KARATAY BÖLGESİNDE TASAVVUF, TEKKE, ZAVİYE VE TÜRBELER











KARATAY BÖLGESİNDE
TASAVVUF, TEKKE, ZAVİYE VE TÜRBELER


























I- MEVLÂNA VE MEVLEVÎLİK

MEVLÂNA CELALEDDİN-İ RUMÎ’NİN HAYATI*
           
            Büyük mutasavvıf, mütefekkir, şair ve din âlimi Mevlâna aynı zamanda bir gönül eğitimcisi, sevgi eri ve Anadolu velisidir. Rehber eseri Mesnevi, milletimizin asırlardır beslendiği temel bir manevî kaynak olmuştur. Onun Belh’te başlayıp Konya’ya uzanan hayatı hakkındaki bilgilerimiz; eserlerinde verdiği bazı ayrıntılara, oğlu Sultan Veled’in İbtidâ-nâme/Veled-nâme, Ferîdûn-ı Sipehsâlâr’ın Risâle ve Ahmed Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârifîn adlı eserlerine dayanır. Bu bilgiler çerçevesinde Mevlâna’nın hayatını aşağıdaki başlıklar altında vermek mümkündür.
            Mevlâna’nın Doğum Yeri ve Tarihi
            Mevlâna Celaleddin-i Rûmî, 6 Rebîü’l-evvel 604, 30 Eylül 1207’de Belh’te dünyaya gelmiştir (Eflâkî, 1953: I/77; Sipehsâlâr, 1977: 33). Belh, günümüzde Afganistan sınırları içinde kuzeyde, Özbekistan’ın da güneyinde yer alır. Şehir geçmişte İslam kültür ve medeniyet tari­hinde önemli yere sahip olan ve Horasan adıyla bilinen bölgenin Nişabur, Merv ve Herat gibi büyük merkezlerinden biri idi. Mevlâna’nın doğduğu yıllarda Hârizmşahların hâkimiyetinde olan Belh, daha önce de Gazneliler ve Selçukluların idaresi altındaydı.
            Mevlâna’nın Adı ve Lakapları
            Mevlâna, Mesnevi’nin ön sözünde adının Muhammed olduğunu belirtir. Dedesinin adı olan Celâleddin de babası tarafından verilen ikinci ismidir. Mevlâna, Hudâvendigâr, Hünkâr, Mollâ-yı Rûm, Rûmî, Belhî, Konevî, Mevlevi ve Hz. Pîr ise kendi­sine sonradan verilen lakaplardır. Mevlâna lakabı; Konya’da henüz ders ver­mekle meşgul olduğu çok genç yaşlarda kendisine verilmiş; efendimiz veya hazret manalarına gelen, bilginler için bir unvan gibi kullanılan hitap zamanla yalnızca ona has ve en meşhur adı ol­muştur. Sultan anlamındaki Hudâvendigâr lakabını, Mevlâna’nın bilim alanlarındaki üstünlüğüne işaretle babası vermiştir (Eflâkî, 1953: I/ 77; II/285). Hünkâr ve Mollâ-yı Rûm da müderrisliği sebebiyle kendisine verilmiş isimlerdir. Rûmî lakabı ise, Mevlâna’nın o dönemde Diyar-ı Rûm adıyla anılan Anadolu’ya yerleşmesi ve hayatının büyük kısmını Anadolu Selçuklularının başkenti Konya’da geçir­mesi sebebiyle kullanılır. Mevlâna, günümüzde batıda bu adla anılmaktadır. Belhî doğduğu yer olan Belh’e; Konevî de hayatının büyük kısmını geçirdiği Konya’ya mensubiyetini belirtir.
            Mevlâna’nın Soyu
            Eflâkî, Mevlâna’nın anne ve baba tarafından âlimler ve sultanlar yetiştirmiş asil bir aileye mensup olduğunu söyler. Annesi Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun, babaannesi Horasan Sultanı Alâeddin Hârizmşah’ın kızı Melike-i Cihan Emetullah Sultan, büyük babası ise âlim Ahmed Hatibî oğlu Celaleddin Hüse­yin Hatibî’dir bilgisini verir (Eflâkî, 1953: I/78). Ayrıca Eflâkî ve Sipehsâlâr Mevlâna’nın soyunun anne tarafından Hz. Ali’ye, baba tarafından da Hz. Ebû Bekir’e ulaştığını belirtirler. Ancak hem Mevlâna’nın hem de Sultan Veled’in eserlerinde, geçmişte büyük önemi olan bu bilgilerden söz edilmez. Mevlâna ve ailesine duyulan sevgi ve hürmetle bu tarz yakıştırmaların ortaya çıktığı düşünülebilir (Eflâkî, 1953: I/1–2; Sipehsâlâr, 1977: 17–18).
            Mevlâna’nın Babası Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled
            Mevlâna’nın babası Muhammed Bahâeddin Veled, iki yaşındayken babası Hüseyin Hatibî’yi kay­betmiş, Horasan sarayında son derecede dirayetli ve kültürlü bir hanım olan annesinin terbiyesi ile bü­yümüştür. Bahaeddin Veled, hanedan mensubu olmasına rağ­men dünya saltanatına istek duymamış, kendisini ilim tahsi­line vermiştir (Eflâkî, 1953: I/4).
            Bu zeki ve yetenekli genç, büyük babası ve Necmeddin-i Kübra başta olmak üzere Türkistan âlimlerin­den feyiz almış; bilgisiyle ün kazanmış ve nihayet devrin meşhur bilgin ve din adamların­dan üç yüz kişi bir gece rüyalarında Hz. Peygamber’in Bahaeddin Veled’e “Sultânü’l-Ulemâ” yani Bilginlerin Sultanı unvanını verdiğini gör­müşler, o günden sonra Mevlâna’nın babası bu un­vanla anılmıştır (Eflâkî, 1953: I/ 4–5; Sipehsâlâr, 1977: 18–20).
           

            Belh’ten Göç
            Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled,  Belh’te çok sayıda müridi olan, sohbet ve vaazları halk üzerinde büyük etki bırakan, çevresinde kendisini seven ve sayan kalabalık bir topluluk bulunan bir din adamı iken (Sipehsâlâr, 1977: 18–19).  Belh’i terk etmeye karar verir. Eflâkî ve Sipehsâlâr bu kararın nedenini; Bahâeddin Veled’in akla dayanan bir anlayış içinde bu­lunan bilginleri tenkit etmesi, bu yüzden Belh’in tanınmış düşünürlerinden Fahreddin-i Razî ile aralarının açılması ve bu anlaş­mazlığa Sultan Alâeddin Muhammed Hârizmşah’ın da dâhil olmasında görür (Eflâkî, 1953: I/5–9; Sipehsâlâr, 1977: 20–21). Ancak bu görüşün doğru olması zaman yönüyle mümkün görünmemektedir. Zira Fahreddin-i Râzî, 1203’te Herat’a yerleşmiş ve 1210’da orada vefat etmiştir (Yavuz, 1995: 89). Muhtemelen Bahâeddin Veled’i göçe sevk eden farklı hususlar vardır. Bunlardan biri yaklaşan Moğol tehli­kesini sezmiş olmasıdır. Nitekim onların Belh’i terk edişinden kısa bir süre sonra şehir Cengiz’in orduları tarafından yerle bir edilmiştir (Eflâkî, 1953: I/17–18). Diğer yandan; Bahâeddin Veled’in vaaz ve sohbetlerinin çevre­de ge­niş yankılar uyandırması ve kendisine sevgiyle bağlananların çokluğu nedeniyle Horasan sultanının endişelenmesi, dünya saltanatında gözü olmayan Bahaeddin Veled’in de bu durumdan rahatsız olup Belh’ten ayrılmaya karar vermesi bir başka sebep olabilir.
            Belh’ten 1212 veya 1213’te başlayan bu yolculuk Bağ­dat, Küfe yolundan Mekke, daha sonra Şam, Malatya, Sivas, Erzincan, Akşe­hir ve nihayet Karaman’a kadar uzanır (Eflâkî, 1953: I/13–22). Bu uzun yolculuk boyunca konakla­dıkları her yerde saygı ile karşılanmışlar, bazen yıllarca kalmış, vaaz ve dersler vermişler, bu arada Şehâbeddin-i Suhreverdi, Ferîdüddin-i Attâr, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi bilgin ve mutasavvıflarla görüşmüşlerdir.
            Karaman’a Geliş
            Mevlâna henüz beş veya altı yaşlarında iken Belh’ten başlayan yolculuk (Eflâkî, 1953: I/12, 77) yıllarca sürer ve nihayet o zamanki adı Lârende olan Karaman’da bir süre ara verilir. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptır­dığı medresede Bahâeddin Veled derslerine devam eder (Eflâkî, 1953: I/22). Mevlâna’nın annesi Mümine Hatun burada vefat eder ve bugün Mâder-i Mevlâna Türbesi olarak bilinen yere defnedilir.
            Mevlâna’nın Evliliği
            Ailenin Karaman’a yerleşmesinden kısa bir süre sonra 1225’te Mevlâna kendileriyle birlikte Belh’ten göç eden Semerkandlı Hoca Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlenir (Eflâkî, 1953: I/22–23). O sıralarda on sekiz yaşındadır. Bu evlilikten oğulla­rı Sultan Veled (1226) ve Alâeddin (1227) dünyaya gelirler. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlâna, Konya’da Konyalı İzzeddin Ali’nin kızı Kerrâ/Kirâ Hatun ile ikinci evliliğini yapmış ve bu evlilikten de Emir Muzaffereddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya gelmiş­lerdir (Eflâkî, 1953: II/465–466).
            Konya’ya Yerleşme
            Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in Karaman’da bulunduğunu öğrenen Sultan I. Alâeddin Keykubad onu Konya’ya davet eder. 3 Mayıs 1228’de Bahaeddin Veled, aile­si ve dostlarıyla bir­likte Selçuklunun başkenti olan Konya’ya gelir. Alâeddin Keykubad ve şehir halkı onları yolda karşılarlar. Sultan, sarayda kalma­larını teklif ederse de; Bahaeddin Veled âlimlere medresenin uygun olduğunu söyleyerek Altun Aba Medresesi’ne iner; ders ve sohbetlerine orada devam eder. Sultan Alâeddin başta olmak üzere pek çok müridi vardır (Eflâkî, 1953: I/25–27). Ancak Bahaeddin Veled’in Konya’daki hayatı uzun sürmez. 23 Şubat 1231’de ömrünü halkı irşat ile geçiren bilginler sultanı Bahaeddin Veled, ardında Maârif adlı irfan ha­zinesi eserini ve oğlu gönüller sultanı Mevlâna’yı miras bırakarak Hakk’a yürür (Eflâkî, 1953: I/29).
            Mevlâna’nın Eğitimi
            Mevlâna’nın ilk mürşidi babası Bahaeddin Veled’dir. O büyük insanın terbiyesi altında yetişen Mevlâna henüz küçük bir çocukken olgunlaşmış, muhakeme sahibi olmuştur. Diğer çocukların oyun­larına katılmıyor, yüceltilmiş bir varlık olan insanın damdan dama atlamak gibi hayvanların bile yapabi­leceği işleri yapmasına itiraz ediyor; zamanını yalnızca dinî bilimlerin tahsiline har­cıyordu (Eflâkî, 1953: I/77).
            Belh’te iken Mevlâna’nın lala veya atabek denilen ho­calarından birisi de babasının müritlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’dir. Bahaeddin Veled göç ettiği zaman Seyyid Burhaneddin de Tirmiz’e gitmişti. Bahaeddin Veled’in ölüm haberini alınca, Seyyid Burhaneddin, şeyhinin emaneti olan Mevlâna’yı yalnız bırakmamak amacıyla Konya’ya gelir ve onun manevî terbiyesini üstlenir (Eflâkî, 1953: I/56–59; Sipehsâlâr, 1977: 34).
            Babasının ölümünden iki yıl sonra (1233) Mevlâna, Halep’e gider. Orada Kemâleddin bin Adîm’den ders alır. Daha sonra Şam’a giden Mevlâna, burada dört yıl kadar kalmış; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sadeddin el-Hamevî, Şeyh Osmane’r-Rûmî, Evhadüddin-i Kirmanî ve Sadreddin-i Konevî ile sohbetlerde bulunmuştur (Eflâkî, 1953: I/80, 86, 391; Sipehsâlâr, 1977: 35, 40).
            Şam’dan Konya’ya dönünce Seyyid Burhaneddin’in yanında hücreden hiç çıkmadan kırkar günlük üç çile çıkarmış; bu süreyi yalnızca ibadet ve tefek­kürle geçiren Mevlâna, arınmış bir nefis ve İlahî sır­lara açılmış bir gönülle dış dünyaya dönmüştür. Çile­nin sonunda Seyyid Burhaneddin: “Haydi yürü de insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ, bu suret âleminin ölülerini kendi mana ve aşkınla dirilt” sözleriyle Mevlâna’nın eğitiminin bittiğini, artık irşat ile görevli olduğunu belir­tir (Eflâkî, 1953: I/87–89). Seyyid Burhaneddin daha sonra Kayseri’ye git­miş ve 1242’de ebedî âleme göçmüştür. Türbesi halen Kayseri’dedir.
            Şems-i Tebrîzi ile Karşılaşma
            Mevlâna uzun yıllar süren eğitimi neticesinde tef­sir, hadis, fıkıh, lügat, Arapça gibi ilimleri tahsil etmiş, asrının önde gelen bilginlerinden olmuştu. “Bütün ömrümün hâsılı şu üç sözden fazla değildir: Hamdım, piştim, yandım” diyen Mevlâna; babası Sultânü’l-Ulemâ’nın ve Seyyid Burhaneddin’in feyizleriyle pişmişti, fakat manevî yolculuğu son durağa henüz erişmemişti. Sayısı yüzleri bulan müritleri ve öğrencileri vardı. Bütün zamanını öğ­rencilerini eğitmek ve müritlerini irşat ile geçiriyor­du.
            İşte bu haldeyken, Mevlâna’yı yakacak olan kıvıl­cım ortaya çıkar: Şemseddin-i Tebrîzi. Şeyh Ebû Bekr-i Tebrîzî-i Sellebâf’ın müridi olan Şems; ulaştığı manevî derecelerle tatmin olmamış, olgunluk arayışıyla diyar diyar geziyor, bu yüzden kendisine uçan Şems anlamında Şems-i Perende deniyordu (Eflâkî, 1953: II/43). Rivayete göre Mevlâna-Şems karşılaşması ilk kez Şam’da olmuştu (Eflâkî, 1953: I/86, II/47). Ancak bu iki velinin dostluğunun başlangıcı olan asıl karşılaşma yeri Konya’dır. Şems, 29 Kasım 1244 tarihinde Konya’ya gelir. Şekerciler Hanı’na iner. O dönemde Mevlâna dört medresede birden ders veren bir müderristir. Bir gün Mevlâna, yanında öğrencileriyle Şekerciler Hanı’nın önünden geçerken onu gören Şems, Mevlâna’nın bineğinin dizginini tutar ve bir soru sorar: “Ey dünya ve mana bil­gilerinin sarrafı, söyle! Muhammed Hazretleri mi yoksa Bâyezid mi daha büyüktür?”
            Mevlâna; “Hz. Muhammed, bütün peygamber ve velilerin reisidir. Büyüklük onundur.” der. Onun üzerine Şems: “Hz. Muhammed, ‘Ya Rabbi seni tespih ederim, biz seni lâyık olduğun gibi bileme­dik’ dedi, oysa Bâyezid: ‘Ben kendimi tespih ede­rim, şanım ne kadar yücedir’ buyuruyor” deyince; Mevlâna cevaben: “Bâyezid’in susuzluğu bir yudum­la dindi ve hemen suya kandı. Hâlbuki Hz. Muhammed su­suzluktan yanıyor, bir yudumla doymuyordu. Bâyezid, Cenab-ı Hakk’ın ilk tecellisiyle kendisini nura gark olmuş gördü; daha fazlasına bakmadı. Hz. Muham­med ise Cenab-ı Hakk’a her gün daha çok yaklaşıyordu. Allah’ın kudret ve yüceliğini günden güne artarak seyrettiği için; ‘Biz seni lâyıkıyla bilemedik.’ buyurdu” der (Eflâkî 1953:I/91–92, II/47–49).
            Mevlâna ve Şems dostluğu bu sözlerle başlar. Mevlâna; okutmak, öğretmek, vaaz etmekten elini ete­ğini çeker. İki dost, tasavvufî sohbetlere gömülürler. Ancak öğrencileri ve halk Mevlâna’nın kendileriyle ilgisini kesmesine tahammül edemez, kıskançlık ve kinle Şems aleyhinde dedikodulara başlarlar. Bu dostluktaki sırrı idrak edemeyenlerin düşmanca davranışları sonucunda Şems 1246 yılının başlarında Konya’dan ayrılır ve Şam’a gider (Eflâkî, 1953: I/93, II/59, 129; Sipehsâlâr, 1977: 126).
            Bu yüce dostun ayrılığından sonra Mevlâna derin bir ıstıraba gömülür ve çevresiyle ilgisini kesip, bir köşeye çekilir. Herkes pişmandır. Bu sırada Mevlâna’ya Şems’ten bir mektup gelir. Mevlâna se­vinçle yeniden sema etmeye, şiirler yazmaya, dostla­rına iltifata başlar. Onları çekemeyenler pişman olurlar ve Sultan Veled’in Şam’a gidip, Şems’i aramasını isterler. Sultan Veled beraberinde Mevlâna’nın bir mektubu ile Şam’a gider, Şems’i bulur, yeni­den Konya’ya davet eder. Şems,  1247 Mayısı’nda Sultan Veled’le birlikte Konya’ya döner (Sipehsâlâr, 1977: 126–129).
            Bu kez Şems’in Konya’ya gelişine herkes sevinir. Şems’in şerefine ziyafetler verilir, sema meclisleri düzenlenir, sohbet ve muhabbet dolu günler başlar. Bu arada Şems, Mevlâna’nın evlatlığı olan Kimya Hatun’la evlenir. Fakat huzur ve sevgi dolu günler uzun sürmez. Ham kişiler yeniden kin ve kıskançlığa kapılır, Şems’e düşman olurlar. Nihayet 5 Aralık 1247 ge­cesi Şems aniden ortadan kaybolur. Bu iki seçkin velinin dostluğunu idrak edemeyenler Şems’i yok etmişlerdir. Bu ger­çek Mevlâna’ya söylenilmez, Şems’in gittiği haberi yayılır. Ancak Mevlâna’nın ölümünden sonra kaleme alınan kaynaklar onun esrarlı ölümüne bir nebze ışık tutarlar. Şemseddin-i Tebrîzi’nin Konya’da bulunan türbesi de Mevlâna’nın ölümünden sonra mezarının üzerine inşa edilir.
            Mevlâna, Şems’i kaybettikten sonra bu ayrılığın üzüntüsüyle gönülleri yakan hasret dolu şiirler söyler. Dîvân-ı Kebîr’deki Şems mahlaslı şiirlerin büyük kısmı bu dönemin mahsulüdür. Bu arada Şems’i aramak için Şam’a giderse de, bulamamış; onu gönlünde yaşatarak ara­maktan vazgeçmiştir (Eflâkî, 1953: II/141; Sipehsâlâr, 1977: 131).
            Mevlâna’nın Diğer Dostları: Selahaddin-i Zerkûbî ve Hüsâmeddin Çelebi
            Şems’ten sonra Mevlâna’nın hayatında yeni bir dönem başlar; günleri sema etmek, şiir söylemek ve gö­nüllerin eğitimiyle geçer. Şems’e duyduğu sevgiyi bir başka dosta, Şeyh Selahaddin-i Zerkûbî’ye yöneltir. Şeyh Selahaddin; medrese tahsili görmemiş ama Seyyid Burhaneddin’den feyiz almış, Şems’in sohbet­lerinde bulunmuş, engin gönüllü, veli tabiatında, olgun bir insandır (Eflâkî, 1953: II/141; Sipehsâlâr, 1977: 131).
            Selahaddin’in mesleği kuyumculuktur. Altını incecik yapraklar haline getiren usta bir sanatkârdır. Bu yüzden lakabı Zerkûb’dur. Bir gün Selahaddin-i Zerkûb, kuyumcular çarşısındaki dükkânında çırakları ile varak yapmak için altın dö­verken; oradan geçen Mevlâna çekiç darbelerinden çıkan seslerin ahengiyle cezbeye kapılır ve sema et­meye başlar. Selahaddin, Mevlâna’nın çekiç sesleri­nin ritmine uyarak sema ettiğini görünce; altının zayi olmasını düşünmeden çıraklarına: “Mevlâna semadan çekilinceye kadar, yapraklar parça parça olsa bile çekiç vurun” der.
            O gün sema, öğle vaktinden ikindiye kadar devam eder. Sema bitip de dükkâna girdiklerinde bir tek parçanın bile telef olmadığını, dükkânın altın yapraklarla dolduğunu görürler. Selâhaddin de dünya ve dükkân sevdasından vazgeçip, Mevlâna’nın müridi olur (Eflâkî, 1953: I/463–464, II/153–154; Si­pehsâlâr, 1977: 132).
            Mevlâna, ruhen manevî bir âlemde yaşamaktadır. Bu yüzden müritlerin irşadıyla bizzat meşgul olması için onu halife tayin eder. Aralarındaki dostluk on yıl sürer (Eflâkî, 1953: II/175; Sipehsâlâr, 1977: 136). Mevlâna, bu dostluğu daha da perçinle­mek için Selahaddin’in kızı Fatma Hatun’u oğlu Sul­tan Veled’e alarak akrabalık bağları kurar (Eflâkî, 1953: II/164–165; Sipehsâlâr, 1977: 136). Şeyh Selahaddin on yıl sonra 1259’un Ocak ayında ebedî âleme göçer (Eflâkî, 1953: II/178).
            Selahaddin-i Zerkûbî bu âlemden ayrılınca; Mevlâna kendi manevî terbiyesi altında yetişmiş, olgun ve velilik nuru taşıyan bir diğer müridi Hüsâmeddin Çelebi’yi halife seçer (Eflâkî1953: II/185–187; Sipehsâlâr 1977: 138). Hüsameddin Çelebi, Mevlâna’nın sağlığında bu vazifeyi sürdürür (Eflâkî 1953: II/186; Sipehsâlâr 1977: 141); ölümünden sonra da 1284 yılında vefat edene kadar toplam yirmi beş yıl şeyhlik yapar (Eflâkî 1953: II/229).
            Hüsameddin Çelebi Mevlâna için yakın bir soh­bet arkadaşıdır. Ama onun asıl önemi ve değeri, Mevlâna’yı ölümsüz eseri Mesnevi’yi yazma hususunda teşvikidir. Hüsameddin Çelebi’nin teklifi ile başlayan Mesnevî, yine onun hizmetleri sayesinde tamama erdirilmiştir. Eser bitinceye kadar Çelebi, Mevlâna’nın yanından ayrılma­mış; Mevlâna otururken, semadayken, yolda gider­ken, hatta hamamda iken söylemiş, Hüsameddin Çelebi yazmıştır. Bazen akşam başlamışlar, sabah gün ağarıncaya kadar Mevlâna söylemiş, Çelebi yazmıştır. Her cilt tamamlanınca yüksek sesle Mevlâna’ya okumuş, beyitleri yeniden gözden geçi­rerek düzeltmiştir (Eflâkî 1953: II/191). Mevlâna da kendisine ilham ve teşvik kay­nağı olan, bu eserin yazılmasında fedakârca hizmet eden sadık dostunu; Mesnevi’nin her cildinin ön sö­zünde derin bir samimiyetle över, onun şahsiyetindeki olgunluk ve güzelliği dile getirir.
           


