır dualarla kazanların kapaklarını açarlar. İlk sofraya düğün
sahipleri ve cami cemaatiyle hoca oturup karınlarını doyururlar. Sabah düğün
evinin görülen bir yerine bayrak asılır. Davul zurnalı, bazen de diğer sazlarla
birlikte eğlenceler sürerken; hediyeleriyle birlikte gelen konuklar yemeklerini
yerler ve gelin almaya gitmek için ikindi sonrasını beklemeye başlarlar.
Eskiden düğün yemekleri evlerde veya bahçelerde “meydan sinisi” ya da “düğün sinisi” denilen yer sofralarında
yenilirdi. Bu siniler genellikle mahalle camisinde bulunur, ihtiyacı olan alıp
kullanarak yine camiye verirdi. Önce yere “sofra
altı” denilen geniş bir bez serilir, üzerine kasnak konulur onun da üzerine
sini yerleştirilirdi. On-on beş kişi bu sofranın kenarına dizilirler, sağ
ayaklarını dikip, sol ayaklarını altlarına alarak “asker biçimi” otururlar. Tahta kaşıklar sini üzerine içleri yere
bakar şekilde dizilir. Konukların her birine “gıvratma” ya da “peşkir”
denilen el dokuması bez verilir ve bu bezler sol diz üzerine serilir. Yoğurt
çorbasından sonra üzeri “bütün etli” pilav
gelir. Sonra bamya çorbası, irmik helvası, hoşaf, zerde sırası aksamadan
sofraya konulur. Eskiden ekmekler genellikle “tandır güdüğü” olurdu. Yemek yenildikten sonra her sofradan bilen
bir kişi dua ederek sofradan kalkılır. Yemek bitmeden ve dua yapılmadan
sofradan kalkmak son derece ayıplanır.
Eğer düğün salonda gece düğünü olacaksa; gelin, oğlan
tarafının yakınları ve davetliler tarafından alınıp düğün salonuna gidilir.
Akşamın ilk saatlerinde konuklar salonda toplanırlar. Gelin ve damat müzik
eşliğinde salona girerler ve dans ederler. Daha önce resmi nikâh yapılmamışsa,
nikâh memuru düğün salonunda nikâh akdini yapar. Çok katlı pasta törenle
kesildikten sonra konuklara da ikram edilir. Eğlencelerin sonunda “takı merasimi” de yapılıp, bir süre
daha eğlenilerek düğün biter.
Eskiden, 50-60 yıl öncelerinde salonlarda gece düğünü
yaparak, kadınların erkeklerle oynamaları son derece ayıp sayılırdı ve hiç de
hoş karşılanmazdı. Erkeklerin bile düğünlerde oynamaları çok ayıp ve hafiflik
sayıldığından ancak oyunculuğu meslek edinmiş erkekler oynayabilirlerdi. Bütün
düğün eğlencelerinde kadınlar kaşıkla, erkek oyuncular hem kaşık hem de “çalpara” denilen zillerle oynarlardı.
Salonlarda yapılan gece düğünleri; tanınmış çok varlıklı aileler, üst kademe
devlet hizmetinde bulunanlar, ya da dışarıdan göç etmiş olan sosyetik aileler
yaparlardı. Yerli Konyalıların, özellikle “garadakım”
ailelerin böyle bir geleneği yoktu. Bu düğünlerin yapıldığı salonlar: Şimdiki
Rampalı Çarşı karşı köşesinde bulunan Manav Düğün Salonu, Ordu Evi binası ve
bahçesi, Alâeddin Tepesindeki o zamanki adı Torans olan, daha sonra Tüccar
Kulübü olarak kullanılan bina, şimdiki
Kültür park içinde bulunan Dede Bahçesi, şimdiki Devlet Tiyatrosu ve yanındaki
Millet Bahçesi…
Düğün günü sabah erkenden damadın yakınları toplanıp
damadı tıraş ettirirler ve giydirirler. Damat giyindikten sonra bir aile büyüğü
ya da bir hoca tarafından okunup damadın ceketi de giydirilir. Damadı hoca
giydirmişse hocaya biraz bahşiş veya bir hediye verilir. Kız babasının kızına
aldığı süslü son elbiseye “çıkıntı
giysisi” denilirdi. Kız evinde gelinin gelinliği giydirilerek süslendikten
sonra babası ya da dedesi tarafından duayla kuşağı bağlanır. Eskiden baba ya da
dede kuşak bağlarken varlığına göre mal, mülk bağışlayabilirdi. Buna da “kuşak hakkı” derlerdi. Mutluluklar
dilendikten sonra aile bireyleri kızla vedalaşırlar.
Geline gelinlik olarak giydirilenler; çok eskiden başa
taç (taç bulunamazsa büyük bir tas) oturtulduktan sonra kırmızı bir entari ya
da çarşaf giydirilip, gelinin yüzü de duvak yerine geçen kırmızı ve yarı saydam
bir bez olan “gelin alı” ile
peçelenirdi. Eski Türklerde kırmızı rengin kutsallığı olduğundan ve “al ile gelip, sal ile gitsin” düşüncesinden
dolayı gelin baştan ayağa kırmızıya büründürürdü. Cumhuriyetle birlikte değişen
gelinlikler bu gününkilerden pek farklı değildi.
Gelin çıkarma Geleneği günümüze gelinceye kadar bazı
değişikliklere uğramıştır. Cumhuriyet öncesi Perşembe ve Cuma günü yapılan
düğünler, cumhuriyet sonrasında Pazar günleri yapılmaya başlandı. Ancak
günümüzde salon düğünü yapanların çoğalmasıyla bu geleneğe fazla
uyulmamaktadır. Çok eskiden Türkmen kökenli aileler gelini yeni evine yaya
olarak götürürlerdi. Çok eski zamanlarda oğlan evinde toplanan kadınlar topluca
kız evine giderler ve gelini yaya olarak alır gelirlerdi. Halen bu geleneği
sürdüren Konya köyleri vardır. Selçuklular zamanında gelin süslenmiş deveye
bindirilirdi. Osmanlıların ilk zamanlarında gelin çıkarma geleneği gelinin
süslenmiş atla götürülmesiyle değişime uğramıştır. Gelin süslenmiş bir at ya da
deveye bindirilir yularından oğlan babası, ağabeysisi dayısı ya da amcası gibi
iki- üç yakını tarafından tutulup çekilir. Bazı dağ köylerinde bu gelenek
sürmektedir. Osmanlıların son dönemlerinde ise gelin faytona bindirilmiştir.
Osmanlı döneminde ve cumhuriyet döneminim ilk
yıllarında varlıklı aileler gelin almaya atlı ciritçilerle ve seğmenlerle
giderlerdi. Silleli olan seğmenler, seğmen kıyafetleri giyerek kılıç kalkan,
harmandalı, zeybek gibi oyunlar oynarlardı. Atlı ciritçilerin fazla olması
oğlan evi için bir gurur kaynağı olurdu. Bu arada genç ciritçiler genç kızlara
görünme, beğenilme, imrenilme fırsatını da yakalamış olurlardı. Gelin alma
kafilesi bir başka kafileyle karşılaşırlarsa iki kafile birbirlerine üstünlük gösterisi
yaparlardı.
Eski geleneklere göre; gelin almaya giden kafilenin
içinde kız evinden kimse bulunmazdı. Eğer oğlan evinin kafilesine, bilmeyerek ya da bir başka nedenle kız
evinden katılan olursa; ona ağır şakalar yapılır, damlardan başına sıcak su dökülür,
mahalle halkı tarafından alay edilir, hakaret sayılabilecek hareketler bile
yapılabilirdi.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu güne kadar süregelen gelin
çıkarma geleneği hiç değişmemiştir. Gelin taksisi süslendikten sonra kiralık ve
özel taksilerle oğlan evi ve yakınlarıyla kız evine gidilir. Kaynata ya da onun
vekili olarak bir aile büyüğü kız evine girerek gelini vermelerini ister. Kız
evinin gençleri odanın kapısını kilitlediklerinden; kaynata ya da vekili ile
gençler arasında bahşiş için kısa bir pazarlık yapılır. Uygun bir bahşiş
verilerek kapı açtırılır ve gelin alınır. Kaynata ya da vekili, gelinin elinden
tutup birlikte dışarıya çıkarlar. Dışarıda kısa bir dua yapıldıktan sonra gelin
birkaç yakınıyla birlikte gelin arabasına biner. Kız evi bir aynanın üzerine su
döker. Üç çocuğun eline bir duvar aynası, bir “el ileğeni” ve içi su dolu bir “ıbrık”
verilir. Bu çocuklar ibriğin içindeki suyu azar- azar yola dökerek oğlan evine
varırlar, ellerindekileri kaynataya vererek bahşiş alırlar. Gelin ve kaynatanın arabalarının önü de sık-
sık kesilerek bahşiş istenir. Gelin yeni evine alkışlar arasında indirilir.
Gelinin inmek istemeyip kaynatadan bahşiş istemesi bir Konya geleneği değildir.
Doğu illerimizden Konya’ya uyarlanmış bir gelenektir. Kaynata varlıklıysa bir
koç yatırıp kurban eder ve gelini üzerinden geçirirler. Düğün evinin nazı geçen
yakınları da kurban kesip parasını fazlasıyla kaynatadan alırlar ve kurbanın
etini hep birlikte yerler.
Eskiden damat sağdıçla birlikte dama çıkar ve “saçı saçardı” sonraki yıllarda ve
günümüzde sağdıçla birlikte oğlan evinin kapısında gelinin gelmesini beklerler.
Kapıda bekleyen damat ve sağdıç bozuk para atarlar, çocuklar toplar. Eskiden
bereket gelsin düşüncesiyle mısır (darı), buğday, arpa atılırdı. Bunları
evlenme çağındaki kızlar toplayarak “kısmetimiz
çabuk gelsin” düşüncesiyle yastık içine dikerlerdi. Kaynana “düşman çatlatmak için” içi su dolu bir
testiyi yere vurarak kırar. Yeni gelin “koyun
gibi uysal olsun” düşüncesiyle evin eşiğine serilen koyun postuna bastırıldıktan
sonra “hamarat ve bereketli olsun”
dileğiyle bir oklava üzerinden geçirilir. Gelinle damat “yağlı ballı olup, iyi geçinsinler” denilerek gelin odasının kapısı
üstüne üzerine bal ve yağ sürülmüş bir ekmek parçası yapıştırılır. Eskiden
gelin yeni evine gelir gelmez kaynana ve kaynatanın önce ayaklarını sonra
ellerini öperdi. Damat gelinin koluna girerek odalarına girerler. Bu işe
Konya’da “koltuğa girme” denilir.
Damat gelinin duvağını açarak alnından öper, gelin şeker ikram eder ve biraz
sonra birlikte odadan çıkarlar. Orada bulunanların ellerini öptükten sonra
damat sağdıçla birlikte ortadan kaybolur. Akşama kadar eve gelmezler. Ev
bahçeliyse, kuyu ya da havuzu varsa halka olan oğlan evi yakınları gelinle
birlikte bu kuyu ya da havuzun çevresinde yedi kez dolaşırlar. Buna “gelin döndürmek” denilirdi. Bazı ova
köylerinde süregelen bu gelenek, şehir içinde uzun zamandır unutulmuştur. Gelin
bir iskemleye oturtulur, gelini görmeye gelen kadınlara gelinin getirdiği dürü
ve çeyizler gösterilir. Davetliler dağıldıktan sonra gelin “sağdıç karısıyla” birlikte gelinin odasına geçerler. Gürbüz ve
sağlıklı bir çocuk, genellikle erkek çocuğu; gelinin yatağı üzerine yatırılıp
yuvarlandırılır ki, gelinin çocukları da sağlıklı ve gürbüz olsun. Oğlan evinde kalan aile yakınlarıyla birlikte
akşam yemeği yenilir. Düğün pilavlı olmuşsa; pilavdan kalanlar yenilir.
Pilavsız bir düğünse, “aşçı takımı”
denilen üç beş sofralık yemek hazırlanır. Yemekten sonra erkekler topluca
camiye yatsı namazına giderler. Damat ile sağdıç da aynı camide namazlarını
kılarlar ve herkesten önce eve gelerek diğer erkeklerin gelmesini beklerler. Bu
arada evin dışına sokak kenarına birkaç tane meşale yakılır. Meşale gazyağı ile
külü karıştırılıp yakılmasıdır. Erkekler toplanınca dualar eşliğinde ve damadın
sırtına “nefesi açılsın” diye
yumruklar vurarak odaya katarlar. Buna “güvey
katma” denilir. Sağdıç hanımı odaya girerek gelinle damadı el ele
tutuşturur. Mutluluklar dileyerek dışarıya çıkar. Damat önceden aldığı bir
hediyeyi geline verir, gelin duvağını açar. Buna da “yüz görümlüğü” denilir. Damat iki rekât namaz kılar, daha önce kız
evinden gönderilmiş olan tavuk kızartması, çetnevir, çerez gibi yiyecekleri
gelinle damat birlikte yerler. Bu yiyeceklere “damat çerezi” denilir.
Sabah erkenden kalkılıp anne babanın varsa aile
büyüklerinin elleri öpülür. Geline yeniden gelinlik giydirilir. Öğleden sonra
kadınlar toplanarak gelin için bir eğlence daha düzenlerler. Bu eğlenceye “yüz açımı” denilir. Gelen kadınlar hem
eğlenirler hem de gelinin dürü ve çeyizlerine bakarlar. Düğün böylece sona
erer.
Birkaç gün sonra gelinle damat yakın akrabaların elleri
öpmeye giderler. El öpüldükten sonra geline bahşiş verilir. Bu bahşişe el
öpmelik denilir. Eğer aile yakınlarına dürü konulmuşsa her iki taraf da dürülerini
götürürler. Düğün sonrası iki taraf birbirlerini davet edip birlikte yemek
yenilir. Oğlan evinin yakınları da damat ve ailesini sırayla davet ederler. Bu
davetlere “düğün daveti” denilir.
Gelin kaynatayla ve eşiyle büyüklerinin yanında hiç
konuşmaz, zorunlu hallerde işaretle anlaşma yapılır. Gelin daima kapının yanına
oturur, lafa söze karışmaz, bir şey sorulursa işaretle karşılık verir. Sabah
olmadan kalkıp kaynana ve kaynatanın abdest suyunu hazırlayıp abdest aldırmak,
kahvaltıyı erkenden hazırlamak gibi işler eskiden gelinin en birinci görevidir.
Gelin çok zorunlu kalmadıkça ilk 40 gün dışarıya çıkmaz, ev dışında bir yere
gitmez. “kırk basması”ndan ya da “kırk karışması”ndan korkulduğu için “kırkı çıkmamış gelin”, aynı günlerde
gelin olan başka gelinlerle karşılaştırılmaz. Bilmeyerek ya da zorunlu olarak,
kırkı çıkmamış iki gelin bir araya gelirlerse; birbirlerini öperler,
birbirlerine iğne verirler.
Evlenme gününden yirmi gün sonra gelin hamama götürülüp “yarı kırk” ya da “kırk
bölme” denilen temizlik yaptırılır. Gelin aile yakınlarıyla birlikte
yıkanır. Büyükçe bir tasın içine altın, gümüş atılıp suyla doldurulduktan sonra
gelinin başına yirmi sefer dökülür.
Eskiden bir de hamamlarda çalışan ve kadınların getir
götür işleriyle ilgilenip, her türlü eğlencelerini düzenleyen “hamam ustaları” vardı. Bunlar
gelenekleri çok iyi bildiklerinden düğün ve eğlenceyle ilgili işler onlara
yaptırılırdı. Bu kadınlar genellikle Ölü benledi Mahallesinde otururlar ve
kızları da kadınların her türlü eğlencelerinde def çalar türkü söylerlerdi.
Düğünün kırkıncı gününde ise; gelin, aile yakınlarıyla
birlikte “kırk hamamına” götürülür.
Çarşamba günü davetli kadınlarla birlikte geline kına yakılır. Perşembe günü
ise kırk hamamı için kadınlar önlerinde oğlan tarafının hamam ustası olmak
üzere, iki tefçi kızla birlikte hamama giderler. Soyunup ipek peştemallere
bürünürler, hamamın ortasındaki havuzun çevresini üç kere dolanırlar. Gelin
özel yapılmış süslü bir oturağa oturtulur. Sonra başına kırk tas su dökülür. Bu
törenden sonra, kadınlar tefçi kızlar eşliğinde eğlenirler. Yıkanıp
temizlenirler. Gelenek olarak “kırkı
çıkmamış” bir başka gelinin orada bulunmaması gerekli olduğundan hamam
ustaları bu konuda titiz davranırlar ve böyle bir karşılaşma olmaması için
önlem alırlar.
Görülüyor ki; Konya’da “düğün kırk düğüm, çözmekle bitmez” denilen düğünler gerçekten
yorucu ama bir o kadar da zevklidir.
GELENEKSEL SÜNNET
DÜĞÜNLERİ
Sünnet olma çağına gelmiş olan çocuk velisi kimseden
habersiz çocuğunu sünnet ettirebildiği gibi yemek verebilir, düğün de
yapabilir. Hatta salon düğünü de yapabilir.
Geleneksel olarak, sünnet düğünleri genellikle yaz
aylarında yapılır. Önce çocuğun sünnet öncesi ve sonrası giyeceği giysiler ve
yatağı hazırlanır. Yemek verilecekse davetiyeler bastırılıp dağıtılır. Sünnet
gününden bir gün önce; çocuk, mahallenin diğer çocuklarıyla birlikte paytonla,
günümüzde taksilerle, şehir içinde gezdirilir. Önce Mevlâna Türbesi önünden
geçilir ya da ziyaret edilir sonra da Meram’a gidilir.
Ertesi günü çocuğun yakınlarından biri, çocuğu
sünnetçinin önünde tutarak kirvelik yapar. Çocuk sünnet yapıldıktan sonra
önceden süslenmiş yatağına yatırılır. Aşçı takımı yemek verilecekse yalnızca
orada bulunan aile yakınlarına yemek verilir. Salon düğünü yapılacaksa ertesi
günü çocuk salona götürülüp süslenmiş yatağına yatırılır. Ve isteğe göre düğün
yapılabilir. Salon düğünleri gece yapılabildiği gibi gündüz yalnız kadınlar
için de yapılabilir.