            Ve Dünyadan Göç...
            Dünya bütün insanlar için bir misa­firhanedir. Nice insanlar, veliler, peygamberler bir süre burada konaklamışlar, sonunda: “Rabbine sen O’ndan razı, O senden razı olarak dön” (Fecr, 89/ 28) davetine uymuşlardır. 1273 yılı kışında bu hitap Mevlâna’yadır.
            Mevlâna, ansızın hastalanıp yatağa düşer. Son demlerinde olduğunu anlamıştır. Hastalık haberi hızla yayılır. Herkes şifa dilemek, duasını almak için Mevlâna’ya koşar. O ise, şifa istemiyor; bir an önce Hakk’a kavuşmayı diliyordu. Eşi Kirâ Hatun’un; “Hudâvendigâr Hazretleri’nin dünyayı hakikat ve manalarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık ömrünün olması lâzımdı.” sözlerine Mevlâna: “Niçin? Niçin? Biz ne Firavun, ne de Nemrut’uz. Bizim bu toprak âlemiyle ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz, birkaç mahpusun kurtulması için bu dünya zin­danında hapsolmuşuz. Yakında Hakk’ın sevgili dos­tunun (Hz. Peygamber’in) yanına döneceğimiz umu­lur” cevabını veriyordu (Eflâkî, 1953: II/2).
            Nihayet 17 Aralık 1273 Pazar günü güneş ba­tarken Mevlâna bu âlemden göçer, Hakk’a ve sevgili peygamberine kavuşur (Eflâkî, 1953: II/20; Sipehsâlâr, 1977: 113–114). Hak ve hakikat güneşi artık bu ölümlü dünyadan gurup etmiş, ölümsüz âlemde batmamak üzere yeniden doğmuştur. İşte bu yüzden Mevlâna’nın ölüm gecesine, ayrılık gecesi denilmez; dostuna kavuştuğunu ve ebedî vus­lata erdiğini belirtmek için düğün gecesi anlamında “şeb-i arûs” denilir.
            Mevlâna’nın Vasiyeti
            Mevlâna son demlerindeyken bile nasihat vermeyi sürdürmüş, insanları hidayet yoluna davet etmiştir. Dostlarına vasiyeti şu olmuştur: “Ben size; gizlice ve açıkça Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, günahlardan çekinmeyi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmeyi, nefsinize uymaktan sakınmayı, halkın eziyet ve cefasına katlanmayı, kötülerle arkadaşlıktan uzak olmayı, iyi insanlarla dost olmayı vasi­yet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara fay­dası olandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır.” (Eflâkî, 1953: II/8).
            Bir diğer vasiyeti de oğlu Sultan Veled’edir: “Düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, O düşman senin dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönle yol vardır. Allah’ın sevgisini de O’nun aziz isimleriyle elde etmek mümkündür. Cenab-ı Hak buyurdu ki: ‘Ey kullar, gönlünüzün tertemiz olması için beni çok anmaktan geri durmayın.’ Gönül ne kadar temiz olursa, o kalpte Allah’ın nurunun parlaklığı da o kadar çok olur.” (Eflâkî, 1953: I/324).
            Yine vefatına yakın; dostu Kadı Siraceddin’e hem iyi, hem de sıkıntılı zamanlarında okuması için şu duayı tavsiye etmiştir: “Ya Rabbi! Sana vesile olan sağlığı, seni bol bol tespih etmek için istiyorum. Ya Rabbi! Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana olan şevkimi söndü­recek, seni tespih ederken duyduğum lezzeti kese­cek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet edenle­rin en merhametlisi! Merhametinle bu duamı kabul et.” (Eflâkî, 1953: II/8–9).
            Mevlâna’nın Cenaze Töreni
            Mevlâna’nın cenaze merasimi tam bir kıyamet günü olur. Büyük, küçük, Müslüman, gayrimüslim, ne kadar Konyalı varsa toplanır, herkes ağlamaktadır. Hristiyanlar, Musevîler, ellerinde İncil ve Tevratları, ayetler okuyarak feryat etmektedir. Kalabalığı dağıtmak için onlara: “Bu mera­simle sizin ne ilginiz var? Bu sultan bizim dinimizin önderidir” deyince; onlar: “Biz; Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerin­den anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberliğin hâl ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlâna’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız; biz de onu zama­nın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi buyurmuş­tur:
            Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler,
            Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz.
            Mevlâna Hazretlerinin zatı, insanlar üzerinde parla­yan ve onlara lütufta bulunan hakikat güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün dünya onun ışığıyla aydınlanır” derler. Bir Rum keşişi de: “Mevlâna, ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Hiç ekmekten kaçan bir aç gördünüz mü?” der (Eflâkî, 1953: II/16).
            Böyle mahşerî kalabalıkta sabahleyin yola çıkan ce­naze alayı ancak karanlık bastıktan sonra mezarlığa ulaşır. Eflâkî, Mevlâna’nın vasiyeti üzerine cenaze namazını Sadreddin-i Konevî’nin kıldırdığını (Eflâkî, 1953: II/17); Sipehsâlâr ise onun namazı kıldırmak için öne geçtiği zaman, dayanamayıp bayıldığını, bu yüzden Kadı Sirâceddin’in imamlık ettiğini kaydeder (Sipehsâlâr, 1977: 114).
            Kaynakça
            Ahmed Eflâkî, (1953–1954), Ariflerin Menkıbeleri, (çev. Tahsin Yazıcı), I-II, Ankara.
            Atasagun, Galip, (2004), Mevlâna ve Türbesi-Ziyaret Fenomeni Açısından Bir Değerlendirme, Konya.
            Karaismailoğlu, Adnan (2002), “Mevlâna’nın Hayatı ve Çevresi”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, İstanbul: 21–30.
            Karpuz, Haşim,  2004, “Mevlâna Müzesi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara: XXIX/452-454.
            Öngören, Reşat (2004), “Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara: 29/441–448.
            Sipehsâlâr, Feridun bin Ahmed, (1977), Mevlâna ve Etrafında­kiler (Risale), (çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul. Sultan Veled, (1976), İbtidâ-nâme, (çev. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara.
            Yavuz, Yusuf Şevki, “Fahreddin er-Râzî”, DİA, İstanbul: XII/89-95.
            Yazıcı, Tahsin, (1992), “Belh”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: V/410–411.
            Yeniterzi, Emine, (2007), Mevlâna Celâleddin Rûmî, (8. Baskı), Ankara.
                       , (2008), Sevginin Evrensel Mühendisi Mevlâna-Güncel Yorumlarla, (10. Baskı), Ankara.






























MEVLÂNA’NIN DÜŞÜNCE HAYATI*

            Anadolu’da asırlardır eserleri ve düşünceleriyle her dönemde diri kalan Mevlâna, varlığıyla kıtaları ve medeniyetleri buluşturan bir özelliğe sahiptir. Çocukluğunda ailesiyle Büyük Horasan’dan Anadolu’ya uzanan yolculuğu ruh dünyasında yaşadığı yolculukla birlikte düşünüldüğünde daha çok anlam kazanmaktadır. XIII. yüzyılın ilk yıllarında başlayan bu yolculuk, gerçekte o dönemlerde Anadolu’ya doğru hareketlenen büyük kalabalıkların yolculuğuyla benzerlik taşır.
            Bizzat kendi ifadesine göre doğduğu yerde kalsaydı, Mevlâna’nın gündelik hayatla ilgili tercihlerinde farklılık olacaktı. Halka yakın duruşu ve şiir söylemesi, bunun örneklerindendir.
            Yenilik ve yenileşme klasik kültürümüzün ve şiirimizin önemli temalarındandır. Mevlâna, hemen Mesnevi’sinin başında sadece dünya için çalışan akla ve insanı köleleştiren maddi değerlere karşı durarak bu yolun temel kuralını açıklar, yenileşmeyi arzu edenlere canlı ve çarpıcı örneklerle yol gösterir. Onun anlattığı aşk, ihtirası ve gururu yok eder, insanı özgürlüğe götürür. Bu aşk, ferdin ve toplumun yenilenme ve dirilme iksiridir. Bireyin güzel özellikler kazanıp olgunlaşması, yenileşmesi ve dirilişidir.
            Ey oğul! Bağı çöz, özgür ol. Ne zamana kadar gümüşe, altına bağlı ka­lacaksın.
            Denizi bir testiye döksen,  ne kadar alır? Bir günlük kısmet.
            İhtiraslıların göz testisi dolmaz. Sedef, kanaatkâr olmadıkça inciyle dolmaz.
            Bir aşkla elbisesi yırtılan kişi, hırs ve ayıptan bütünüyle temiz­len­ir (Mesnevi, I/19-22).
            Birey ve toplum açısından önem arz eden he­men her husus; adalet, hak, hukuk, bilgi, akıl, sevgi, dostluk, merhamet, fedakârlık, özgürlük, gönül, suret, mana ve benzeri kavram­lar, Mevlâna’nın eserlerinde yeniden anlam ve canlılık kazanmıştır. Gerek bireyle ve gerekse toplumla il­gili ruhsal ve sosyal sorunları aşmada gü­nümüz insanına yar­dımcı olabilecek çözüm örneklerini, onun eserlerinde görmek mümkündür.
            Adalet, toplum düzeni için gereklidir. Mevlâna adaleti ve zulmü güzel bir örnekle somutlaştırır:
            Adalet nedir? Ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikene su vermek.
            Adalet, nimeti yerine koymaktır; su çeken her köke değil.
            Zulüm nedir? Yersiz yere koymak. Bu, sadece belaya kaynak olur (Mesnevi, V/1089-1091).
            Bireylerin hak ve hukukunu çiğneyen zalim kişiler, yeryüzündeki en kötü kişilerdir ve yaptıklarıyla şüphesiz yüz yüze geleceklerdir. Onun Mesnevi’sindeki hikayeler bunun örnekleriyle doludur:
            Zalimlerin zulmü, karanlık kuyu olur. Bütün bilginler böyle dedi­:
            Daha zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet daha kötüye daha kötü buyurmuştur.
            Ey makamıyla zulmeden sen! Bil ki kendin için bir kuyu kazıyorsun (Mesnevi, I/1310-1312).
            Bilgi, görgü ve birikim, toplumda güzel uygulamaların gerçekleşmesine imkân sağlar. Bilgi ve birikim bu nedenle önemlidir:
            Her şeyin yararı ve zararı yerine göredir. Bu nedenle ilim zorunlu ve yararlıdır (Mesnevi, VI/2599).
            Gerçekte ilim ve bilgi hayata anlam ve canlılık katacak özellikler taşımaktadır. Toplumumuzda bilgiye ve birikime verilen değer, Mevlâna ve benzeri şahsiyetlerin vurgulamalarıyla bu denli büyük olmuştur:
            İlim Süleyman’ın saltanat mührüdür. Bütün âlem suret, ilim candır (Mesnevi, I/1031).
            Uyku bilgiyle olunca uyanıklıktır. Bilgisizle oturan uyanık kişiye yazık! (Mesnevi, II/39)
            Bilgiyle dürüstlük ve içtenliğin buluşması, güzellikler oluşturur. Ruhun ve aklın yönelişi bu yöndedir. Aksi yöndeki beraberlikler ise birey ve toplum için üzüntü vericidir:
            Ruh ilimle ve akılla dosttur. Ruhun Arapça ve Türkçe ile ne işi vardır? (Mesnevi, II/56)
            Canın meyli, hikmete ve ilimleredir; bedenin arzusu bağa, çayıra ve üzümedir.
            Canın meyli yükselmeye ve şerefe; bedenin arzusu kazanca ve otlaradır (III/4436-4437).
            Mevlâna günlük hayatla ilgili öğütlerle, zihinsel sorunların çözümlerini aynı eserde, hatta aynı hikâyelerde şaşırtıcı bir şekilde bir arada sunabilmektedir. Onu günümüze ve bütün dünyaya taşıyan özelliklerinden biri de bu olmalıdır. Özendirdiği kişilik, bilgili ve görgülü olmaktır:
            Biri, bir kuşu hile ve tuzakla yakaladı; kuş ona dedi: “Ey ulu efendi!
            Sen çok inekler ve koyunlar yedin; sen birçok deve kurban ettin.
            Sen zamanında onlardan doymadın; benim parçalarımla da doymazsın.
            Beni bırak, sana üç öğüt vereyim; zeki miyim, ya da aptal mıyım bilir­sin.
            Birinci öğüdü senin elinde, ikincisini saman ve çamur kapladığın damının üstünde;
            Üçüncü öğüdü ağacın üzerinde sana vereceğim. Bu üç öğütle talihli olacaksın.
            Eldeyken -verilecek- olan öğüt şu sözdür: “Kimsenin olmayacak sözüne inanma.”
            Avucunda ilk büyük öğüdü söyleyince özgür oldu ve o duvarın üzerine gitti.
            Diğerini söyledi: “Geçmiş olana üzülme; bir şey başından geçince, ona hasret duyma.”
            Ondan sonra ona dedi: “Bedenimde gizli on dirhem ağırlığında değerli bir inci var.
            Senin canın hakkı için, o inci senin talihin ve çocuklarının bahtıydı.
            İnciyi yitirdin; çünkü rızkın değildi. Varlık içinde o inci gibisi yok­tur.”
            Adam, hamilenin doğum vaktinde inlediği gibi feryada başladı.
            Kuş ona dedi: “Sana, dün geçene üzüntün olmasın” diye nasihat et­medim mi?
            Madem geçip gitti, nasıl üzülürsün? Ya öğüdümü anlamadın, ya da sağırsın.
            İkinci öğüt olarak sana, “Sapıtıp olmayacak söze sen hiç inanma” de­dim.
            Ey aslan! Ben kendim üç dirhem ağırlığında değilim, on dirhem ağırlık içimde nasıl olur?”
            Efendi kendine geldi, “Haydi! O güzel üçüncü öğüdü açıkla” dedi.”
            -Kuş- dedi: “Evet! Onlarla iyi iş yaptın da, üçüncü öğüdü bedava söyleyeyim.
            Uykulu cahile öğüt vermek, çorak toprağa tohum atmaktır.
            Ahmaklık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez. Ey nasihat söyleyen! Ona hikmet tohumu verme (Mesnevi, IV/2244-2264).
            Bilgi ve akıl sahiplerinin birliği yol açıcıdır. Aksi yöndeki tercihler ve buluşmalar, kişiler ve insanlık için acı sonuçlar doğurur:
            Akıl başka akılla iki kat olur; ışık çoğalıp yol belli olur.
            Nefis başka nefisle güldüğünde, karanlık artıp yol gizlenir (Mesnevi, II/26-27).
            Dostun, yarın uzaklaşmasını istemiyorsan akıllıyla ve akılla dostluk edin (Mesnevi, III/2691).
            Çünkü akıllı kişiden bir cefa gelse, cahil kişilerin vefasından daha iyidir bu.
            Peygamber, “Akıllının düşmanlığı, cahilden gelen sevgiden daha iyidir” dedi (II/1866-1867).
            Sevgi ve dostluk, Mevlâna’da bir başka güzellikte dile gelmiştir. Onun dizeleri insanlığın büyük ihtiyaç duyduğu, sığınağı, korunağı sevgi için etkileyici anlamlar taşımaktadır:
            Sevgiyle acılar tatlılaşır; sevgiyle bakırlar altın olur.
            Sevgiyle tortular berraklaşır; sevgiyle dertler, şifa verici olur.
            Sevgiyle ölü dirilir; sevgiyle padişah köle yapılır.
            Bu sevgi de bilgi sonucudur. Böyle bir tahta yersizce kim oturabilir? (Mesnevi, II/1521-1524).
            Dost edinmek, dostlarla birlikte olmak çok kazançlıdır. Güven ve huzur ortamı bu beraberliklerle oluşmaktadır, aksi takdirde durum çok acıdır:
            Dostlarıyla birlikte oturan, külhanda olsa da bahçe ortasındadır.
            Zamanda düşmanlarıyla oturan, bahçede olsa da külhandadır.
            Biz ve benle dostu incitme; dost, sana düşman ve hasım olmasın.
            Halka Allah için veya kendi canının rahatı için iyilik yap.
            Böylece bakarken daima dost görürsün; gönlüne kin yüzünden nahoş suretler gelmez.
            Düşmanlık yaptığında sakınıp kaçın. Sevindirici dosta danış (Mesnevi, IV/1975-1980).
            Dostların mutluluğuyla sevinirsen, bu dünya sana gül bahçesi görünür (Mesnevi, IV/2371).
            Sevgi ve dostluğun önündeki engel, benlik ve menfaat düşüncesidir. Dost ve arkadaş olan, bu tavırdan uzaktır. Mesnevi’deki güzel bir örneği şöyledir:
            Biri geldi, arkadaşının kapısını çaldı. Arkadaşı, “Ey güvenilir kişi! Kimsin?” dedi.
            “Ben” dedi. -Arkadaşı- ona dedi: “Git, zamanı değildir. Böyle bir sofrada ham kişiye yer yoktur.
            Ham kişiyi ayrılık ve hicran ateşinden başka kim olgunlaştırır? İki yüzlülükten kim kurtarır?”
            O zavallı gitti. Bir yıl yolculukta dostunun ayrılığında alevlerle yandı.
            O yanmış, olgunlaştı. Sonra geri döndü. Yine arkadaşının evi­nin etrafında dolaştı.
            Dudağından edepsizce bir söz çıkmaması için yüz korku ve edeple kapının halkasını vurdu.
            Dostu seslendi: “Kapıdaki kimdir?” O, “Kapıda da sensin, ey sevgili” dedi.
            -Arkadaşı- dedi: “Şimdi benim gibisin, ey ben! Gir. Evde iki bene sığacak yer yok (Mesnevi, I/3055-3061).
            İyi niyetle ve dostlukla geçmeyen yılların üzüntüsü, sağlıklı düşünüldüğünde çok açık görülecektir, görülmektedir. İnsanoğlu, uyum ve yakınlık arzusuyla toplumda yaşadığında imkânlar çoğalacak, hayat anlam kazanacaktır:
            Kötü niyetler dostluğu karartır. Niçin onları gönülden kov­muyo­ruz.
            Öldüğümde beni hoşça anacaksın, niçin ölü severiz de di­riye düşmanız?
            Mademki ölümden sonra barış yapacaksın, niçin ömür boyu se­nin üzüntünle sıkıntı içindeyiz (Dîvan, Gazel 1535).
            Dostuyla hoş geçinen dostsuz kalmaz. Müşteriyle iyi an­laşan iflas etmez.
            Ay geceden ürkmediği için böyle parlak kaldı. Gül de di­kenle uyuştuğu için bu kokuyu elde etti (Rubai: 211).
            Bireyin öncelikle kendisiyle ilgilenmesi ve eksikliklerini gidermesi gerekir. Bunu yapmaksızın başkasının eksiklik ve yanlışlarıyla meşgul olması kazançlı bir yol değildir. Hatta bu tür bakışlar, kişinin düşünce dünyasını kirletebilir:
            Dört Hintli bir camiye girdi; namaz için rükû ve secde ettiler.
            Her biri bir niyetle tekbir alarak âcizlik ve dert hâliyle namaza başladı.
            Müezzin geldi. Birinin ağzından, “Ey müezzin! Ezan okudun mu? Vakit var mı?” diye bir söz çıktı.
            Diğer bir Hintli niyazla, “Hey! Konuştun ve namazın bozuldu” dedi.
            Üçüncüsü ikinciye, “Ey amca! Onu niçin kınıyorsun? Kendine söyle” dedi.
            Dördüncüsü, “Elhamdülillah, ben o üçü gibi kuyuya düşmedim” dedi.
            Neticede her dördünün namazı yok oldu; ayıp söyleyenler yollarını daha çok kaybetti.
            Kendi ayıbını gören cana ne mutlu! Ayıp söyleyen, ayıbı kendine satın alır (Mesnevi, II/3013-3020).
            Çalışmak, çaba göstermek zorunludur. Her akıllı kişi için şüphe götürmez bir gerçektir.
Ancak her nedense, toplumda bu zorunluluğun her zaman hatırlatılması gerekmektedir:
            Zahmet gören, hazine bulur; çaba gösteren, devlete erişir (Mesnevi, V/2047).
            Hamalların, yük için savaşını gör; iş görenin çalışması böyledir.
            Zahmetler rahatın esasıdır; acılar da nimetin öncüsüdür (Mesnevi, II/1825).
            İnsanın kılavuzu derttir. Bulunduğu her işte o işin derdi, arzusu ve aşkı, içinde doğmazsa, o işe yönelmez. O iş, dertsiz ona kolay olmaz; ister dünya, ister ahiret; ister ticaret, ister padişahlık; ister bilim, ister astroloji ve diğerleri (Fîhi Mâ Fîh, s. 20).
            Öğreticiler, rehberler ve yöneticiler görevlerini yapıyorlarsa bu unvanların ve özelliklerin sahibidirler. Aksi takdirde her türlü eleştiriye açıktırlar. Mevlâna, bu hususta çok cesurdur. Onun dilinde sorumluluğunu taşımayan zahit, bilgin ve sultan için kınayıcı sözler vardır:
            Mal ve makam elde eden, insan olmayan kişi kendisinin rezilliğini is­temiş olur.
            Ya cimrilik eder, bağış vermez; ya da cömertlik eder, yersiz yere bağış yapar.
            Şahı, piyadenin yerine kor; ahmağın verdiği bağış böyledir.
            Yetki bir sapığın eline geçince makam sanır, kuyuya düşer.
            Yol bilmez, kılavuzluk eder; onun çirkin canı dünyayı yakar (Mesnevi, IV/1443-1447).
            Mevlâna öğrenen, dinleyen veya yönetilen kişilerin sorumluluğundan da söz açmaktadır:
            Dinleyici susuz ve istekli olursa, öğüt veren ölü de olsa söyleyici olur.
            Dinleyici canlı ve diri olursa, dilsiz söz söylemekte yüz dilli olur. (Mesnevi, I/2379-2380)
            Mevlâna yardımcı olacak, yol gösterecek kişilere yakın olmanın, kılavuzlarla beraberliğin önemine değinirken ikna edicidir:
           
            Hasta tabibe düşman olursa ve çocuk öğretmene düşmanlık ya­parsa,
            Gerçekte kendi canlarının yol kesicileridirler; kendi akıl ve canlarının yolunu kesmişlerdir.
            Çamaşırcı güneşe öfkelenirse, balık suya öfkelenirse,
            Sen birine bak, kimin ziyanı olur? Sonuçta kim, bununla bahtsız olur? (Mesnevi, II/795-798).
            Her varlığa acıma duygusuyla ve özveriyle yaklaşma kararlılığı, insana yakışan bir özelliktir. Hayatı anlamlandıran, bireye ve topluma değer kazandıran bu gibi özellikleri taşımak herkes için amaç olmalıdır:
            Akarsu olan yerde yeşillik olur. Gözyaşı olan yerde rahmet olur.
            İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol, can meydanında yeşillik yeşersin.
Gözyaşı istersen, ağlayana acı. Merhamet istersen, zayıflara merhamet et (Mesnevi, I/821-823).
            Mevlâna diyor ki:
            İnsanda iki büyük nişan vardır: Birincisi bilgi, ikincisi fedakârlıktır. Bazısında bilgi var, fedakârlık yok. Bazısında fedakârlık vardır, bilgi yoktur. Her ikisine de sahip olana ne mutlu (Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 331).
            Yaşadığımız fiziki dünyadan ayrı, ancak sonuçta yine ona değer kazandıran düşünce ve bakış alanlarımız vardır. Mevlâna insanoğlunun belki de daha gerçekçi olan bu imkânları kullanması gerektiğini hatırlatır. Bu imkânlar yurdunun onun dizelerindeki adı “gönül”dür:
            Bu dünya küptür, gönülse ırmak gibi; bu dünya odadır, gönülse şaşılacak şehir (Mesnevi, IV/810).
            Gönül ovasına adım atmak gerekir, çünkü toprak ovada ferahlık yoktur.
            Ey dostlar! Gönül, güven yurdudur; orada pınarlar, gül bahçesi içinde gül bahçesi vardır.
            Ey yürüyen! Kalbine yönel ve yürü; orada ağaçlar ve akan pınarlar vardır. (Mesnevi, III/514-516).
            Tohumdan yeşeren gül bahçesi bir anlıktır; akıldan yeşeren gül bahçesi canlıdır.
            Topraktan yeşeren gül bahçesi, yok olur; gönülden yeşeren gül bahçesi ne hoştur!
            Bizim bildiğimiz tatlı ilimleri, o gül bahçesinden bir iki üç çiçek de­meti bil (VI/4647-4649).
            Gönülde dünyasını oluşturan, bir düzene ve huzura kavuşan, yolunu ve hedefini belirleyen insan için dünya hayatı daha anlamlıdır, dertleri ve çaresizlikleri de çözümlüdür. Bu hissiyatın ve bakış tarzının günlük hayatımıza ait gerçekçi, ikna edici örnekleri vardır:
            Tadın yolunu içten bil, dıştan değil; köşk ve kaleler aramayı ah­maklık bil (Mesnevi, VI, 3418).
            Açlık derdi, sermayesi olan kişinin bütün parçalarına yenilik gelir.
            Tat açlıktandır, yeni yiyecekten değildir; aç hâlde arpa ekmeği şekerden daha tatlıdır (Mesnevi, VI/4293-4294).
            Gereksiz ve yersiz sorular, sorunlar oluşturmak ve ardından da bunların cevapları için zaman ve emek harcamak gelişme derdi, diğer bir ifadeyle aşkı olmayan kişilerin işidir. Akıl ve aşk sahipleri bu gibi sonuçsuz kalacak uğraşlara kapılmaz:
            Sakalına kır düşmüş bir adam aceleyle iyi bir berbere geldi.
            “Ey yiğit! Sakalımdaki beyaz kılları temizle; yeni gelin aldım” dedi.
            Sakalını kesti ve hepsini önüne dökerek “Sen seç, benim işim çıktı” dedi. 
            Bu soru, o da cevaptır; onu seç; bunların başında din derdi yok.
            Biri, Zeyd’e bir sille vurdu; o da karşılık olarak ona saldırdı.
            Tokat vuran dedi: “Sana soru soracağım, sonra bana cevap ver ve o zaman bana vur.
            Kafana vurdum, “Şak” diye ses geldi. Burada iyi niyetle bir sorum var.
            Ey padişahın övüncü! Bu şak benim elimden miydi, yoksa senin kafan­dan mıydı?
            -Zeyd- dedi: “Sillenin acısından kurtulmadım ki bu düşünce ve düşünmede bulunayım.
            Sen dertsizsin, bunu düşün; dert sahibinin bu düşüncesi yoktur, ken­dine gel! (Mesnevi, III/1375-1384).
            Suret ile mananın, sözcük ile anlamın, şekil ile içeriğin uyumsuz olma ihtimali söz konusudur. Özellikli birey olma arzusu taşıyanların, bu ikilikten uzak durmaya çalışması gerekir. Söz ve davranış birliği kişiler ve toplum için başarı, huzur ve güven kaynağıdır:
           
            Kelimeyi bu beden gibi bil, manasını da içteki can gibi.
            Beden gözü daima beden görür; can gözü hüner dolu can görür (Mesnevi, VI/653-654).
            Ey surete tapan! Git, manaya çalış. Zira mana, suret bedenine ka­nattır (Mesnevi, I/711).
            Sonuçta bil ki, kötü tabiatlı güzel ve iyi suret, bir para etmez.
            Suret, çirkin ve nahoş ama ahlakı iyiyse, ayağı dibinde öl (Mesnevi, II/1014-1015).
            Ne zamana kadar testinin suretiyle aşk oynayacaksın? Testinin sure­tini geç, su ara (Mesnevi, II/1017).
            Ey dostlar! Sureti aşarsanız, cennet vardır ve gül bahçesi içinde gül bahçesi.
            Kendi suretini yıkıp yakınca, bütün sureti de kırmayı öğrenirsin (Mesnevi, III/578-579).
            Kimi zaman farklı bakış veya görünüşün arkasında gizemli bir gerçek bulunduğunu hatırlatır
Mevlâna:
            Halife Leyla’ya dedi: “O, sen misin? Mecnun senden dolayı mı perişan oldu ve kendini kaybetti?
            Sen diğer güzellerden üstün değilsin!” -Leyla- dedi: Sus! Zira sen Mecnun değilsin” (Mesnevi, I/408-409).
            Mevlâna’nın düşünce dünyasında insanlar, coğrafyalar ve bakışlar arasındaki farklılığın ve ayrılığın giderilmesine yönelik çözümler vardır. Onun ancak birkaçı bu satırlara yansıyan öğüt ve uyarılarının âdeta tek bir yönü, yakınlaşma ve toplum olma amacı bulunmaktadır. Onun şu sözleri günümüzde dünyada bir çağrı olarak kabul edilmelidir:
            Yol arkadaşlarını ziyareti gerekli say, kim olursa; ister yaya, ister atlı.
            Düşmanın da olsa bu ihsan, yine iyidir; çünkü güzel davranışla nice düşman dost olmuştur.
            Dost olmazsa kini azalır. Çünkü güzel davranış kine merhem olur.
            Ey iyi dost! Bunun dışında nice faydaları vardır; fakat uzamasından korku­yorum.
            Sözün özü şudur: Topluma dost ol; heykeltıraş gibi taştan arkadaş yont.
            Çünkü kervanın kalabalıklığı ve çokluğu, yol kesicilerin belini ve mızrağını kırar (Mesnevi, II/2139-2144).


























MEVLÂNA’YA GÖRE SOSYAL YAPILANMA VE ÖZELLİKLİ
KİŞİLERLE BERABERLİK*

            Toplumda önde görülen, sözde ve işte öne düşen kişiler her zaman vardır. Bu kişilerin ailede, cemaatte, sınıfta, dairede ve devlette birer adı ve de sıfatları vardır.
            Muallim, müderris, vaiz, âlim, şeyh, vali, vezir ve sultan gibi birçok unvan ve görev, geçmişte kaldı. Onların görev ve sorumlulukları hakkında Mevlâna’nın Mesnevi’si gibi birçok eserde ayrıntılı bilgi ve düşünceler ortaya konmuştu. Bazıları onlar geçmişte kaldı, biz de yok derse, sadece gerçeklerden kaçmış olur. Önemli olan sıfatın veya adın kendisi değil, taşıdığı manadır. Eski veya yeni sözcüklerle anılan bu görevlerde veya konumlarda bulunanların sorumluluklarıdır hatırda tutulması gereken. Yeni adlarla bu görevleri üstlenenlerin sorumlulukları üzerinde, Mesnevi gibi eserlerde geçmişte ısrarla durulmuştur.
            Mevlâna sosyal yapı üzerinde önemli tespit ve yorumlarda bulunmuştur. Sosyal yapı birey, öğretici-kılavuz-dost ve toplum şeklinde ele alınabilir. Olgun insan, yol gösterici rehber veya huzur kaynağı çevre ile ulaşılan erdemli toplum düzeyi, dünya hayatı için arzulanan bir hedeftir. Burada Mevlâna’dan ve Mesnevi’sinden yararlanarak kısaca bu üç halkadan söz etmeye çalışacağız. Mevlâna, toplumsal yapının özünde yer alan bireyin zafiyet ve becerileriyle özel olarak ilgilenmiştir. Karanlık gücü temsil eden nefisle, aydınlık gücü temsil eden akıl ve ruhun temayüllerini etkileyici bir üslupla dile getirmiştir.
            Bir padişah bir şeyhe söz arasında, “Benden bağış olarak bir şey iste” dedi.
            -Şeyh- dedi: “Ey padişah! Bana böyle söylemekten utanmıyor musun? Bundan daha yukarı gel.
            Benim iki kölem var ve onlar değersizdir; o ikisi, sana hâkim ve em­redici­dir.”
            Padişah, “O ikisi nelerdir? Bu, hatadır” dedi. -Şeyh- “Onun biri öfke, diğeri şehvettir” dedi.
            Padişahlıktan uzak olanı padişah bil. O, ay ve güneşsiz parlaktır.
            Varlığı hazine olan kişinin hazinesi vardır. Varlığa düşman olanın varlığı vardır (Mesnevi, II. defter/beyit 1457-1462).
            Mevlâna’nın aynı hikâyedeki şu anlamlı beytini aktararak, bir başka örneğe geçelim.
            Efendi düşkünlük gösterebilir; köledense kölelikten başka bir şey gelmez (Mesnevi, II/1486).
            Aklın nefisle savaşmasına, Mecnun’un deveyle çekişmesi bir örnektir Mesnevi’de.
            Kesin olarak Mecnun ve onun devesi gibidirler; o öne çeker, bu da kinle ge­riye.
            Mecnun’un isteği o Leyla’ya gider; devenin isteği geriye, yavrusu­nun ardında koşar.
            Mecnun bir an kendinden gafil olsa, deve dönüyor ve geri gidiyordu.
            Bedeni aşk ve sevda dolu olduğundan, kendisini kaybetmemek için çaresi yoktu.
            Kendisini gözetecek olan, akıldı; aklını Leyla’nın sevdası kapmıştı.
            Ancak deve çok gözetleyici ve çevikti; o, yularını gevşek görünce,
            Mecnun’un gafil ve şaşkın olduğunu anlıyordu; o zaman durmaksızın yavrusuna yöneliyordu.
            -Mecnun- kendine geldiğinde, fersahlarca geri gitmiş olduğu yeri görüyordu.
            Mecnun üç günlük yolda bu hâller içinde yıllarca tereddütte kaldı.
            Dedi: “Ey deve! Mademki her ikimiz âşığız ve iki zıtız, o zaman uygun olmayan yol arkadaşıyız.
            Sevgin ve yuların, bana uygun değil; seninle birlikte olmayı terk et­meliyim.
            Bu iki yol arkadaşı, birbirinin yolunu kesmektedir; bedenden inmeyen can, yolunu kaybeder.
            Can, Arş’ın ayrığıyla yoksulluk içinde; beden, diken aşkından deve gibi.
            Can, yukarıya doğru kanatlarını açar; beden, yeryüzüne pençelerini batırmış.
            Ey vatan ölüsü/düşkünü! Sen benimle oldukça, o zaman canım Leyla’dan uzak kalacak.
            Musa’nın kavminin yıllarca Tîh’de bulunması gibi, bu tür hâllerle ömrüm gitti.
            Bu yol kavuşmaya kadar iki adımdı, senin hilenle yolda altmış yıl kaldım (Mesnevi, IV/1537-1548).
            Nefis ve akıl rekabeti, olgunlaşma amacı taşıyan bireyler için her an hatırlanması gereken bir gerçektir. Aklın ve ruhun üstünlüğü dünya hayatına özellik kazandırmaktadır. İnsanî özellik bu sayede öne çıkmaktır, Mevlâna’nın cahillerden söz ediyor:
            İncelik, letafet ve insaf onlarda az bulunur, çünkü tabiatlarında hay­vanlık galiptir.
            Sevgi ve incelik, insanlık vasfıdır. Öfke ve şehvet, hayvanlık vasfıdır (Mesnevi, I/2435).
            Mevlâna’nın ferdî olgunlaşmayı sosyal yapılanmayla buluşturan hikâyelerinden biri, şu şekildedir:
            Bir valinin, bir adama, “Yol üzerine diktiğin şu diken kökünü kopar” diye emretmesi
            Yol ortasına diken kökü diken şu sert ve güzel sözlü adam gibi.
            Yoldan geçenler şikâyetçi oldular; “Bunu kopar” diye ona çok dedi­ler, ko­parmadı.
            O diken kökü her an çoğalıyordu; halkın ayağı onun yarasıyla kan­lanıyordu.
            Halkın elbiseleri dikenden yırtılıyordu; yoksulların ayağı sızlayarak yara­lanıyordu.
            Hâkim ona ciddiyetle, “Bunu kopar” deyince, “Peki, onu bir gün ko­parırım” dedi.
            Bir müddet yarın, yarın diye vaatte bulundu. Onun diken ağacı sağlam köklü oldu.
            Hâkim bir gün ona, “Ey eğri vaatli! İşimizde adım at, geri durma” dedi.
            “Ey amca! Önümüzde günler var” dedi. Hâkim dedi: “Acele et, oyalama
            “Yarın” diyen sen, bil ki zamandan geçen her günde,
            O kötü ağaç daha gençleşiyor ve bu sökecek kişi de ihtiyarlayıp acizleşiyor.
            Diken kökü güçlenme ve yükselmede, diken koparan ihtiyarlamada ve eksil­mede.
            Diken kökü her gün ve her an yeşil ve taze, diken koparan her gün daha zayıflayıp kurumada.
            O gençleşiyor, sen ihtiyarlıyorsun; çabuk ol ve zamanını yok etme.”
            Her kötü huyunu diken kökü bil; sonuçta defalarca ayağına diken battı.
            Defalarca kötü huyundan yaralandın; hissin yok, çok duygusuz ol­dun.
            Senin çirkin huyundan meydana gelen başkalarının yaralanmasından,
            Gafilsen, kendi yarandan da mı haberdar değilsin? Sen kendine ve başkasına azapsın (Mesnevi, II/1223-1239).
            Olumsuz huy ve alışkanlıklarımızı, kendimizi ve çevremizdekileri yaralayan dikene benzeten, dikenle somutlaştıran Mevlâna bu noktada, sözümüze başlarken kurguladığımız üçlü halkanın ikincisine, yani kılavuza, dosta intikal etmektedir:
            Ya baltanı kaldır ve erce vur; sen Ali gibi, bu Hayber kalesinin kapısını kopar.
            Ya da bu dikeni gülfidanına kavuştur; dostun ışığını ateşle birleştir.
            Böylece onun ışığı senin ateşini söndürsün; onunla birleşmek senin dikenini gül bahçesi yapsın (Mesnevi, II/1240-1242).           
            Şu ifadeleri de etkileyicidir:
            Akıl akılla iki kat olur; ışık çoğalıp yol belli olur.
            Nefis başka nefisle güldüğünde, karanlık artıp yol gizlenir (Mesnevi, II/26-27).
            Mevlâna dostlarla ve kılavuzlarla yakınlaşmanın ve beraberliğin önemine değinirken ikna edicidir:
            Hasta tabibe düşman olursa ve çocuk öğretmene düşmanlık ya­parsa,
            Gerçekte kendi canlarının yol kesicileridirler; kendi akıl ve canlarının yolunu kesmişlerdir.
            Çamaşırcı güneşe öfkelenirse, balık suya öfkelenirse,
            Sen birine bak, kimin ziyanı olur? Sonuçta kim, bununla bahtsız olur? (Mesnevi, II/795-798).
            Ekleyelim, memur amire, işçi patrona. Sözde sırası gelmeden aceleyle aksini de söyleyebiliriz. Öğretmen öğrenciye, amir memura, patron işçiye kızgın hatta düşman nasıl olur?
            Bireyin olgunlaşma çabası ve toplumdaki kılavuzların etkinliği sonucu erdemli toplum oluşur. Aksi takdirde zalimle mağdurun, ezenle ezilenin bulunduğu ailede, kurumda ve toplumda çatışma ve huzursuzluk kaçınılmazdır. Kişilerin, bireysel sorumluluklarına ilave olarak farklı düzeylerde toplumsal sorumlulukları vardır.
            Baba, aklı dünyayı ölçse de küçük çocuğu için ti ti der.
            “Elif harfinde bir şey yok” dese de üstadın fazileti, yüceliğinden azalmaz.
            O ağzı bağlıya öğretmek için kendi dilinin dışına çıkması gerekir (II/3301-3304). 
            Öğreticiler ve yöneticiler, görevlerini yapıyorlarsa bu unvanlara ve sıfatlara sahiptir. Aksi takdirde her türlü eleştiriye layıktırlar. Mevlâna, bu hususta çok cesurdur. Onun dilinde sorumluluğunu taşımayan sofi, vaiz, şeyh, âlim ve sultan için acı sözler vardır. Muhtaç müritler yalancı iddiacılara aldandığından onları şeyh, muhteşem ve ermiş sanırlar:
            Üstün değildir, seni nasıl üstün yapacak? Işık vermiyor, seni ka­rarta­cak.
            Kendisinin ışığı olmayınca, yakınlıkta başkaları ondan nasıl ışık bula­cak.
            Göze ilaç yapan kör gibi. Gözlere ne çeker? Ancak yeşim taşı (Mesnevi, I/2266-2268).
            Artık isimlerin bizi sınırlamasından kurtulalım.
            Şeyh kimdir? Yaşlı, yani saçı beyaz. Ey eğri ümitli! Bu saçın manasını bil.
            O siyah saç, varlığından bir saç teli kalmayıncaya kadar onun varlığıdır.
            Siyah yahut kır saçlı olsa da varlığı kalmazsa şeyhtir o.
            O siyah saç, insan vasfıdır. O saç, sakal ve baş saçı değildir.
            İsa beşikte bağırır: “Biz, genç olmadan şeyhiz ve pîriz.”
            Ey oğul! Eğer bazı insan vasıflarından kurtulursa şeyh olmaz, orta yaşlı olur.
            Bizim vasfımız olan bir siyah saç, üzerinde bulunmayınca kişi, şeyh ve Allah’ın makbulüdür.
            Saçı beyaz olsa da beşer kişiliğindeyse o, ne şeyhtir ve ne de Allah’a yakındır.
            Beşer vasfından bir kıl ucu kalmış olsa o, Arş’tan değildir, dünyadandır (Mesnevi, III/1789-1797).
            Mesnevi’de şeyh sözcüğü,  padişah sözcüğü gibi geniş anlama sahiptir. Birçok yerde tasavvufî terim değildir. Genel anlamda öğreticidir, yol göstericidir, bilgedir, saygı duyulandır. Bu tutumla bu sorumluluk bütün topluma yayılmaktadır. Şeyhin tasavvufî manadaki konumu ayrıdır. Ayrıca Mesnevi’de iyi niyetli kişi, bilge, şeyh, peygamber ve hatta Cenab-ı Hak padişah diye anılır. Bütün bu ifade ve yorum tarzı günümüz insanı için cesaret vericidir.
            Geleneksel anlayışımızda padişah, kul ve köle sözcükleri, Mevlâna’nın bu kullanımlarıyla özel anlamlar kazanmış, gönül ve mana dünyasında yer edinmiştir.
            Kendini unutunca seni anarlar; kul olunca, o zaman seni özgür bırakırlar (Mesnevi, III/3075).
            O padişaha bağlanırsan, padişah olursun. Ne zamana kadar uğursuzlara gideceksin?
            Padişahlarla birlikte oturmak, kimya gibidir. Onların bakışı gibi bir iksir, bizzat nerdedir?
            Ahmed’in gözü Ebû Bekir’e vurdu, o bir tasdikle Sıddîk oldu (Mesnevi, I/2685-2687).
            Kendinden kurtulunca tamamen Burhan/delil olursun. Köle yok olunca, sul­tan olur (Mesnevi, II/1315).
            Yol, yolcu ve kılavuz, bulunmalıdır, dünyamızda. Biraz açıklama gerekirse doğru yol, istekli yolcu ve yol gösterici önder, hayatı anlamlı kılar. Topluma dirlik ve medeniyet oluşturucu özellik kazandırır.
            Mevlâna bir hikâyesinde Hz. Ömer’den söz ediyor:
            Ömer yabancı yüzlüyü dost buldu, canını sırlara istekli gördü.
            Şeyh olgun, mürit istekliydi. Adam çevik, binek de kapıdaydı.
            İrşat eden, onu irşada kabiliyetli gördü, temiz tohumu temiz toprağa ekti (Mesnevi, I/1444-1446).
            Sorumluluğun toplumdaki bütün kesimleri kapsadığını özenle vurgulamak istersek, Mesnevi’den birçok örneği bir araya getirebiliriz. Örnek olarak;
            Kötü bir adet koyana doğru her an lanet gider.
            İyiler gittiler ve âdetler kaldı. Kötülerden zulüm ve lanetler kaldı.
            Kıyamete kadar kötülerin türünden vücuda gelenlerin yüzü onadır.
            Bu tatlı su ve acı su, damar damardır. Sûra üfürülünceye kadar halk­ların arasında akar (Mesnevi, I/744-747).
            Padişahların ahlakı halkta yerleşir; yeşil gökyüzü toprağı yeşil eder.
            Padişahı bir havuz bil, çevresindeki yetkililer de borular. Su, boru­dan testiye akar.
            Suyu tamamen temiz bir havuzdansa, her biri tatlı ve hoş bir su verir.
            O havuzdaki su acı ve pisse, her bir boru aynısını çıkarır.
            Çünkü her boru havuza bağlıdır. Bu mana üzerinde derin derin düşün.
            Vatansız can padişahının lütfu, bütün bedene nasıl tesir etmiştir?
            Güzel tabiatlı, hoş soylu aklın lütfu, bütün bedeni nasıl edebe soku­yor? (Mesnevi, I/2819-2825).
           
            Bir örnekle de yönetilen kişilerin sorumluluğundan söz açalım. Mevlâna diyor ki:
            Kadın, çocuk ve erkek halkın secde etmesi Firavun’un gönlüne vura­rak onu hasta etti.
            Her birinin “Efendimiz” ve “Padişahımız” demesi onu vehimle öyle kirletti ki,
            İlahlık iddia etmeye cesaret buldu; ejderha oldu ve hiç doymuyordu (Mesnevi, III/1554-1557).
            Yoksul ve güçsüz oluşun da faydası vardır belki de. Her açıdan ve olumlu yönden hayata bakış imkânı sunmaktadır Mevlâna:
            Silah ve bilgisizlik bir araya gelirse zulümle dünyayı yakan bir Firavun oluşur.
            Ey yoksul kişi! Güçsüzlük sebebiyle Firavunluktan ve inkârcılıktan kurtuldun, şükret.
            Şükret ki mazlumsun ve zalim değilsin, Firavunluktan ve her fitne­den eminsin.
            Boş karın ilahlık iddia etmez; zira ateşine odundan yardım yoktur (Mesnevi, VI/4721-4724).










































MEVLÂNA’NIN HOŞGÖRÜSÜ*

            İslam kelimesi bir şeyden kurtulmak, selamete ermek ve barış yapmak gibi anlamlara gelen “selime” kökünden türemiştir. Mensubu olmakla şeref bulduğumuz İslam Dini ise mana olarak bütün bu anlamları içermekle birlikte itaat etmek ve teslim olmak mevhumlarını da içinde barındırır.
            Allah Kur’an’da insanları İslam’a davet ederken “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam’a) girin…” (Bakara, 208) buyurmaktadır. O halde kelime anlamından ve bu ayetten yola çıkarak İslam’ın bir “barış dini” olduğuna şüphe yoktur. Ancak, kendisine karşı bir kötülük zuhur etmişse de yine Allah’ın buyruğuna göre zulme uğramaları sebebiyle müslümanlara cihad izni verilmiştir (Hac, 39). Rahmet ve şefkati ölçüye sığmayan Yaradan, bu halde bile müslümanlara aşırı gitmemeleri konusunda şu uyarıda bulunmuştur: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, 190).
            Mevlâna Mesnevi’sinde “Hak kapısından ayrılmayan Türk, var olduğu müddetçe vatansız kalmaz” (II, 455) diyerek İslam Dinini ve Türkleri âdeta özdeşleştirir ve bir rubaisinde de;
            Ben yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kölesiyim
            Ben seçilmiş Muhammed’in yolunun küçücük bir hizmetçisiyim

            Eğer benim bu sözümden başka bir şey nakledilirse

            O sözden de, onu nakledenden de şikâyetçiyim”
diyerek kendini Allah’ın ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed’in hizmetkârı olarak vasıflandırır.
            Mevlâna Hoşgörüsü
            Bilindiği gibi XIII. yüzyıl Selçuklu Konyası’nda Anadolu’yu saran Moğol yağmacılığı arasında yetişen Mevlâna, başta Mesnevi olmak üzere diğer eserleriyle günümüze kadar ulaşmış büyük bir Türk-İslam düşünürüdür. Yetiştiği siyasi karışıklık ve savaş ortamında dönemi insanının en çok ihtiyaç duyduğu “sevgi, hoşgörü ve barış” temasını İslam ışığında sıkça işleyen Mevlâna, sevgi ve bunun zıttı kahrı şöyle niteler:
            “Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse hayvanlık vasfı.
            Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.
            Kahır ise, tatlıyı acılığa çeker. Acı ile tatlı bir arada bulunur, bağdaşır mı?
            Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur.
            Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.” (Mesnevi, I, 2436, 2580, 2581, II/1530, 1531).
            Karşılaşılan problemlerde çözüm olabilecek sevgiyi bu şekilde açıklayan Mevlâna sevgiyle ulaşabilecek hoşgörü konusunda da şu veciz beyitleri söyler:
            “… Merhamete nâil olmak istersen zayıflara merhamet et.
            Zira er kişinin avı, merhamettir.(...)
            Biz, Hakk’a küfrân-ı nimette bulunmuş olan kâfirlere dahi acırız.
            Hattâ halk, onları taşlıyor diye köpeklere bile acırız.
            Ben, beni ısıran köpeğe de dua eder; ‘Yarabbi sen onu bu huyundan vazgeçir,
            Adamları ısırmasın da halkın taşını, sopasını yemesin’ derim.
            (Çünkü) lütuf ve merhamet sahibi olan Allah’ın kulları, işleri düzeltmekte O’nun huyuna sahiptirler.” (Mesnevi, I, 822, II, 1938, III, 1800-1803, 2222, 2223).
            İşte Mevlâna, yaptığı kabahatten dolayı dayak yiyen köpeğe bile bu şekilde acıyabiliyor. Herhalde gerçek hoşgörü bu olsa gerek; hani Hacı Bektaş-ı Veli’nin “incinsen de incitme” dediği gibi. Yalnız burada şunu unutmamak gerekir. Sözümüzün başında da zikrettiğimiz şekilde Allah’ın Kur’an’da buyurduğu gibi haddi aşanlara da gereken cevabın verilmesi gerekiyor. Mevlâna da bu konuda;
            Böbürlenerek başlar kıran kişiye ne Allah’ın merhameti nasip olur, ne de halkın!” (Mesnevi, IV/1858) der ve kişi, iyi-kötü ne yaparsa aynı şekilde kendisine geri döneceğini belirtir (Mesnevi, VI, 4528).
            Kötülük yapanın ömrü boyunca kötülükle karşılaşacağını, insanın yaşamı boyunca ve ahrette ne ektiyse onu biçeceğini belirten Mevlâna, bu gerçekler gün gibi ayan bir şekilde ortada dururken insanların buna göre hareket ederek daima iyi şeyler yapması gerektiğini belirtir ve şöyle der:
            “Ben, bu çalışıp çabalama dünyasında iyi huydan daha güzel bir ehliyet görmedim.
            İyilikle gelmenin şartı iyilik etmektir; bu güzelliği, bu iyiliği huzura götürmektir.
            Kötülüğü yaptığın işlerde gör; talihimden deme.
            İyilik ettiğin müddetçe görürsün ki iyi yaşamaktasın, gönlün rahat.
            Fakat bir kötülükte bulundun, bir fenalık ettin mi o yaşayış, o zevk gizleniverir.
            Dünya dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir.
            Kendinize gelin! Hakk’ın gayreti, pusudan çıkmaya görsün; baş aşağı yerin dibine gidersiniz.” (Mesnevi, II, 810, 944, VI, 428, 3487, 3488, I, 215, 3417).
            Fakat Mevlâna yine iyilik yapma konusunda da bazı istisnalara dikkat çekerek tabiatı bozuk, aşağılık kişilere iyilik yapan kişinin karşılığı bunun zıddı olarak kötülük olacağını belirtir ve iyilik yapılacak kişinin iyi seçilmesi gerektiğine vurgu yapar ve şöyle der:
            “Aşağılık, kötü kişilerin huyu şudur: Sen ona iyilik ettin mi, o sana kötülük eder.
            Mayası kötü olan kimseye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkıyânın eline kılıç vermeye benzer!
            Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir.” (Mesnevi, III, 2978, IV, 1436, 1438).
            Yine büyük Türk-İslam velisi Ahmed-i Yesevî’nin “Dünyaya tapan soysuzlardan yüz çevir, akıllı isen gariplerin gönlünü elde et!” demesi de bu konuda söylenebilecek anlamlı sözlerdir.
            Yapılan bir araştırmaya göre II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar dünyada sadece 24 gün savaş olmamış. Bu ilginç olduğu kadar, aynı zamanda da dehşet verici. Hepimizin de şahit olduğu gibi dünyanın dört bir tarafında ve özellikle de Orta Doğu’da bazı emperyalist güçlerin maddi çıkarlar peşinde insanları savaşlara tutuşturması bilinen bir gerçek. İşte bu ortamda hoşgörü ve barış kelimesiyle özdeşleştirdiğimiz Mevlâna bize ne gibi çözümler sunabilir, âdeta kana susamış insan ve yöneticileri nasıl barış yoluna çağırır?
            Mevlâna “savaş” konusunda ilgililere şöyle seslenir:
            “İnsanların savaşı, çocukların kavgasına benzer. Hepsi de anlamsız ve saçmadır.
            Sopa, mademki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!
            Ben iyiyle, kötüyle kavga edemem; kavga ile işim yok! Savaşmak şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte.” (Mesnevi, I, 3435, 2137, 2392).
            Savaş kelimesinden, hattâ savaşı çağrıştırdığı için “barış” kelimesinden bile ürktüğünü söyleyen Mevlâna, yine insanın hem cahil, hem de elinde silahı bulunması halinde bunun bir felâket olacağını belirtir ve şöyle der:
            “Delinin elinden silahı al da adalet ve barış, senden razı olsun!
            Fakat elinde silahı olur, aklı da bulunmazsa bağla elini; yoksa yüzlerce zarara yol açar.” (Mesnevi, IV, 1434, 1435).
            Burada şunu da belirtmek gerekir ki, savaş sadece iki tarafı değil taraf olmayan milletleri de maddi-manevi olumsuz etkilemektedir. Bunun en somut örneklerini son 20-30 yılda bütün dünya insanlığı olarak görmekte ve yaşamaktayız. Bu olgu da yine Mevlâna’nın beyitleriyle şu şekilde açıklanmaktadır:
            “Bedende bir uzuv ağrıyıp incinse bütün beden ağrır, incinir. İster sulh çağında olsun, ister savaşta; bu, böyledir!” (Mesnevi, IV, 3248).
            İranlı şair Sadi-yi Şirâzî’nin de dediği gibi, insanlar bir bedenin uzuvları gibidir. Eğer uzuvlardan biri ağrı çekerse bedenin tamamı ağrır ve sağlıklı iş göremez olur. İşte buradan da çıkaracağımız ders, ülkeler arası barışının tüm dünya insanlığını olumlu etkileyeceği için, bir şekilde Mevlâna’nın da dediği gibi “delinin elinden silahı almak, cahil kişinin eline de silah vermemek” gerekiyor.
            Mal mülk ve makam sevdasının günümüz insanlığının en büyük sorunu ve bir bakıma insanın “özgür” olmasına engel teşkil etmektedir. Ülkeler arası savaşın da her ne kadar “demokrasi ve insan hakları savunması” gibi gösterilmeye çalışılsa da maddiyat ve hükümranlıktan dolayı olduğu hepimizin bildiği ve gördüğü bir gerçek. Mevlâna henüz Mesnevi’sinin başında “Ey oğul kopart zincirlerini, özgür ol; ne zamana kadar altın ve gümüşün (maddiyatın) esiri olacaksın.” (Mesnevi, I, 19) diyerek insanları maddiyat telâşından kurtulmaya çağırır. Büyük Türk velisi Yunus Emre de;
            “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?
            Mal da yalan mülk de yalan? Var biraz da sen oyalan.”
diyerek günümüz insanlarının ve devletlerin peşinde koştuğu maddiyat konusunu gelip geçici bir olgu olarak niteleyerek, âdeta kutsal kitabımızın birçok yerinde geçen “Dünya bir oyuncaktan ibarettir” ayetine işarette bulunur.
            Ahmed-i Yesevî de bu dünya peşinde koşan sultanlara şu ibretli dizelerini söyler:
            “Binlercesine çeri (asker) yığan hanlar hani?
            Vefası yok, vefasızdır dünya tanı,
            Gafil insan görüp ibret almaz imiş.”
            Geçmişte olduğu gibi günümüz insanının en büyük sorunu da mal mülk ve makam peşinde koşarak ömrünü sıkıntıyla geçirmesi ve özgür olmasına engel olduğu gibi “insanca” yaşamasına mani olmasıdır. Eğer sağlıklı bir şekilde tahlil edersek insanlardaki bu istekleri bir kenara koyduğumuzda dünyada ne kişisel kavgalar, ne de savaş olur. Bu husus dünya barışının temelini oluşturacağı gibi ikili ilişkilerde de daha samimi ve gerçek dostlukların en başta gelen özelliği olacaktır.
            Mevlâna bir rubaisinde bütün insanları Hz. Adem neslinden geldiği için “bir” olarak görür ve insanların birbirlerinden ayrılmamasını öğütleyerek şöyle der:
           
            “Ey insanlar, ey insanlar, birbirinizden ayrılmayın.
             Asla aklınıza ayrılık fikrini koymayın.
            Hepiniz birsiniz, bu ikilik niye?
            Vefa bile haykırırken vefasızlıkta bunmayın.”
           