Yemekli sünnet düğünlerinde geleneksel düğün pilavı ve
yemekleri hazırlanır. Yemeğini yiyen davetli, sünnet çocuğuna hediyesini
verdikten sonra düğün evinden ayrılır.
İstenirse kadınlar arasında Mevlit okutturulabilir. İstenirse
semah benzeri içkili ya da içkisiz erkek eğlenceleri de yapılabilir.
KAYNAKÇA
Yazılı Kaynaklar:
A. Sefa Odabaşı, Geçmişten
Günümüze Konya Kültürü, Konya,1999.
Mehdi Halıcı, Konya
Sazı ve Türküleri, İstanbul, 1985.
Abdülkadir Erdoğan, “Konya’da Düğünler”, Konya Dergisi, VIII., s. 15.
Kaynak
Kişiler:
Fadimana Durucu, 1887 yılında Konya’nın Araplar
Mahallesinde doğmuştur, ev kadını, 1978 yılında öldü. Kendisiyle 1976 yılında
yaptığım bir konuşmam sırasında aldığım notlardan yararlanılmıştır.
Şerife Özdenkçiler, 1929 yılında Konya’nın Sedirler
Mahallesi’nde doğmuştur, 2002 yılında İzmir’e taşınmıştır, Osmanlıca okumayı
bilir, halen sağdır. 1999 yılında kendisiyle yaptığım bir röportajda
kaydettiğim ses kasetinden yararlanılmıştır.
Perihan Gündoğdu, 1962 Konya doğumludur. İlkokul mezunu
olup ev hanımıdır halen sağdır. Sözlü anlatım olarak yararlanılmıştır.
II-GELENEKSEL
KARATAY MUTFAK KÜLTÜRÜ*
Medenîleşme, diğer bir ifadeyle şehirlilik kültürünün
gelişmesi süreci, ocak çevresinde neşvünema bulan kültür ve medeniyetin gelişim
sürecine koşuttur. Bu itibarla yemek, salt insan hayatiyetini sağlayan sıradan
eylemler silsilesi değildir. Hazırlık safhasından sofraya konulmasına kadar
geçen evreler başlı başına birer kültür ve sanat seremonisidir.
Atalarımız bin yıl önce bu toprakları yurt tuttuğunda
on bin yıl öncesine dayalı kültürler katmanının da sahibi olmuşlardır. Yanı sıra
Konya, medeniyetleri buluşturan yolların kavşak noktasındadır. Yolu zorunlu
olarak buraya uğrayan bir medeniyet, ister İstemez yol hakkını bırakıp da
geçecektir. Konya, kültürünün, dolayısıyla Konya mutfağının zenginliği bundan
kaynaklanmaktadır.
Konya kültürünün önemli bir kolu olan mutfak, aynı
zamanda, bu kültürün eğitimini veren bir okuldur. Yuvayı yapan dişi kuşların,
ana dişi kuşlar tarafından çoğunlukla mutfakta eğitilmesi yanında; Konya’da
doğup, serpilip gelişen Mevleviliğin eğitim mekânı da mutfaktır. Mevlâna
Celaleddin Rumi’nin kendi ruhî tekâmülünü formüle ettiği ünlü: “Hamdım, piştim, yandım!” sözü de bir
yönüyle yemek metaforudur. Hâsılıkelâm, Konyalılar mutfakta eğitilmişlerin
eğitimine muhatap olmuş bahtiyarlardır.
Konya mutfağı, mimarisiyle, araç-gereçleriyle,
işledikleriyle, ürettikleriyle, kültür ve edebiyatıyla insanın beş duyusu
yanında gönlünü de gıdalandıran zenginlikler gözesidir. Bu yazımızda bu zengin
gözeden ağzınıza sadece ve sadece bir parmak bal çalacağız. Daha fazlasını arzulayanlar
Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak vermeliler: “Onu
(Konya’yı) yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lâzımdır.”
Geleneksel Karatay mutfak kültürünün zenginliklerine
geçmeden önce bir hususu vurgulamadan geçemeyeceğiz. Herkesin malumudur ki;
Konya şehrinin Karatay, Meram ve Selçuklu olarak üçe taksimi tamamen idari,
dolayısıyla suni bir bölünmedir. Zira bu bölünme temelde Konya kültürünü
yaşayan/yaşatmaya çalışan yeni ilçelilerin kültürü üzerinde herhangi
farklılaştırma oluşturamayacağı gibi, ileride de oluşturması muhal
görünmektedir. Bu itibarla yukarıdaki genel başlık altında Konya’nın,
Karatay’ımızda yaşanan/yaşatılan mutfak kültürü ve yemeklerini anlatmış
olacağız.
Mutfak, hem yemek pişirilen mekânın hem de yemekleri
hazırlama sanatının adıdır. Dolayısıyla mutfak iki farklı kültüre memba
olmuştur. Birincisi mekânın ve bu mekânda kullanılanların, ikincisi de bu
mekânda üretilenlerin hem varlık sebebi hem de sonucudur mutfak.
BİR MEKÂN OLARAK KARATAY MUTFAĞININ
ÖZELLİKLERİ
Türk evinde
olduğu gibi Karatay evinde de mutfak, evin konuk ağırlamaya ayrılmış bölümü
kadar önemlidir. Hatta mutfak, gerek sahibesinin gerekse de yetiştirdiği
kızlarının nitelik aynasıdır. Bundan dolayıdır ki, Karataylı görücüler kıza
bakarken ne yapıp edip evin mutfağını da görmeğe çalışırlar.
Geleneksel
Karatay evi, sokaktan yüksek bir hayat (avlu) duvarı ile ayrılmıştır. Hayatın
bir kenarında iki oda, bir mabeyinden oluşan ev ile diğer taraflarda evin
müştemilatı mutfak, örtme, tandır, ocak, ahır, samanlık, tuvalet, kiler, izbe
ve orta alanda kuyu, havuz, dut ve kayısı gibi ağaçlarla asma bulunmaktadır.
Geç dönemlerde inşa edilen iki katlı iç sofalı evlerin hayatında da aynı düzen
görülmektedir.
Mutfak yüksek
duvarlarla sokaktan ayrılmış olan hayatta yer alır. Mutfak mekânının burada
yapılış amaçları coğrafî etkenlerin yanı sıra, pişirilen yemek ve ekmeklerin
kokularının ev içine sinmemesi, isin, dumanın dışarıda kalması, hazırlanan
yiyeceklerin bozulmaması, hazırlama ve pişirme işlevinin tek mekânda çözülmesi olarak
sayılabilir. Karatay evindeki mutfakta istisnalar dışında yemek yenmez, içeriye
taşınarak ev içinde yenir.
Cumhuriyet ve
sonrasında yapılan evlerde mutfak evin iç kısmına taşınmıştır. Geleneksel
konutlarda ya mabeyin ya da odalardan biri sonradan mutfağa dönüştürülmüştür.
KARATAY MUTFAĞINDA OCAK
Mutfağın en
önemli öğesi olan ocak, “ateş yakmaya
yarayan, pişirme, ısıtma, ısınma vb. amaçlarla kullanılan yer” temel
anlamının yanında mecâzi olarak “ev,
aile, soy” anlamlarını da havidir. Onun tütmesi veya sönmesi, bir yurdun,
bir ailenin hayatiyetini sürdürmesi ya da yok olup gitmesi demektir. Bu sebeple
bir kişinin geleceğine yönelik en güzel hayır dua da, en elim ilenç de
onunladır: “Ocağın yeşeresice, ocağı tütesice…”
yahut da-Allah korusun- “Naha odu
ocağı batasıca, ocağı kör kalasıca, ocağı sönesice, ocaksız bucaksız kalasıca,
ocağına incir dikilesice…”
Karatay mutfağında ocak, mutfağın kapı ve penceresine
bakan duvarın ki bu duvar evi kuşatan duvardır- ortasında büyükçe kemerli bir
davlumbaz içinde ailenin birey sayısı ve gelir düzeyine göre iki veya üç gözlü
olarak yapılır. Bunlar yapılırken üzerlerine konulacak kazan, leğen ve
haranılar hesaplandığından boyutları farklı farklıdır. Kerpiç veya tuğladan inşa
edilen ocaklar samanlı toprak sıva ile sıvanmışlardır. Titiz Karataylı hanımlar
her iş sonu ocağın külünü alıp kırmızı cila toprağıyla bir güzel cilalarlar.
Geleneksel
Karatay evinde ocak bununla sınırlı değildir. Karatay’da yaygın olarak tandır
ekmeği yendiğinden hemen her evin hayatında bulanan tandırın yanında
davlumbazsız ocaklar da inşa edilmiştir. Tandırdan alınan ateşle bu ocakların
da yemek pişirme veya su ısıtmada kullanılmasının yanı sıra tandırın yakıldığı
günler, ekmek yapıldıktan sonra ateş boşa götürülmez. Tandır çorbası başta
olmak üzere kuru fasulye, nohut; kelle, paça, işkembe gibi pişmesi zaman alan
yemekler çömlekle tandıra indirilir. Yemek ihtiyacı yoksa karınlı büyük su
testileri, bakır güğüm ve ibrikler tandıra indirilerek banyo ve çamaşır suyu
ısıtılır.
Eski Karataylı
hanımlar yemek pişirmede mangaldan da yararlanmışlardır. Yarım asır önceleri
ise marifetli Karataylı hanımlar, gaz tenekelerine hava deliği açıp bunun
üzerine karşılıklı olarak çaktıkları demir çubuklardan oluşturdukları ızgaranın
üzerinden başlamak üzere tenekenin iç tarafını samanlı çamurla kalınca
sıvayarak maltızlar/ızgaralar imal etmişler, bunları da yemek pişirmek ve
çamaşır suyu ısıtmakta kullanmışlardır.
Karataylı
aileler, geleneksel ocaklarının yanında çağa ayak uydurmaktan da geri
durmamışlardır. Özellikle hayatları elverişli olmayan aileler başta olmak üzere
evlerin mutfaklarında benzin ocakları, fitilli ve pompalı gaz ocakları da
yerlerini almıştır.
Apartman
hayatına geçen variyetli Karataylılar ocağı hemen terk edememişler; evlerinin
mutfaklarına kuzine sobaları kurarak eski alışkınlıklarını uzunca bir süre
muhafaza etmişlerdir.
Konya’da 1960
yılından sonra sıvılaştırılmış gazların kullanımının yaygınlaşması, geleneksel
Konya mutfağının pişirme gereçlerinde köklü değişikliğe sebep olmuştur.
Ocakların yerini ocaklı fırınlarla termosifonlar almışsa da, evi, hayatı
elverişli olan aileler, eskisi kadar kullanmasalar da ocaklarından
vazgeçmemişledir.
Bir mekân
olarak Karatay mutfağı, kiler, izbe, bastırık gibi mutfağa bağlı üniteler
yanında mutfakta kullanılan araç-gereçlere, hatta tandır ve ocakların
yakıtlarına varıncaya değin oldukça kapsamlıdır. Şimdi bunları bırakarak
yazımızın bundan sonrasında biraz da Karatay mutfağında üretilen lezzetlerden
söz edelim.
ÜRETTİKLERİYLE
KARATAY MUTFAĞININ ÖZELLİKLERİ
Karatay
mutfağının biri içe diğeri de dışa dönük iki yönü vardır. Mutfağın içe dönük
yönü ailenin kendi, dışa dönük yönü ise hısım-akraba, eş-dost için ürettiği
tatlardan oluşur.
Karataylı
hanımların aileleri için ürettiği tatlar da çalışma ve tatil günlerine göre
farklılık gösterir. Erkekleri esnaf veya zanaatkâr olan Karataylı evlerindeki
bu durum, geçmişten günümüze değişmemiştir. Evin çalışan erkekleri kahvaltı
yapmadan sabah erkenden evinden işyerinin yolunu tutar. Kuşluk vakti olduğunda
fırından getirdiği sıcak pidenin yanına katıkçı dükkânından aldığı mevsimine
göre küflü peynir, tereyağı, bal, tahin, zeytin veya bahçesinden toplayıp
getirdiği, domates, biber, salatalık, üzüm gibi katıklarla öğününü savar. Aynı
saatlerde evde kalanlar kahvaltı sofrasındadırlar. Kış mevsiminde günler kısa
olduğundan bununla akşam edilir. Yazın uzun günlerinde ise evdekiler akşamdan
kalan “artık-sortuk”la öğünü
geçiştirirken çalışan erkekler çoğunlukla dükkân komşularıyla ortaklaşarak
yaptırdıkları etli ekmek veya peynirli böreği yerler. Bazen işlerin iyilik ve
durgunluğuna göre bu öğün fırın kebabı, çeşitli ızgaralar olabildiği gibi yine
evden katılanlarla yahut katıkçıda bulunanlarla da yetinilir. Bütün bir aile
akşam sofrasında bir araya geleceğinden–isterse tek tür yemek olsun-hanımlar bu
bir öğün için bütün maharetlerini ortaya korlar.
Tatil günleri
durum farklıdır. Şayet düğün dernek de yoksa bütün aile tüm gün evde bir arada
olacak demektir. Evin çalışanları diğer günlerin aksine bu tatil gününde sabah
namazından sonra kuşluğa kadar uyumayı hak etmişlerdir. Kuşluk vakti ailenin
kurabileceği en mükellef kahvaltı sofrası hazırdır. İrişki/sucuk,
basdırma/pastırma ve çömleğe basılmış kavurma… Özellikle kış mevsiminde bütün
evlerin olmazsa olmazıdır. Hele bir de o gün tandır yanmışsa… Bakın görün börek
türlerini.
Eski Konya’da
pide fırınları günümüzdeki kadar yaygın değildir. Az sayıdaki fırınlar
çoğunlukla da çarşı ve civarındadırlar. Bazı tatil günlerinde de evde hazırlanan
küflü peynirli, kakırdaklı yahut iki bıçak arası kıymalı içler, evin henüz
bıyığı terlememişlerin bisikletlerinin selesine itinayla yerleştirilerek bu
uzak pide fırınlarına doğru uğurlanırdı.
Geleneksel
Karatay mutfağının dışa dönük yönü, kendini çeşitli vesilelerle düzenlenen
davetlerde gösterir. Karatay insanı sahavetlidir, selektir. Çeşitli vesilelerle
sofrasını hısım-akraba, eş-dost, konu-komşuya açmaktan zevk duyar. Karatay’da
yemekli ağırlamaların genel adı “davet”tir.
Karatay’da davetler, evlenme-sünnet düğünleri ve hacı indirme pilavları,
ramazan davetleri, sıra davetleri ve ceza davetleri/yol çekme adlarıyla
yapılmaktadır.
Davetlerde
çıkarılan yemekler, Karatay düğünlerinde dökülen pilavlardan farklıdır. Düğün
pilavlarına davet edilen kimselerin sayısı fazla olduğundan yemeklerin
hazırlanması külfetlidir. Bundan dolayı davetliler aşçı takımının hazırladığı
yemeklerle ağırlanır.
Davet
yemeklerinde çıkarılan yemeklerin çeşitliliği, mevsim şartlarıyla davet
sahibinin arzusu ve onun variyeti ile yakından alakalıdır. Kaç tür olursa olsun
özveri, samimiyet ve özen ortaya doyumsuz tatlar çıkarır. Karatay’da sıradan
bir davet yemeğinin mönüsünde şu tatlar olmazsa olmaz:
“Yoğurt çorbası, su böreği, mevsimine göre
dolma ve sarmalar, bamya çorbası, irmik helvası veya kamış baklavası, kırk kat
(baklava) gibi tatlılar, etli pilav ve mevsimine göre hoşaflar.”
Sözün burasında
Karatay sofrasındaki yemeklerin geçit resmini, on dokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısıyla yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşamış ve “Bülbül Hoca” diye ün salmış Şerife Hanım’a bırakalım:
YEMEK DESTANI
Evvela yürüttük baştan çorbayı
Sarımsakla terbiye olmuş paçayı
Domatesle pişirmeli bamyayı
Midemizi açsın hoş misal olsun
Bihamdillah
hiç bir şeyi taşlamam
Yağ
içinde yumurtayı boşlamam
Yumuşak
somun olmayınca başlamam
Semiz
etin kenarları al olsun
Baklava ile börek derkenar ola
Şeker helvası da bir hisar ola
Toplanın ihvanlar bir karar ola
Sıdk ü muhabbetli ehl-i hâl olsun
Mısırgayı
bir halledin öldürün
Ortasına
fıstık pirinç doldurun
Dolmaları
üçer üçer kaldırın
Kuvveti
bedene irtihal olsun
Katmeri ince aç yağın sakınma
Sakın ona haşhaş yağı kullanma
İnce etten olur hem de çullama
Tavada pişmiş bir kızıl hâl olsun
Enginar
ile kereviz, ıspanak
Karnabatla
semiz ota bile bak
Patata,
tomata, böğrülçe, kabak
Onlar
da içinde hasb-i hâl olsun.
Mıkla çılbır, mantı, kaygana gelsin
Makarnayla keşkek, kuskus çekilsin
Şalga pişip gelir iken dökülsün
Kalan yemekler de isti’mâl olsun
Köfte,
yaprak bir de lahana dolması
Sar’erik,
zerdali, nohut yahnisi
Zülbiye,
pancar, turup salatası
Onlar
da içinde pür-kemâl olsun
Tabakta turşu da kalmasın mahzun
Zeytin yağ üstüne sıkılsın limon
Balığı kızartın getirin pür-hun
Yiyelim bizler de can-misal olsun
Yiyenler
ni’metin şükrün bilirse
Vücut
kuvvet bulup hâlin alırsa
Bu
yemekler bize her gün gelirse
İsterse
altı ay oruç hal olsun
Sebebin işleyip kârın gözetsin
Herkes gidip nasibini deşirsin
Günde bana üçer üçer pişirsin
Hulku, huyu güzel bir ayâl olsun.
Ta’n
etmen ahbaplar siz bu âşıkı
Ni’met
ucuz ama budur lâyıkı
Çok
istemem ben keseme harçlığı
Beşibirlik
ile bin riyal olsun.