            Mevlâna’nın XIII. Yüzyıldan Günümüze Ulaşan Hoşgörüsü
            Yukarıda arz etmeye çalıştığımız fikir ve öğretileriyle tüm dünyada barış ve hoşgörü sultanı olarak tanınan Mevlâna günümüz insanlığının bu en büyük sorununa karşı ne yapabilir; ya da bizler onun bu barışçıl fikirlerini ön plâna çıkararak dünya barışına nasıl bir katkı sağlayabiliriz? İngiliz Doğu bilimci ve Mevlâna araştırmacısı Prof. Dr. Arthur J. Arberry uzun süre araştırmalarının sonucunda şu çarpıcı cümleleri söylemiştir: “Mevlâna, yedi yüz yıl evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmıştır. Günümüzde Avrupa’yı kurtaracak tek şey de onun eserleridir.” Arberry’nin bu tespiti dünya insanlarının barışı açısından Mevlâna’nın fikirlerinin önemini vurgulamaktadır. Yine Kanada’nın eski büyük elçisi James George, Mevlâna’nın türbesine yaptığı ziyaretten sonra Konya’ya Sevgilerle” başlıklı bir şiir yazmış, Doğunun ve Batının insanına Mevlâna’nın aşkında birleşme çağrısı yaparak şu dizeleri söylemiştir:
           
            “Doğu eğiliyor Batı önünde;
            Sessiz, derin, tepki içinde
            Başka nice ele geçer teknolojinin,
            Dolar menfaati, sırları.
                       
                        Batı eğiliyor Doğu önünde;
                        Gençliği gerçek pınarı, Tanrı adına
                        Sanki gerçek sadece kök almış
                        Doğudan bir yer üstünde
                        (...)
            Ama Doğuyla Batı hiç birleşemezler;
            Dilekleri hep kazanç olacaksa
            Para gücü Doğuluya
            Veya Batılıya iç kazançsa
                        Doğu, Batı, Anadolu
                        Artık Mevlâna’nın sesini duy
                        Dileğin “gerçek”se unut kendini
                        Ve bil ki aşk her şeydir” (...)
           
            Bilindiği gibi artık tüm dünyada Mevlâna tanınmakta, anlatılmakta, anlaşılmaya çalışılmakta. Biz bu bağlamda Mevlâna’nın insancıl ve barışçıl yönlerini öne çıkartarak tüm dünyada yanlış örneklerle veya kasıtlı olarak bir terör dini olarak gösterilmeye çalışan İslamiyet’in, güzelliklerini anlatabiliriz, diye düşünüyoruz. Çünkü yine hepimiz biliyoruz ki, insanlığın son dini olan İslam, Allah’ın da buyurduğu gibi “nûrunu tamamlayacak”tır. İşte bu gerçeği görerek bizim de Mevlâna aracılığıyla karınca miktarı bir katkımız olursa sevinecek, rûz-i mahşerde alnımızın akıyla Yaradan’ımızın karşısına çıkacağız.
            İngiliz ressam Ned Pamphilon’un 2006 yılının Şubat ayında Londra’da açtığı bir sergi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk ile Mevlâna’nın “barış” yönünü ön plana çıkarması açısından önemlidir. Türkiye’nin Asya ile Avrupa’nın birleşme noktası olduğu gibi, Batı ile Doğu arasında da barışın simgesi olduğunu belirten İngiliz ressam, kendisiyle yapılan bir röportajda bizim de konuşmamızın başından beri vurgulamaya çalıştığımız şu önemli cümleleri söylüyor: “Sergi aracılığıyla Atatürk ve Mevlâna’nın barış mesajlarını tüm dünyaya iletmek istedim. Özellikle barışa son derece ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde Türkiye’nin tüm dünyada barışın simgesi olduğunu düşünüyorum. Ağrı Dağı’ndaki Nuh’un Gemisi efsanesinde yer alan gökkuşağı ve zeytin dalının ortaya çıkmasıyla başlayan, Mevlâna’nın ‘Gel, kim olursan ol yine gel’ felsefesiyle devam eden ve Atatürk’ün ‘yurtta barış dünyada barış’ prensibiyle tüm dünyaya örnek olan ‘barış’ mesajları aslında Türkiye’nin sahip olduğu bir hazine.”
            Biz de Türk Milleti olarak dünyada savaşlar olmadan, bütün insanlığın barış ve mutlu bir yaşam sürmesini arzu etmekteyiz. Bütün bunlarla birlikte, geçmiş şanlı tarihimizde de benzerleri görüldüğü gibi kimsenin malına, toprağına ve canına göz dikmeyiz. Ancak bizim birliğimize, bütünlüğümüze ve kutsal saydığımız vatan topraklarına da kasteden olursa Mevlâna’nın şu beyitlerini okumalarını tavsiye ederiz. Şöyle diyor Mevlâna Mesnevi’sinde:
            “Savaş Türklerin işidir, kız gibilerinin işi değil.
            Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık edebileceğin birisiyle savaş ki, onu esir edebilmen mümkün olsun.” (Mesnevi, V, 3779, III, 3625).
            Son olarak, yine sözü barışa getirelim. Türk-İslam alemi olarak Allah’ın buyurduğu “Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin (...)” (Kur’an Hucurât, 9) ayetini zikredip, Hz. Peygamber’in “Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kimsedir” hadisini hatırlatarak, hemen hemen Mevlâna’nın Farsça söylediği beyitlerin Yunus Emre’deki Türkçe tezahürleri diyebileceğimiz birçok beyit arasından günümüz insanlarının en büyük ihtiyacı olan şu dizeleri nakledip sözümüzü bitirelim:
           
            “Beri gel, daha beri;
            Bu yol vuruculuk nereye kadar böyle?
            Bu hır gür, bu savaş nereye kadar?
            Sen bensin, ben senim işte”    (Mevlâna)
            “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım.
            Sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz.”








MEVLÂNA’NIN RESİMLERİ*

            Mevlâna’nın anlam dünyası bu etkinin sonucu olarak görsel sanatların da öteden beri ilgi alanına girmektedir. Türk, Moğol, Hint ve İran’da geçmişte minyatürlere girmiş bu etki, günümüzde de farklı uluslardan pek çok sanatçının çalışmalarına konu olmaya devam etmektedir.
            Bu araştırmada kimi Şahabettin Uzluk’un kişisel koleksiyonunda yer alan kimi de başka yerlerde karşılaştığı resimler hakkındaki görüş ve yorumlarını inceleyeceğiz.
            Türkiye’de Mevlâna resimlerini bir makale konusu yaparak ilk ele alanlardan biri olan merhum Yüksek Mimar Şahabettin Uzluk, aşağıda detaylarını vereceğimiz “Mevlâna’nın Ressamları” adlı 1944 tarihli makalesinden sonra 1945 yılında aynı adla Konya Halkevi Güzel Sanatlar Komitesi’nce yayınlanan kitabını kaleme almış ve uzun yıllar süren araştırmalar sonucu tamamlayıp resimlerle süslediği ve “Mevlevilikte Resim, Resimde Mevleviler”[1] adlı kitabının habercisi olan bu eserle, XIII. yüzyıldan itibaren, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde faaliyet gösteren Mevlevî ressamlar, kişilikleri ve eserlerini tanıtmıştır.
            Milli Mecmua’nın 1925 tarihli ve 42-48. sayılarında “Türk Nakış Tarihinde Mevleviler” konulu makaleler silsilesinde Mevlâna resimleri hakkında bilgi veren Uzluk haricinde diğer eski bir çalışma merhum Süheyl Ünver’e aittir. Ünver, Konya Halk Evi Dergisi’nin 1944 tarihli ve 63. numaralı sayısında “Mevlâna resimlerinin mahiyetini Uzluk sayesinde öğrendiğini, bahsettiği resimlerin kısmen asıllarını görebildiğini ancak yeni bir şey ilave edemediğini fakat makalelerde geçen ve dergide yer alan bir Mevlâna resmini Osman Ergin’le beraber Bayezid Medresesi’nde kurulan Şehir ve İnkılap Vesikaları Müzesi’ne aldırmaya o dönemin müze idare heyetinde bulunması dolayısıyla vesile olduğunu” yazar ve “Türk minyatürü üzerine yedi yıldan beri süren araştırmanın iki tane de Şems-i Tebrizi resmi kazandırdığını, şayet bu hususta daha yeni bilgiler ilave edilemez ise, Şahabettin Uzluk’un yazdıklarını sıralamak durumunda kalmış olacağını”[2] ifade eder.
            Ünver, bu hususun Uzluk’un kendi kaleminden vuzuha kavuşmasını beklemiş fakat beklentisinin aksine Uzluk’un araştırmayı kendisine bırakması üzerine “el emru fevkal edep” diyerek Mevlâna’ya ait olduğu rivayet edilen resimlerin izahına geçmeden evvel kişisel düşüncelerini şöylece açıklamıştır:
            “Zihnimi kurcalayan bir nokta vardı. Acaba Mevlâna’nın hayatında yapılmış resmi yok mu diyorduk; zira bu açık fikirli, ince ruhlu şair ve mutasavvıfımızın resmi olmalı idi. O her şeyi kalem ile tasvir edip dururken neden bir fırça onu nakşetmesin? İslam Türk devletlerinin itilası asırlarında resim yaptırmaya bir mani yoktu. Konya’nın o asırlarda Konya kalesinin kapı ve kuleleri bile süsleri arasına insan resmini koyuyordu, insan şeklinde melek resimleri yapıyorlardı. Kitaplar da da insan resimleri buluyorduk. İstanbul kütüphanesinde de resimli Selçuk eserleri sayabiliriz. Böyle serbest düşünceli itila devirlerinde resimlerimiz kaybolması hesabıyla elimize az gelmiştir. Mevlâna’nın yaşadığı asırda birçok ressamlar da vardı. Kendi muasırlarından “Aynuddevle-i Rumî”yi buluyoruz.[3] Menakıbu’l-Ârifîn’e göre Aynü-d’devle, Mevlâna’nın bir kağıt üzerine gayet güzel resmini yapmak istiyor. Mevlâna da eğer kâdirse resmimi yapsın diyor. Aynü-d’devle eline kağıdı alıyor. Mevlâna ayaktadır. Nakkaş bakarak latif bir surette resmini yapıyor. Lakin onu benzetemiyor. Bir kağıt daha isteyerek tekrar resmini yapıyor. Yine başka bir şekilde görüyor. Her sefer ayrı bir halde olunca 20 defa yapıyor, hiçbiri diğerine ve aslına benzemiyor. Ressam kendinden geçerek kalemlerini kırıyor. Mevlâna bunun üzerine:
            Ah bi rengü binişan ki menem
            Ki bit binet mera çünan ki menem
            ....(Divan-ı Kebir)
            Gazelini iyrade başlıyor. Aynü-d’devle yaptığı resimleri benzetemediğine giryan olarak huzurdan çıkıyor. Bu resimli kağıtları, Hizmet (Gürcü) Hatun’a götürüyorlar. O da hepsini bir sandığa koyarak saklıyor ve nereye giderse götürüyor. Bu Gürcü Hatun, Mevlâna’ya mensuptu. Onun şevk-i ateşi ile yanardı. Mevlâna’nın resmini elde etmek istemişti.[4] Bu arada saklı olan bu 20 resimden hiç birisi ele geçmemiştir. Bunlar bugün nerededir, ne olmuştur bilinemiyor. Mevlâna’nın resmini yapanlar bir defa ondan bahseden Menakib’i olsun okumamışlar veyahut resmini yaptıracak olanlar onu iyi tavsif etmemişlerdir. Binaenaleyh altına Mevlâna yazılan herhangi bir resim ona izafe edilmiştir. Bu resimlerde Mevlâna’yı hatırlatan ancak onu ismidir.”[5]
            Mevlâna’ya ait olduğu rivayet edilen resimler hakkında Şahabettin Uzluk’un resimlere ilişkin verdiği malumat şu şekildedir[6]:
            a) Aslı Tahran’da dönemin Şahı’nın özel müzesinde bulunan ve İhsan Mahvi tarafından Uzluk’a hediye edilen sanatçısı bilinmeyen resim: Deri üzerine boya ile yapılmıştır. Resimde düşünceli bir halde görülen Mevlâna, kaşları yay gibi uzun, gözleri büyükçe, bıyıkları kesik, sakalı seyrek ve uzun tasvir edilmiş olup, karşısında da Şems bulunuyor. Şems ise burada Mevlâna ile birlikte genç simalı ve uzun saçlı görünüyor.
            b) II. Beyazit Kütühanesi’nde bulunan bir Mesnevi içerisine yapılmış ve Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmialem tarafından vakfedilmiş resim: Mevlâna burada uzun yüzlü tasvir edilmiştir. Ünver’e göre bu, Mevlâna’nın malum şemailine benzemez[7].
            c) Aynı kütüphanede bir mecmua içinde yer alan ve A. Kemalettin Paşa’nın Tahran sefirliği zamanında Paşa’nın İranlı bir ressama yaptırdığı ve Uzluk’a göre, Mevlâna portreleri ile meşgul olmuş Necefli Ağa’ya ait olan portre: Ressama göre Mevlâna, iri vücutlu, uzun sık ve siyah saçlı, siyah sakallıdır.
            d) Boston Şehir Müzesi’nde bulunan ve dönemin New York Konsolosu M. A. Tevfik tarafından Uzluk’a fotoğrafı gönderilen resim: Mevlâna bu resimde bıyıkları kesik, beyaz sakallı, esmer ve uzun yüzlü olarak tasvir edilmiştir.
            e) Konya Mevlâna Müzesi’nde yer alan, 1839 tarihinde Halep Mevlevi şeyhi Hacı Abdülgani Dede Efendi’nin İstanbul’da hazine-i celile’yi ziyaret ettiği sırada burada bulunan resmi müşahede ve talep etmesi üzerine kendisine hediye edilen resim: Mevlâna büyük, uzun ve kumral sakallıdır. Renklere göre daha esmerce, kaşları gür ve siyah, gözleri büyükçedir. Saçları iki omuzuna ayrık inecek kadar uzundur.
            f) Sultan Abdülmecid tarafından Şeyh Osman Efendi’ye hediye edilen portre: Başı sol tarafa eğili olan Mevlâna’nın üzerinde yenli entari tennure giyili olup yüz sebye, sakal ve bıyık beyazdır. Veled Çelebi’ye göre resim Mevlâna’ya ve hatta onun son zamanlarına ait olmalıdır. Zira bu yıllarda Mevlâna, rengi daha uçuk, daha zayıf ve hatta pek yorgun bir haldedir.
g) W. Arnold tarafından ortaya çıkarılan ve Mevlâna’nın Konya Kuyumcular Çarşısı’nda, Şeyh Selahattin-i Zerkubî’nin dükkânının önünden geçerken tasvir edilen resim: Arnold’daki kayda göre resim, XVI. yüzyıla ait olup Mevlevi menkıbelerini yakından tanıyan bir ressam tarafından yapılmış olmalıdır.
            Zikrettiğimiz resimler hakkındaki görüşlerini kısaltarak aktardığımız Ş. Uzluk, bu konuda en değerli bilgileri 1935’den itibaren müteaddit yayınlarla F. Nafiz Uzluk’un verdiğini ve şemail olarak ortada mevcut olan bilgileri şahsen burada topladığını ifade ederek meseleyi şu şekilde aktarmıştır:
            “Mevlâna çok riyazat yapar, günlerce bir şey yemez, sonra çok yemek yiyebilir, pek az uyur, sabahlara kadar ibadet ederdi. Bundan dolayı vücudu pek naif idi. Hatta bir defa vücudunun yapılan riyazat hasebiyle şikâyette bulunduğunu bile Hüsamettin Çelebi’ye söylemişti. Aynı metindeki diğer bir izaha göre, orta boylu, kır sakallı, soluk benizli, başında dumanî destar, sırtında bürdî hindibadiden feracesi ve sert bakışı vardı. Bu haberleri Eflakî ve Sevakıb Türkçeleri de olduğu gibi veriyor. Abidin Paşa bu noktaya şu suretle temas etmektedir: Mevlânayı müşarunileyh efendimiz uzun boylu olup mübarek gözleri sarı ile siyah arasında yani elâ ve kaşları mukavves idi. Ne mülahham ne de zayıf idi. Bu müteferrik vesikalara bazı hilyeleri, mesela Lütfi Çelebi’yi ilave edersek hepsini bir arada şöyle toplamak mümkün olabilir: Bütün azaları ile normal bir vücut, üzerinde uzuna giden bir kafatası, üzerinde siyah saçlar, hançer biçimi kaşlar, altında iki büyük göz, oyuları ve içinde elâ iki iri göz. Düz bir burun altında kesik bıyıklar, küçük bir ağız ve sivri bir çene, sakallar seyrek ve elmacık kemikleri çıkıktır. Kulaklar normal, yüz rengi sarıya yaklaşır. Boyu uzun ve omuzlar geniştir. Kollar ve bacaklar normaldir.”[8]
            Uzluk, Mevlâna’nın şemailine dair genel bir çerçeve çizdikten sonra, tasvir ettiği tipin ailenin erkek ve kızlarında da halen görüldüğünü ve söz konusu tipi göz önünde bulunduracak bir ressamın bir Mevlâna portresi çizebileceğini umduğunu ifade ederek yazısını bitirir.

           







DİKKAT! Resimler İstenecek.























MEVLEVİLİK*

            Moğol istilası ile birlikte farklı tarikatlara mensup şeyh ve dervişler, gerek emniyet açısından ve gerekse fikirlerini daha kolay bir şekilde yaymak maksadıyla Anadolu’yu kendileri için uygun bir ortam olarak tercih etmişlerdir. Bunlardan yüksek ve gelişmiş kültür çevresinden gelenler genellikle şehirlere yerleşmiş ve bürokraside etkin rol oynamışlardır. Göçebeler arasındaki tasavvufî hayat ise, daha çok eski Türk inanışlarındaki ozanları çağrıştıran babalar vasıtasıyla, şehirlerde yaşanandan farklı olarak, daha basit ve sade bir anlayış biçimiyle ve Anadolu şartlarına da uygun bir halk tasavvufu şekliyle yayılmıştır.
            Türkiye Selçukluları zamanındaki Sünni tasavvufi hareketleri içerisinde, Anadolu’da doğup gelişen ve geniş çevrelere bilhassa devlet adamlarına kadar ulaşıp onları etkileyebilen ilk ve en büyük tarikat, Mevlâna Celaleddin (ö. 1273)’in vefatından sonra onun yaşayışı ve düsturları çerçevesinde müesseseleşen Mevlevilik’tir. Oğlu Sultan Veled’in gayretleriyle tarihteki yerini alan, ancak asıl hüviyetini ve gücünü Osmanlı Devleti’nde özellikle II. Bayezid (1481-1512) döneminde kazanan bu tarikat, daha XIV. yüzyılın başlarından itibaren tahsis edilen vakıflarla güçlü bir ekonomik zemin elde etmiştir.
            Büyük bir kısmı Maveraünnehir ve Horasan’dan olmak üzere değişik sebep ve yollarla taşınıp Anadolu’nun dinî-tasavvufî tarihinde çok önemli tesirler bırakan tasavvuf akımları, dolayısıyla da bunların temsilcileri veya müntesipleri ile Mevlâna Celaleddin’in çeşitli şekillerde temasları olmuştur. Ki ilerleyen dönemlerde bu etkileşimlerin somut örneklerini görmek mümkündür.  Mevlâna ahfadından olan Cemaleddin Çelebi (ö. 1509)’nin oğlu Âbid Çelebi (ö. 1497), Şeytankulu İsyanı sırasında İstanbul’a gelip kısa bir süre kalan Nakşbendiye şeyhlerinden Abdullah İlâhî’nin müridi olmuştur. Bu, Mevlevilik açısından önemli bir dönüm noktası kabul edilebilir. Zira Mevlevîliğin Nakşbendîye’den etkilenerek kuruluşunu tamamlaması bundan sonra olmuştur. Üzerine iki tarikatın da hilâfet görevini alan Âbid Çelebi, faaliyetleri için İstanbul’un Fatih semtinde bir tekke yaptırarak perşembe günlerini Mevleviye, cuma günlerini de Nakşbendiye âyinlerinin icrasına ayırmıştır[9].
            Mevlâna Celaleddin ve Mevlevilik
            Mevlâna Celaleddin’in, bir tarikat kurucusu olmadığı ileri sürülür. Bu iddiada olanlara göre, Mevlâna kendi zamanında şeyhlik iddiasında bulunmamış, hatta namaz kılınırken imamet etmekten bile çekinmişti. Bununla beraber öylesine büyük tasavvufi tesir icra etmişti ki ölümünden sonra hayranları onu en iyi anlamış olan yakınlarının çevresinde toplanmıştır. Bunlardan Çelebi Hüsameddin, Mevlâna’nın mümessili olmuş fakat onun namına bir tarikat ihdas etmemiştir. Babasının ve sadık müridinin yapmadığını Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled yapmış, zamanında kubbe-i hadranın inşası tamamlanmış, Mevlâna’nın fikirleri doğrultusunda Mevleviliğin erkânını belirlemiştir. Yani Sultan Veled, Mevleviliğin kurucusu olmuştur[10]. Ancak Mevlâna, sağlığında kendisinin ortaya koyduğu fikirlerin savunucusu olmuş; gerekse Sipehsalâr ve gerekse Eflâki’ye göre çevresinde ona inananlar bulunmuş; şimdiki Mevlâna Müzesi’nin bulunduğu yerde I. Alâeddin (1221-1237) zamanında bir tekkede oturmuştur. Mevlevilik düşüncesinin gelişip yayıldığı ve bu doğrultuda dervişlerin yetiştirildiği mekânlar olan Mevlevihanelerin ilk örneği Mevlâna hayatta iken tesis edilmiştir. Onun zamanında inşa edilen birkaç derviş hücresi Mevlevihanelerin nüvesini oluşturmuş; bundan sonra günden güne gelişerek türbesi, hücreleri, namazgâhı, meydanı, semahanesi, çelebi dairesi, selamlık ve harem dairesi, çilehanesi, mutfağı ve kütüphanesiyle Mevlevilerin merkezi haline gelmiştir[11].
            Çelebi Hüsameddin’den sonra Sultan Veled’in makama geçmesi, oğlu Ulu Ârif Çelebi’nin, ondan sonra da birbiri ardınca iki kardeşinin Mevlevi postuna oturmaları, Konya’daki tekkede şeyhliğin Mevlâna soyuna mahsus bir makam haline gelmesine sebep olmuştur. Zamanla tarikat esasları da belirmiş ve yol, Mevlâna döneminden çok daha farklı bir hal almıştır.
            Mevlevilikte Çelebiler Dönemi
            Mevlâna Celaleddin döneminde, babası Bahaeddin Veled tarafından temsil edilen Kübrevilik ile karşılığını Şems-i Tebrizi’de bulan Kalenderi felsefesi, daha sonra Mevlevilik çatısı altında şekillenecek kültürel yapılanmayı besleyen iki farklı düşünce kaynağı olmuştur. Tarikat, yayıldığı geniş coğrafyada kurumsal yapısını korumuş, farklı mistik algılamaları aynı çatı altında bütünleştirebilmiştir. Bu tarihsel gerçeğin arka planında Çelebilik makamı yer almıştır[12].
            Çelebi kelimesinin kökeni konusunda farklı görüşler vardır. İbn Kemal ve Hasan Kâfî, kelimenin Türkmen dilinde Allah’ın isimlerinden olan “çalap”tan geldiği görüşündedirler[13]. Bunlara göre çalabînin yani Allah’a mensup, Allah’a bağlı anlamındaki bu kelimenin telaffuzu zamanla incelerek çelebi sekline dönüşmüştür. Ebu’s-Suud’a göre çelebi, çalab kelimesine-i ilave edilerek ilim ve iyilik sıfatlarını haiz kişiler için kullanılmıştır, zengin kimselere denilmesi hatadır[14]. İbn Battuta ise, çelebinin Anadolu’da efendi, beyzade anlamında kullanıldığını belirtmiştir[15]. Ahmed Vefik Paşa, çelebi kelimesine “müellif, şair, okuyan, âlim ve keskin zekâ sahibi” gibi anlamlar vermiştir[16]. Mevlevi bilginlerinden Veled Çelebi İzbudak, yayınlanmamış olan Türk Dili adlı sözlüğünde çelebiyi şöyle açıklar: “Bu kelime Anadolu’da Mevlâna’dan bir asır önce var idi; Konya’da beytü’l-ilm, beytü’l-isâle, beytü’l-fütüvveden olan kimselere “çelebi” deniyordu. Hüsameddin Çelebi, Salâhaddin Çelebi yâran-ı Mevlâna’dır”[17]. İlk dönemlerde Osmanlı şehzadeleri için bu kelime kullanılmıştır, nitekim Yıldırım Bayezid (1389-1402)’in dört oğlu da çelebi unvanıyla anılmıştır[18]. I. Mehmed (1413-1421) padişah olduktan sonra Çelebi Mehmed adıyla tanınmışsa da ilerleyen dönemlerde durum değişmiş ve Osmanlılarda XIV. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar kültürlü, yüksek tabakaya mensup olanlar, ilmiye ricali, divan şairleri, kalem erbabı, divan-ı hümâyun kâtipleri gibi bilgili kimselere ve özellikle Konya Mevlâna Âsitanesi’ndeki postnişinlere bu unvan verilmiştir[19]. Mevlevi Tarikatı’nda ilk olarak çelebi adını taşıyan Mevlâna’nın halefi Hüsameddin olmuştur. Ulu Ârif Çelebi’den itibaren Mevlâna soyundan olanlara çelebi, tarikatı temsil eden makama çelebilik, bu makamda oturana ise çelebi veya çelebi efendi denmiştir[20].
            Mevleviliğin ilk dönemlerinde hayatta bulunan çelebi efendinin, kendisinden sonra makama geçecek olan kişiye hilafet vermesi, diğer çelebiler arasında çıkabilecek ihtilafı önlemiştir. Yine bu dönemde çelebi efendi Mevlâna’nın maddi ve manevi varisi olarak büyük kabul görmüştür. Mevleviliğin Osmanlı topraklarında yayılmasından sonraki dönemlerde Mevlâna soyu arasına giren rekabet; Konya dışındaki Mevlevi tekkelerinde çelebi efendilerden daha üstün nitelikli ve etkili şeyhlerin yetişmesi ve onların kutup olarak kabul edilmeleri ile çelebilik makamının nüfuz sahası daralmış; çelebi efendi tarikatın sadece maddi gelirlerinin yani vakıflarının idaresinde lider sayılmıştır[21].
            Soyu baba tarafından Mevlâna’ya ulaşan çelebilere “zükûr çelebi”, ana tarafından ulaşan çelebilere “inas çelebi” adı verilmiştir. Çelebi efendi olabilmek için zükûr çelebi olmak şartı vardır. İlk dönemlerde çelebilik, âdeta babadan oğla geçen bir makamdı. Mevlevilik tarihinde ana tarafından çelebilik makamına gelebilmiş tek kişi, Ebubekir Çelebi’nin yerine geçen Ârif Çelebi (ö.1640)’dir[22].
            Çelebiler arasında anlaşmazlıkların ortaya çıkışından ve Mevleviliğin siyasî iktidara bağlı bir kurum haline gelişinden sonra, çelebilik makamına tayin padişah iradesiyle gerçekleşir olmuştur. 1868’de Meclis-i Meşâyih’in kurulmasından sonra usul biraz daha değişmiştir. Artık çelebilik makamına aday kişi, tayin teklifini şeyhülislamlığa arz etmekte, şeyhülislamın tasdikinden sonra padişah irâdesi çıkmakta ve çelebi efendiye tebliğ edilmektedir[23].
            Devlet protokolünde kazaskerlere eşit statüde bulunan çelebi efendinin resmî yazışmalardaki lakabı “reşâdetlü”dür. II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde, bu kelimenin veliaht Reşad Efendi’yi hatırlatması ve onun da Mevlevi muhibbi olması idareyi kuşkulandırmış; ilmiyeden olanlara verilen “fazîletlü” lakabı, çelebilere de tevcih olunmuştur. Ayrıca çelebilerle diğer şeyhlerin mühürlerinde yer alan “… dergâh-ı postnişin” tabiri kaldırılmış ve “… seccâde-nişîn” tabiri kullanılmaya başlanmıştır[24].
            Kaynaklarda Osmanlı hükümdarlarının ana tarafından çelebi olduğu ileri sürülmüştür. Mevlevi kaynaklarına göre, Sultan Veled’in kızı Mutahhara Hatun Germiyanoğlu Mehmed Bey’le evlenmiştir. Bu evlilikten dünyaya gelen Süleyman Şah, babası ölünce tahta oturmuştur. Osmanlı hükümdarı ile iyi ilişkiler içinde olan bu bey, kızı Devlet Hatun’u 1381’de Yıldırım Bayezid’le nikâhlamıştır[25]. Böylece Osmanlı sülalesi, Mevlâna soyuyla akraba olmuştur[26]. Bu evlilikten dünyaya gelen erkek çocuklar çelebi diye anılmıştır. Esasında çelebilerin Osmanlı padişahlarına kılıç kuşatma olayının gelenekselleşmesi, Mevlevi Tarikatı ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkinin niteliği açısından çok şey anlatmaktadır.
            Mevleviliğin Halk Tarafından Kabulü ile Siyasal ve Sosyal Alanda Etkileri
            Mevlâna’nın sağlığındaki muhipler daha çok sanatkârlar ve isçilerdir. Kendi emeğiyle yaşayan halk tabakasına o da alın teri döküp helal yoldan kazançlarını sağlamalarını, dilenmemelerini tavsiye etmiştir. Hatta o dönemde her dede, hücresinde uzmanlığı dâhilinde olan işiyle meşgul olmuş, ürettiklerini satmış, parasını dergâha getirmiş ve para beraber sarf edilmiştir.
            Mevlâna’dan sonra, Sultan Veled’in vakıflarla yükselttiği dergâha ilgi artmıştır. Sultan Veled, otuz yıllık halifeliği esnasında Mevleviliği, “babasının hayatının sırlarını şerh ederek” âyin ve esaslarını tespit edip Mevlevihaneler açmak ve bazı şehirlere halifeler tayin etmek suretiyle tarikatı teşkilatlandırmış ve ülkenin dört bir tarafında yayılmasını sağlamıştır[27]. Ulu Ârif Çelebi’nin biraz Mevlâna’yı hatırlatan biraz da insani istekleri kamçılayan coşkunluğu halkın Mevleviliğe eğilimini sağlamıştır. Gülşen-i Esrâr’da küçük kasabalarda bile mevlevîhaneler olduğu ve bugünkü Alevî köyleri gibi, Muğla’da, Kütahya’da, Afyon Karahisar’da, Bursa’da, Selçuk’ta bütün halkı Mevlevi olan köylerin varlığı bildirilmektedir. XV. ve XVI. yüzyıllarda Ârif Çelebi meşrebini benimseyen Mevlevi şeyhleri, başta Divane Mehmed Çelebi olmak üzere, geniş ölçüde ve toplu halde seyahat etmişler ve fikirlerini her kesimden insana duyurmuşlardır[28].
            Mevleviliğe bir devlet kurumu niteliği kazandıran siyasi ve sosyal dinamikleri anlayabilmek için, öncelikle Ulu Ârif Çelebi’nin XIV. yüzyıl baslarında gerçekleştirdiği seyahatleri gözden geçirmek gerekmektedir. Çelebi, babası Sultan Veled’in sağlığında, Moğol hâkimiyeti altında olan doğu topraklarına gitmiş ve İlhanlı başkenti Sultaniye’de önde gelen devlet adamlarıyla görüşmüştür. Mevleviliğin kurumlaşması açısından asıl önem taşıyan seyahatler ise, Sultan Veled’in ölümünden sonra Kastamonu, Denizli, Kütahya ve Birgi gibi önemli Türkmen beylik merkezlerine yapılmıştır. Bu seyahatlerde Ulu Ârif Çelebi’nin muhatabı sıradan halk değil, beylik aristokrasisini temsil edenler olmuştur. Beylerin pek çoğu Mevleviliğe intisap etmiş ve Konya dışında örgütlenme merkezlerinin temelleri atılmıştır. Çelebi, bu seyahatlerde kendisini Mevlâna soyunun temsilcisi olarak tanıtmış ve mensubu bulunduğu aileyi, dinî otoriteye sahip bir hanedan olarak tanıtmıştır. Bunun, Mevleviliğin kurumlaşma sürecinde ilk basamağı, yani tarikatın merkeziyetçi yönetim modeline göre düzenlenmiş hiyerarşik yapısını yansıtması bakımından önemi kabul edilmiştir. Yani tarikata dinî açıdan meşrulaştırma yetkisiyle donatılmış bir toplumsal kurum kimliği verilmiştir. Bu meşrulaştırma yetkisinin dayandığı bazı ideolojik motifler vardır ki; bunlardan ilki, kırsal karakterini hızla kaybederek şehir merkezlerine yönelen Türkmen beylerinin yeni yaşam tarzına uygun Sünnî İslam yorumudur. Diğeri ise gaza ideolojisidir. Zaten gaza ideolojisini siyasi ve dinî motivasyon aracı olarak kullanan ilk Mevlevi, Sultan Veled’dir[29].
            Osmanlı’nın ilk dönemlerinde hükümdarların Mevlevileri bir kudret olarak görmedikleri ve bu tarikata önem vermedikleri; ancak XV. ve XVI. yüzyıllarda Anadolu’da ve özellikle Rumeli’de Şiî-Bâtınî cereyanlar karşısında Mevlevilere itibar edildiği ve XVII. yüzyıldan itibaren Mevleviliğin bir devlet kurumu haline getirildiği bazı araştırmacılarca ileri sürülmüştür[30]. Ancak Yunan Makedonyası’ndaki Serez’de, 1387’de vefat eden veziriazam Çandarlı Hayreddin Paşa adına oğlu Ali Paşa tarafından bir Mevlevi zaviyesi inşa edildiği ve hayli zengin vakıflar bağlandığı, 1795 tarihli çelebi arzına dayanılarak ortaya konulmuştur. Yıldırım Bayezid’in ve Çandarlı Ali Paşa’nın da Mevlevi olabileceği, dolayısıyla Osmanlı devlet adamlarının daha kuruluş döneminden itibaren Mevlevilere itibar ettiği söylenebilir[31]. Ayrıca II. Murad (1421-1444, 1446-1451)’ın 1436’da Edirne’de Mevlevilere tam teşkilatlı geniş bir Mevlevihane kurduğu bilinmektedir[32]. II. Mehmed (1444-1446, 1451-1481) döneminde ise, tarikatla devletin bağlantısı daha da ileri seviyede olup Mevlâna’nın soyundan gelen Karamanî Mehmed Paşa, veziriazamlığa getirilmiş; İstanbul’un fethinden sonra bu zat Fatih Kanunnamesi’ni hazırlayarak Yükselme Dönemi’nin temellerini atmıştır[33]. Ayrıca İstanbul’un fethinden sonra II. Mehmed’in kiliseden çevirttiği Kalenderhane Camii’nin vakfiyesinde; âlim ve dünyadan el etek çekmiş bir şeyhinin, bir nâzırının, cuma günleri namazdan sonra sema meclislerinde Mesnevî ve ardından Kuran’dan cüzler okuyacak bir hafızının, semazenlerle birlikte sema yapacak dört mutrıbının bulunuşundan bahsedilmesi dikkate alınırsa sonradan hüviyetini kaybetse de fetihten sonra İstanbul’da ilk kurulan Mevlevihane Kalenderhane Camii’dir[34]. Diğer taraftan XVII. yüzyılda Mevleviliğin bir devlet kurumu haline gelmesi, tarikatın bürokrasideki nüfuzu dikkate alındığında doğru bir görüş olmakla birlikte, zaman itibariyle hayli geç bir tarihe işaret etmektedir. Esasında Mevlevilik devlet kurumu olma niteliğini II. Bayezid döneminde Safeviliğe karşı örgütlenmesi ile kazanmıştır[35].
            Osmanlı kamu yönetiminde II. Bayezid’in tahta geçmesiyle yeni bir anlayış gelişmiş; yerel güç odaklarına devletin kontrolü altında bulunmak şartıyla, kısmi faaliyet özgürlüğü tanınmış ve böylece taşranın denetimi bu aracı kurumlarla gerçekleştirilmiştir. Maddi yardımda bulunan ve hayatiyetlerini sürdürmelerine destek olan devlet, bir kurum olarak tarikatları denetimi altına almıştır[36]. Bu uygulama Mevlevilik açısından da memnuniyet vericidir. Zira ekonomik pek çok ayrıcalık tanınmıştır: Vergi muafiyeti getirilmiş, ayrıca devlet tarafından düzenli nakdî yardımlar gönderilmiştir. Vakıf arazisi olarak tahsis edilmiş yerleşim alanlarından toplanan “avârız-ı divâniye ve tekâlif-i örfiye” çelebilik makamına tahsis edilmiştir. Bu cümleden olarak Konya’da Türbe Mahallesi’nden alınan “adet-i ağnam”, türbe vakfına verilmiştir. “Bâd u hava ve resm-i arus” vergileri de Konya Âsitânesi’nin gelirleri arasına katılmıştır. Yılın belli dönemlerinde “şem-i revgan, tıraş bahası ve taamiyye” adıyla dergâha çeşitli yardımlar da yapılmıştır[37].
            Şah İsmail’in Propagandalarına Karşı Kültürel Bir Önlem Olarak Mevlevilik
            Mevlâna Dergâhı’na karşı merkezin sergilediği cömert tutumun sırf sultanların şahsi tercihleriyle açıklanamayacağını aşikârdır. Osmanlı Devleti, Şah İsmail (1487-1524)’in Şii propagandacılarına Mevlevilik ve Halvetilik gibi Sünni tarikatlarla karşı koyma politikası gütmüştür. Beylikler Dönemi’nde Anadolu’da yaşayan Müslümanlar arasında Şii-Sünnî ay­rımının bulunmadığı bilinmektedir. O devir Anadolusu’nda yaşayan Bektaşiler dâ­hil Müslümanlar’ın hemen hepsi Hz. Ali ve ehlibeyti sevme konusunda aynı görüşte olup, ezici çoğunluğu Rafızilik’e karşı idiler. Sünnî olarak görül­meyen gruplar, Şeyh Bedreddin ve bununla birlikte hareket eden küçük bir topluluk dışında, kuruluşundan II. Bayezid’e kadar Osmanlı Devleti’nde iyi muamele görmüşler, onlar da devlete karşı siyasi an­lamda tavır alma yönüne gitmemişlerdir. Bu sulh ve sükûn dönemi, Safeviye şeyh­lerinin Anadolu’da etkili olmaya başladıkları XV. yüzyıl sonlarında yerini huzursuz­luğa bırakmıştır. Özellikle Şah İsmail’in Safevi Devleti’ni kurma çalış­malarında Anadolu’daki Türkmen müritlerinden geniş çapta yararlanması, hele Anadolu’yu tümüyle içine alan Osmanlı topraklarını istilâ etmek için gizli çalışma­lar yapması, Heterodoks zümrelerle Osmanlı Devleti’ni karşı karşıya getirmiş; etki­leri günümüze kadar süren bir takım problemlerin ortaya çıkmasına neden olmuş­tur[38].
            Padişahlar, II. Bayezid’den başlamak üzere bu problemin halledilmesi için bir takım kültürel önlemler alma ihtiyacını hissetmişler; Şah’ın Anadolu Türkmenleri’ne yönelik propaganda usullerine uygun bir yol takip ederek ülkede ehlibeyt sevgisi esasına önem veren, fakat Os­manlı Devleti’nin ideolojisi durumundaki Sünnilik sınırlarını aşmayan bir yapılan­maya gitmişlerdir. Öncelikle Anadolu’da dağınık halde değişik şeyhler tarafından sevk ve idare edilen; ehlibeyt sevgisini esas alan popüler tasavvuf kollarını Safeviye’nin etkisinden uzak tutmak için II. Bayezid, Balım Sultan’ı görevlendirerek Bektaşiliği kurmuştur. Bu arada Osmanlı seçkinlerini Safeviye’nin etkisi dışında tutmak için Mevlevîlik özellikle şehirlerde yaygınlaştırılarak güçlendirilmiştir[39].
            Çelebilerin tayini II. Bayezid’in düzenlemelerinden sonra şeyhülislamın müdahalesine ve padişah iradesine bağlı hale gelmiştir. Yüksek zümreye mal olan Mevlevilik, Mevlâna zamanındaki heyecanını, üretkenliğini kaybetmiştir[40].
            Tanzimat ve ıslahat teşebbüslerine destekçi olan Mevleviler, II. Abdülhamid’in tahta geçmesi ve Şazeli Tarikatı’na katılması ile Konya başta olmak üzere pek çok şehirdeki vakıflarını kaybettiler. Postnişin Abdülhalim Çelebi’yi de görevden alan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve meşrutiyetle birlikte Mevlevi olan Mehmed Reşat (1909-1918)’ın sultan olması Mevlevilerce kutlu bir hadise sayıldı. Bu padişah döneminde tüm dergâhlar yeniden onarıldı[41].
            Vatan Savunmasında Mevleviler
            Yeni yapılanma ile Mevlevilik devletin kontrolüne girmiş, bununla birlikte Mevleviler kendilerini günlük hayattan soyutlamamışlar, sosyal ve siyasi önemli olayların içinde yer almışlardır. İstanbul’da Yenikapı Mevlevihanesi’nin Balkan Harbi’nde ve daha sonra Çanakkale muharebeleri döneminde yaralı Osmanlı gazileri için hastane haline getirildiğine, bu hususta bir de talimatname hazırlanarak pek çok mevlevihaneye gönderildiğine, bu tutumun Osmanlı Devleti’nin gelişme devrinde Balkanlar’da faaliyet gösteren kolonizatör Türk dervişlerini hatırlattığına Göyünç işaret etmiştir[42].
            Balkan savaşları yıllarında tüm Mevlevihaneleri harekete geçiren altı maddelik bir karar söz konusudur. Üzerinde tarih bulunmayan ancak takip eden belgelerden 6 Kasım 1912’de veya bir iki gün öncesinde hazırlandığı anlaşılan bu talimatnameye göre:
            a) Tren hattına yakın olan Yenikapı Mevlevihanesi hastaneye dönüştürülecektir.
            b) Mevlevi tarikatına mensup doktorlar göreve çağırılacak; dedeler, dervişler ve sempatizanlar da gerektiğinde yardıma davet edilecektir.
            c) Mevlevihane postnişinlerinden kurulacak bir encümen, Hilal-i Ahmer ve diğer resmî kurumlarca verilen tıbbi malzeme dışında temin edilmesi gereken maddeleri dergâhlardan ve sempatizanlardan toplayacaktır.
            d) Encümenin toplantı yeri, elverişliliğinden dolayı Galata Mevlevihanesi’dir.
            e) Encümen cumartesi, pazartesi ve perşembe günleri toplanacaktır.
            f) Toplanan yardımların nerelere sarf edileceğine encümen karar verip uygulayacaktır[43].
            Mevlevi tarikatının bu altı maddelik ana kararı çoğaltılarak hemen her Mevlevihane’ye ulaştırılmıştır. İlk olarak Urfa Mevlevihanesi toplanan 13 mecidiyeyi, Çankırı Mevlevihanesi de 427 kuruşu Galata Mevlevihanesi’ne göndermiş, bunu Girit ve Kıbrıs mevlevihanelerinden gelen yardımlar izlemiştir. Kısa sürede hemen her mevlevihane topladığı yardım paralarını İstanbul’a ulaştırmıştır[44].
            Balkan harplerinin yaraları sarılmadan Osmanlı Devleti kendini Birinci Dünya Savaşı içinde bulmuş, 14 Kasım 1914’te “cihâd-ı mukaddes” ilân edilmişti. O dönem teşkilatı tam olan iki tarikat vardı: Beştaşiler ve Mevleviler. Bektaşiler Kafkas cephesine giderken, kendisi de bir Mevlevi olan Sultan Reşad, “Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı” adıyla gönüllü bir birlik teşkil edilmesini istemiş ve Mevlevilere bir alay bayrağı ile kılıç göndermişti. Alay komutanlığına o dönem dergâhın şeyhi olan Veled Çelebi tayin edilmişti. İstanbul’da teşkil olunun alayı, Veled Çelebi Konya’da makamda bulunduğundan, Çelebi’nin İstanbul’daki umumi vekili olan Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Abdülbaki Efendi Konya’ya getirmişti. Ayrıca Harbiye Nezareti tarafından askerî müşavir sıfatıyla Kolağası Hüseyin Hüsnü, Doktor Kıdemli Yüzbaşı Behcet ve Eczacı Zühdi beyler de alayla görevlendirilmişti. Mevlevi gönüllüleri 14 Mart 331/27 Mart 1915 günü Şam’a ulaşmış ve Şam Mevlevihanesi’ne misafir olmuşlardı. Gönüllü taburu tekemmül edince Cebel-i Lübnan’da karargâh kuruldu. Bu alaya 47 Mevlevihane iştirak etmişti ve toplamda 1026 kişiydiler. Mevlevi Alayı’nın en önemli fonksiyonu; 23 Aralık 1334 (1918)’de Harbiye Nezareti Ordu Dairesi’nce Miralay Mörfi’ye gönderilen bir yazıdan anlaşıldığı üzere, askerin maneviyatını yükseltme ve ahaliyi askerliğe teşvik etme yönünde olmuştu[45].
            Milli Mücadele döneminde de mevlevihaneler, bazı istisnalar olmakla birlikte, sorumluluk ve duyarlılık içinde hareket etmiş; miting ve protestolarla başlayan milli galeyanda yer almışlardır. Başta İzmir’in işgali olmak üzere yaşananlara duyarsız kalmayıp tepki göstermişler ve milli mücadele lehinde bir tavır sergilemişlerdir. Ekim 1919 ortalarına doğru Konya’da “Anadolu Kadınları Müdâfaa-i Vatan Cemiyeti Konya Şubesi” teşekkül etmiştir ki bu cemiyetin kuruluşunda postnişin Abdülhalim Çelebi’nin eşi Kevser Hanım’ın başı çektiği bilinmektedir. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılınca bu süreçte de Mevleviler aktif rol almışlardır. Dönemin Mevlâna Dergâhı Postnişini Abdülhalim Çelebi, Konya milletvekili seçilerek meclise girmiştir[46].
            Mevlevihanelerin Kapatılması
            Mevleviliğin Osmanlı Devleti zamanında yalnız Anadolu’da değil, Balkanlar’da ve Arap topraklarında yayılması, zaman zaman dergâhların vezirler tarafından yaptırılarak vakıflar tahsis edilmesi, dergâhların bir kısmının devlet eliyle tamiri veya yeniden yapılması cihetine gidilmesi, sosyal ve kültürel sahadaki faaliyetleri bu tarikatın Osmanlı toplumunda ne derece yaygın ve etkili olduğunu gösteren delillerdir.
            Cumhuriyet döneminde, 30 Kasım 1925 tarihli ve 677 sayılı Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılmasına Dair Kanun” kabul edilmiş; bu kanunun yürürlüğe girmesi ile Türkiye’deki bütün dergâhlar kapatılıp içerisindeki tarihî ve müzelik eşyalar incelenmiş, defterlere kaydedilerek Ankara’da top1anmış ve daha sonra Ankara Etnografya Müzesi’ne konulmuştur. Konya Mevlâna Dergâhı, İcra Vekilleri Heyeti’nin 2 Eylül 1922 tarihli kararıyla diğer tekke, dergâh ve zaviyeler gibi addedilmişse de Mustafa Kemal Atatürk, daha önce incelediği Konya Mevlâna Dergâhı’nın kapatılmayarak içerisindeki eşyalarla birlikte müze olarak düzenlenmesini istemiştir. 6 Nisan 1926’da Bakanlar Kurulu kararı ile Mevlâna Dergâhı’nın müze olması kararlaştırılmış ve 2 Mart 1927’de “Konya Asar-ı Atika Müzesi” adıyla ziyarete açılmıştır. 1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi gözden geçirilmiş; adı “Mevlâna Müzesi” olarak değiştirilmiştir[47].


                         
            Mevlevi şeyhleri toplu halde.




Mevlevi Alayı’ndan iki görüntü.