Hak verir dostuna yarınki günü
Çorba da yemeklerin önüdür önü
Yemeklerin bastırmak için üstünü
Kahve ile tütün on çuval olsun
Pâlûze
ile muhallebi araya
Kifâyeler
dursun hep bir sıraya
İki
katlı tuzlu gelsin sofraya
Kaymak
güllaç ile şeker hallolsun.
Canım hem böğrülçe, baklava da ister
Yıldız kökü Çayırbağı’nda biter
Patlıcan ortanın gayretin güder
Karpuz, üzüm, divlek üç misal olsun.
Kadifen
telini kırmalı gü(n)lü
Üzeri
kokulu anberli gü(l)lü
Pilavın
üstüne getir sütlüyü
Yiyelim
bizler de can cemal olsun.
Bihamdillah yedik ni’met ve nânı
Bizim zamanımız bolluk zamanı
Bin üç yüz on dörtte yaptım destânı
Okunsun dillerde bir icmâl olsun.
Konyalı Şerife
Hanım (1896/1897)
KARATAY’DA PİLAV DÖKME GELENEĞİ
Zengin-fakir
çoğu Karataylılar önemli günlerinde konuklarını pilava davet ederler.
Karatay’da bu âdetin adı “pilav dökme”
dir. Pilav dökme genel bir tabirdir ve mönüsü de sadece pilavla sınırlı
değildir.
Pilav dökmenin
en yaygın olduğu özel anlar düğünlerdir. Düğün pilavını, bu işte ehilleşmiş
erkek veya kadın aşçılar pişirir idi. Günümüzde yaygınlaşan yemek fabrikaları,
düğün sahibinin bu husustaki bütün ihtiyacını üstlendiğinden daha tercih edilir
olmuşlardır. Düğün sahibi, düğünden üç beş gün önce davetlilerinin sayısını
sofra hesabı olarak aşçıya bildirir ki Konya’da bir sofra on-on iki kişi olarak
hesap edilir. Aşçı da bu sayıya göre alınacak malzeme miktarını belirleyerek
düğün sahibine bildirir. Mesleğinde titiz aşçılar, bu alış verişe düğün
sahibiyle birlikte çıkarak alınan malzemenin kalitesini bizzat denetlerler.
Düğün pilavı
için hazırlıklar düğünden bir gün önce başlar. Et geceleyin pişirilir.
Yirmi-yirmi beş sene öncesine kadar bir sofraya yetecek şekilde parçalanan
koyun etleri “bütümet=orta” adı
verilen bir nevi kebap olarak hazırlanırken, davetli sayısı ve maliyet
artışları sebebiyle günümüzde dana etinden kuşbaşı kavurmaya yerini
bırakmıştır. Bütümet pişirilen zamanlarda etin kırıntıları ayrı bir leğende
toplanıp soğan ve sumakla işleme tabi tutularak tirit yapılır, damadın yakın
arkadaşlarıyla düğünün ağır misafirlerine ikram edilirdi.
Cemaat sabah
namazından çıkmadan hazır edilen yemekler, kazanlarından büyük kayıklı
tabaklara numuneler alınarak kazanlar sinilerle kapatılır. Bu numune yemekler
piştikleri kazanın üstünde düğün sahibinin buyur ettiği cami cemaatini bekler.
İmam efendinin yaptığı duadan sonra bu yemekler tadılıp kazanlar açılır. Bu
âdetin adı da “kazan açma”dır. Bu esnada aşçı ustalığını göstermiş ve bahşişini
almıştır.
Günümüzde
saatleri bazen değişse de geçmişte düğün pilavları sabah saat sekizde başlayıp
on bir-on iki sularında da sona ererdi. Düğün pilavlarına davetlilerin yanında
yoldan geçenler, civarda çalışanlar, garibanlar da buyur edilir; hatta pilava
gelemeyecek durumda olanlara da bakraçlarla pilav gönderilir.
Bu toplu
yemekte “pilav” adı altında şu
yemekler bulunurdu: Yoğurtlu çorba, etli pilav, irmik helvası, bamya çorbası,
pilav, zerde ve hoşaftır ki günümüzde bütümetin yerini kavurma aldığı gibi
hoşafın yerini yoğunlaştırılmış meyve suları almıştır. Bunların sayısı birer
porsiyonla da sınırlı değildir. Zaten büyük kayıklı tabaklarla ikram edilen bu
yemeklerden iştahı olanlar istedikleri kadar “takviye” getirtirler.
Düğün pilavı
bir sehpa üzerine konmuş tahta sinilerin üzerinde yenir. Her sofra değiştiğinde
sininin üzerindeki kâğıt örtü yenilenir. Misafirler on-on iki kişi olarak
etrafına dizilmiş taburelere otururlar. Sofra sayısı tamamlandıktan sonra yemek
servisi başlar. Yemek sırası yukarıdaki sırayı izler. Herkes sininin ortasına
konular tek kaba kaşık sallar. Sofranın en yaşlısı yemeğe başlar, küçükler onu
takip eder. Bu, her konulan yemekte aynıdır. Herkes kendi önünden yerken
kaşıkların ağzı yere bakacak şekilde siniye konulur. Yemekler yenilip
hoşaflar/meyve suları içildikten sonra sofradaki bir kişi dua yapar. Duadan
sonra Hz. İbrahim’in sünneti, diyerek son bir lokma veya son bir yudum daha
alınarak sofradan hep birlikte kalkılır.
Düğün pilavında
arta kalan yemekler pilava gelemeyen eş-dostun yanı sıra, fakir ailelere, çocuk
yuvasına veya hapishaneye gönderilir.
ÇEBİÇ ASMA
Yazımızın bu
bölümünde Konya mutfağının dünyaya mal olmuş tatlarından yoğurt ve bamya
çorbalarından, etli ekmeğinden, çarşı ve su böreklerinden, fırın kebabından,
kamış baklavasından, höşmeriminden, sac arasından; ehline malum balcan
(patlıcan) ortasından, ekmek salmasından… da bahsetmeyi de isterdik. Konya
mutfağını daha fazla tanımak isteyenlere bibliyografyada zikrettiğimiz eserleri
salık vererek tandıra çebiç asma ile yazımızı sonlandıralım.
Genellikle yaz
ve güz aylarında Karataylılar özel olarak ya da yol çekme (ceza) olarak tandıra
kuzu veya çebiç asarlardı[1].
Tandıra asılacak çebiçler bir yaşını doldurmamış tiftik keçileri arasından
seçilir.
Çebiç veya kuzu
asma deneyim isteyen bir iştir. Bu iş genellikle erkekler tarafından yapılır.
Çebiç tandıra asılmadan sekiz-on saat önce kesilip yüzülür. Yüzülen çebiç,
serin bir yerde dinlendirildikten sonra üzerine bol miktarda yoğurt ve salça
karışımı harç sürülür. Sonra gövdenin muhtelif yerlerinde bıçak marifetiyle
açılmış ceplere soğan ve sarımsak konularak bir tür terbiyelenir.
Tandır
duvarları ağarıncaya değin iyice kızdırıldıktan sonra kuzu veya çebicin
boynuzları varsa bunlar kırılarak başı dört ayağının arasına alınarak telle
bağlanıp, tandırın ağzından taşacak şekilde bir şiş veya boruya geçirildikten
sonra kuzu veya çebicin sırtı tandırın tabanına dönük olarak asılır. Yalnız
çebiç asılmadan önce bir tepsi veya ufak bir leğen içine ıslatılmış bulgur veya
iyice yıkanmış pirinç konularak tandırın tabanındaki köz üzerine yerleştirilir.
Böylelikle çebiç pişerken etten damlayan su ve yağla özel bir pilav da elde
edilecektir. Çebiç tandıra asıldıktan sonra tandırın ağzı ve büyük bir kapakla
kapatılır. Kapağın kenarları ve tandırın küllesi/hava deliği çamurla iyice
kapatılarak etin pişmesi için iki üç saat kadar beklenir. Pişme esnasında
tandır sürekli gözetlenerek ağzından veya küllesinden buhar kaçıran yerler
hemen çamurla sıvanıp kapatılır.
Pişme süresinin
sonunda tandırın ağzı açılarak çebiç çıkartılıp bir tepsiye alınır.
Ayaklarındaki teller alınıp ağzına bir demet maydanoz yerleştirilerek servise
hazır hale getirilir.
Kuzu veya çebiç
yer sofrasında parçalanmadan ortaya konularak yenir. Bu esnada çatal ve bıçak
kullanılmaz. Esasen Karatay mutfağında et elle yenir. Kuzu veya çebiç kıvamında
pişmiş ise et ve kemik birbirinden kolayca ayrılıverir.
Çebiç
davetlerinde sofrada et ve pilavın yanında bol miktarda yeşillik, sütlü kuru
soğan ve üzeri köpüklü yağlı ayran bulunur. Çebiç güzün asılmışsa yemek, dimnit
üzümü ile Hatunsaray divleği ile tamam olur.
BÜTÜMET
Malzemeler:
Yağlı kısmından 1.5-2 kg
kuzu ön kol eti, üç yemek kaşığı tereyağı, beş bardak su, bir tatlı kaşığı tuz.
Yapılışı:
Haşlanması esnasında dağılmaması için temizce yıkanan et, suyu çektirildikten
sonra bir tencereye alınarak harlı ateşte çevrilerek her tarafı güzelce
kızartılır. Tencereye beş bardak su ve tuz ilavesiyle orta hararette et
haşlanmaya bırakılır. Haşlanan et, tencereden bir tavaya alınarak tereyağı ile
tekrar altlı üstlü kızartılır. Tencerede kalan et suyuyla pirinç veya bulgur
pilavı pişirilip kızaran et, üzerine oturtularak sofraya getirilir.
Bütümet (bütün
et) ya da diğer adıyla orta, yaz mevsiminde patlıcanlı veya fasulyeli olarak da
pişirilir. Bu takdirde et kızartıldıktan sonra tencereye alınır. Doğranmış dört
beş baş kuru soğan ve tereyağı ilavesiyle üç beş dakika çevrilir. Doğranmış üç
dört sivri biberle domates ilave edilir. Beş bardak su ve bir tatlı kaşığı tuz
eklenerek hafif ateşte pişmeye bırakılır. Et pişince, doğranıp kara suyu çıksın
diye tuzlu suda bekletilen bir buçuk kg kadar patlıcan, sıkılarak etin üzerine
döşenir. Patlıcanlar pişince tencere servis tabağına ters çevrilip etin üste
gelmesi sağlanır. Üzerine doğranmış maydanoz serpiştirilerek servis yapılır.
SEDİRLER/SAC
BÖREĞİ
Sedirler,
Karatay’ın geçmişi Selçuklulara uzanan tarihî bir semtidir. Bu yörenin sac
böreği bütün Konya’da nam salmıştır. Yurdumuzun her yöresinde yufkadan yapılıp
sacda pişirilen bu börek hep “sac/saç
böreği” olarak anıla gelmişken Sedirlerde yapılanlar bu addan ayrı olarak
yörenin adıyla anılmışlardır. Sedirler böreğinin alâmetifarikası, hamurunun,
bir tanesinin bir lokma olacak kadar ince açılmış olmasıdır.
Malzemeleri: Hamur: 1 kg un, 2 tatlı kaşığı tuz.
İçi:
Yarım kg az yağlı peynir (küflü olanı tercih edilir), 2 baş kuru soğan, 1 demet
maydanoz, 1 tatlı kaşığı karabiber.
Üstü için: Yarım kg sadeyağ/tereyağı
Yapılışı: Un
ve tuz yeter miktarda su ile karıştırılarak kulak memesi yumuşaklığında hamur
yapılır. Bu hamur yumurta büyüklüğünde beze tutularak nemli bez altında yarım
saat dinlenmeye bırakılır. Dinlenen bezeler incecik açılır. Açılan yufkanın
yarısı oklavaya sarılı iken açık olan diğer yarısına hazırlanan iç dengeli bir
şekilde yayılır. Sonra oklavaya sarılı kısımla için üstü kapatılıp parmak
uçlarıyla kenarları sıkıştırılır. Hazırlanan börek yanan ocağın üzerindeki
sacda–içini çeke çeke-iki taraflı pişirilip bir tepsiye alınır. Hemen tereyağı
ile yağlanıp sıcak sıcak servis yapılır. Arzu edenler bu börekte iç olarak et,
patates, ıspanak ve daha başka harçlar da kullanabilirler.
Bir Anekdot Sedirler Böreği: Sedirlere uzanan
asfalt yol üzerinde beş on sene evvel hâlâ tadı damağımdan gitmeyen, Sedirler
Böreği yediğim evi aradım durdum. Nedense tanıyamadım. O da böyle cadde
üzerinde dışı kara sıvalı, içi toprak boyalı bir evdi. Önemli değil evi tanıyıp
tanıyamamam. Hangisi olursa olsun, bu evlerin hepsi de Sedirler Böreğini
mutlaka güzel yapar. Kişi’nin unutmayacağı günler, hatıralar vardır. Hele,
eskilerin kırk senedir, bu türlü, pilav, börek, baklava yemedim, diye geçmişe
özendikleri çoktur. Benimki de onlarınkine benzer, bir daha o türlü Sedirler
Böreği yemek kısmet olmadı. Ondaki tat, ondaki lezzet bambaşkaydı yahut bana
öyle geliyordu.
Şimdi, bir düşünün geçmişin Konya’sını? Her yönüyle,
her değeri ile o Konya’yı Birkaç basamak merdivenle bir odaya girmiştik. Renkli
minderler, beyaz patiskalı bir sedir. Pencerede lamba ve üzerinde bir
muhafaza.. Karşıda camlı bir dolap.. Tavan hasır kaplamalı. İşte Sedirlerdeki
bir ev. Hemen hepsi de aynıdır, aşağı yukarı birbirine benzer. Pencerelerde
saksılar, aşağıda ufak taşlık, biraz köşede bir ocak ve tandır.
Sofra kurulup da biz başına çömeldiğimizde Sedirler
Böreğini, bir kadayıf tepsisi içinde getirdiler. O ne mükemmel şey?.. Hamur
işlerinin bu türlü güzel olanını ve doyasıya yenilebileceğini sanmıyorum. Bir
kişi kaç dilim baklava yiyebilir? Börek, etli ekmek, kebap da öyle. Lokanta
hesabına vursak hepsinden bilemediniz bir tabak yenir, iş o kadar… Ama,
Sedirler Böreği öyle değil, hele yanında yağlı yoğurttan veya Hatunsaray’ın
kaşık çalınan divleği oluverirse, demeyin keyfe…
Sigara kâğıdı kalınlığındaki yufkalar saçta piştiği
hâlde taze tereyağı içinde ne hâle gelir? Onların ne hâle geldiğini ben gördüm.
Birer lokmalık oluyorlar hepsi de.. O gün kaçıncı kadayıf tepsisi doldu
boşaldı?! Sanırım, ev sahibine komşu kadınlar da yardım ediyorlardı. Çünkü bir
başına yapılacak iş değildi.. Bazı tecrübeliler bu sigara kâğıdı kalınlığındaki
böreğin üç beşini birden sarıp bir lokmalık ediyorlar ve arkasından da ayrana
arka arkaya kaşık sallıyorlardı.
“Şimdi de
Sedirler Böreği yapılıyor mu? Ne güzel âdetlerimiz vardı vaktiyle.. Zaman
hepsini birer birer öldürüyor ve elimizden alıyor.”
Yukarıda özetinin özetini sunduğumuz günümüzde
Karatay’da daha ağırlıklı olarak yaşatılan Konya mutfak kültürü birdenbire
oluşmamıştır. Selçuklularla Anadolu’ya taşınan eski Türk mutfak kültürü,
üzerinde yurt tuttuğu binlerce yıllık kültür katmanlarının ve İpek Yolu’nu
kullanan tüm farklı ulusların kültürlerinden de nemalanarak Konya mutfak
kültürünün temelini oluşturdu. Daha sonraki
süreçlerde de Konya’nın bulunduğu coğrafî konum itibariyle
karasal iklim şartlarının elverdiği tarım ve hayvancılıktan da etkilenerek
özgünleşmiştir.
Karatay mutfağının özgünleşmesinde diğer bir etmen de
Karatay halkının büyük kısmının bedenen çalışan kimselerden oluşmasıdır.
Çalışırken beden gücünü harcayan insanların, güç kaynağı ve doyurucu besinlerle
beslenmesi kaçınılmazdır. Konya’nın iklim şartları sebze ve meyvelerin yazın
son, güzün ilk aylarında ve kısa bir zaman diliminde olgunlaşmasına izin
vermektedir. Dolayısıyla sebze ve meyveler Karatay mutfağına hem geç hem de
sınırlı bir zaman diliminde girebilmektedir. Durum böyle olunca Karataylı et,
tahıl ve kurutulmuş sebzelerle yetinerek diğer bölge mutfaklarından farklı ve
özgün gelişmiştir. Bunun için Karatay yemekleri damağa çok iyi hitap etmelerine
rağmen çoğunlukla sağlık açısından ağır yemeklerdir.
KAYNAKÇA
HALICI, Nevin,
Konya Yemek Kültürü ve Konya Yemekleri, İstanbul, 2005.
IŞIK,
Ali, Konya Mutfak Kültürü ve Konya Yemekleri, Konya, 2006.
KARPUZ,
Emine, “Osmanlı’da Mutfak Kültürü ve Konya Mutfağı”, IV. Eyüp Sultan
Sempozyumu Bildirileri, İstanbul, 2000, s. 90-99.
ODABAŞI,
A. Sefa, Konya Mutfak Kültürü, Konya, 2001.
, Geçmişten Günümüze Konya
Kültürü, Konya, 1999.
Sadettin
Nüzhet (ERGUN)–Mehmet Ferit (UĞUR), (Sadeleştiren: Prof. Dr. Hüseyin AYAN), Konya
Vilayeti Halkiyat ve Harsiyatı, Konya, 2002.
TANPINAR,
A. Hamdi, Beş Şehir, İstanbul, 2004.
YARDIMCI,
Saime, Bağ Evinin Asırlık Yemek Sırları, Konya, 2007.
Kaynak Kişi:
Neriman
IŞIK (Karatay-Araplar 1955 doğumlu).