        


MEVLEVÎ ÂYÎN-İ ŞERİFİ
         
         GEÇMİŞTE MEVLEVÎ ÂYÎN-İ ŞERÎFİ*
         Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı ve Uluslararası Mevlâna Vakfı’nın hazırladığı Mevlevî Âyîn-i Şerîfi veya Mukabele i Şerîfi” dosyası 2005 yılında UNESCO’ya sunuldu. UNESCO bu dosyayı İnsanlığa Şifâhî Yolla İntikal Eden Somut Olmayan Manevî Mirasın Bir Şaheseri” olarak kabul etti. Başkanlığım altında 63 kişilik bir ekip tarafından iki cilt kitab, üç saatlik belgesel film ve müzik icraları içeren bu müracaat dosyasında Mevlevi âyîn-i şerîfinin kökleri, tarihi, muhtevası, değeri ve orijinalinin korunabilmesi yanında; uygun olmayan yerlerde ve şekillerde icra edilerek dejenerasyona uğratılmasının önlenmesi ele alındı (Resim: 1,Tablo: 1, 2). Bu dosyada, Osmanlı müziği uzmanı, Amerikalı Türkolog ve müzikolog, Prof. Walter Feldman diyor ki, “Mevlevî Âyîn-i şerîfi, dünyanın en uzun devam eden sanat müziği geleneklerinden biri olup belki de mistik raks ve ritüel hareketleri için kullanılmış yüksek sanat müziğin emsalsiz bir örneğidir. Ayrıca Mevlevî Âyîn-i şerîfi, orta çağda mutasavvıfların müzik eşliğinde hareketli zikir geleneğini koruyan ve yüksek bir sanat seviyesine ulaşan istisnâî bir misaldir. Bu yüzden tarihte Mevlevî tarikatı, hem İslâm kültüründe bir ana hareketin tezahürü olarak ve hem de geleneksel Türk kültüründe en mümtaz bir yere sahiptir.”
            Bu sözleri işiten okuyucularımız, “Değerlendirmede acaba bir abartma var mı?” diye düşünebilirler. Çünkü çoğu dinleyicimiz, sözü edilen kadîm ve yüksek sanatın tezahürü olan gerçek Mevlevi âyîn-i şerîfini değil, manevi ruhu ve maddi unsurları değiştirilerek, ana bölümleri çıkartılarak, yani kısaltmış, sadece bugünkü sema gösterilerini âyin-i şerîf olarak bilirler. Ve maalesef, büyük bir ihtimalle, tanık oldukları sema gösterilerinde, Mevlevi Âyîn-i Şerîfi için özel tasarlanmış, orijinal bir semahanede görme, saz ve ses sayısı az, mikrofonsuz olarak, yüksek bir Türk sanat müziği eşliğinde dinleme ve derin bir sükûnet ve huşu içerisinde, iştirak etme imkânı bulamamışlardır. Öyle ise, bu sema gösterileri izleyenler için 1925’ten önce, yani Türkiye’de tekke ve zaviyelerin faaliyetleri kanunla yasaklandığından önceki, semahanelerinde zarif, asil, heybetli, nur yüzlü Mevlevi dervişlerin, tam adab ve erkân ile icra ettikleri âyin-i şerîfleri hayal etmeleri bile çok zor olacaktır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hatıralarında naklettiği, 1905’li yıllarda müşahade ettiği semâ âyinleri de bizim yukarıda bahsettiğimiz postnişîn ve dervişler için güzel bir örnek teşkil etmektedir: “…Çelebi Efendinin[48] Sema’ başlamadan evvel postundan kalkarak yavaş yavaş, nazlı nazlı Semâhanenin ortasına doğru yürüyüşü; bu esnada bir halka teşkil edip oturan dervişlerin hep birden selâma duruşları; sonra, birbirlerine boyun kırarak Meydanı çepeçevre dolaşıp dolanmaları ve Çelebi, orta yerde söylediği güzel sözleri bitirip de tekrar makamına döndüğü vakit, yine hep birden, kollarını havaya kaldırarak dönmeye başlayışları bana insan kudretinin üstünde birtakım hareketler gibi geliyordu. Hele, bu hareketlerde, her dervişin kendine mahsus bir tavır ve eda takınışını; kiminin, boynunu yana büküp başını koluna dayayışını; kiminin, yüzünü tavana doğru çevirip havaya bakışını; birinin ellerini dua eder gibi yukarılara açışını; öbürünün dalından kopmak üzere olan birer lâle gibi aşağıya sarkışını, hâlâ şimdi bile herhangi bir ‘mistik balet’ artistinin başaramayacağı kadar yüksek bir sanat işi telâkki etmekteyim… Ya o tennureleri. O tennurelerin elvan elvan renkleri ve bu renklerin göz alıcı, baş döndürücü kasırgası… Bütün bunlar arasına Mutrıp’tan gelen ney, tanbur ve kudüm seslerini ilâve etmem lazım gelir”[49].
            Konu çok derin ve karışık, ayrıca ele alınacak ve üzerinde durulacak pek çok husus daha olduğu için meselenin sadece birkaç önemli noktası üzerine temas edilecektir.
            İlk olarak bir âyînin ne olduğu üzerinde duralım. Aslı Farsça olan “âyin” kelimesi, “bir dînî merâsim, bir mezhebin veya tarîkatin kendine has nafile ibâdet merâsimi” anlamına gelir. Her tarikatın özel icra günü, zamanı, mekânı ve ona has adab ve erkânıyla mukabele merasimleri vardı. Bu âyînler her tarikat için çok kutsal ve kendilerine mahsustur. Âyîn-i Şerîf, Mevlevi Tarikatı’na has âdet, dua, zikir, ritüel hareketleri, insanın Allah ile beraber olması, O’na kavuşması ve “tevhîd” anlayışını remzettiği için, korunmasına çok özen gösterilmiştir. Nesilden nesile âyin-i şerîfin doğru intikal edebilmesi için âyinin öğretimi ve icrası çok kati kural ve şartlara bağlıydı, zedelenmesine ve bozulmasına, imkân verilmemekteydi.
            Mevlevi âyîn-i şerîfinin en özgün unsuru “semâ”dır. Maalesef, manası idrak edilmediğinden, âyinin en fazla zedelenip istismara uğramış kısmı da burasıdır. Sema, âyîn-i şerîfte, Mevlevilerin kıyamî zikir ve şahadetini temsil eder. Semazen her dönüşte hafî yani sessiz olarak “Allah” lafzını kalbinde zikreder ve böylece bütün varlığıyla şahadet getirir. Çünkü beden ve kalbi ile “Lâ ilahe illâllah” der: Direği tutan bedeni -“elif”i; yukarıya doğru uzatılan kolları -“lam-elif”i ve açılmış eteği -”he”’yi remz eder (Resim: 2). Aslında Mevlevî Âyîn-i Şerîf’in her bir unsuru, hareketi, müziği bir remiz, mana âleminden bir işarettir.
            Mevlevi âyîn-i şerîfi XVIII. yüzyılın ortasından itibaren bu sıra ile ifâ ediliyordu (Tablo: 3). Vakit namazını kılma ile başlar, sonra Mesnevi’den bir parça okunur, gülbank çekildikten sonra, semâ meydanına postnişîn, semâzenbaşı ve semâzenler; mutribhaneye ise âyinhanlar, sazendeler ve naathan girer. Bundan sonra, bilinen sırasıyla: Na’t-ı şerîf okunur, Ney taksimi ile Devr-i Veled yürüyüşü, 1., 2., 3. ve 4. selâm, son peşrev, yürük semai icrasını takiben son taksimle şeyhin post semâsı başlar, bir aşrı şerif ve gülbankla nihayetlenir. Sema meydanına giriş sırasının tersine bu sefer en son giren postnişîn ilk önce semâhaneyi selamlaşarak ayrılır.
          Mevleviler, 700 yıl boyunca sıkı öğrenim, öğretim ve icra kurallar ilâ saz ve sözlü bestelenmiş müziği ile koordine edilmiş sembollerle bezenmiş ritüel hareketleri içeren ibadet merasimini, titiz bir intikâl ve denetim zinciriyle 1925’e kadar koruyabildiler. Kıyâmî ve hâfî zikir ibadeti olan semâyı içeren âyînleri, zedelenmemesi ve bozulmaması için, tarih boyunca geniş bir coğrafyada yayılmış mevlevîhanelerinde (Tablo: 4 ve Resim: 3, 4 ve 5; Tablo: 5 ve Resim: 6 ve 7) tarikatı yöneten Çelebi Efendiler, postnişinler ve “dede” zabitanı (Resim 8 ve 9) çok özen göstererek, âyînin her unsuruna riayet edilmesi hususunda sıkı kural ve şartlar koydular.
            Âyîn-i şerîfin icra edileceği yer ve zaman hususundaki kural ve hassasiyetleri, tarihî iki olay ile göstermek uygun olacaktır:
            1) Osmanlı padişahları XIX. yüzyılda kendi istedikleri zaman ve istedikleri mevlevihanelerde, Mevlevi âyîn-i şerifin icrasına hünkâr mahfilinden katılır, İstanbul’daki beş mevlevihaneden birisini seçip oraya habersiz giderlerdi. İstanbul Mevlevi postnişînleri, bu habersiz gelişlerden son derece rahatsız olup hazırlıksız bir durumda yakalanmamak için bir araya gelip bir çözüm ararlar. Buna göre haftanın her gününde, mevlevihanelerin birinde âyinin icrası olsun diye, günü ve saati belli programı saraya bildirdiler ve halka duyurdular. Şimdi sözünü ettiğimiz bu durumdan sonra İstanbul Mevlevihanelerinde Galata/Kulekapısı Mevlevihanesi Salı ve Cuma; Yenikapı Mevlevihanesi- Pazartesi ve Perşembe; Kasımpaşa Mevlevihanesi-Pazar; Beşiktaş/Bahariye Mevlevihanesi-Çarşamba; Üsküdar Mevlevihanesi-Cumartesi günleri yapılmaya başlandı.
          İstanbul dışındaki mevlevihanelerinin çoğunda ise Mevlâna’nın Konya’daki dergâhında olduğu gibi, sadece cuma namazından sonra âyîn-i şerîf icra edilirdi[50]. Padişah bile olsa herkes, Mevlevi âyîninin icra zamanı konusunda, bir Mevlevi âyîn-i şerîfine iştirak edebilmek için Mevlevilerin tayin ettikleri gün, saat ve mevlevihaneye gitmek zorunda kaldılar. Böylece, sultanın ani arzularına göre değil, Mevlevi şeyhlerinin tayin ettikler icra takvimine uymak zorunda kalınmıştır.
            2) İkinci hadise: 1839’da Sultan II. Mahmud’un, hasta yatağında, İsmail Dede efendi’nin
yeni bestelediği Ferâhfezâ Âyîn-i Şerîfine iştirak etme arzusuydu. II. Mahmud mevlevihane postnişininden durumunu ve arzusunu bildirerek acaba mevleviler saraya gelip bu âyîn-i şerifi icra edebilirler mi, diye bir ricada bulundu. Şeyh efendi bu isteği kabul edemeyeceğini çünkü âyin-i şerîfin semahanenin sema meydanı dışında, asla icra edilemeyeceği cevabını padişaha sundu. Bu cevap üzerine padişah, hasta olduğu halde âyîne iştirak etmek üzere semâhanenin hünkâr mahfiline getirildi.
           
            Bu iki örnek, Mevlevilerin âyin-i şerîfin icrası hususunda, Osmanlı sultanlarına bile taviz vermeyecek kadar kararlı olduklarını göstermiş ve mukabelenin icra yerinin mevlevihane semâhanesi olduğunda daima ısrarcı olmuşlardı. Bugün olanlar ve gördüklerimiz, kelimenin tam anlamıyla edep dışıdır.
            Mevlevi âyîn-i şerîfinin üç vazgeçilmez ana unsuru vardır: Mekân, Mûsikî ve Semâ (Tablo: 6).
            1) Mevlevi âyini sadece onun için tasarlanmış özel bir ibadet mekânında, yani bir mevlevihane semahanesinde, icra ediliyordu. Semhanede namaz için muhakkak bir mihrab, bazen Cuma hutbesi için bir minber, bir Mesnevî şerîf kürsüsü, ortada, bir parmaklıkla tecrîd edilmiş ahşap döşemeli bir semâ meydanı ve mihrabın karşısında, âyini icra edecek âyînhanlar, sazendeler, hâfız ve naathan için yüksekçe “mutribhane” denilen bir mahfil bulunur (Tablo: 7). Semahane hat ve çiçek motifleriyle süslü, mümkünse semâ meydanı bir kubbe ile örtülü ve kubbeyi taşıyan kemerler üzeri talik hat ile “Semâ nedir? Biliyor musun?” anlamındaki “Dânî semâ çe bûved” ile başlıyan Farsça beyitleri yazılır (Resim: 10, 11, 12, 13,14).
            2) Mevlevî âyin-i şerîfinin en önemli unsuru mûsikîsi idi. Mevlevihaneler, Osmanlı Devleti’nin müzik konservatuarları olarak sayılabilir. Burada Türk klasik mûsikisinin nota sistemi ve nazariyatı geliştirildi; en uzun şaheserleri bestelendi; en büyük bestekârları yetiştirildi. Mesela Itrî, Nâyı Osman Dede, İsmail Dede, Zekâi Dede, Hüseyin Fahreddin Dede efendileri, Rauf Yektâ Bey, Avni Konuk ve niceleri...(Tablo: 8 ve 9; Resim: 15, 16).
            İcra edilen ayin sadece “meydan görmüş”, yani bir sema meydanında icra edilmiş, bestelenmiş, “kabûl görmüş” belli bir repertuvardan seçiliyordu. Âyinin her bölümü, ona has usul ve Mevlâna ve diğer Mevlevi büyüklerinden seçilmiş uygun vezinle yazılmış beyitlerinden besteleniyordu. Ana sazlar Ney, Kudüm ve idi (Resim: 17,18,19). Ama en önemli unsur naathanın, hâfızın ve âyinhanın çıplak insan sesiydi. Çünkü sazlar insan tarafından yapılıyordu, ama insan sesi Çünkü sazlar insan tarafından yapılıyordu, ama insan sesi Allah tarafından yaratılmıştı.
            Semahanede icra edilecek âyîn-i şerîf çok önceden seçilip ezber olarak yani nota kullanmadan ancak defalarça prova yaptıktan sonra, mutribhanede az sayıda sazende ve âyinhanlarla icra ediliyordu. Uzun sesli sazların dışında, yani ney gibi, diğer sazlardan tek sayı olarak kullanılırdı. Çünkü birden fazla renk veren, tanbur, kanun ve ud gibi, mızraplı sazların ritmi ve temposu tutulması çok zordur.
            Mevlevi müziği çok önemli ve derin bir konu ama bu kısa notlarla yetinmek zorundayız.
            3) Gelelim semâ mukabelesinin özel ritüel hareketlerine yani koreografisine.
            Bunun öğrenimi çıplak ayaklarla ceviz tahtaya çakılmış bir çiviyle sema meşkiyle başlar (Resim: 20). Sema meşki, âsitânelerde matbah-ı şerîfte (Resim: 21), zaviyelerde ise dedenin bir hücresinde oluyordu. Ahşap üzerinde başlayan öğrenim, sema meydanın ceviz kaplı zemininde devam ediyordu (Resim: 22, 23).
            Yani tarih boyunca Mevlevihanerin kapatılmasına kadar, 1960’lardaki Kıbrıs, Lefkoşa Mevlevihanesi’nde olduğu gibi, Mevlevi sema mukabelesi hep çıplak ayaklarla ifâ ediliyordu (Resim: 24). Sadece Cumhuriyet Türkiyesi’nde, sema mukabelesi yeniden icra edilmeye başlayınca, yani 1960’lı yılların başlarında, ayaklarda mest giyerek icra kararı verildi. Ve maalesef bununla birlikte semanın, her zeminde,-taş, parke, çimen üzere- icrasına yol açıldı.
            Sema mukabelesinin her safhasında semanın belli hareketleri, sembolik anlamları vardı. Ve muhakkak icrâ edilen müzikle bir uyum sağlardı (Tablo: 10). Her semazen usul vurmasını bilir. Dönüşleri müziğin ritmiyle hızlanır ve yavaşlardı. Bu hızı idare eden saz, bugün artık icrası kaybolmuş olan daha önce de söz ettiğimiz üç ana sazdan biri olan “halile” idi.
            Şimdi kısaca günümüzde Mevlevi Âyîn-i Şerîfinin bozulması ve bir “Sema Gösterisi”ne dönüştürülmesinin başlıca sebepleri üzerinde durulacaktır:
            1) Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte (1925) Mevlevi Tarikatı, idare ve terbiye teşkilatının faaliyetleri ortadan kaldırılarak maalesef 700 yıllık kadim ve istisnâi bir Türk kültür geleneğini barındıran ve sağlam bir şekilde intikalini sağlayan Mevlevi Âyîn-i Şerîfi sistemi de tarihe karışmıştır.
            2) Mevlevihanelerin kapatılmasından 40 yıl sonra şekli ve içeriği değiştirilen ilk sema icraları günümüzde de artarak devam etmektedir (Resim: 25).
            3) Bir mevlevihane semahanesinin dışındaki yerlerde–salonlarda, tiyatro sahneleri ve basketbol sahası gibi- mihraba sahip ibadet mekânının verdiği mistik havasından tamamen uzaklaştırılan icralar…
            4) Namazsız, Mesnevisiz, kısaltılmış naat, selâm ve gülbanklarla icralar…
            5) Semazenlerin ayaklarına mest giymeleriyle sema her türlü zeminde–taş, betonarme, çimen gibi- icra edilmektedir…
            6) Sema icraları turistik amaçla yapılan gösterilere dönüştürüldüğünden -fazla seyiricileri alabilen mekânlar tercih edilmiş; -bu mekânları doldurabilmek için nispetsiz bir şekilde semazen ve mutrib sayıları çoğaltılmış, mikrofon ve elektronik araçları kullanılmaya başlanılmıştır (Resim 26).
            7) İcra eden sema ve müzisyen heyetlerinde yer alanların ekseriyeti Mevlâna ve Mevlevilikle fazla alakası olmadığından Mevlevi adab ve erkânına ve şeriat şartlarına önem verilmemiştir.
            8) Bugün uygun olmayan sema icralarına tanık oluyoruz: düğün, lokanta ve pavyonda; şarkıcının arkasında bir fon unsuru olarak; karışık kadınlı-erkek icralara vs. (Resim: 27).
            Böylece sema gösterileri büyük mana kaybına uğramıştır…
Bütün bu menfi gelişmelere rağmen, Mevleviler Ahmed Celaleddin Dede’nin bu mısralarında teselli buluyorlar:
            “Âsumandır kubbesi, hep ahterân âvîzesi
            En zıyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhtır
            Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak
            Cümle mevcûdât zâkir, kâinat dergâhtır”
            Ve hâlâ bir gün, özledikleri otantik ayinlerin icraları hayal ederler… 
           
           

DİKKAT ! Resimler ve tablolar girecek



























SEMA*

 

            Kelime olarak “duymak, güzel ses ve şarkı” anlamlarına gelen sema, Mevlâna’nın yaşadığı dönemden (1207-1273)  günümüze kadar Mevlevilerle özdeşleşen bir terim olarak literatürde yerini almıştır. Ayrıca bir de sema’ kelimesi vardır ki, “gökyüzü” anlamına gelir. Yazılışta ilkinin sonunda “ayn” harfi; ikincisinin sonunda ise “hemze” vardır. Her ikisi de Arapça olan bu kelimeler Latin harfleriyle yazıldığında zaman zaman karıştırılır.

            Sema, Mevlâna denince ilk akla gelen, görselliği ve estetiği ile seyreden herkesi etkileyen bir araçtır. Öyle ki, yüzyıllar boyunca olduğu gibi günümüzde de gerek ülkemizde ve gerekse tüm dünyada ilgi uyandırmaktadır. Mevlâna’nın döneminden günümüze kadar sadece Sultan IV. Murad zamanında 18 yıl yasaklanmasının haricinde (1666-1684) gerek halktan, gerek devlet adamlarından ve gerekse yabancı milletler tarafından oldukça ilgi gören sema, Türk kültürünün de önemli bir tanıtım unsuru olmuştur. Tanınmış hikâye yazarı Hans C. Andersen’in (ö.1875) yıllar önce İstanbul’da seyrettiği semayı “zarif ve baleye benzer” gibi sözlerle eserlerinde zikretmesi, günümüz batı dünyasının da bu “görsel mânâ sofrası”ndan tatmak için dünyanın dört bir köşesinden Konya’ya kadar gelmesi buna iki örnektir.

            Tabii ki, kendisi için özel bestelenmiş musikisi ve içerdiği manasıyla semanın görselliği dışında apayrı bir anlamı vardır. Mevlâna, semayı tarif ederken; fânîlik içinde bekâ zevkini tatmak, Allah’ın sırrına aracısız ulaşmak, Allah’la buluşmak ve aşkı kucaklayıp bağrına basmak” gibi cümlelerle açıklamaya çalışır. Bu aynı zamanda Mevlâna’nın ilahi aşkla yanan gönlünün sema şeklinde bir yansımasıdır.
            Semânın Tarihçesi
            M. Ö. 5 bin yıllarına ait Mısır kabartmalarındaki neye benzer bir çalgıyla resmedilen insan şekilleri ve Göktürk kabartmalarında rastlanan dönen insan figürleri, sema ve neyin tarihinin çok eskilere dayandığı, coğrafyasının genişliği ve farklı inanç sistemlerindeki önemi hakkında somut bilgiler vermektedir. Yine İslam’la birlikte, Mevlâna’dan çok önceleri bazı sûfîlerin de sema yapar gibi dönerek “zikir” yaptıkları kaynaklarda yer alır. Ancak bu “dönüşler” günümüzdeki gibi sistemli değildir. Gerçi, Mevlâna da belli bir düzen içinde Semâ yapmamış, çarşıda, sokakta, evde; yani, gönlüne aşk ışığı ne zaman yansırsa kendinden geçerek “dönmeye” başlamıştır. Semanın zaman içerisinde ilgi görmesiyle de özellikle Selçuklu sarayından aldığı davetlerle orada bulunan toplulukla birlikte sema yapmıştır.
            Mevlâna’nın vefatından sonra oğlu Sultan Veled (ö. 1312) babasının eserleri ve öğretilerinin yaşanıp yaşatılması için “Mevlevîlik” adıyla bir tarikat kurmuş ve semayı da sistemli bir hale getirerek kurumsallaştırmıştır. İşte bu tarihten itibaren de Mevlevi olmak isteyenlerin mecburi öğrenmeleri gereken bir usul olarak tarihte yerini almıştır. XV. yüzyılda Mevleviliğin yapılanması çerçevesinde yeniden şekillendirilen sema, büyük benzerliklerle bugünkü şekliyle ortaya çıkmıştır.
            Semânın Tasavvufî ve Bilimsel Anlamı
            Genel olarak bir bütün şeklinde değerlendirilen sema ve musikisi Âyîn-i şerîf, semazenlerin sağ ayak başparmağını sol ayak başparmağı üzerine koyarak (ayak mühürlemek) yarı secde eder gibi birbirleriyle selamlaşmaları (Baş kesme), sonunda okunan Kur’an ve duası ile bölüm bölüm farklı anlamlar içerir. Bu anlamlar konusunda da birbirine yakın çeşitli bilgiler olsa da en yaygın kanaat; dört bölüm olduğu ve şu manaları taşıdığıdır:
            Birinci Bölüm: Musikisiz olarak okunan Nât-ı Şerîf, yani Hz. Muhammed’in anılması;
            İkinci Bölüm: Ney taksimi ile ilahi nefesi temsil, yani beden olarak topraktan yaratılan
insanıncan olarak Allah’tan bir parça olduğunun vurgulanması;
            Üçüncü Bölüm: İlk iki bölümü huşu ile oturarak dinleyen semazenlerin ayağa kalkarak dairesel bir döngüyle birbirleriyle selamlaşmaları. Bu da onların birbirlerini selamlıyor gibi görünse de Allah katından bir can taşımaları sebebiyle Yaradan’ın anılışıdır, O’na selamdır;
            Dördüncü Bölüm: Kendi içerisinde dört Selam’ı barındıran bu bölüm, semazenlerin kısa aralıklarla Semâya kalkmasıdır. İlkinde Yaradan’ın yüceliği kavranarak kulluğun acziyetinin daha iyi anlaşılması, ikincisinde Allah’ın yarattıklarının muhasebesi yapılıp O’nun büyüklüğünün idrak edilmesi, üçüncüsünde aşk ateşiyle benliğini yakıp bütün uzuvlarında Allah’ı hissetmesi yani Fenâfillâh vurgulanır. Bu esnada ise semazenler bedeni ile dönerken kalbi ve dili ile de Allah’ı zikreder semazenbaşı ise aralarında gezinerek birbirlerine olan mesafenin korunması konusunda onlara yardımcı olur. Post-nişîn olarak da adlandırılan ve Mevlâna’yı temsil eden kişi ise Şeyh Efendi ise kırmızı postun ucunda ayakta durarak içinden dualar okur. Semanın bittiği dördüncü Selamda ise semazenler, kulluk vazifesini yapmanın verdiği zevk ve huzur ile yerlerine otururlarken Kur’andan bir Âyet okunur ve Postnişin’in duasıyla sema son bulur.
            Bazı bilim adamları Sema yapılan yeri yuvarlak olmasından dolayı dünyaya, Postnişin’i güneşe, semazenbaşı’nı aya ve semazenleri de gezegenlere benzeterek sema’nın güneş sisteminin bir anlatımı olduğunu vurgularken, bazı bilim adamları da bu konsepti atoma benzetir. Postnişin ve semazenbaşının atom çekirdeğini oluşturan nötron ve protonları, semazenler de bu çekirdeğin etrafında dönen elektronları temsil ettiğinin tespitini yaparlar. Bu tespit ilk bakışta “hayalî” gibi gelse de Mevlâna, en önemli eseri Mesnevi’de “zerre” kelimesini açıklarken bugünkü teknolojiyle kanıtlanabilen atomun patlayabileceğini söylemesi bu tespiti kısmen hayal olmaktan çıkarmakta ve kendisine karşı olan hayranlığı bir kat daha artırmaktadır.
            Sema’nın bu tarzlardaki vasıflandırılmasının yanı sıra, hakkında tıbbi açıdan bazı araştırmalar da yapılmıştır. Bu araştırmalar neticesinde; semazenlerin törenler dışında da her gün egzersiz/yapması sebebiyle kalp-damar hastalıklarına sebep olan kolesterol, serum lipit ve trigliserid gibi kan değerlerinin normal derecelerde olduğu; sema esnasındaki baş ve bedenlerinin açısı nedeniyle baş dönmesi meydana gelmediği ve semadan alınan zevk, neşe ve girilen trans/halinin de psikolojik olarak kendilerini rahatlattığı sonucuna ulaşılmıştır.
            Semâzen Kıyafeti ve Sembolleri
            Semazen kıyafetinin bugünkü haliyle ne zamandan beri kullanıldığı veya bu tarzın hangi yüzyılda benimsendiği konusunda net bir bilgi mevcut değildir. Ancak, Mevlevilik geleneğinde belirginleştirilen bir usulün öyle kolay kolay bozulmadığını hatırlatırsak kıyafetteki bu tarzın da çok eskilere dayandığını söyleyebiliriz. Buna göre bir semazen kıyafetinin parçaları:
            Bir düşman gibi kapkara olan nefsi temsil eden; bundan dolayı insanın bütün bedenini kaplar büyüklükte olan ve semaya başlarken çıkarılan Hırka; ölünce başucuna dikilen mezar taşını temsil eden külâh, içine giyilen gömlek; onun üstüne giyilen uzun kollu yelek bele bağlanan kemer dar paçalı pantolon; son yüzyıllarda kullanılmaya başlanan ve dönüşü kolaylaştıran tabanı köselesiz yumuşak deriden yapılmış mes; ve sema ederken daire şeklinde açılmasıyla gözlerden gönle mesajlar ileten Tennure. Bu da “ölmeden önce öldüm ve sana geldim ey Rabbim” mesajını içerir ve beyaz olması sebebiyle de kefeni temsil eder. Ayrıca tarihte padişahlar ve büyük kişiler tarafından özel kişilere hediye edilen elbiselere ithafen bu mana çerçevesinde de değerlendirilir ve mânevî makâmdan giydirilen bir kıyafet olarak telâkki edilir.
            Semâzen kıyafetinin içerdiği bu anlamlar yanında, semaya başlamadan semazenin kollarının iki omzuna değecek şekilde çapraz durması Niyaz, Arap harfleriyle yazılımda “Allah” kelimesinin “Elif” ini; semaya başladıktan sonra kollarını iki yana açarak sağdan sola, yani “gönle” doğru dönmesi, kâinatı bütün kalbiyle kucaklaması; yukarı dönük olan sağ avucu ile Hak’tan aldığını, avuca yere dönük olan sol eli ile halka dağıtması anlamlarını barındırır. Ayrıca semazenin sema ederken ellerini iki yana açması yine Arapça’da “lâ” yani yoktur; “Lâ İlâhe İll’allâh”ın (Allah’tan başka İlâh yoktur) ifadesidir.
            İşte sadece “göz”le seyredildiğinde bile insanları etkileyen ve 800 yıla yakın bir tarihi geçmişi olan bu “anlamlı dönüş” Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından da koruma altına alınmış ve dejenere olmadan gelecek kuşaklara doğru bir şekilde aktarılması ve usûlüne göre yapılması konusunda çalışmalara başlanmıştır. UNESCO’nun Kasım 2005 tarihinde aldığı bu tarihî kararla da Semâ, Somut Olmayan Kültürel Dünya Mirası listesine alınarak günümüz küresel dünya kültürü arasında resmî olarak yerini almış oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı’mız da 22 Ekim 2008 tarihinde bir genelge yayınlayarak bu mânâlı “dönüş”ün aslına uygun mekânlarda ve ehil kişiler tarafından yapılması yönünde ilgilileri uyardı.