KARATAY İLÇESİ GELENEKSEL KADIN
GİYİM KUŞAM KÜLTÜRÜ*
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde giysiler, ilk bakışta birbirinden farklı
görünürse de; derinliğine inildiğinde, giyim ana hatlarıyla aynıdır. Özde
birlik vardır. Ayrılıklar, giyim tarzlarındadır (Görgünay, 1994: 73).
Konya ilinde kadın giyim kuşamı her ilçe ve yöreye göre belirgin bir
farklılık göstermez. Karatay gibi merkez ilçenin giyim kuşamlarıyla da çok
büyük benzerlikler bulunuyordu.
Konya’ da çok eskiden beri devam eden bir geleneğe göre giysi kişilik ve
ev içi olmak üzere iki grupta giyilmektedir:
Başa Giyilenler: Fes, çember
Üste Giyilenler: Şalvar (İşlik şalvar,
cepken şalvar,) bindallı, sopalı,
Ayağa Giyilenler: Çorap,
ayakkabı.
Başa Giyilenler
Fes: Biri 3-4 cm diğeri 5-6 cm
yüksekliğinde olan iki ayrı fes kullanılmaktadır. Kısa olan fesin üzerine
renkli krep sarılır. Ön tarafına iğne oyaları yerleştirilir. Üzerine çember
örtülür. Gençler çember uçlarını omuz üzerinde, yaşlılar ise göğüs üzerinde
tutarlar. Yüksek olan fese “hotoz”
denilir. Tüm çevresi ve tepesi iğne oyalarıyla doldurulur. Her iki fesin
kullanılış biçiminde de fes üzerindeki iğne oyaların aralarına kıymetli taş ve
taşlı iğneler takılır.
Kadın başında fesin, daha XVI. yüzyılda çok yaygın bir serpuş olduğu
görülür. Müslüman Türk kadınının günlük ev hayatının tuvaletinde başını
hotozdan çok tepelikler, inciler, elmaslarla bezenmiş, altın tellerle işlenmiş
fesler süslemiştir (Koçu,1969: 116).
Çember: Kare formunda kenarları
çeşitli oyalarla süslenmiş yazmadır.
Üste Giyilenler: Şalvarlar,
cepkenli şalvar ve içlikli/işlikli şalvar olarak iki şekilde incelenir
İçlik (işlik) - Şalvar: Setari
canfes, atlas, kadife, gezi, alaca v.b. gibi kumaşlardan iki parça olarak
dikilmiştir. İşlik vücudu saracak şekilde dar ve kısa gömlektir. Yakası yoktur.
Şalvar, torba biçiminde, bele uçkurla bağlanan, yanda cepleri olan yalnız
ayak yerleri açık bol dökümlü bir dondur.
Cepken–Şalvar: Bu giysiler,
kadife, çuha, sevai gibi kumaşlardan dikilir. Üzerleri değişik tekniklerle
süslenmiştir (kordon tutturma, Maraş işi, aplike v.s.). Özel günlerde giyilir.
Şalvarlar ağsız düz kesimli, bol dökümlüdür. Yanlarda cep açıklığı
bulunmaktadır. Ayak yerleri açıktır. Şalvar kelimesi aslında Farsçadan gelme
bir sözdür. Bu deyiş bazı yerlerde büsbütün Türkçeleşerek, çalbar şeklinde de girmiştir (Ögel,1991: 102). Cepkenli şalvar
giyiminde mutlaka başta fes bulunur. Cepkenin altında önden görünen göğüs tülü
daflı (defalı) vardır (Anonim,1972: 108).
Şalvara, takımı olan cepkendeki aynı süsleme uygulanmaktadır.
Bindallı: Kadifeden üzeri sim
ve sırma ile Maraş işi/mıhlama işlenen bindallı elbiseler tek parçalı ve çift
parçalı olarak bulunmaktadır. Tek parçalı bindallı elbiseler, sıfır yaka, ön
ortası bele kadar açık, etek uçlarında, yanlarda peşleri bulunan uzun
elbisedir. Elbisenin bütün yüzeyi işlemelidir. Kolu uzundur. İki parçalı
olanlar ise, ceket etek veya ceket-şalvar biçimindedir. Ceket ve alt parça
üzerinde, Maraş işi işlemeler yoğunluktadır. Genelde, nişan, düğün, kına gecesi
gibi özel günlerde giyilmektedir.
“Konya ve civarında, bilhassa
Karaman’ da, bindallı adı verilen, uzun, geniş kollu ve önü yırtmaçlı,
kadifeden yapılmış, üzeri, ağır sim işleme çiçek ve kıvrım dallarla süslenmiş
entariler giyilir. Bu giyim şekli, daha çok genç kız ve gelinlere mahsustur.
Başa taç şeklinde, yassı oyalarla süslü bir fes giyildiği ve ince bir tül
duvakla yüz kısmı örtüldüğü zaman mahalli bir gelin giysisi olur”
(Önder,1962; 373).
Sopalı: Kaynak kişiden alınan
bilgiye göre, “çizgili, pembe bej,
eflatun bej, mavi bej, koyu yeşil sevai kumaştan yapılır. Elbise şeklindedir.
Düğünlerde giyilir. Günümüzde örneğine rastlanmamaktadır” (Altınok,1996).
Ayağa Giyilenler
Çorap: Yörede beş şişle örülmüş
yün çorap kullanılır. Genelde merkezde tek renk ajurlu ve desenli çoraplar,
kırsal kesimde renkli geometrik bezemeli çoraplar kullanılmıştır.
Ayakkabı: Günlük giyimde mest üzerine lastik, kişilik olarak da
yumuşak deriden kısa ökçeli iskarpinler kullanılmaktadır.
Bağrında pek çok medeniyeti
barındıran Anadolu, bölge bölge giyim özellikleri sergilemektedir. Her biri,
yöresinin ikliminden doğa koşullarından, tarihinden, sosyal yaşantısından
etkilenmiş; bir kuşaktan diğerine farklılık göstererek günümüze ulaşmış olan bu
giysiler; dikiş, süsleme özelliği, malzeme ve aksesuarlarıyla oldukça zengin
bir repertuar oluşturmaktadır. Giysi örnekleri bu açılardan ele alınarak
incelenmiştir.
4. ÖRNEKLER
Örnek No: 1
Fotoğraf No: 1A
İnceleme Tarihi:
16.03.1995
İlgili Koleksiyon:
Behiye ALTINOK
Koleksiyonun
Açık Adresi: Mihmandar Mah. Vali İzzet Cad., Altınok Apt. No: 13/3,
Karatay/KONYA
Koleksiyonun Geliş
Tarihi: 1971
Koleksiyona Geliş
Biçimi: Kayınvalidesinden miras kalmıştır.
Koleksiyondaki Yeri:
Sandıkta saklanmaktadır.
Tarihlendirme: XX.
yüzyıl.
Bugünkü Durumu: Onarım
görmemiştir. Kullanılabilir durumdadır.
Cinsi: Fes
Boyutları:
Yükseklik: 6 cm, tepe çapı: 14 cm
Kullanılan Malzeme:
Keçe, krep kumaş, oya.
Kullanılan Teknik:
Krep kenarında iğne oyası tekniği kullanılmıştır.
Kullanılan Renkler:
Bordo keçe, mor krep, pembe ve yeşil renkler kullanılmıştır.
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
Birkaç
kat katlanan krep fesin tüm çevresine sarılmıştır. Fesin ön tarafına ve
kreplerin üzerine sümbül oyası iğnelenerek tutturulmuştur. Sümbül oyası yerine
biber oyası da kullanılmaktadır.
Fotoğraf No: 1A Fesin genel görünüşü.
Örnek
No: 2
Fotoğraf
No: 1B
İnceleme
Tarihi: 16.03.1995
İlgili
Koleksiyon: Behiye ALTINOK
Koleksiyonun
Açık Adresi: Mihmandar Mah. Vali İzzet Cad., Altınok Apt. No: 13/3, Karatay/KONYA
Koleksiyonun
Geliş Tarihi: 1971
Koleksiyona
Geliş Biçimi: Kayınvalidesinden miras kalmıştır.
Koleksiyondaki
Yeri: Sandıkta saklanmaktadır.
Tarihlendirme:
XX. yüzyıl.
Bugünkü
Durumu: Onarım görmemiştir. Kullanılabilir durumdadır.
Cinsi:
Çember
Boyutları:
En:78 cm, Boy: 78 cm
Kullanılan
Malzeme: Hazır yazma kumaşı, ibrişim iplik kullanılmıştır.
Kullanılan
Teknik: İğne oyası tekniği kullanılmıştır.
Kullanılan
Renkler: Lacivert, yeşil, sarı, bej ve mavi renkler kullanılmıştır.
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
Bahar dalı bezemeli yazmanın
kenarları orta kısımlarda biraz boşluk kalacak şekilde oyalanmıştır. Lacivert
renkteki bu oyaya yörede limon çekirdeği denilmektedir.
Fotoğraf No: 1B Çemberin genel görünüşü.
Örnek
No: 3
Fotoğraf
No: 1C
İnceleme
Tarihi: 16.03.1995
İlgili
Koleksiyon: Behiye ALTINOK
Koleksiyonun
Açık Adresi: Mihmandar Mah. Vali İzzet Cad., Altınok Apt. No: 13/3,
Karatay/KONYA
Koleksiyonun
Geliş Tarihi: 1971
Koleksiyona
Geliş Biçimi: Kayınvalidesinden miras kalmıştır.
Koleksiyondaki
Yeri: Sandıkta bohça içinde saklanmaktadır.
Tarihlendirme:
XIX. yüzyıl.
Bugünkü
Durumu: Onarım görmemiştir. Kullanılabilir durumdadır. Sarı metal kordonlar
yer yer sökülmüş olup renk değişikliğine uğramıştır.
Cinsi:
İşlik
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
İşlik, lacivert gezi kumaşından olup, sarı metal kordon, beyaz koton
astarlık kumaş, siyah koton kordon, sedef düğme, lacivert koton iplik
kullanılmıştır.
İşliğin önü açık, arkası kapalıdır. Omuz dikişsiz, kolu düz düşük kol
olarak çalışılmıştır. Kol altında üçgen kuş parçasın bulunmaktadır. Kol ağzı
büzülerek, bilezik ile toplanmıştır. Bilekte kol alt dikişine 7,5 cm yırtmaç
çalışılmıştır. Bedende ön yakadan çıkan üçgen peş bulunmaktadır. İşliğin boyu
bele kadar tasarlanmıştır.
İşliğin yaka çevresi ve öndeki üçgen peşin paraleline, düz çizgi ve küçük
kıvrımlardan oluşan ince bordür oturtulmuştur. Kol ağzındaki bilezik “S” kıvrımlarla bezenmiş, kol yırtmacı
ise ince çizgi ile sınırlandırılmıştır.
Fotoğraf
No: 1C İşliğin genel görünüşü.
Örnek
No: 4
Fotoğraf
No: 1D, 1E,1F
İnceleme
Tarihi: 16.03.1995
İlgili
Koleksiyon: Behiye ALTINOK
Koleksiyonun
Açık Adresi: Mihmandar Mah. Vali İzzet Cad., Altınok Apt. No: 13/3,
Karatay/KONYA
Koleksiyonun
Geliş Tarihi: 1971
Koleksiyona
Geliş Biçimi: Kayınvalidesinden miras kalmıştır.
Koleksiyondaki
Yeri: Sandıkta bohça içinde saklanmaktadır.
Tarihlendirme:
XIX. yüzyıl.
Bugünkü
Durumu: Onarım görmemiştir. Kullanılabilir durumdadır. Sarı metal kordonlar
yer yer sökülmüş olup renk değişikliğine uğramıştır.
Cinsi:
Ceket- Şalvar
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
Ceket, lacivert pamuklu ve ipek
karışımı (gezi) muare kumaş, kahverengi kalın astarlık pamuklu bez, sarı metal
iplikli kordonlar, dikişinde pamuklu dikiş ipliği kullanılmıştır.
Cekete düz bir beden üzerine “0”
yaka, az oyuntulu takma kol uygulanmıştır. Ceketin ön ortası karşılıklı
getirilerek kapama yapılmamıştır. Yan dikişlerde üçgen peşler kullanılmıştır.
Ceketin yaka ve ön etek ucu yuvarlak olarak temizlenmiştir. Kola arkada dirsek
hattında tek dikiş çalışılmıştır.
Ceketin ön bedeni, yaka kenarı, etek uçları ve kol ağızlarına mimoza ve
kıvrım dallardan oluşan motifler bordür şeklinde oturtulmuştur. Ön bedende
ayrıca, fiyonk ve kıvrım dalların zenginleştirdiği ters dönmüş lale motifinden
yukarı yaprak, pelit ve kıvrım dallardan oluşan hafif “S” kıvrımlı bir su uzanmaktadır.
Bu tasarım ön ortası ve etek uçlarına oturtulmuş bordürün köşesine her iki
ön bedene simetrik yerleştirilmiştir. Arka bedende etek uçlarında aynı bordür
devam etmektedir. Arka ortada bordürün hemen üstünden başlayan, lale ve kıvrım
dallardan oluşan hafif kıvrımlı simetrik su, iki yana diyagonal doğrultuda
ikiye ayrılmıştır. Kol ortasında, kol ağzındaki bordürün hemen üstünden
başlayan tasarım; stilize yaprak ve kıvrım dallardan oluşan simetrik su
şeklinde diyagonal doğrultuda ikiye ayrılarak oturtulmuştur.
Şalvar, lacivert pamuklu ve ipek karışımı (gezi) muare kumaş, krem rengi
pamuklu astarlık bez, sarı metal iplikli 0,5 cm kalınlığında balıksırtı şerit,
pamuklu lacivert iplik kullanılmıştır. Şalvar dikdörtgen biçiminde düz, ağsız
çalışılmıştır. Ön ve arka ortasında belden aşağıya 13 cm uçkur yırtmacı
çalışılmıştır. Dikdörtgenin aşağı kenarlarında 21 cm paça genişliği
bırakılmıştır. Şalvarda tezgâh genişliğine göre dört en kumaş kullanılmıştır.
Şalvarın ön ve arka ortası, diz üzerine gelen kısım ve yan dikişler,
stilize yaprak ve mimozaların zenginleştirdiği kıvrım dallardan oluşan simetrik
dikey bordür ile bezenmiştir. Yan dikişler üzerindeki tasarımı, yan paça
üzerindeki yatay bordür tamamlamaktadır. Ayrıca paçanın kenarı, ön ve arka
uçkur yırtmaçları, balıksırtı görünümünde sarı metal iplikten hazırlanmış harç
ile temizlenmiştir.
Fotoğraf No: 1 D Ceketin önden
Fotoğraf No:1
E Ceket–şalvarın önden görünüşü.
Fotoğraf No:1
F Ceket–şalvarın arkadan görünüşü.
Örnek
No: 5
Fotoğraf
No: 2A, 2B, 2C
İnceleme
Tarihi: 15.02.1991
İlgili
Koleksiyon: Mehmet EMİROĞLU
Koleksiyonun
Açık Adresi: Nişantaşı Mah. Nalçacı Cad., Karatay Sit. Kat: 7/21, KONYA
Koleksiyonun
Geliş Tarihi: 1967
Koleksiyona
Geliş Biçimi: Satın alınmıştır.
Koleksiyonda
Yeri: Bohçada sarılı olarak dolapta saklanmaktadır.
Tarihlendirme:
XIX. yüzyıl sonu.
Bugünkü
Durumu: Kadife havları yer yer dökülmüştür. Sarı metal iplerde yıpranma
olmuştur.
Cinsi:
Bindallı
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
Bindallı, mor kadife, krem rengi pamuklu astarlık kumaş, kırmızı pamuklu
astar, süslemesinde sarı metal iplikler, dikişinde pamuklu dikiş ipliği
kullanılmıştır.
Bindallı, düz bir beden üzerine yakasız olarak çalışılmış, kol düz takma
kol olarak takılmıştır. Giysinin rahat giyilebilmesi için ön ortasından bele
kadar açıklık bırakılmıştır. Bu açıklık 1 cm üst üste bindirilerek ilik ve
düğme ile kapatılmıştır. Yan dikişte etek ucuna kadar bolluk vermek amacıyla
üçgen parçalar geçirilmiştir. Ayrıca yaka etrafına, ön açıklığına, kol ağzına
ve etek ucuna süsleme amacı ile koton tentene geçirilmiştir. Tenteneler tığ
kullanılarak veya elle tek tek düğüm atılarak yapılır (Sözen, 1998: 207). Ön
bedene göre arka bedenin etek ucu daha uzun çalışılarak hafif kuyruk
uygulanmıştır. Yan dikişler, kol, astar yan dikişleri ve kol altı elde düz
dikiş (oyulgama) ile dikilmiştir. Krem rengi pamuklu astarlık kumaş ile elde
bele baskı yapılarak astarlanmıştır. Etek ucuna
daha dayanıklı olması için kırmızı pamuklu astar, bant olarak geçirilmiştir.
Süslemede ise sarı metal iplik kullanılarak Maraş işi/mıhlama tekniği ile
yapılmıştır. Konu olarak, gül, yıldız, rozet, mine çiçekleri, kıvrım dal,
baklava dilimi, zincir, şerit ve vazo seçilmiştir. Bindallı elbisenin
kompozisyonu, mor kadife zemin üzerine, sarı metal iplikle renklendirilmesiyle
oluşturulmuştur. Elbisenin yakası ve ön açıklığının çevresi iki sıra su ile
süslenmiştir. Suyun çevresinde göğüs üzerinde gül, dal ve yapraklarla
oluşturulmuş bir tasarım vardır. Bu tasarım dışta fisto biçiminde bir su ile
kuşatılmıştır. Elbisenin ön ortasında basen kısmında vazodan çıkan gül, dal ve
yapraklardan oluşan bir buket vardır. Vazodan çıkan buket yanlarda çeşitli
çiçek dal, yaprak ve kıvrımlarla zenginleştirilmiştir. Etek ucunda fiyonk,
çiçek dal ve yapraklardan oluşan su dolaşmaktadır. Kol üzerinde gül çiçek,
yaprak ve dallardan oluşan bezemeler bulunmaktadır. Arkada aynı süslemeler
tekrarlanarak kompozisyon tamamlanmıştır.
Fotoğraf No: 2 A
Bindallı tek parçalı elbise
Fotoğraf No: 2 B Bindallı tek parçalı elbise kol detayı. önden görünüşü.
Fotoğ No: 2
C Bindallı tek parçalı elbise arka
görünüşü.
Örnek
No: 6
Fotoğraf
No: 3A, 3B, 3C, 3D
İnceleme
Tarihi: 20.04.1995
İlgili
Koleksiyon: Havva TARHAN
Koleksiyonun
Geliş Tarihi: 1980
Koleksiyona
Geliş Biçimi: Babaannesi tarafından hediye edilmiştir.
Koleksiyondaki
Yeri: Sandıkta bohça içinde saklanmaktadır.
Tarihlendirme:
XIX. yüzyıl.
Bugünkü
Durumu: Giysi süslemelerinde kullanılan kordonlarda kopmalar olmuş, beyaz
iplikle tutturulmuştur. Giysi yıpranmasına rağmen kullanılabilir durumdadır.
Cinsi:
Ceket-etek
Ürün Hakkında Genel Bilgi:
Ceket, mor ipek kadife, krem ve mor astarlık bez, kapamasında iki adet
fermejüp, süslemesinde sarı metal kordon ile dikişinde kahverengi pamuklu dikiş
ipliği kullanılmıştır. Bahriye yakalı, iç içe uzun ve kısa olmak üzere iki
kollu, boyu belden biraz uzun, belde serbest plilerin tutturulması ile bedene
oturması sağlanmıştır.
Ceketin yakası ön bedeni, arka bedeni, yaka ve kolları mimoza ve kıvrık
dallardan oluşan tasarımlarla bezenmiştir. Ön açıklığına paralel yerleştirilen
dikey bordürler şalvarın desenini tamamlamaktadır. “C” ve “S” kıvrımlardan
oluşan mimozaların zenginleştirdiği simetrik bordür ise arka bedenin etek
uçlarını, kol ağzını ve yaka çevresini bezemektedir. İçten çıkan uzun kolun
üzerine oturtulmuş, üçgen tasarlanmış bezemeyi kol ağzındaki yatay bordür
sınırlamaktadır. Kısa olan ikinci kolun üzerine ise omuzlara doğru “V” biçiminde uzanan yine mimozaların
zenginleştirdiği “S” kıvrımlı ince su
ile süslenmektedir. Arka bedende; omuzlardan diyagonal yönlendirilmiş,
mimozalı, “S” kıvrımlı iki simetrik su, arka bedenin ortasında “V” biçimi oluşturarak birleşmektedir.
Birleşme yerinde yine mimoza ve kıvrımlardan meydana gelen madalyon biçimli
tasarım kompozisyonu tamamlamaktadır. İki yanda ikişer adet “V” biçimin ortasında bir adet olmak
üzere beş adet mimozalı buket arka bedeni süslemekte, etek ucundaki bordür ise
bütün tasarımı sınırlamaktadır.
Etekte, mor ipek kadife, krem ve mor renkli pamuklu astarlık bez, bel
kemerinde siyah pamuklu astar, siyah, kahverengi koton iplik, süslemede sarı
metal kordon, bel kapamasında iki adet fermejüp kullanılmıştır. Etek değişik
genişliklerde kesilen parçaların eklenmesiyle oluşturulmuştur. Beli büzgülü ve
bir kemer ile toplanmış olup, boyu uzun olarak tasarlanmıştır.
Eteğin önünde ve arkasında olmak üzere eşit aralıklarla oturtulmuş, etek
ucundan bele kadar uzanan altı dikey bordür bezemektedir. Mimoza ve kıvrım
dallardan oluşan bordür, eteğin kemerini de süslemektedir.
Fotoğraf No: 3 A Ceketin ön görünüşü. Fotoğraf
No: 3 B Ceketin arka görünüşü.
Fotoğraf No: 3 C Ceketin yaka detay görünüşü.
Fotoğraf No: 3 D eteğin görünüşü.
KAYNAKÇA
And, Metin, (2008). “Kıyafetnameler ve Giyim Kuşam Albümleri”, Sanat Dünyamız, S. 107, İstanbul.
Barışta, H. Örcün, (1998). Türk El
Sanatları, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Bedük, Saadet, (1996). “Bazı
Yörelerimizde Eskiden Kullanılan Kadın Giyim Eşyalarının Değerlendirilmesi”, Selçuk
Üniversitesi Araştırma Fonu, Proje No: 94/059, Konya.
Görgünay, Neriman, (1994). Türk Halk
kültüründe Doğu- Anadolu Dokumaları ve Giysileri, Türk Halk Kültürünü
Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları.
Haydaroğlu, Mine, (2008). “Bir Beden Dili: Giyim Kuşam”, Sanat Dünyamız, S. 107, İstanbul.
Koç, Adem, (2009). “Kütahya Merkezinde Giyim-Kuşam Kültüründeki
Değişmelerin Çözümlenmesi”, Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi.
Koçu, Reşat Ekrem, (1969). Türk
Giyim Kuşam Ve Süslenme Sözlüğü, Ankara.
Komisyon, (1972). Bölgesel Türk
Giysileri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.
, (2002).
“Geleneksel Sille Kadın Giysileri ve Aksesuarları”, Yeni İpek Yolu Konya Kitabı V, Konya.
Konyalı, İbrahim Hakkı, (1997). Âbideleri
ve Kitabeleri İle Konya Tarihi, Konya.
Ögel, Bahaeddin, (2000). Türk Kültür
Tarihine Giriş, V, Ankara.
Önder, Mehmet (1962). Mevlâna Şehri
Konya, Ankara.
Öztürk, İsmail, (1998). Geleneksel
Türk El Sanatlarına Giriş, Ankara.
Sözen, Metin, (1998). Geleneksel
Türk El Sanatları, İstanbul.
Tapur, Tahsin, (2009). “Konya İlinde Kültür ve İnanç Turizmi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi.
Tez, Zeki, (2009). Tekstil ve Giyim
Kuşam Sanatının Kültürel Tarihi, Doruk Yayımcılık, İstanbul. (www.karatay.gov.tr). 10.10.2010.
IV- KARATAY
HATIRALARI
HAFIZALARDAKİ
MAHFUZ ŞEHİR*
Karatay denince hiç şüphe yok ki Eski Garaj civarı, halk arasındaki
söyleyiş ile Yeşil Türbe, Üçler hâsılıkelâm eski Konya merkezi gelir.
Ahmet Hamdi Tanpınar ve haleflerinin deyimi ile nasıl ki bir başkent her
zaman başkent ise Konya’nın merkezi de her zaman merkeziyetini korumuştur ve de
koruyacaktır. Hazreti Pir’in türbesi, Karatay bölgesinin, Konya’nın tarihte hep
cazibe merkezi olmasını sağlamıştı. Modernleşen hayat ile birlikte artık
Konyalılar için Türbe önünde evi olmanın bir ayrıcalığı kalmasa da zaten Türbe
önü oteller ve turistik iskân sahalarının merkezi olmuştur-Mevlâna Türbesi
şehrin hafızasındaki canlılığını, diriliğini hep muhafaza etmiştir ve de
muhafaza etmeye devam edecektir.
Fazla değil çocukluğumdan beri yani 1980’li yılların hemen başlarında darbe
yıllarında- benim için Konya demek Eski Garaj civarı demek idi. Şehre yaklaşık
altmış kilometre olan Apa köyünden köyün Magirus marka tek otobüsüyle sabahın
erken saatinde babamla Konya’ya geldiğimizde ilk olarak en çok haz aldığım ve
içerisine girdiğimde heyecan duyduğum bir lokantaya girer ve oracıkta işkembe
yahut mercimek çorbası ile bir güzel karnımızı doyururduk. Aslında çorba benim
o çocukluk yıllarımda pek de hazzetmediğim bir yemek çeşidi idi ama Konya’ya
gelince o çorbanın mahiyeti değişiyor, benim için nadirattan bir nimet hâline
geliyordu.
Çok değil daha otuz yıl önceki Konya, Karatay benim için bile şimdi, o
kadar uzakta ki! O yıllardaki Eski Garaj daha yeni eski olma yoluna girmiş ve
buraya sadece Garaj demekle iktifa ediliyordu. Garajın içinde otobüslerin park
ettikleri ve aynı zamanda yolcularını indirip yenilerini bekledikleri alandaki
o taşların renkleri, biçimleri belleğimde hâlâ tazeliğini koruyor. Garajın
etrafında sıralanan seyyar satıcılar ve her gelen otobüse üşüşen deri alıcıları
ve tartıda hile yapmamak ve ölçülü vermek için bir elinde makineli dondurma
kepçesi ile dondurma diye bağıran ve biz çocukların en hassas taraflarımıza
hitap eden seyyar dondurmacılar, ellerinde alüminyum hatta bakır tepsilere
doldurdukları kepekli ekmekten mamul kara susamlı simitleri satmaya çalışan ve
bunun için otobüslere binip inmekten yorulmuş gariban simitçiler ve ezanlar okunurken
Tolluoğlu Camisi’ne doluşan yolcular ve Garaj ahalisi ile en azından senede bir
Türbe’ye girebilmek için hayal kuran çocukları hatırlamakta hiç de güçlük
çekmiyorum.
Özellikle Konya’ya güney istikametinden gelen köy otobüsleri için Mengene’deki
“İllezin Kavakları” mevkii en
bilindik duraklardandır. Yolcuların kavilleştikleri bir yer olan İllezin
Kavakları şimdi yok. Yakın zamana kadar ismi ile yaşayan bu mevkiinin bugün
ismi de unutulmaya yüz tutmuş durumda.
Eski Garaj’ın içine “kese”
yoldan girebilmek için erkek tuvaletinden geçmek gerekirdi. Yolcuların
ellerinde ekmek türü gıda paketleri ile bu tuvaletin içinden geçmeleri son
derece garip olsa da zamanla bu duruma alışmış fakat kadınların bile bazen
buradan geçmelerine bir türlü anlam verememiştim. Belki de sonradan bu ucube
tuvaletin yıkılmasına en çok ben sevindim.
Benim çocukluğumdan ziyade büyüklerimin hafızalarında da Konya’yı
dinlemek, köylülerin eskiye dair anlattıklarında Konya’nın ruhaniyetini
yakalamak benim en büyük zevklerim arasında gelirdi. Zira köylüler için Konya
demek sadece ama sadece şimdinin Karatay’ı demek idi. Bugün Selçuklu olarak
bildiğimiz alanda henüz ciddi bir yapılanma yoktu. Onun için Eski garaj dışında
Konya, bir bakıma Valilik civarı, Çıkrıkçılar İçi, Eski Buğday Pazarı, Yeşil
Türbe, Kayalı park, Bitpazarı, Aslanlıkışla, Samanpazarı Kapu Camisi ve Aziziye
Camisi idi.
Babam Mehmet Durdu, daha askere gitmeden yani 1940’lı yıllardaki Konya’ya
her on günde bir odun, kereste satmaya geldiği için eski anılarını hâlâ yad
eder. Babam için 40’lı yılların Konya’sı, hem her geldiklerinde konakladıkları “Rahim’in Hanı” hem de Alâeddin ve Türbe
civarındaki kahveler, nargile içme yerleri idi.
Babamın anlattığına göre, kendisinin çok saygı duyduğu Silleli Rahim
Korkmaz ve oğlu Zeki’nin Eski Garaj civarındaki hanlarında at arabaları ile
gelen köylüler ve diğer yolcular belli bir ücret karşılığında konaklarlar,
oracıkta buldukları bir mekânda yatarlar, karınlarını da o civarda meşhur olan
köpük helvası ve somun ekmek ile doyururlardı. Babam 1940’ların Konya’sını
hatırlamaya, anlatmaya devam ediyor:
Türbe ve Alâeddin arasındaki güzergâhta “Gızlı Gahve” olarak bilinen ve şimdinin gazino, pavyonu
diyebileceğimiz içkili ve hanende kadınların bulundukları mekânlar ve bu
mekânların haracını yiyen onlara şimdiki tabir ile bodyguardlık yapan Gayrak’ın
Ali’ler ve kabadayılık âlemindeki çekişmeler; Eski Garaj civarında belirli
günlerde kurulan panayırlar burada ipte yürüyen cambazların çevikliği, fıçı
içinde Alman malı BMW marka motosikletlerle gösteri yapan akrobatlar, gaz yağı
ve ateş ile oynayan ateşbazlar, Silleli han sahibinin biraz hovarda ama sözüne
sadık oğlu Zeki Ağabey ile birlikte at arabası ile Konya merkezden Sille’ye
yolculukları ve Sille bağlarında badem toplamaları, yolda gelirken Zeki
Ağabey’in şimdiki Kültür Park civarındaki batakhaneyi ziyareti, İş Adamı Rahim
Korkmaz’ın odun satmaya gelen fakir köylülerin odunlarına müşteri bulması ve
onlara yardımcı olması, Kumköprü ve Mengene bölgelerinin nasıl bağlık bahçelik
olduğu, Karaarslan’ın girişindeki Tahta Köprü ve yolun her iki yanındaki
bataklık sazlık alanlardaki sülüklerin çokluğu, Büyük Otel, Kadınlar Pazarı ve
günlerce yolculuk, çile, fakirlik, garibanlık fakat mertlik, kanaatkârlık,
dostluk, ahbaplık, samimiyet, vefa, yardımseverlik ve bir yığın güzellikler,
trajediler babam ve babamın yaşındaki insanların hafızalarındaki müstesna
mevkilerini muhafaza ediyor.
Kumköprü Emekliler Konağında tanıştığım 1929 doğumlu Nadir Uğur, 1952
yılında Konya’ya yerleşmiş ve Aziziye Camii ile Eski Garaj bölgesinde çeşitli
işlerde çalışmış daha sonra Hurdalık’ta, sanayide kamyon makasları satışı
yapmış, bir dönem dökümcülük ile uğraşmış bir amcamız. Eski Konya’nın sokakları
bile hâlâ gözlerinin önünde canlanıyor.
Nadir Amca da tıpkı babam ve o yaştaki insanlar gibi Eski Garaj
bölgesindeki hanları anlatmadan geçemiyor. Yedi sekiz tane han ismi sayıyor
Nadir Amca. Bu hanlara at arabaları ile gelen yolcular yirmi beş kuruşa burada
konaklarlar ve lokanta az olduğu için veya lokanta olsa da parasızlıktan dolayı
peynir ekmek veya helva ekmek ile karınlarını doyururlar.
Nadir Uğur Amca, Konya’nın Ermeni asıllı azınlıklarının son temsilcisi
Panos Özararat ile de dostluk kurmuş, onunla yemiş içmiş ahbaplık yapmış.
Panos’un Aziziye Camii civarında bulunan döküm atölyesine sık sık gelir ve
onunla eskiyi yeniyi konuşurmuş. Nadir Amca’nın sanayideki dükkânına sıklıkla
uğrarmış Panos Özararat. Hatta o geldiği zaman Nadir Amca, havaların çok sıcak
olduğundan bahsettiği zaman Panos da “Gavur
yakıyorlardır da ondan olsa gerek!” diye latife yaparmış. Nadir Amca’ya
göre Konya biraz da fayton demektir. O dönemde yolcu taşıyan faytonların yegâne
sahibi Bobi’dir. Bobi’nin faytonları Konya sokaklarında meşhurdur.
Eskiden sadece şehir merkezinden ibaret olan Karatay zamanla büyüdü,
gelişti ve etraftaki birçok köy de kendisine mahalle olarak iltihak etti. Bu
önemli, tarihî ilçenin daha da büyüyüp gelişeceği muhtemeldir. Bugün için
baktığımız zaman Karatay’ın elli beş adet mahallesi var. Her mahallenin
isimlerinin elbette ki tarihî arka planları mevcuttur. Zamanla değiştirilen
mahalle isimleri müstesna her ismin mutlaka tarihe tutunacak, ona dal budak
saracak kolları var.
Bugün Karatay; Akabe, Akçeşme, Akifpaşa, Aziziye, Başak, Büyüksinan,
Çatalhüyük, Çataltömek, Çelebi, Çimenlik, Doğanlar, Doğuş, Elmacı, Emirgazi,
Erenler, Erler, Fetih, Fevzi Çakmak, Gaziosmanpaşa, Hacı Hasan, Hacıibali,
Hacısadık, Hacıveyiszade, Hacıyusufmescit, Hamzaoğlu, Hasan dedemescit, Hocalar
Köprüsü, istiklâl, Kalenderhane, Karaciğan, Karakulak, Kayacık Araplar,
Keçeciler, Kerimdede, Keykubat, Köprübaşı, Kumköprü, Kuzgunkavak, Mengene,
Nakiboğlu, Orhangazi, Ortakonak, Ortamescit, Sakyatan, Saraçoğlu, Sarıyakup,
Selim Sultan, Şatır, Şemsitebrizi, Taşrakaraslandede, Karaaslan Üzümcü,
Tatlıcak, Ulubatlı Hasan, Yediler, Yenimahalle olmak üzere tam elli beş
mahalleye sahip.
Her mahalle, mahalleli için tarihin süzülüp billurlaştığı, komşuluk
ilişkilerinin tam anlamı ile yaşandığı bir mümtaz bölgedir. Ancak günümüzde
mahalleler bu özelliklerini ne kadar korudu? Gerçi Türkiye’nin diğer
bölgelerine ve Konya’nın da daha modern olan Selçuklu ilçesinin büyük bölümüne
nazaran Karatay mahallelerinde kısmen de olsa hâlâ mahalle ruhu yaşamaktadır.
Eskiden olduğu gibi mahallelerden otlatmaya götürülen sığır sürülerini bekleyen
ve bu bekleyişte yapılan ayaküstü sohbetlerde sosyal olayların canlandığı
sahneler yok; ama Karatay’ın mahallelerinde hâlâ pişirdiği aşureyi dağıtan
nineler, anneler, bacılar var. Perşembe günleri bişi dağıtan, bazı günler cami
temizliği bile yapan teyzelerimiz, bacılarımız var. Yetiştirdiği sebze
türlerini, zabıtalarla kaçgöç oyunu oynayarak da olsa, vatandaşa takdim eden
teyzelerimiz var. Hasılı kelam şehrimizde modernliğin bütün zalimane tavrına
rağmen davete icabet eden, komşusunu davet etmesini bilen cengâverler var.