MEVLÂNA TÜRBE VE DERGÂHI’NIN KÜLTÜR TARİHİMİZDEKİ YERİ*
           
            Mevlâna Türbe ve Dergâhı, yapıldığı ilk günden itibaren halkın büyük alaka gösterdiği bir ziyaretgâh; yedi yüzyıllık derin mazi içerisinde bir ahlâk ve fazilet mektebi Mevlevi Tarikatı’nın merkezi olmuştur. Mevlâna’nın vefatından sonra yerine getirilen oğlu Sultan Veled (1226-1312) tarafından kurulan Mevlevi Tarikatı, ruhunu İslam Dini’nden; gelenek ve göreneklerini Türk kültüründen alan bir eğitim ve öğretim müessesesi olarak Tasavvuf tarihimizde önemli görevler deruhte etmiştir. Kişi ve toplumların görüş ve düşüncelerine yer vermiştir. Başta Anadolu olmak üzere, Rumeli, Ortadoğu, Mısır gibi Osmanlı Devleti’nin geniş toprakları içerisine yaşayan dili, rengi, coğrafyası ve tarihi farklı insanlara, dünya ve ahiret yorumu kazandırmıştır. Temelinde insan sevgisi ve saygısı, ahlâk, fazilet, hoşgörü ve ümit prensipleri bulunan Mevlevilik, ihlâs ve samimiyet dolu faaliyet döneminde, büyük Türk müteferrik ve mutasavvıfı Mevlâna’nın birliğe, dirliğe, barışa, dostluğa, kardeşliğe ve beraberliğe çağıran mesajının gönülden gönüle ulaşmasını sağlamıştır. Kendisine gönül verenlerin aydınlık bir dünya görüşü kazanmalarını temin eden bir eğitim ve disiplin yuvası olmuştur.
            Mevlevilerin sosyal ve kültürel ağırlıklı öğretileri, zaman zaman idari siyasi alanlarda da etkili olmuştur. Yeni tahta geçen Osmanlı Padişahları’nın, Edirne kapısı dışında düzenlenen muhteşem törenlerde, Mevlevi Şeyhi’nin eliyle “Kılınç Kuşanma”ları, bu tür etkinliklerdendir.
            Mevlevilik, ilim, fikir kültür ve sanat tarihimizde başlı başına bir “ekol”dür. Kendisine özgü örf, adet, gelenek, görenek, disiplin, kılık, kıyafet ve fikir yapısına sahiptir. Bu sosyal ve kültürel disiplinle, çeşitli alanlarda birçok ilim, fikir, kültür ve sanat adamı yetiştirmiştir. Dergâh’taki hücrelerin insanın iç dünyasını düzenlemeye ve ruhi meziyetlerini yüceltmeye yönelik eğitim ve öğretim hayatı, buralardaki nezih ilim, fikir ve sanat faaliyetleriyle desteklenmiştir.
            Kültür ve sanat tarihimizde ün yapmış birçok şair, bestekâr, edip, hatip, musikişinas, hattat, hakkak, ressam, müzehhib ve mücellit, bu aydınlık kapıdan feyz ve inabe aldıklarını, isimlerinin sonuna yerleştirdikleri “el-Mevlevi” unvanı ile ifade etmekten onur ve gurur duymuşlardır. Biyografik eserlerde bu unvanı taşıyan âlim, mütefekkir ve sanat erbabının sayılarındaki çokluk dikkati çeker.
            Başta Konya Mevlâna Dergâhı olmak üzere bütün evlevihanelerde, ilahiyat ve tasavvuf konularının yanı sıra, hitabet, irşat, dil, edebiyat, psikoloji, matematik, astronomi, mimari fizik, kimya, resim, musiki, hat, tezhip, tezyinat, nakış, cilt, oymacılık, kakmacılık, saatçilik, muvakkitlik ders ve sohbetleri de arzu edenlere fahri olarak verilmiştir. Ruh terbiyesini ana gaye edinerek bu amaçla Dergâh’taki hücreye yerleşen dervişler, genellikle bir hobi olarak bu güzel sanat ve ilim konularıyla de meşgul olup, öğrenci yetiştirmiş ve seçkin eserler vermiştir.
            Mevlâna Dergâhı, çeşitli dönemlerde yapılan ilavelerle genişletilmiştir. Bugünkü alanı 6225 m² dir. İhata duvarlarının dışında inşa edilmiş hamam, camii, imaret, kütüphane, muvakkıthâne ve medrese dergâhın sosyo-kültürel varlığını halka ulaştıran mimari kollarıdır.
            Mevlâna Müzesi, bugün yurdumuzun Topkapı’dan sonra ençok ziyaretçisi olan müzesidir. Dergâh 1927 yılında müze haline getirilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti’nin 2 Eylül 1341/1922 tarihli kararı ile Atatürk İlke ve İnkılâpları doğrultusunda yurdumuzdaki bütün dergâhlar kapatılmıştır.  Daha sonra Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mevlâna Dergâhı’nın,“Âsâr-ı Atika Müzesi” durumuna getirilmesi için çalışmalar başlatılmıştır.
            Yerine geçen Mustafa Necati de bu çalışmaları sürdürmüş ve o sırada Ankara’da bulunan İstanbul Müzeleri Müdürü Halil Ethem ile Hars Müdürü Hamit Zübeyir’i, gerekli incelemeleri yapmak üzere Konya’ya göndermiştir. Halil Ethem 27 Şubat 1341 tarihli raporunda: “Konya’daki eski Mevlâna Dergâhı’nın Âsâr-ı Atîka Müzesi’ne tahvili halinde Türklüğe şeref verecek büyük ve ehemmiyetli bir müessese olacağını” bildirmiştir. Bunun üzerine çalışmalara hız verilmiş ve nihayet gerekli düzenlemelerin tamamlanması sonunda Dergâh, 22 safer 1345/1 Eylül 1926 tarihinden itibaren “Belhli Mevlâna Mehmet Celâlettin Türbesi ile Dergâhı ve müştemilâtının, Âsar-ı Âtîka Müzesi ittihazına” karar verilmiştir. 3 Rebiulevvel 1345/11 Eylül 1926 tarihinde Maarif müfettişlerinden Hamit Zübyr ile Maarif, Evkaf ve Polis Müdüriyetleri tarafından tayin edilen zevatın yanı sıra müze müdürü ile muhafaza memuru huzurunda kapıları açılmış ve eşyaları teslim alınmıştır. Eşya, kitap ve diğer bütün malzemeler elden geçirilerek tespitleri yapılmış ve yerleştirilmiştir.
            Bütün bu çalışmalar beş ay kadar sürmüş ve sonunda, 27 Şaban 1345/ 2 Mart 1927 tarihinde düzenlenen törenle açılışı yapılmıştır. Yurt ve dünya çapında üne sahip müze, 1954 yılında yeniden gözden geçirilerek, modern müzecilik anlayışına uygun olarak yeniden düzenlenmiş, adı da “Mevlâna Müzesi” olarak değiştirilmiştir.
            Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Konya ziyaretlerinde Mevlâna ve Dergâhı’nı büyük bir memnuniyetle ziyaret etmiştir. 20 Mart 1923 tarihinde Konya’ya geldiğinde, Postnişin Abdülhalim Çelebi ve beraberindekiler tarafından istasyonda törenle karşılanmıştır. Mevlâna Türbesi’ni ziyaret eden Atatürk, semahaneye gelerek semâ gösterisinden çok memnun olmuş ve yanındakilere: “Mevlâna büyük, çok büyük” diyerek duygu ve düşüncelerini dile getirmiştir. Onun Mevlâna’ya olan takdir duyguları ömrü boyunca devam etmiştir. Birgün Çankaya’daki köşkünde Mevlâna’dan söz açılınca, bu konudaki yüksek görüşünü şu cümlelerle ifade etmiştir: “Mevlâna Müslümanlığı, Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatördür. Müslümanlık aslında geniş mânâsı ile müsamahalı ve modern bir dindir. Mevlevilik ise Türk ananesi, Müslümanlığa nüfuz örneğidir. İlâhi bir mûsikinin âhengi içerisinde dönerek, Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehâsının ileri görüş ve düşüncesinin tabî bir ifadesidir”.
            Atatürk,  18 Şubat 1931 tarihinde Konya’ya geldiğinde de Mevlâna Müzesi’ne giderek incelemelerde bulunmuştur. Müze ve kütüphanenin tertip ve düzeninden memnun kalmış ve görevlileri tebrik etmiştir. Müzenin şeref defterine bu duygularını yazmıştır:
            “21.II.1931 Bilgi eseri olduğu anlaşılan tertip ve nizamdan çok memnun oldum.
Gazi M. Kemal”
            Atatürk Konya’ya son gelişinde, yakından tanıdığı Naim Onat’a şöyle demiştir: “Ne zaman bu şehre gelecek olursa, Mevlâna’nın rûhaniyeti bütün benliğimi sarar. O çok büyük dâhi, devirler açan bir teceddüt âşığıdır.”
            Cumhuriyet döneminde Müze’nin onarımı ilgili bakanlıklar tarafından yaptırılmaktadır. Mevlâna Dergâhı, Osmanlılar zamanında inşa edilen ilave yapılarla geniş bir alana sahiptir. Bu genişleme daha çok batı tarafından olmuştur. Çeşitli tarihlerde inşa edilen bu eserler arasında, Süleymaniye/Selimiye Camii, Türbe Hamamı, Sultan Selim İmâreti, Yusufağa Kütüphanesi, muvakkithane, medrese ve şadırvan bulunmaktadır.
            Mevleviliğin değişik alanlardaki etkinliklerini göstermeleri bakımından üzerinde durulmaya değer bu eserlerle Mevlâna Dergâhı, halkımızın sosyal ve kültürel konulardaki ihtiyaçlarını yüzyıllar boyunca en geniş şekilde karşılamıştır.

















MEVLÂNA DERGÂHI VE TÜRBESİ*

 

            Mevlâna, 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Selçuklu Sarayının Gül bahçesine defnedildi. Selçuklu Sarayı’ndan Alâmeddin Kayser ile Emir Süleyman Pervane’nin karısı Gürcü Hatun Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’ten izin alarak mezarının üzerine Tebrizli Bedreddin’e 160.000 dirhem harcayarak türbe yaptırdıklarını Ahmet Eflakî Menakıbü’l-Ârifîn isimli eserinde anlatır.  Yapım kitabesi bulunmayan türbenin 1274 yılının baharında tamamlandığı kabul edilir.

            Dört fil ayağı üzerinde yükselen türbenin üç yanı açık bir yanı kapalıdır. Türbenin üst örtüsü dıştan 16 dilimli ve çinilerle kaplıdır. İçte fil ayakları, kubbesi ile güney duvarı alçı üzerine yapılmış kalem işi süslemelerle bezelidir. Güney duvarında yer alan iki satırlık kitabede süslemelerin Sultan II. Bayezid döneminde Halepli Mehmet oğlu Abdurrahman tarafından yapıldığı yazılıdır.

            Türbe ilk onarımı, Karamanoğulları’ndan Alâeddin Ali Bey (1357–1398) zamanında görmüş, onarımda türbenin külahı kaldırılmış yerine günümüzdeki onaltı dilimli gövdesi yaptırılarak çinilerle kaplattırılmıştır. Türbe daha sonra II. Bayazid döneminde büyük bir onarım daha görmüş; türbenin kalem işi süslemeleri Halepli Mevlevi Mehmet oğlu Abdurrahman tarafından yapılmıştır. Türbede Osmanlı Sultanlarından III. Selim, II. Mahmut, I. Abdülmecit ve II. Abdülhamit dönemlerinde de büyük onarımlar yaptırılmıştır.

        
         SEMAHANE
            Mevlevi ayini yani sema gösterisinin yapıldığı yerdir. 17.50 x 17.50 m ölçülerinde kare planlı semahane dört fil ayağı üzerinde yeralan bir kübbe ile örtülü olup kubbenin içi geometrik ve bitkisel motiflerden oluşan kalemişleriyle süslüdür. Semahane de musikinin icra edildiği mutrip ile sema ayinini izleyenlen kadınlar ile erkeklerin oturduğu mahfeller ile naat kürsüsü bulunur.
            Semahanenin yakın zamana kadar Kanuni tarafından yaptırıldığı kabul edilirken 1996 yılında yapılan kazılarda ele geçen ahşapların tarihlendirilmesi sonucunda II. Selim döneminde yaptırıldığı açığa çıkartılmıştır. Semahanediki erkekler ve kadınlar mahfeli II. Abdülhamit döneminde yaptırılmış.
            Semahanenin kubbesinde, kubbe kasnağında ve pandandiflerde yer alan kalem işi süslemeleri 1982 yılında yaptırılan restorasyon sırasında sıva altından açığa çıkartılarak yenilettirilmiş.
            Semahanenin yan duvarlarında madalyonlar içerisinde yer alan kalem işi süslemeleri 1888 yılında Konyalı hattat ve ressam Mahbub Efendi tarafından yapılmış olup bu süslemelerde sehpa üzerinde destarlı Mevlevi sikkesi formunun alt tarafında Oniki İmam ile Mevlevi büyüklerinin isimleri yazılıdır.

            Semahanede vitrinler içerisinde ise Mevlevi kıyafetleri, şamdanlar, cam kandiller, rahleler, musiki aletleri, zikir tesbihleri ile Mesnevi ve Divanı Kebir’in el yazması nüshaları sergilenmektedir.

        
         MESCİT
            Semahanenin batı yönünde bitişik yapılmış olup 11.60 x 13.30 m ölçülerinde kareye yakın bir plana sahiptir. Üzeri kubbe ile örtülüdür. Kubbe içten kalem işi süslemelerle bezenmiştir. Mescidinde semahane ile aynı dönemde Osmanlı Sultanı II. Selim tarafından yaptırıldığı kabul edilir.
            Mescidin batıya açılan ana giriş kapısından başka semahane ve Huzur-ı Pir’e açılan iki kapısı daha bulunmaktadır.
            Kubbe ile kasnağında yer alan kalem işi süslemeler XVII. yüzyılda duvarlarında yer alan geç dönem süslemelerde semahanede olduğu gibi Mahbub Efendi tarafından yapılmıştır. 1982 yılında yapılan restorasyon çalışmalarında kubbedeki süslemeler açığa çıkartılarak yenilenmiştir. Mescidin zemini yerden 35 cm yüksek tutulmuştur. Mermerden yapılmış mihrabı, ahşaptan yapılmış müezzin mahfeli ile taştan yapılmış kürsüsü orijinaldir.

            Mescidin batı yönünde son cemaat yeri bulunmakta olup giriş kapısının iki yanı zeminden yüksek tutularak mermer ve travertenle kaplanmıştır. Minaresi son cemaat yerinin güney batısında yer almakta olup 1918 yılında yapıldığını kaidesindeki kitabede yazılıdır.

            Mescitte el yazması Kur’anlar, Mesneviler, Divanı Kebirler, halı seccadeler, buhurdanlar, saatler ile Sakalı Şerif kutuları sergilenmektedir.

        
         DERVİŞ HÜCRELERİ
            Müzenin batı yönünde bulunan derviş hücreleri 1584 yılında Sultan III. Murad tarafından yaptırılmış, II. Mahmud döneminde de ilaveler görmüş olan hücrelerin Dervişan Kapısı üzerinde yer alan kitabesi 1928 yılında Müze Müdürü Yusuf Akyurt tarafından kaldırılmış, 2010 yılında yapılan restorasyon sırasında kitabe ve tuğra yerini konmuştur.     
            Müze bahçesinin batı ve kuzey yönünde yer alan derviş hücreleri 18 adettir. Her bir hücerin üzeri kubbe ile örtülü olup dışa bakan bir pencere ve bahçeye açılan birer kapısı ile penceresi, içerde de birer ocakları bulunmaktadır. Hücrelerin önü II. Mahmud döneminde ahşap cemakânlı çerçeve ile kapatılmıştır. 1927 yılında derviş hücrelerinde dört hücre dışında diğer hücrelerin ara duvarları kaldırılarak koridor haline getirilmiştir. 2010 yılında yapılan restorasyon sırasında camekânlı çerçeve kaldırılarak hücrelerin ara duvarları tekrar örülerek eski haline getirilmiştir.
            Derviş hücrelerinin bir kısmında dergâh döneminde görevlilerin kullandığı şekilde sergileme yapılmış kalanlarda ise musiki aletleri, aydınlatma araçları ile sancaklar sergilenmeye başlanmıştır.
           
            MATBAH-I ŞERİF
            Mutfak, Mevlevilikte dervişlerin ve misafirlerin yemeklerinin pişirildiği yerdir. Ayrıca tarikata girmeyi kabul eden dervişlere eğitimleri ilk burada verilmiştir. Dervişlerin çile süresi 1001 gündür. Bu süre içerisinde dervişlere 18 çeşit mutfak hizmeti yaptırılır, bu hizmetleri başarı ile tamamlayan dervişler hücre sahibi dede olurlardı.
            Mevlâna Dergâhı’nda derviş hücreleri ile birlikte 1584 yılında yaptırılmış olan mutfağın batı duvarının dış yüzü 1867 yılında onarım görmüştür. Tonozlu giriş kısmının üst katında ikinci kat odası bulunmaktadır. Girişin sol yönünde Mevlevi Dervişi olmak isteyenlerin üç gün oturup sınandıkları Saka Postu yer almaktadır. Sağ tarafta Ateşbaz Veli makamı olan yemeklerin pişirildiği ocaklar ile ölen dervişlerin gasillerinin yapıldığı yer bulunmaktadır. Sema taliminin yapıldığı ve yemek sofrasının bulunduğu yer, zemine göre yüksek tutulmuştur.
            Mutfak kesme taştan yapılmış binanın üç yana açılan yüksek pencereleri bulunmaktadır. 1985 yılında yapılan restorasyon çalışmasında pencerelerin alınlıklarında bulunan bitkisel kalem işi süslemeler açığa çıkartılmıştır.
            Mutfakta 1990 yılında yapılan yeni düzenlemeyle, dergâhtan kalan bakır mutfak eşyalar ve hizmetleri canlandıran mankenler sergilenmeye başlanmıştır.
           
            MEYDAN-I ŞERİF ODASI
            Günümüzde Müdür Odası olarak kullanılmakta olan Meydan-ı Şerif Odası 1867’de onarım gördü. Tavanı Barok üslupta yapılmış kalem işi süslemelidir.
            Çelebi Dairesinde şeyh ve dedelerin belirli günlerde yemek yedikleri ve sohbet ettikleri bilinmektedir.
           
            ÇELEBİ DAİRESİ
            Dergâhların açık olduğunda Şeyh Efendi’nin evi olarak kullanılan Çelebi Dairesi Müzenin kuzey batısında Derviş Hücreleri’nin arka tarafındaki bahçe içerisinde yer almaktadır. XVIII. yüzyılda mevcudiyeti bilinen Çelebi Dairesi tek katlı olup, bir salon ile dört odaya sahiptir. Salonun tavanı kalem işi süslemelidir.
           
           


            NİYAZ PENCERESİ
            Mevlâna’nın türbesinin güney yönünde İhtisas Kütüphanesi’nin içerisinde yer almaktadır. Türbe kısmına açılan pencerenin alınlığında yağlı boya ile yapılmış yeşil destarlı Mevlevi sikkesi bulunmaktadır. Sikkenin üzerinde Mevlâna’nın şü rubaisi yazılıdır:
            Garip, senin kapından başka bir yere yol bulamasın diye bütün kapılar kapanmıştır; ey keremde, yücelikte, nur saçıcılıkta güneşin de, ayın da, yıldızların da kendisine kul köle kesildiği güzel; ancak senin kapın açık bırakılmıştır.”
            Mevlevi kaynaklarında “Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in, Mısır seferine giderken dergâhı ziyaret ettiği ve Niyaz Penceresi’nden dua ettiği anlatılmaktadır. Padişaha Mısır’ın fetih müjdesi burada verilmiştir. Padişahta bu fetih bize nasip olursa dönüşte dergâhın su ihtiyacını karşılayacağını belirtmiş”; Sefer dönüşünde bahçede bulunan şadırvanı yaptırmış.
           
            ŞADIRVAN
            Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmıştır. Suyu Dutlu’dan getirilen şadırvan, 1595 yılında Sultan Mehmet ve 1868 yılında Sultan Abdülaziz tarafından tamir ettirilmiştir. Şadırvanın havuzunda bulunan 16 dilimli mermer göbek Ulu Arif Çelebi zamanında Kütahya’dan Mevlâna Dergâhı’na hediye olarak gönderilmiştir. Şadırvanın yapım ve onarım kitabesi bulunmaktadır. 1932 yılında yıktırılan üst örtüsü 1990 yılında yeniden yaptırılmıştır.
           
            ŞEB’İ ARÛS HAVUZU
            Derviş hücrelerinin önünde bulunan havuz, mermerden altı köşeli olarak yapılmıştır. Suyun aktığı mermer lüle, ejder biçimindedir.
            Eskiden, mevleviler Şeb’i Arus yaz mevsimine denk geldiğinde bu havuzun etrafında sema yapmışlar bunun için havuza Şeb’i Arus Havuzu denilmiştir. Günümüzde ziyaretçiler havuza demir paraları atarak dilek tutmaktadırlar.
           
            SELSEBİL
            Selsebil Hemdem Said Çelebi (1814-1859) zamanında bugünkü kütüphane binasının karşısına yaptırılmış, 1958 yılında bahçenin kuzeyinde derviş hücrelerinin önüne taşıttırılmıştır. Selsebilin alınlığına Roma dönemine ait bir lahit kapağı yerleştirilmiştir.
            Selsebilin aynalığındaki çanakcıklar 1-2-3-2-1 tertibiyle sıralanmıştır. Bir noktadan çıkan su, çanaklara dağıldıktan sonra tekrar büyük bir çanakta toplanmaktadır.
           