Hâlihazırda Karatay’a bağlı olan yirmi beş köy mevcut. Bu köyler şehirle
içli dışlı olmuş durumda. Her köyün kendisine mahsus törenleri, alışkanlıkları
var ama bunlar bütünüyle ana şehirden bağımsız değil. Karatay’a bağlı köyler; Acıdort,
Ağsaklı, Akbaş, Akörenkışla, Bakırtolu, Başgötüren, Beşağıl, Büyükburnak,
Çengilti, Divanlar, Esentepe, Göçü, İpekler, Karadona, Karakaya, Katrancı,
Kızören, Köseali, Obruk, Sürüç, Yağlıbayat, Yavşankuyu, Yenice, Yenikent,
Zincirli isimlerini taşıyor. Bu köylerin dışında Karatay ilçesinin belediye
teşkilatına sahip kasabaları da bulunmaktadır. Bu beldeler, Hayıroğlu,
Ovakavağı, İsmil, Yarma olmak üzere dörttür. Her birinin köklü tarihi, ananesi
ve gelenekleri var. Bunlardan Hayıroğlu Kasabası’nın Konya ve köyleri için
önemi büyüktür; zira tarihte unutulan Kurukafa Mehmet Efendi Hayıroğlu
Kasabasının hayırlı evlatlarından biridir.
Bugünlerde Konya’nın umudu olan Mavi Tünel’in, Çarşamba Çayı’nın asıl
kahramanı Kurukafa Mehmet Efendi değil midir? Kısa adı KOP olan Konya Ovaları
Sulama Projesi’nin ilk numunesini Hayıroğlulu Kurukafa Mehmet Efendi
tasarlamıştır.
1880’li yıllarda Bozkır istikametinden gelen Çarşamba Çayı bugünkü Karatay
sınırlarına kadar gelmektedir, ancak bahar olunca coşan, yaz gelince kuruyan
Çay’dan en büyük sıkıntıyı Hayıroğlu ve civar köyler çeker. Bu durumdan rahatsız
olan o zamanki Hayıroğlu Köyü sakinlerinden Kurukafa Mehmet Efendi civar
köyleri, Çumra’ya kadar inceler ve yanına aldığı vatandaşlarla çeşitli kanal ve
kanaletler açar. 1887 yılında Konya’da hüküm süren kuraklık neticesinde Konya
civarındaki köylerin bir kısım sakinleri çareyi etraftaki dağlara göç etmekte
bulur. Bu duruma fazlasıyla içerleyen Kurukafa Mehmet Efendi kuruyan Çarşamba
Çayı’nın yatağını takip ederek Beyşehir’e kadar gelir. Bozkır’daki dağlardan
gelen suyun Çay’ı beslemekte yetersiz kaldığını görünce Beyşehir Gölü’ndeki
fazla suları Suğla Gölü’ne taşıyan Beyşehir Çayı’nın direkt olarak Mavi Boğaz’a
bağlanması hayalini kurar. Yani bugünkü sulama projesinin ilk ayağıdır bu.
Hayıroğlu’na gelen Kurukafa Mehmet Efendi köylülerine projesini anlatır ve
yaklaşık bin kişi ile yola çıkar. Aylarca süren kazı çalışmalarından sonra
kanal tamamlanır ancak bu kanal gelen suyu taşıyamaz. Köyüne dönen Kurukafa
Mehmet Efendi Hakk’ın rahmetine kavuşur. Hayıroğlulu Mehmet Efendi’nin oğlu
1898 yılında Konya’ya vali olarak tayin edilen Avlonyalı Ferit Paşa’ya
babasının akim kalan projesinden bahseder. Vali Bey’in daha sonra Sadrazam
olması ile birlikte II. Abdülhamit bu projeye onay verir ve 1908-1913 yılları
arasında Beyşehir Gölü’nü Mavi Boğaz’a bağlayan kanal açılır. Hayıroğlulu
Kurukafa Mehmet Efendi’yi unutmak ne mümkündür. Ancak çeşitli şekillerde onu
hatırlamak ve ona vefa duygusunu canlandırmak Hayıroğlu’na, Karatay’a düşer.
Tarihte unutulmaya yüz tutmuş bu kahramanları yaşatmak onları anmak bizlere bir
vefa borcudur elbet.
Her şehir belleklerde yaşamaya devam eder. Şehir hafıza demektir bir
bakıma. Şehir, mahallesi ve kendisine bağlı köyleri ile bir bütündür aslında.
Bir şehre bağlı olan köyler, o şehrin kolları, kanatları, nefes aldığı
ciğerleridir. Tarih, bu şehirde yaşadı yaşamaya devam edecektir.
FEYZİ HALICI’NIN ŞİİRLERİNDE
KARATAY ÇEŞMELERİ VE BAZI KARATAY MEKÂNLARI*
Yüzlerce yıl Karatay evlerine “tatlı su” mahalle çeşmelerinden
taşındı. Her evde bir çeşme 1960’lı yıllarda bile yoktu.
İkindiden sonra
kadınlar, çocuklar güğümlerini, testilerini “akacak” denilen bilek kalınlığında
el örgüsü yünden ipin ucuna bir testiyi, öteki ucuna diğer testiyi takar, omzuna
önlü arkalı vurur çeşmeden su doldurup evine dönerdi.
İşlenmiş Gödene
taşından, mermerden çeşmenin kurnasına pırıl pırıl kalaylı bakır bir tas
zincirle bağlı. Etkileyici büyülü parlaklık suyu daha bir soğuk gösterir. Gelip
geçen kana kana içsin diye, herkes için.
YAVUZ SULTAN SELİM HAN’IN ÇEŞMESİ
Şerafettin
Camii’nin cümle kapısına sırtınızı verin, kuzeye doğru. Mahkeme Hamamı’nı
solunuza alıp Şems Parkına doğru yürüyün. Park biterken 19 Mayıs İlköğretim
Okulu’nun bahçe duvarına dayanmış “Yavuz
Sultan Selim Han’ın Çeşmesini” görürsünüz.
Feyzi Halıcı şiirinde meşhur
çeşmeyi şöyle anlatır:
YAVUZ SULTAN SELİM HAN’IN ÇEŞMESİ
Yaşatır yeniden çocukluğumu,
Yavuz Sultan Selim Han’ın Çeşmesi.
Bildirir tarihte var olduğumu,
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi
Dutluda bir avuç kardır, el eder
“Bre yiğitlerim haydi gelin” der.
Mavi bir çiniden sonsuza gider,
Yavuz Sultan Selim Han’ın Çeşmesi.
Sanmayın ateşim kaybolur külde,
Çengi-mısra olur bir beyaz gülde
Notalar resim çizer gönülde
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi.
Nice yakarıştır Allah’ın günü,
Söyler yaşamanın bütünlüğünü
Şems’i Tebrizi’ye açar gönlünü,
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi.
Konya destanlaşır bir bengi-seste,
Bülbül nice durur altın kafeste.
Bugünden yarına en güzel beste,
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi.
Kum saati, zembereği kurmadan,
Ab-ı hayat damlar çifte kurnadan
“Bir nefes sıhhattir” akar durmadan,
Yavuz Sultan Selim Han’ın çeşmesi
(Kaynak:
Yaşama Sevinci/ Şiirler/ Feyzi Halıcı 1983. Güven Matbaası Ankara).
YAVUZ SULTAN SELİM HAN’IN ÇEŞMESİ
HAKKINDA BİLGİ:
Ünlü
tarihçi, yazar rahmetli Mehmet Önder, Mevlâna
Şehri Konya adlı hacimli kitabında “Yavuz
Sultan Selim Han Çeşmesi” hakkında şu bilgiyi verir: Konya’nın Şems
Mahallesi Şemseddin Tebrizi zaviyesi kuzeyindedir. Kitabesine göre, 926/1519
yılında Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in emirleriyle yaptırılmıştır.
Sülüs yazı ile mermer kitabesi şöyledir. “Allah’ın
yeryüzünde kulları üzerine gölgesi olan Sultanoğlu, Sultan, Sultan’ül muazzam
Beyaz’id oğlu Şah Selim Han (Allah yardımlarını aziz eylesin) bu çeşmenin
yapılmasını emreyledi. Sene 926”.
ŞEREFŞİRİN ÇEŞMESİ
Şerefşirin Çeşmesi, Karatay’ın meşhur çeşmelerinden
biri, Şerefşirin Sokağı’nın köşesinde. Bu sokağa eski Konyalılar “Avukatlar Sokağı” diye ad takmışlar.
Eski Konya’da avukat yazıhaneleri bu sokağın sağına, soluna sıralıymış. Şöyle
tarif edelim: Şerafettin Camii civarı, Vakıflar Han’ın doğu yanından doğuya
doğru dar bir sokak gider. Sokağın sonunda yol sağa, sola bükülürken Şerafettin
Çeşmesi’ni bulursunuz.
Feyzi Halıcı’nın Yaşama Sevinci adlı kitabında “Şeref
Şirin Sokağındaki Çeşme” şiiri şöyle sunulur:
Gömülmüş mermerden yalnızlığına,
Şerefşirin sokağındaki çeşme.
İdamlık bir mahkûm gibi hüzünlü,
Seslenir taş gibi; Derdimi deşme.
Selçuklu adımlar geçer toz-duman,
Düşlerde kırk boğum, bir sokak başı,
Elini uzatsan değer zamana,
Çeşmenin içine akar gözyaşı.
Kimler geldi, kimler geçti kim bilir?
Bir mermer aynadır geride kalan.
Kul anlamaz bu acı yalnızlığı,
Bakışlar hayınca, dudaklar yalan.
Düşmüş
kurnalara bir paslı tarih,
Mutlu başlangıçlar, acılı sonlar,
Güneşi görmeyen bu dar sokakta,
Yükselir bir yumruk gibi betonlar.
Düğüm vuruluyor Bengi-sulara,
Olacak şey mi bu, nasıl, ne zaman
Susturuyor tam bir asrı kazmalar,
Doğrusu çeşmenin hâli pek yaman.
Sorsanız
dillenir kuru dudaklar,
Çizen böyle çizmiş bu plânları,
Ecdat yadigârı perme-perişan
Hak korusun geride kalanları.
Şeref şirin sokağındaki çeşme;
Okunup dinlensin bu arzuhali
Yüklemeyin sırtıma veballeri,
Size örnek olsun acıklı hâlim.
Açıkça görüyorsunuz, anlıyorsunuz. Suyu kesilen “plânlar” uğruna ortadan kaldırılmak istenen Şeref şirin çeşmesine
bir ağıt, bir şiir. Feyzi Halıcı çeşmenin “Pürmelâli”
karşısında acılar içinde..
Şeref şirin Çeşmesi hakkında Mehmet
Önder, Mevlâna Şehri Konya adlı
kitabında tarihe şu notu düşmüş: “Konya’nın
Şerafettin Mahallesindedir. 1301/1883 yılında Konyalı hayırsever zevat
tarafından yaptırılmıştır. Rık’a yazı ile mermer kitabesi şöyledir”.
Lûtf-i bipayanın seyreyle Hakkın kim
bize,
Yok,
iken ihsan ider bu çeşme-âyn-i sâfâ.
Asr-ı şevket-i sani
Abdülhamid’dir asrımız,
Saltanat bağını daim
ömrün Efsun et Huda.
Habbeza ehl-i mahalle ettiler sây’î
beliğ,
Beşşiru makbul ola âmîlleri yevm-ül ceza.
Çün seza altun kalemle
Fahri tarihin yazar,
Eyyüh-en, nas içiniz
her çeşmeden suyu şifâ.
Sene: 1301
İSTANBUL CADDESİ
Eski Konya’nın en zengin, en
hoş, en çekici, en gizemli biricik caddesi, Konya’nın övüncü…
Üstüne
şiirler öyküler yazılan İstanbul Caddesi Konya’nın can damarıydı. 70’li yıllara
kadar… Onbinlerce insanın hafızasında hâlâ eski şahane yılları ile yaşar. Eski
Konya’nın ortasında ulu bir “Nehir Cadde”…
Yan kolları; bedestenler, tuzcular içi, çıkrıkçılar içi, kebapçılar içi.
Onlarca ilginç, bin bir ihtiyaca çare bulan loş sokaklar. Türbe Önü’ne giden
cadde, Tellâl Pazarı (Sipahi Pazarı) tüm eski Konyalı’nın bildiği “Essabınaltı”.
İstanbul Caddesi halı demektir, bakır kap demektir; kebap kokusu, kadayıf
kokusu, rengârenk sorma şeker, türüm türüm çifte kavrulmuş sıcak leblebi…
İstanbul Caddesi, caddesi,
50
yaşından yukarda olanlar için hâlâ “çarşı
helvası”, sıcak “Fenni Fırın”
somunu buz üstünde döndürüle döndürüle soğutulmuş Çağlayan Gazozu demek.
Velhasıl, Eski Konya’da “İstanbul Caddesi”
ne demek, onu yaşama mutluluğuna erenlere sormalı.
Feyzi
Halıcı “İstanbul Caddesi” adlı şiiri
ile şiirde ölümsüzleştirdiği; İstanbul caddesini, onun gibi anlatan da çıkmadı.
Şiiri okurken eğer eski İstanbul Caddesi’nde yaşamış biriyseniz hayalinizde
neler canlanacak. Ama sunduğumuz şiir, düşleyebilirlerse, gençler için de güzel
bir ufuk turu.
İSTANBUL
CADDESİ I
Bu cadde İstanbul Caddesi,
Aziziye minaresinde çifte ezan,
Nal sesleri, motor gürültüleri,
Arasında kaybolursunuz bazan.
Burası Dellâl
pazarıdır,
Eski eşyaların satıldığı,
Cömert oturak âlemlerinin
Kayıtsızca anlatıldığı.
Ağzına kadar dolu dükkânlarda,
Duyun ki ne ümitler eridi,
Oturup seyredin şöyle derin,
Cadde değil, sinema şeridi.
Bir para
sesidir duyulmasın,
Tekmil kulaklar kirişte,
Terziler, vitrinler, hanımlar,
Alışverişte….
Gün batı tarafında bizim dükkân,
Halı, kilim, çepeçevre yanları,
Karşımızda çitlem çitlem bir otel,
Duvarında banka ilânları.
Yolunuz
İstanbul Caddesine,
Düşmezmi bir zaman, ne dersiniz?
Pahalılıktan falan konuşur
Bir acı kahvemizi içersiniz.
İSTANBUL
CADDESİ II
Kaldırılan kepenklerde arayın,
Günlük çabaların âhengini,
Seslenir hayata, bu caddeden,
Bütün şehrin fakiri, zengini
Sabahın
doyumsuz güzelliğinde,
Tıngır, mıngır tatar arabaları;
Uykulu gözlerle öğrenciler;
Önlerinde anneleri, babaları.
Pahalılık boş bulmasın meydanı
Çekilir koyunlar gibi besiye,
Süpürgesi, zeytinyağı, ekmeği,
Her şey veresiye.
Yaşamak
nicedir, bir görünüz,
Toptozlu haziran günleri,
Yağız amelelerle birlikte,
Dört buçuk lira öğünleri.
Gençler kahveye gider akşamları,
İhtiyarlar camiye,
İstanbul caddesinde duyuldu ilkin,
Memurlara beş maaş ikramiye.
ASLANLI
KIŞLA
Aslanlı
Kışla’nın taşı, toprağı dile gelse de bir söylese… Çökmek üzere olan
imparatorluğun koparılmak istenen son parçalarını can havli ile kurtarmaya
giden Konya çocuklarının vedalaşmasını… Sevgili canlara son sarılmalarını,
gülümsemelerle gizlenmeye çalışırlar gözyaşlarını… Umutsuzca sallanan
mendilleri… Konya’nın seçkin insan kaynaklarının çöllere, buz dağlarına
yürüyüşünü…“Yola çıkan” on binlerce “nefer”’in hatıralarını…
Aslanlı Kışla’nın şimdi yerinde
yeller esiyor. Hiç değilse o aziz kapısı yanında bekleyen dev aslanlarla on binlerce
mübarek neferin bir hatırası olarak kalsaydı.
Feyzi Halıcı, Yaşama Sevinci adlı kitabında, Aslanlı Kışla’yı şiir diliyle şöyle
anlatır:
DESTANLAR İÇİNDE ASLANLI KIŞLA
El - emeği, göz nuru, Alın teri,
Özlem duydum sana yıllardan beri,
Girdim asker adımlarla içeri,
Çıktım gönüller dolusu alkışla,
Kışlalar içinde Aslanlı kışla.
Kahramanlık
nabız nabız uyanır,
Tarih-tekmil Kanuni’ye dayanır,
Bayrak bayrak zaferleri giyinir,
Edirne’yle, Karsla, Sarıkamışla;
Kışlalar içinde Aslanlı Kışla.
Telli telefonlar, konuşan gayrı,
Gönül sevgisinden düşermi ayrı,
Tanrım bu ocakta bulmuşuz hayrı,
Vatan hizmetine bizi bağışla,
Kışlalar içinde Aslanlı kışla..
Efe
zeybeğinden, dadaş barından,
Ova sıcağından, yayla karından,
Tarihin tekbirli sayfalarından
Gülümser zaman en mert bakışla,
Kışlalar içinde Aslanlı Kışla.
Kaç iklim aşmışız, kaç dağ, kaç deniz,
Vatan aşkı içimizde tertemiz,
Destan dile gelir künyemiz,
Dostuz zaferlerle, dostuz barışla.
Kışlalar içinde Aslanlı Kışla.
Akça
ovaların örnek birliği,
Kışla can evinde tutar dirliği,
Asırlar boyunca cengâverliği,
Çize durur bir tarihi nakışla,
Destanlar içinde aslanlı kışla.
O ki son şehidin sırası benim,
Ölüm başucumda durası benim,
Seferde görevim, burası benim,
Sulhta en alımlı, en şanlı kışla,
Kışlalar içinde Aslanlı Kışla.
BEĞBİRYA METELİ*
Bir varmış bir yoğumuş bir padişahın
hiç oğlu olmamış, Garısıynan beraber atlara binmişler, züriyet aramaya
gitmişler. Yolda giderken garşılarına Hızır Baba gelmiş:
“-Nere giden padişahım”, dimiş.
O da: “-Merhaba Hızır Baba”, dimiş.
O da: “-Sen benim Hızır olduğumu
nerden bildin”, dimiş.
O da: “-Gısbetinden”, dimiş.
Hiç oğlu olmadığından goynundan bir
elma çıkarıp vermiş, Hızır..Yarısını gısrak yimiş, yarısını ailesi yimiş.
“-Ben gelesağadar bunların adına hiç
goyma, dimiş”.
“Çocuk olursa, tay olursa bunların
adını ben goyacam, dimiş”.
Ondan sonra
ailesi bir oğlan doğurmuş, at da bir erkek tay doğurmuş, çocuk yidi yaşına
girmiş. Dışarıda çocuklar isimsiz diyi galdırılarımış gondurularımış.
“-Adsız beğ...”
“-Adsız beğ..”
Hızır dede onlara “ben gelmeden çocuğa ad koyman”
dimişimiş. Çok beklemişler. Sona
toplanmışlar:
“-Gel padişahım, ilin çocuklarının
adı Ali, Veli, bu ne olacak? Adsız beğ”, dimişler.
Hızır Aleyhisselam odaya onlar
otururken gelir. Sedirde yir verirler Hızır:
“-Bişşiy gonuşuyordunuz, bu
toplantınızın maksadı ne?” diyyor. Onlar da:
“-Çocuğa ad goyacağız”, dirler.
Çocuğu getiriler:
İsmine Hızır "Beğbirya"
dir.
Oğlana: “-Govduğunu dut, duttuğunu
yık”, dir.
Ondan sonra Hızır gidiyor. Taya
bakıyor: "Tayın ismi Beğniboz, sildiği penzer" diyor; çocuğu
alıyorlar, mektebe viriyorlar. Mektepte bir hoca okuduyor bunu, bunu hiç sokağa
çıkarmıyor. Çocuk orada on beş yaşına giriyor. Hiç anasını, babasını görmeyor.
Evden bir yahnı yollayollar. Etini yiyyor, kemiğini atıyor. Atınca dam
deliniyor. Ordan damı deliyor kemik. Güneş içeriye giriyor. Güneşi dutacam
dirken bayılıyor.
Hoca:
“-Hey oğlum, dışarıda ay var gün
var, neler var”, diyyor.
Oğlan da oradan:
“-Canım Hoca, dışarıda ay var, gün
var, insan var, bağa neye göster meyyorsunuz?” diyyor.
Hoca babasından izin istemeye
gidiyor.
“-Babama söle, ben günü, dünyayı
görüyüm”, diyyor.
Babası da darılıyor.
“-Hoca sen oğlanı azdırıyyon”; diyyor.
Darılıyor Hoca'ya, Hoca gine
geliyor. İki gün sonra çocuk gine çabalayyor.
“-Ak hocam, bal hocam, ille ben bir
dünyayı görüyüm, nasıl dünya?” diyyor.
Padişah Hoca'ya darılıyor.
Dellal çağırdıyyor:
“-Filan sokaktan girecek, filan
sokaktan çıkacak padişahın oğlu. Kimse sokağa çıkmayacak. Çıkan olursa cellad
idilecek”, diyi böğle dellal çağırdırıyor. Ondan sonra gelip mektebine giriyor.
İki üç gün okuyyor. “Dünyayı bir daha görecem”, diyyor.
“-Hoca sen bu oğlanı azdıracan”,
diyyor. Gine dellal çığırdıyyor.
“-Kim dışarıda bulunursa boynu
vurulacak”.
Gine sokakta aynı gezdiriyollar.
Gine goyyollar ora. Orada iki üç gün daha okuyyor. Gine dayadıyor. Ondan
soracağıma, babasından gine izin isdeyyorlar. Babası mektebe yollamayyor,
birkaç gün öğle gezmekte durukan, babasının odasında çalgı çalınırımız,
Beğbirya varıyor. Selam veriyor. Onlara selamını almayollar. Dip sedirden yir
virmeyyollar. Bir Keloğlan selamını alıyor. Hızır Baba geliyor ora. Bunun
ağzına bir tokat vuruyor. Oğlan ağlayyor, tokadı vurunca.
“-Ne ağlan? Yoksa dalkavak gızını mı
alt ittin de ağlan?” diyyor. Çekiyor Beğnibozu. Biniyor. Dalgavak gızına
gidiyor, dalgavak gızına varıkan. Dalgavak gızının çobanı varımış, goyun
yatıyor, o da yanında duruyormuş. Çobana:
“-Garnım acıkdı çoban, diyyor. Bir
süt sağ”, diyyor. Goyun da Dalgavak gızının goyunuymuş
Çoban oradan diyneğini çektiğiynen
Beğbirya'nın üstüne geliyor. Beğbirya dutduğuynan ayaklarını havaya getiriyor.
Başını toprağın içine sokup, gidiyor. Goyun öğle yatır. Dalgavak gızı bakıyor
ki goyun öğle yatır. Çoban devinmeyyor, geliyor, soruyor:
“-Bu ne hal, böğle ayakları
yokarıda, başucu aşşada?” Gızdırıyollar çobana:
“-Kim bunu yapdı?” Diyince;
“-Şordan bir atlı geldi, o yapdı”
diyince onun izini sürüp gidiyollar. Ondan soracağıma varıyor Hızır Dede'nin
evine giriyor oğlan. Bunlar da izden buluyollar. Dalgavak gızına haber
idiyollar.
“-Filan yirde gocanın evinde bir
yiğit yatıyor”, diller. Dalgavak gızı kendi geliyor.
“-Dede yiğidini bir çağır”, diyyor.
“-Yiğidim yorgun, yatıyor, şimdi
çağıramam” diyyor.
Dalgavak gızı: -“Yarın bir ok
atalım”, diyyor.
Ok atıyollar.
Dalgavak gızı bir ok atıyor, iki
ördeği birden vuruyor havada. Beğbirya atıyor üç tanesini vuruyor. Ondan sonra
da dönüp geliyollar.
Ondan sonra Beğbirya gelip yatıyor.
Dalgavak gızı gocaya:
“-Dede senin Beğbiryan orda galdı”
diyyor.
O da: -“Geldi benim yiğidim, yatdı”
diyyor.
Bakam ki yatmış uykuda, üyür.
“-Yarın at goşusuna gidelim,
Beğbiryannan diyor”. Helva bişirriyyor.
Dedesi: -“Onun helvasından yime,
onun helvası zehirli”, diyyor. Ondan soracağıma atları koşalar, Beğbiryanın atı
geçiyor.
“-Ya, yiğidim oturalım da
diğnenelim. Garnımız acıkdı, ekmek yiyelim”, diyyor.
Ekmeği yirken: -“Senin ki ne? Benim
ki helva” dimiş.
“-Sen orda, ben burda yiyelim”
dimiş.
Gız yüzünü açıvırmış. Oğlan
vardığıyınan dizine oturagitmiş. Ondan sonra zehirli helvayı yimiş. Beğbirya
ölmüş, Dalgavak gızı atı goğalamış goğalamış dutamamış.
“-Aman bir topuğu gıllı, nere
giderse gitsin”, dimiş. At geldiğiynen ayaklarıynan Beğbirya'yı çevirmiş,
ağzına akıtmış, akıdınca, sidiği penzehiridi ya, o zehirinen kakmış gızdan
evvel varmış, yatmış Beğbirya.
Dalgavak gızı varmış: “-Dede filan
yirde Beğbiryan öldü” dimiş.
O da : “-Oğlum geldi yatdı, uykuda üyür”
dimiş.
Gızın hiç haberi olmadan geçmiş,
gitmiş, yatmış, dedenin evine.
Dalgavak Gızı: “-Beğbirya'ya söğle
bir güleş yapacağız dimiş. Hangi hangimizi basarsak güleş yirinde o onun olacak”,
dir.
Bunlar güleşe çıkarlar. Güleşe
çıkınca millet toplanır. Ha şunda, ha bunda dirken oğlan basar gızı. Elinde
hatem yüzzüğü varmış gızın, Beğbirya'nın gaşını narasını yırtıyor. Yüzzük
yırtınca güleş yirinde basıyor.
“-Ya yiğit ben seniğim, diyyor. Sen
benimsin” diyyor.
Kakıyyor, atlara biniyorlar.
Geleyollar. Babasının evine geliyollar. Odasında çalgıcılar çalgı çalallar
öğle.
Gine: “-Selamünaleyküm”, diyyor.
Selamını anmayollar. Bu gine
ağlamayya duruyor.
Keloğlan alıyor gine. -Dip sedirden
yir isteyyor, o.
Hızır dede gine gelip bir tokat
vuruyor, buna.
“-Gitdin gralımı altitdin de dip
sedirden yir isteyyon”, dir.
Bunlar gırk kişi oluyor. Gıralı alt
itmeye gidiyyollar. Ondan soğnacıma, gralı noraya varıkan çayırda, goruda. “-Az
şurda diynenelim, diyorlar” Yatıyollar.
“-Atlar da diynensin” diyollar. Ora
yatınca ölüllerimiş, hepsi de yidi sene sonra diriliyollarımış. Gral sabahtan
bakıyor, gorunun içi galabalık, ordan adamlarını yollayor. Arabalara atıyollar
cenazeleri, cenaze gibi getiriyollar. Zindana atıyollar.
Atı notuz dokuzunu dutuyollar.
Beğbirya'nın Beğnibozu dutamayyollar.
“-Aman bir topuğu gıllı, nereye
giderse gitsin” diyyollar.
Getiriyollar zindana hepsini
atıyollar.
Yedi seneden sonra uykudan uyanır
gibi uyanıyorlar. Bakıyollar, gendilerini zindan içinde buluyollar.
“- Acap bizi buraya kim getirdi”
diyollar.
Bunlar orada durmaktayken bir kervan
geçiyor.
“-Acaba şu kervana bir türkü atsak
bililler mi?” diyyor. Beğbirya: Selamını alan Keloğlan da içindeymiş onun.
Keloğlan: “- Gelişimizi sorarsan
Uğuz ilinden Söğle yiğit datlı dilinden.”
Beğbirya: “- Babamı sorarsan padişah
diller. Beni de sorarsan Beğbirya diller.
Söğle yiğit söğle datlı dilinden.”
Keloğlan: “-Babağı sorarsan aman
oldu, anağı sorarsan divane oldu, gız dardaşığı sorarsan perişan oldu, söğle
yiğit söğle datlı dilinden” diyyor.
“-Ülen bir de ondan söğleyim.”
Beğbirya: “-Beğnibozun emeği hele
Dalgavak gızı ondan da bir haber virin ağalar beğler.”
Keloğlan: “- O da kel vizire
virildi” diyyor.
Beğbiryayı burda evtik alıyor. Ondan
soğacığıma, gralın güççük gızı ürüyasında Beğbirya'yı görüyor. “Beğbirya isimli
bir insana varacam diyyor.”
Gız ürüyasında zindana varıyor,
ondan soğra Beğbirya'yı görüyor.
“- Ya Beğbirya dinime dönersen
babama söğlerim seni zindandan çıkartır” diyyor.
“- Yidi sene yaddım, yidi sene daha
yadsam gine diğnimdem dönmem” diyyor.
“- Senin diğniğe girsem ya Beğbirya
gabol iden mi?” diyyor.
“- Hoşaf bulaşığı gadar gabol
ederim” diyyor.
“- Ey Beğbirya, senin diğniğin Hak diğni
olduğunu nasıl biliyin” dir.
Gırk çit çamızınan bir bilezili daş
goyuyollar.
“- Galdır da senin diniyin hak diyni
olduğunu görüyüm, bakıyım Beğbirya” diyyor.
“- Ya Allah, ya Bismillah” diyyor,
“galdırıp atıyor daşı, Beğbirya” Gıza:
“- Ge bir de sen galdır” diyyor. Gız
yerinden devindiremeyyor.
“- Beğbirya senin diniyin hak diyni
olduğunu yiği bildim” diyyor, Gıza:
“- Bismillahirrahmanirrahim” diyyor.
Daşı o da galdırıyyor. Gız eve goyup
gidiyyor. Beğbirya'nın içi gavrayyor. Dalgavak gızı gidecek diyi Dalgavak
gızının günü yaklaşmış orda.
Gralın gızı evde duruyormuş. Geliyor
Beğbiryaya:
“-Beğbirya seni burdan salacam”
diyyor, “Babamın haberi yoğuken gitsen” diyyor “Sözün erkeğisen, doğruyusan
gırk gün sonra gelecen. Babamdan benim filan seneden burda gırk tane adamın
varıdı zindanda yatar, bunları istiyecen” diyyor.
“-Otuzdokuzunu bulacak, bir tanesini
bulamayacak, böyük gızımı veriyim diyecek, böyük gızı verecek. O da ben Türk
içine gitmem diyecek. Güccük gızına diyecek, baba öl didiğin yirde ölürüm, gal
didiğin yirde de galırım. Ben giderim o zaman” diyecek.
Böyle müzakere yaptılar.
Gız buna gırk gün izin veriyor.
Ordan çıkıyor, zindandan çıkınca ayakları ham olduğundan yorüyemeyyor. Zabah,
yaklaşıyor. Zabah yaklaşınca at gelip gelip geçiyor. Beğnibozun izini görüyor.
“- Acaba beinm atın izi mi, bir
türkü atsam gelir mi ki Beğniboz?” diyyor.
Beğbirya: “- Zabahtan buldum izini
İziğe sürdüm yüzümü
Güne
bir yaşıdık atım gelince gayrı” diyyor.
At gelmiş. Belini golan kesmiş,
dalını eğer kesmiş, ağzını gem kesmiş, yirden bir avuç toprak alıyor,
yaralarına sürüyor. Atlayyor atlayyor binemeyyor. Binemeyince ata darılıyor.
“- Binemedim hep gözü kör olasıca”
diyyor ata.
At da darıldığınan gidiyor.
At: “-Gralın gızının ağzına baktın
da bağa darıldın, yidi senedir garnım doyasağadar oy yimedim, garnım
dayasağadar su içmedim, dalımı eğer kesdi, ağzımı gem kesdi, bir günün
galdıydıydı Beğbirya. Galenin altını deşiyorudum. Bir günün galdı. Gralın
gızının ağzıynan bana gözü kör olasıca didin, darıldın” diyyor.
At goyduğuyan gidiyor. Ortalık
ışıdıksıra bunu evtik alıyor.
“- Üle ata bir türkü atsak gelir mi
ki acaba?”
Beğbirya: “- Zabahtan buldum izini
İziğe sürdüm yüzümü
Gralın
güççük gızı
Gırk
gün virdi izini.”
“Güne bir
yaşıdık atım gelince gayrı” diyyor.
At gelmiş, yolun üstüne yata gitmiş.
Bindiğiğinen gralın gorsunu geçiyor. Orda düğün yaklaşıyor, Dalgavak gızının
düğünü. Orda aksakallı Hızır yine iras geliyor. Buna: “-Oğlum nere giden”
diyyor.
“- Uğuz iline gidiyorum” diyyor.
“- Uğuz ilinde ne işin var?” diyi
soruyor.
“- Padişahın oğlunun garısı kel
vezire gelin oluyormuş, ona giderim” diyyor.
“-Atını golanı gevşemiş, ben bir
sıkıştırıyım” diyyor. Bağlayyor. Ona iki ganat dakıyor, o ganatlar bunu atı
uçuruyor. On günlük yolu bir günde almak isteyyor. İleriye varınca gine
aksakallı Hızır İras geliyor.
“- Oğlum atıyın golanı gevşemiş”
dimiş.
İki ganat daha dakıyor, daha fazla
uçuyor at. Köğlerinin yanına yaklaşırken, Uğuz iline Hızır Dede gine
öküzleriynen çift sürüyor. Ondan soğnacıma Beğniboz'u salıyor orda çayıra,
gendi.
“- Selâmün aliyküm çiftçi baba,
ekmek vir yiyim” diyyor.
Hızır Baba: “-Oğlum, ekmek de sıcak,
yoğurt da sıcak, yiği çalınmış, yiği
tandırdan çıkmış ekmek” diyyor.
Ordan gannını doyuruyor.
“- Allahaısmarladık, diyor” Ordan
gidiyor.
Çocuklar öğle delik eşellerimiş,
üsdünü çöpünen örtellerimiş.
Beğbirya: “- Ne yapıyorsunuz bunu”
dimiş. Çocuklara sormuş.
“-Padişahın oğlunun garısı kel
vezire gidiyor. Atının ayakları oraya girecek, gırılacak nasip olmayacak”
diyyorlar.
“- Gelin öğle olmaz. Camiye gidelim.
Ben düa idiyim, siz amin din” diyyor, çocuklara.
Beğbirya çeşmeye varıyor, yidi
senedir akmayan çeşme akıyor. Çocuklar:
“-Aptal çeşmey akıtdı” diyyorlar.
Camiye gidiyollar, çocuklar dağılıvırıyollar. Beğbirya gendi başına camide
galıyor, camiden çıkıyor.
Atlar geşdi. Padişah Gızına:
“-Gızım ağan öldü. Dalgavak gızı
gelin olduyor, gitdi. Evdeki goca gısırağı sula gel” diyyor.
“- Hay hınzırın apdalı, biz bir
dertdeyiz sen de bir dertde misin?”
“- Ne oldu? Derdiniz nedir?” diyyor.
“- Ağamın garısı varıdı gelin oldu.
Biz o dertdeyiz. Sen de bu dertde misin?” diyyor.
Gısırağı apdalın eline viriyor. Gız
tekrar alıyor, gızın elinden çırpındığınan apdalın yanında ağlayyor.
“- Acaba bu ağam mı? Ağam değil mi?”
diyi küşüme varıyor.
At varıp, varıp ağlayyor. Can garısı
padişaha seyyirdiyyor.
“- Gızın bir aydalınan gonuşuyyor”,
diyi.
“-Acele bunu cellad idin” diyyor.
Gız: “-Baba üç kere elime virdi, baş
bağını sürüdü gitti, ağladı at. Acaba ağam mı ağam değil mi diyi küşüme vardım,
baba beni cellad ettirme” diyyor, “İnsanı söğletmeden mi asarlar” dir.
Gısırağı aldı geldi. Eski yirine
bağladı, tokasını, yularını çırpdı, çırpdı. Gine üç kere ağladı ahara. Çıkartdı
tavlaya mendilini, mendilini tavlaya goyuverdi, gız da bunu gördü, bakdı gendi
işlediği mendil.
Babası: “-Accık müsade idin, didi
celladlara.” Gıza:
“- Gardaşıysa şimdi oka geliller”
diyyor.
Oradan aptal gidiyyor. Düğün yirine
varyor, düğün yirinde havaya bir minare boyu gabak asıyollar. Okunan asacaklar
gabağı. Vurularsa güveği girdeğe girecek, atallar, atallar vuramazlar. Beğbirya
apdal suretinde varıyor.
“- O gabağı ha, bir atmada vururum”
diyyor.
Okları eline alıp, gırıp gırıp
atıyyor.
“- Ülen Beğbirya'nın okunu
getirdirelim, onu da gırarsa ötdürelim” diyyorlar.
“- Gabağı vurursam bir aptal gelini
oynadacak” diyyor.
Gabağı vuruyor. Ondan soğna elbişim
asıyollar. Ondan soğnacıma Aptal mendili vurusa gelini oynadacak, ondan
soğnacıma atıyollar, atıyollar vuramıyollar. Ondan soğna, bu atıyor mendili
vuruyor. Gidiyor avratların içine.
“-Apdal gelini oynatacak, gelini
getirin” diyyollar. Ondan soğna, sercik varımış, serciğin dostu varımış,
Mustafacık.
“-Te orda zindanda. Ben onu severim”
dimiş.
Beğbirya'ya: “- Aptal ne bilecek?
Hadi sen git de iki oynayıvır” dimişler. O da:
“- Seni seven Mustafacık” dimiş.
O da: “-Ana! Filanına filan
iddiğimin aptalı, benim Mustafacığı sevdiğimi mi başıma kakıyon” dir.
“- Ben oynamam” dir.
“- Gel oyna” diyollar.
O da : “- Böyük evin yitini
Üstüne almış metini.”
“- Ana! Filanına filan ittiğimin
aptalı, benim üstüme guma geldiğini başıma kakıyor” diyyor.
“- İlle gelini oynadacam” diyyor.
Gardaşı: “- Koşdumda garlı dağla
aştım Senden evvel vatanıma düşdüm
Bir okumla daha
üç ördek vurdum
Var git apdal var git ağam değilsin.”
“- Ağamın güleş yirinde hatem nişanı
varıdı” diyyor.
Alnını açıvırıyor. Hatem nişanını görüyor.
Oradan gızınan oğlan birleşiyollar.
Babasının evine geliyollar.
Kel Vezir kaz damına giriyor.
Bunun vurunca: “- Geç, burda
öleceğime Beğbirya'nın evinde ölürüm” diyyor.
“Padişahın oğlunun elinde” diyyor.
Eline bir baş piçağı alıyor, bir de peşkir. Padişahın gonağına siğirtim
geliyor.
“- İşti kallem şu piçak ne yaparısan
yap. Ni yaptım sağa?” diyyor.
“- Hadi kel mundar, düğünün boşa
gitmesin” diyyor.
Gız gardaşını Kel Vezire veriyor.
Gün de otuzdokuz oluyor, burda duramayyor. Gırk gatıra gırk teneke gaz yağı
yüklediyor. Giderken gaz yağını ateşleyyor. Lamba gibi parlayyor, şöğle.
Gral büyük gızına: “- Gızım bak da
gel ne varmış” diyyor.
Geliyor, ortanca gızını çağırıyor:
“- Gızım şu gelene bir bak” diyyor.
O da: “-Ben gorkarım baba” diyyor.
Güççük gızına çığırıyor:
“- Gızım şu gelen ne imiş, bir bak”
diyyor.
“- Baba öl didiğin yirde ölürüm, gal
didiğin yirde galırım” diyyor.
Oradan çıkıp geliyor. Beğbirya
çağırdırıyor babasına.
“-Benim filan seneden burada gırk
tane adamım varıdı, acele olarakdan onu isteyyorum. Virtsen vir, virmezsen
burayı yakıp, harap idicem” dir.
Otuzdokuzunu buluyollar. Gırkıncıyı
bulamıyollar, Beğbirya'yı böyük kızına:
“- Gızım seni veriyim git” diyyor.
“- Ben gitmem” diyyor.
Ortanca gızına diyyor, o da:
gitmeyyor.
O bir adamı ödemek için güccük
gızına diyyor. O;
“- Öl didiğin yirde ölürüm, gal
didiğin yirde galırım” diyyor.
Oradan o otuzdokuzunu alıyor, gızı
da alıyor, memleketine geliyor. Burda da düğün yapıyor.
Gralın gızı da var. Dalgavak gızı da
var.
Yimiş, işmiş, muradına irmiş.
KARATAY'IN "KADİM"
MAHALLELERİNDEN TÜRKÜLER*
Burada,
Karatay ilçesi sınırları içinde kalan "Kadim
Mahallelerden" bundan elli yıl önce (1955-1960) yerli halkımızdan
derlenen türkülerden örnekler veriyoruz.
Türkülerimiz zaman içinde
binlerceydi. Kuşaktan kuşağa söylene söylene aktarıldı. Yaşam tarzının
değişikliği oranında yıldan yıla unutularak azaldı. 1950'lerde, radyonun yüz
evden bir evde olduğu, televizyonun hayalinin bile olmadığı yıllarda
türkülerimiz sevincimizin, acımızın, duygumuzun, düşüncemizin tercümanıydı.
Kadim
mahalleler, Araplar, Biçcimez, Sedirler, Topraklık, Tahtatepen'de özellikle
kadınlarımız bu türküleri nesilden nesile taşıdılar. O yıllarda, o mahallelerde
Çanakkale Gazileri'nin, Kurtuluş Savaşı Gazileri'nin çoğu sağdı. Yakılan
türkülerin kahramanıydı onlar. Mahallelerde Çanakkale yetimleri, dulları;
Kurtuluş Savaşı yetimleri, dulları yüzlerceydi. O yıllarda Birinci Dünya
Savaşı'nın yangın yerleri henüz yeşermeye başlamıştı. Yetim kuşakların elleri
ekmek tutmak üzereydi.
Konya'da "Türkü Söylemek" denmez; "Türkü Çağırmak" denir. "Türkü Yazmak" denmez; "Türkü Yakmak" denir. Çoğu zaman Türkünün adı hava'dır;
bir "hava" söyle denir.
Türkülerimiz çeşit… Savaşlar,
cinayetler, kıtlıklar, sel baskınları, yangınlar; sevda, aşk, tutku, duygu,
düşünce, hasret, eğlence, eleştiri; yaşamda ne varsa türkülerin konusu.
Biz burada Karatay'ın Kadim Mahalle
türkülerinin üç türünden örnekler vereceğiz: Seferberlik türküleri, ağıtlar,
mizahi türküler...
SEFERBERLİK TÜRKÜLERİ
I. Dünya Savaşı, ilan edilen "Seferberlik" ; arkasından
girişilen "Kurtuluş Savaşı"
Konya'nın eli silâh tutan kuşaklarını, büyük çapta şehrin elinden almıştır.
Mahallelerden, söz gelişi on kişi gitmişse biri gelebilmiştir.
Araplar Akcami'den okunan "Çifte Ezanlar"; minarelerden
verilen "Çifte Salâlarla",
mahallenin çocukları Arap çöllerine, Yemen'e, Çanakkale'ye, Balkanlar'a,
Rusya'ya karşı uğurlanmıştır. Biççimez'de de, Sedirler’de de, Uluırmak'ta da;
köylerde, kazalarda da bu böyle olmuştur.
"Davullar
çalınır, düğün mü sandın
Al-yeşil
bayrağı gelin mi sandın
Yemen'e
gideni gelir mi sandın..."
"Cihan
Savaşı"nda olsun, Kurtuluş Savaşı'nda olsun, mahallelerde cenaze
kaldırmak için bile erkek kalmamış; mahalle hocaları, ilk mektep çocukları ile
cenaze kaldırmıştır.
ATLAR TÜRKÜSÜ
Gır
at da dir ki, ben atların başıyım
Ağalar elinde gezer taviz guşuyum
Issız viranede can gurtaran kişiyim
Topların sesini
duyduktan giri
Üzengi böğrüme değdikten
giri
Yağız at da dir ki, bağlaman beni
guruya
Üstüme binen yiğidi Allah goruya
Gidersem ileri dönmem geriye
Bir kere başımı goduktan giri
Topların sesini
duyduktan giri
Üzengi böğrüme değdikten
giri
Dorat da dir ki, ben donumu satarım
Üstüme binen yiğidi alır atarım
Başım dara gelirse Ezderhayı yakarım
Topların sesini
duyduktan giri
Üzengi böğrüme değdikten
giri
Al at da dir ki, nece olur halimiz
Cinsimizden çatal olur dilimiz
Girersek gavgaya çıkar ölümüz
Topların sesini
duyduktan giri
Üzengi böğrüme değdikten
giri
Gula at da dir ki, at goymadım
goğuşta
Ne onbaşıda ne de çavışta
Ne düğünde, ne de bayramda
Topların sesini duyduktan
giri
Üzengi böğrüme değdikten
giri
Kötü gısırak da dir ki,
Ağamı öldürür ganını içerim
Yönüm samanlığa döndükten giri
AÇIKLAMALAR:
Derleme yılı: 1957, Eğri Bayat köyü doğumlu/Nafiye Hala adlı bir
kadından... Başka bir kaynakta görmediğimiz, "enteresan" diye tanımlanan… Bir savaş türküsü olduğu
belli... Ama atların savaştaki, günlük hayattaki özelliklerini konu alıyor...
"Enteresanlığı buradan kaynaklanıyor
".
Türkler atlı bir ulus...At ile
özdeşleşmiş bir ulus… Bu türkü, Türklerin atla ilgili deneyimlerini kapsamakta.
Atların "donları", yani tüy
renkleri, acaba taşıdıkları ırkın özelliklerini gerçekten yansıtıyor mu?
Yansıtıyorsa da, yansıtmıyorsa da üstünde araştırmayı gerektirecek, bilimsel
bulgular gerektirecek, bir takım kelimeler taşıyan bir türkü...
KELİMELER:
Gır at: Kır at/Taviz guşu: Tavus kuşu/İssiz: Issız/Yağız at: Siyah at/Guru:
Kuru (burada kuru yemlerle beslenme anlamında)/Giri: Geri (sonra
anlamında)/Dorat: Doruat, kahverengi tonlarında/Ezderha: Ejderha/Dir: Der/Gula
at: Çok açık kahve, bej renkli at/Goymadım: Koymadım /Goğuş: Koğuş, kovalamak
(burada yarış anlamında)/Gısırak: Kısrak.
AĞITLAR
Aşağıda verdiğimiz bir tutam örnekte
de göreceksiniz; Konya Karatay türkülerinin çoğu "ağıt" tır. Korkunç sosyal yıkımlar, kıtlıklar,
cinayetler, ayrılıklar, Konya'nın 800 yıllık kent yaşamında büyük yer tutar.
Anonim halk vicdanı, anonim halk gönlü, kendisini derinden etkileyen,
canevinden yaralayan her olay için ağıt yakmıştır.
Bozkırların ortasında bir vahaya
benzeyen şehir yüzyıllar boyu derin yalnızlığını yaşamış; çaresizlikten çareyi
ağıt yakmakta bulmuştur.
Konya türkülerinin ağıt türü,
aslında bir gönül çığlığıdır.
Konya türküleri içinde şen/şakrak
türkülerin azlığının, aşk türkülerinin azlığının elbette bir sebebi vardır.
Konya siyasi, ekonomik, sosyal tarihi üstünde; 800 yıllık bir zaman tüneli
kapsamında araştırmalar yapıldığı takdirde, elbette bunun sebepleri ortaya
çıkacaktır.
Her Konya ağıdından bir öykü, bir
roman çıkarmak mümkün; derinliğine bir kazı yapıldığı takdirde...
Bu ağıtlarının çoğunun, maalesef
bestesi yok elimizde. Nasıl çağırıldığını bilmiyoruz.
Yokluğun, çaresizliğin kol gezdiği
dönemlerde halkın her şeyinin hor görüldüğü zamanlarda kimsenin umurunda
olmamıştır; Konya türkülerini, ağıtlarını notaya almak...
Derlenen Konya türküleri de devede
kulak. Konya mezarlıklarına taşınan her insanla, kültürümüzün özgün
ürünlerinden onlarca türkü de bilenle birlikte toprağa gömülmüştür.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki
yıllarda, idealist Konya aydınları, Konyalının asli varlığı olan türkülerin
değerinin farkına varmışlardır. Bir arkeolojik kurtarma kazısında olduğu gibi,
ne kurtarılırsa, ne yazıya geçirilirse o kâr sayılmıştır.
AĞLAMA ANNEM TÜRKÜSÜ
Hikâyesi:
Konya’nın Karaarslan köyünde bir eve, iki kardeş çifte gelin giderler.
Kardeş gelinlerden biri, gelin arabasından iner inmez hastalanır. Birkaç saat “dişini sıkar” acılara dayanmaya
çalışır. Gerdek saati gelir, daha yengeler çıkmadan, güveği ile yalnız kalmadan
ölür. Türkü gelinin ağzından söylenir. 1957 yılında, elli yaşlarında bir
kadından, Konya’da derlenmiştir.
Çıkamadım
yüğsek merdiven başı
Gayet
garaydı gözüynen gaşı
Sel
oldu akıyor gözümün yaşı
Ağla annem ağla
göremem gayri
Gaybittin yavrunu
bulamam gayri
Gelin doslar gelin, çetnevir düzün
Üş
güne varmadan gözümü süzün
Girdeğe
giremedim, bakire gızım
Ağla annem ağla
göremem gayri
Gaybittin yavrını
bulamam gayri
Sıra
sıra söğütlerin söküldü
Üç
gün evvel gözüm nörü döküldü
Annemin babamın beli büküldü
Ağla annem ağla göremem gayri
Gaybittim yârimi bulamam gayri
Gelin
doslar gelin, gınamı yakın
Üş güne varmadan ölüme bakın
Ağla annem ağla göremem gayri
Gaybittim yârimi bulamam gayri
KELİMELER: Yüğsek:
Yüksek/Garaydı: Kara idi/Gaybittin: Kayıp ettin/Dostlar: Dostlar/Çetnevir:
Kuruyemiş/Çetnevir düzmek: Çok çeşitten oluşan çetnevir hazırlamak/Üş gün: Üç
gün/Gözümün nörü: Gözümün nuru/Bulaman: Bulamazsın/Yavrını: Yavrunu/Göz süzme:
Ölünün gözlerini kapama işi/Girdek: Gerdek.
* Bu kısım
Mehmet K. GÜNDOĞDU tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Ali
IŞIK tarafından hazırlanmıştır.
[1] Mesela vaktiyle Araplar-Mescitbaşı’nda oturan merhum
kayınpederim ve sokak komşuları sabah namazında cemaati kaçıranlara “çebiç asma
cezası” ihdas edip, uygulamışlar.
* Bu kısım H.
Saadet BEDÜK-Mücella ÖZKAN tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Mustafa DURDU tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Seyit
KÜÇÜKBEZİRCİ tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Seyit KÜÇÜKBEZİRCİ tarafından hazırlanmıştır.
Dede
Korkut'un "Bamsı Beyrek" hikâyesinin 53 yıl önce derlenen Konya varyantı
Dede Korkut'un "Bamsi Beyrek Hikâyesi";
"Beğ Börek Meteli" olarak,
Karatay, Araplar'da, "Evlerucu"nda, "Yanıkses Sokağı"nda, 1957
yılında Halit Ağa (Halit Can) tarafından Seyit Küçükbezirci'ye anlatıldı.
Elektriksiz
ve ışıksız Araplar'da, çıra ışığında, 15 yaşındaki Seyit Küçükbezirci
tarafından, bir kış gecesi boyunca yazıya geçirildi. 1958 tarihinde de, Özdemokrat Konya Gazetesi içinde verilen
"Konya Folkloru Tefrikası"nda
ilk kez yayınlandı. Aşağıda 53 yıl önce Halit Can'ın "Konya ağzı”ndaki anlatısını, tıpkı tıpkısına sunulacaktır.
Çok
kısa olarak "Dede Korkut
Hikâyeleri"nin anlatıcısı olan Dede Korkut hakkında şu bilgileri
özetle verelim: "Oğuzlar"
da Dede Korkut, "veli bir kişi"
olarak kabul edilir; "keramet
sahibi" olduğuna inanılır; Oğuzlar önemli meselelerini ona sorarlar.
Oğuzname'de Oğuz Han'a vezirlik yaptığı belirtilir.
Türkistan'ın
Aral Gölü bölgesinde Sir Derya Nehri’nin Aral Gölü'ne döküldüğü yerde IX ila
XI. yüzyıllarda, yani bin yıl önce
doğan, Türk hakanlarına danışmanlık yapan Dede Korkut'un "Bamsi Beyrek Hikâyesi"; bin yıl kıtadan kıtaya dolaşa
dolaşa Konya’ya da gelir. "Bamsi
Beyrek" Konya'da, "Beğ Börek" olarak, kadim zamanlardan beri
anlatılır.
Dede
Korkut anlatılarına "Dede Korkut
Hikâyeleri"de denilir; "Dede
Korkut Masalları"da denilir. Konya'da ise "Dede Korkut Metelleri" adını alır.
Burada,
Konya Karatay’ın "Kara Takım
Halkı"nın verdiği adla yani, "Bamsı
Beyrek Konya Varyantını", "Beğbirya
Meteli" olarak sunulmasını daha halkça olduğu kanaatindeyiz.
* Bu kısım Seyit
KÜÇÜKBEZİRCİ tarafından hazırlanmıştır.
Yorumlar