            HÜRREM PAŞA TÜRBESİ
            Klasik Osmanlı dönemi eserlerinden olan Hürrem Paşa Türbesi sekizgen plana sahiptir. Gödene taşından olup girişin önünde yer alan revak ve türbe kubbe ile örtülüdür. 1529 yılında vezir İbrahim Paşa tarafından Karaman Beylerbeyi Hürrem Paşa için yaptırılmıştır.  Türbe içinde birisi Hürrem Paşa’ya diğeri Kanuni dönemi devlet adamlarından Hacı Bey’e ait iki adet mermer mezar sandukası bulunmaktadır.
            Türbenin yapım kitabesi giriş kapısının üzerinde yer almaktadır. Kitabenin üzerinde bulunan mermer alınlık, rumi, palmet ve stilize hayvan figürleriyle süslenmiştir.
           
            SİNAN PAŞA TÜRBESİ
            Sekizgen planlı Sinan Paşa Türbesi 1574 yılında Karaman Beylerbeyi Sinan Paşa için yaptırılmıştır. Kesme taştan olup üzeri kubbe ile örtülüdür. Türbenin yapım kitabesi giriş kapısının üzerinde yer almaktadır. Pencerelerin alınlıklarında iki renkli taş kullanılmıştır. Türbe içinde mermerden yapılmış dikdörtgen bir sanduka ve baş taşı bulunmaktadır. Türbenin içi ve kubbe geçişleri XIX. yüzyıl kalem işi süslemelerle bezenmiştir.
           
            HASAN PAŞA TÜRBESİ
            Sekizgen planlı Hasan Paşa Türbesi 1573 yılında Karaman Beylerbeyi Hasan Paşa için yaptırılmıştır. Üzeri kubbeyle örtülüdür. Yapım kitabesi giriş kapısı üzerinde yer almaktadır. Müze binalarına bitişik olan türbenin içeriye açılan bir kapısı daha bulunmaktadır. İçerisinde sanduka bulunan türbe dergâh döneminde kütüphane olarak kullanılmıştır. 1990 yılı onarımlarında türbenin zemininde ısınma amaçlı bir ocak bulunmuştur.
           
            FATMA HATUN TÜRBESİ
            Sekizgen planlı Fatma Hatun Türbesi 1585 yılında Karaman Beylerbeyi Murad Paşa kızı Fatma Hatun için yaptırıldı. Kesme taştan olup üzeri kubbeyle örtülüdür. Yapım kitabesi giriş kapısının üzerinde yer almaktadır. Türbenin iç kısmında XIX. yüzyıla ait kalem işi süslemeler bulunmaktadır. Kubbeye geçiş üçgenlerindeki madalyonlar üzerinde “Allah”, “Muhammed”, besmele ve dört halifenin isimleri yazılıdır. Türbe içerisinde bulunan mermer sandukanın baş taşı kadın başlığı biçiminde işlenmiştir. Günümüzde Ferit Uğur ve Hacı Mehmet Dişsöken’in kitapları ile Hazine-i Evrak arşivinin saklandığı yer olarak kullanılmaktadır.
           
            MEHMET BEY TÜRBESİ
            Mehmet Bey için yanları açık, dört sütun üzerine kubbeli olarak 1535 yılında Mehmet Bey için yaptırılmıştır. Üzeri kurşunla kaplı kubbe ile örtülüdür. Zemini taş döşelidir. Burada bulunan mermer mezar sandukası 1534 yılında ölen Bosnalı Mustafa Paşa’nın oğlu Mehmet Bey’e aittir.   Türbe’de bundan başka iki mezar sandukası daha bulunmaktadır. Türbe son olarak 1957 yılında onarım görmüştür.

ÇELEBİ EFENDİ KONAĞI

ÇELEBİ EFENDİ KONAĞI’NIN TARİHÇESİ*


            Mevlâna Dergâhı’nın kuzeybatısında, hâlen tek katlı bağdadî tavanlı bir bina bu­lunmaktadır. Özönder, buranın misafirhâne olduğunu söylemektedir[51]. Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan “Müze Yanındaki Ev” adlı dos­yada yer alan resmî yazılarda, Çelebi Efendi Konağı hak­kında bazı görüşler ileri sürülmektedir. Buna göre bina, eskiden dergâhın misafirhânesi idi. Cuma ve bayram günlerinde postnişin oturduğu için buraya “Şeyh Dairesi=Çelebi Dairesi“ de deniyordu. Oysa inceleme konumuz olan tamir defterinde bu ev, “Çelebi Efendi Konağı”, “Çelebi Efendi Hânesi” şeklinde geçmektedir. “Konak” ve “hâne”, arada bir oturulan yeri değil, sürekli ikametgâhı ifade eder. Şu halde burası postnişinin ailesiyle kalması için yaptırılmış bir mekândır. Mevlâna Dergâhı yakınında, ihata duvarı ile çevrilmiş olmasına rağmen manzumeyle bir bütün teşkil etmesi, yapının misafirhane değil, şeyh evi olduğunu gösterir. Sonradan misafirhâneye çevrilmiş olmalıdır. Osmanlı Devleti’nde, hemen her Mevlevi Zaviyesi’nin bitişiğinde, orada şeyhlik yapan kişinin ai­lesiyle birlikle oturacağı evin bulunduğu bilinmektedir[52]. Mevleviliğin idare merkezi olan Mevlâna Dergâhı’nda postnişine neden böyle bir imkân sağlanmasın?
            Çelebi Efendi Konağı’nın ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Mevcut bina ori­jinal olmayıp, günümüze kadar yenilenerek gelmiştir. Eski onarımla ilgili kayıtlarda da bu mekânın adı geçmemektedir. 1251/1835 tarihli onarım def­terinde, Çelebi Efendi hanelerinin “noksanı”nın “ikmâl”i de bulunduğuna gö­re 1835’ten önce yapıldığı; binadaki bazı eksikliklerin 1835’teki genel tamirat sı­rasında tamamlanarak oturulur hale getirildiği söylenebilir.
            Çelebi Efendi Konağı’nın 1835’teki genel onarımdaki tutulan kayıtlarda süs­lenmiş olduğuna dair bilgi bulunmamaktadır. Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü Arşivi’ndeki dosyada yer alan Müze Müdürlüğü’nce kaleme alınan 26.06.1954 tarih ve 368/260 sayılı yazıda, “Misafirhanenin salon tavanı geçen asırda kullanılmış tezyinatın güzel mo­tifleriyle, resimleriyle süslenmiş” denmektedir. Aynı dosyadaki diğer kayıtlardan konağın 1948’de iki bin liraya tamir ettirildiği görülmektedir. Bundan başka binanın onarıldığına dair şimdilik bilgiye sahip değiliz. Zikredilen tezyinat, ihtimal 1835’te ger­çekleştirilmiş ve 1950’lere kadar varlığını muhafaza etmiştir.
















 

 

ÇELEBİ EFENDİ KONAĞI’NIN MİMARİ DURUMU*

 

            Yapı sistemi ahşap karkas olan Çelebi Efendi konağına daha sonraki dönemlerde mutfak, banyo, wc, depo gibi kısımlar eklenmiş; duvar ve tavan gibi muhtelif yerlerinde onarımlar yapılmıştır.

            Plan şeması olarak ortada ahşap rüzgârlıklı iki adet yuvarlak sütunun bulunduğu bir giriş vardır. Rüzgârlık kısmına üç basamaklı bir merdivenle çıkılmaktadır. Bu girişten ortada bir sofaya ulaşılır. Simetrik olarak sofanın sağ ve solunda iki adet oda yer almaktadır. Kuzey taraftaki odalar daha küçük ebatlıdır. Giriş kapısının her iki yanında yer alan birer pencere ve kuzey duvarında yine birer adet olmak üzere toplam dört pencere tarafından aydınlatılmaktaolan sofanın solundaki ilk odanın güney duvarında iki, batı duvarının güney ucunda bir ve doğu duvarının güney ucunda girişin önündeki rüzgârlık bölümüne açılan bir adet olmak üzere toplam dört pencere ile aydınlatılmaktadır. Bu odanın kuzey duvarının ortasında yarım daire bir niş ile ahşap dolaplar vardır. Sofanın sağındaki odada da aynı tip dolap ve niş kullanılmıştır. Güney duvarında iki, batı duvarının güney ucunda giriş rüzgârlık kısmına bakan bir adet olmak üzere toplam üç adet pencere ile aydınlatılmıştır. Sofanın kuzey kesimindeki küçük odalar ise ikişer pencere ile aydınlatılmış olup doğu duvarına bitişik olarak yapılan müştemilat kısmıma geçişi sağlamak için kuzeydoğudaki odanın doğu duvarının ortasındaki pencere kapıya dönüştürülmüştür.

            Sofanın duvarlarının tavanla birleşim yerlerinde zeytin dalları ve tavan eteklerinde dört kompozisyon dikkati çeker. Mekânın giriş kapısının yer aldığı güney duvarı tavan eteğinde, ağaçlarla sınırlandırılmış, manzarada gerilerde tepeler, ön planda su kenarında çok katlı kâgir yapılar; Salonun batısında ise yine ağaçlar arasında kâgir yapılar, yer yer ağaçlarla su üzerinde beyaz köprüler yer almaktadır. Kuzeyde bulunan kompozisyonun merkezinde yine büyük beyaz bir köprü yer alır. Doğuda ise gerilerde ön plana doğru kıvrılarak akan bir nehrin üzerinde ahşap korkuluklu küçük bir köprü, arkasında kademeli olarak yerleştirilmiş tepelerde aralarında yine iki katlı kâgir yapılar dikkati çeker. Bazı araştırmacılar tarafından, bu mekânlarda yer alan duvar resimlerinin İstanbul manzaraları olabileceği şeklinde fikirler ileri sürülmüştür.

            Yapı kırma çatılı olup üzeri kiremit kaplıdır. Oldukça harap durumdaki bina Konya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğünce hazırlanan rölöve ve restorasyon projeleri Konya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 28.11.1991 gün ve 1193 sayılı kararıyla onaylanmıştır.

            Onaylanan restorasyon projesi doğrultusunda 1996 yılında Konya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü’nce restorasyonuna başlanan yapının kullanımı esnasında sonradan yapılan eklemeleri kaldırılmış, tavan ve zeminlerinde yer alan çürük ahşap döşemeler sökülmüş, duvarlarda özelliğini yitirmiş bağdadi çıtalar ve sıvalar sökülerek yenilenmiştir. Ayrıca pencereler ve kapılar orijinal örneğine uygun olarak yenilenmiş, yapının yanına mutfak ve depo gibi mekânları yapılmıştır. Tavan ve duvarlardaki kalemişi tezyinat, Selçuk Üniversitesi uzmanlarınca orijinal örneğine uygun olarak yenilenmiştir.

            KAYNAKÇA
            Günüç, Fevzi, “Mevlâna Manzumesi Kubbe-i Hadra’nın Kalemişleri”, (Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Karamağaralı, Haluk, “Mevlâna’nın Türbesi”, Türk Etnografya Dergisi, S: 7/8, (1965), s. 38-42.
            Karpuz, Haşim, “The Architectural Characteristic of Traditional Houses in Konya and Their Conservatiın Problems”, The Ottoman House: Papers from Amasya Symposium 24-27 September 1996, London: The British Institue of Archeology at Ankara, The University of Warwick, s. 116-125.

            Özönder, Hasan, Konya Mevlâna Dergâhı, Ankara, 1989.

            Renda, Günsel, Batılılaşma Dönemi Türk Resim Sanatı 1700-1850, Ankara, 1977.

            Tekinalp, A.-Pelin Şahin, Mevlâna Dergâhında Yer Alan Geç Dönem Duvar Resimleri, Mevlâna Ocağı, Konya, 1997.

            Uzluk, Şehabettin, Mevlâna’nın Türbesi, Konya, 1946.


                           
            Çelebi Efendi Konağı.



                           

 


                           




                                      



                                    


















MEVLÂNA DERGÂHI HÂMUŞÂN MEZARLIĞI*
            Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled 1231 yılında vefat edince Selçuklu sarayının Gül bahçesi olarak kullanılan yere defn edilmiştir. 1273 yılında Mevlâna’nın da aynı yere gömülmesinden sonra burada bir Mevlevi Mezarlığı oluşmuştur. Mevlâna’nın ölümünden hemen sonra mezarı üzerine yaptırılan türbenin çevresine Mevleviler, postnişinler ve dergâh görevlileri günümüzde müzenin iç kısmında olan Kıbabu’l-Aktab ile türbe dışında Hâmuşân veya Hadikatü’l-Ervah olarak adlandırılın mezarlığa, Mevlevi hanımlar ise Valideler Mezarlığı olarak adlandırılan mescidin kuzeyindeki bahçeye, Neyzenler ise müze bahçesinin ön tarafındaki yeşil alanda bulunan Neyzenler Mezarlığı’na defnedilmişlerdir. Buraya Mevlâna defin işi tekke ve zaviyelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar yaklaşık yediyüz yıl devam etmiştir. Kıbabu’l-Aktab’a son olarak 1925 yılında Hadiye Hanım gömülmüştür.
            Hadikatü’l-Ervah olarak adlandırılan dergâhdaki mezarlık Mevlâna Türbesi’nin güney, doğu ve batı taraflarında yer almaktadır.  Mevlâna ile ilgili menkıbeleri yazmış olan Ahmet Eflaki Dede’nin mezar taşı 1929 yılında türbenin doğu bitişiğindeki Kadınhanılı Topbaş Hoca Efendi’nin evinde bulunmuş olup günümüzde Mehmet Bey Türbesi’nde sergilenmektedir.   
            Hadikatü’l-Ervah Mezarlığı’na Mevlevilerden başka Mevlâna’ya muhabbeti olan esnaf, tüccar, ulema, meşayih ile memurların postnişine en az on beş altın lira aidat vermek suretiyle defnolunduklarını Yusuf Akyurt anlatmaktadır. Bu parayı ödemezler ise Mevlâna silsilesine mensup olmayan kimseler buraya gömülemezdi.
             Müzenin ilk müdürü Yusuf Akyurt yeni müze deposu ve bahçe yapmak düşüncesi ile bu mezarlığı belirlediği kurallar çerçevesinde kaldırtmıştır. Osmanlı döneminde Ahmet Muhtar Paşa ile tüm Osmanlı coğrafyasını gezerek taşınmaz eserleri fotoğraflayan Akyurt’un Mezarlığı kaldırması kabul edilemez bir gerçektir.
            Mezarlık kaldırılmadan önce Konya’da Babalık Gazetesi’ne şu ilân verildi:
            Numaro 68
            9 Mayıs 1927
            İlân
            Nazari dikkate
            Konya Müzesi Müdürlüğünden:
            “Şehrimizde büyük türbe ve Mevlevihanenin müzeye kalp edildiği malumdur. Türbenin dört kapusu dâhilinde bulunan bahçelerdeki mezarlardan tarihin ve san’at tezyinin kayit ve tespit etmediği kabirlerin kaldırılmasına ve yerlerinin tesviyesine zaruret hasıl olmuştur. Arzu edenler kendilerine tealluk ve münasebetleri bulunan mezarların bakıyei izamını ve taşlarını başka münasip bir tarafa istedikleri gibi nakil edilebileceklerdir. Nakil müddeti 10 Mayıs ilâ 15 Haziran 1927 tarihine kadardır. Bu müddet zarfında nakledilmeyen kabirleri müze idaresi istediği gibi istimal edebilecektir. Müddetin hitamından sonra müracaat edeceklerin müracaatları nazari itibara alınmayacak ve müze idaresi hiçbir mesuliyet kabul etmeyecektir. Alâkadarlara ilân olunur”.
            Babalık Gazetesi’nde 12 Mayıs 1927 tarihinden itibaren bu ibare altı defa ilân olunmuştur. Aynı yazının İstanbul gazetelerinde de ilân olduğu şu tahrirattan da anlaşılıyor:
           
            Maarif Vekâleti
            Konya Müzesi                                                                                              15 Mayıs 1927
            Müdürlüğü     
            71 

         İstanbul’da Vakıt ve Cumhuriyet gazeteleri

            İdare Müdürlüğü
           
           

            “Konya asari atika müzesi tarafından Konya’da Babalık Gazetesinde neşir olunan ve nushai maktuası leffen irsal kılınan ilânın bir defaya mahsus olmak üzere Gazetenizde ilânını ve kaç kuruş ita edilecek ise namınıza gönderilmek üzere makbuzunun ve birlikte birer adet Gazetenin müze müdüriyeti namına buraya gönderilmesini rica ederim efendim”.

                                                                                                          Konya Müzesi Müdürü
                                                                                                                                 M.Yusuf
           
            Mezarlar bundan sonra şu altı madde dairesinde kaldırılmıştır.
            1) Müze Müdürü tarafından müzenin umumî planı yapılarak mezarların mevkii bu planda gösterilmek.
            2) Tarihî, sanat ve tezyini kıymeti haiz mezar taşları müzede bırakılmak.
            3) Tarih ve sanat kıymeti olmayan mezar taşları sahibine verilmek.
            4) Tarih ve sanat kıymeti olmayan mezar taşlarından sahibi olmayanları müze bahçesinin
bir mahallinde saklamak.
            5) Gazetelerde ilân etmek.
            6) Maarif vekâletinden istizan eylemek.
            Esasları müze müdürlüğünce tespit olunduktan sonra şu tahrirat ile vekâleti Celilelerinden
istizan olundu:
            Mezarları sahibine verilirken de müze idaresince şu hususlar dikkate alınmış.
            1) Sahibine verilecek mezar taşlarının kaydı için bir defter tutmak.
            2) Mezar taşlarının üzerindeki yazıları, aynen satır, satır o defte de kayıt etmek.
            3) Defterin bir sahifesini yalnız bir mezar sahibine tahsis etmek.
            4) Mezar taşlarını müzeden teslim alan kişinin adresini almak,  mezar taşının verildiğinde
tutanağa tarih yazılarak imzasını almak.
            5) Sahibi tarafından alınacak mezar taşlarının, müze kapısından çıkarılabilmesi için Müze
müdürü,, müze muhafızı, meydan veya Bahçe hademesinin bulundukları durumda taşı almak.
            6) Süresi içinde nakil olunmayan mezar taşları, müze idaresinin tasarrufu altında müzenin diğer birbahçesine nakil edileceğinden verilen sürenin hitamından sonra müracaat eden bulunursa mensup olduğu ailenin hüviyetini ispat için ikamet ettiği mahallenin ihtiyar heyetinin vereceği ilmühaber üzerine tehakkuk eden taşın durumuna göre dört-beş lira nakil ücretini mal sandığına yatırdıktan ve makbuzunu müze müdürlüğüne getirdikten sonra alacağı mezar taşını vermek.
            Müzeden ilk mezar taşı 6 Haziran 1927 tarihinde, son mezar taşı 5 Temmuz 1932 tarihinde olmak üzere toplam 157 mezar taşı sahiplerine verilmiş mezar sahiplerinden alınan dört lira da mal sandığına yatırılmıştır. 
            Müze arşivinde Müze Müdürü Yusuf Akyurt’un 1926-1932 yılları arasına kapsayan müze çalışmaları raporları bulduktan sonra mezarların nasıl ve niçin kaldırıldığı kaldırılırken de nasıl bir yol izlendiği ortaya çıkmıştır.
            Mevlâna Müzesi’nde kalan mezar taşları ise müzenin arka bahçesinde uzun yıllar sergilenmiştir.
            Yusuf Akyurt’un bir başka raporunda Mevlâna Dergâhı Bahçesi’nde defnedilmiş kişileri türbedarlar, neyzenler, sertarikler, aşçıbaşılar, devlet adamları olarak tasnif edilebilir.
           
            Türbedarlar:
            1) Türbedar Mustafa Dede, ö.1181/ 1767,
            2) Türbedar Mehmet Dede, ö. 1244/ 1829,
            3) Türbedar Ali Sefai Dede, ö. 25 Zilkide 1264/ 23 Teşrinevvel 1848,
            Bu zat meşhur âlimlerdendir. Hemdem Sait Çelebi’nin çocuklarına veladet tarihleri yazmıştır.
            4) Türbedar el-hac Ahmet Ragıp Dede, ö. 4 Ramazan 1277/ 16 Mart 1861,
            5) Türbedar Karamanlı Ali Dede ö. 4 Zilhicce 1280/ 11 Mayıs 1864,
            6) Türbedar Güzelhisarlı Osman Dede, ö. 5 Rabiyülevvel 1291/ 22 Nisan1874,
            7) Ispartalı Osman Vehbi Dede,  ö. 17 Şaban 1328/ 24 Ağustos 1910.
            Neyzenler:
            1) Neyzen Hasip Dede, ö. 18 Şevval 1287/11 Kanunsani 1871,
            2) Neyzen Hocacihanlı Hasan Dede, ö. 18 Ramazan 1307/8 Mayıs 1890.Mezartaşı Müzenin 1025 envanter numarasında kayıtlıdır,
            3) Neyzen Esrar Dede, ö. 1312/1894,
            4) Neyzen başı Halepli Abdi Dede, ö. 27 Zilhicce 1324/11 Şubat 1907. Mezar taşı müzenin 1026 envanter numarasında kayıtlıdır.
           
            Sertarikler:
            1) Sertarik ve Mesnevihan Abdülkadir Dede. ö. 1248/1832,
            2) Sertarik Mehmet Sudi Dede, ö. 27 Ramazan 1262/18 Eylül 1846,
            3) Sertarik ve Mesnevihan Mehmet Vecdi Dede. ö. 1249/1833,
            4) Sertarik ve Mesnevihan Eyüp Sabri, ö. 1301/1883,
            5) Sertarik El Hac Arif Çelebi, ö. 1319/1901.
           
            Aşcıbaşılar:
            1) Mehmet Nesip Dede, ö. 4 Cemaziyelevvel 1286/12 Ağustos 1869,
            2) Fehmi Dede, ö. 28 Recep 1280 / 1864,
            3) Hüseyin Vacit Çelebi, ö. 10 Şaban 1313/26 Kânûnsani 1896,
            4) Hasan Ziya, ö. 13 Cemaziyelevvel 1315/10 teşriinevvel 1897, Rukiye Hanım’ın oğludur.
            5) Selahaddin Çelebi, ö. 21 Zilhicce 1326/14 Ocak 1908.
           
            Devlet Adamları:
            1) Köseç Ahmet Efendi,
            2) Başmakcı zade Şeyhülislam Abdullah Efendi,
            3) Halet Efendi,
            4) Yusuf Ağa,
            5) Erzurumlu Derviş Ali Kemali Paşa.



 





















CELÂLİYE VAKIFLARI*

            Anadolu’daki merkezi yönetimler sofi çevrelerle yakından ilgilenmişler ve ekonomik birtakım imtiyazlar tanımışlardır. Bu politikanın gayesi; şehir ve kasabalarda İslam kültürünün yerleşmesi, bazı ıssız bölgelerin iskânının sağlanması, sofiler vasıtasıyla halk üzerindeki hâkimiyet alanına bir nevi dinî temel kazandırılmak istenmesi olabilir.
            Mevleviliğin fiilen kurucusu olmamakla beraber fikri yönden babası sayılan Mevlâna Celaleddin Rumi (ö. 1273), başta Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubat (1220-1237) olmak üzere dönemin devlet adamları ile yakın ilişkiler kurmuştu. Vefatından sonra onun yerine geçenler de merkezi yönetimle ilişkileri sürdürmeye gayret göstermişler ve sağlanan vakıflarla daha XIV. yüzyılda tarikat için güçlü bir ekonomik zemin oluşturmuşlardı. Anadolu’da önemli bir saygınlığa erişen Mevlevilik, II. Bayezid (1481-1512) devrinden itibaren Osmanlı sultanları ve devlet adamlarından büyük destek görmeye başlamış; “Celâliye Vakıfları” diye bilinen Mevlâna Dergâhı vakıfları kurulmuştur.
            Eflâki, daha Mevlâna’nın sağlığında bazı devlet büyüklerinin Konya Dergâhı’na ve buradaki dervişlere vakıflar tahsis ettiklerini anlatır[53]. Nitekim bugünkü Mevlâna Dergâhı’nın bulunduğu yer, Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat tarafından Mevlâna’nın ailesine vakfedilmiştir[54]. Mevlâna’nın vefatından sonra defnedildiği yerin üstüne 673/1274 yılında yaptırılan türbe de, Muinüddin Süleyman Pervane ve eşi Gürcü Hatun ile Alemüddin Kayser’in sağladığı vakıflarla inşa edilmiştir[55]. Sultan Veled zamanında Selçuklu ve Moğol devlet adamlarıyla iyi ilişkiler kurulmuş, onlar tarafından Dergâh’a mal ve para vakfedilmiştir[56].
            Osmanlı yöneticilerinin XVI. ve XVII. yüzyıllarda Mevleviliğin ülke sathında yayılmasını sağlamak gayesiyle Mevlevihaneler kurup vakıflar tahsis etmelerinin, Safeviliğin Anadolu’da yayılmasını önlemek için II. Bayezid devrinde belirlenmiş bir siyasetin sonucu olduğu gözden kaçırılmamalıdır[57]. 9 Cemaziyelevvel 1205/14 Ocak 1791 tarihli bir evkaf kaydında, Dergâh’ın onarımından bahsedilirken Sünnî Ortodoksluğu vurgulayan bir üslupla Mevlevi Tarikatı’ndan savaşta Osmanlı Devleti’ne destek ve meşruiyet vermesi istenmiştir ki bu, saltanatın Mevlevî Dergâhı’na karşı sergilediği cömert tutumun sırf sultanların şahsi tercihleriyle açıklanamayacağını göstermesi bakımından önemlidir[58]. Devlet maddi anlamda desteklediği bu tarikatı denetim altında tutmak için Çelebi Efendi tevliyetinde olan vakıfları, kısa aralıklarla değişen yerel yöneticilere yani kadı veya naiblere değil de İstanbul’daki darüssaade ağasının nezaretine bırakmıştır. Bu, XVIII. yüzyılda başlayan vakıfları merkezîleştirme çabaları açısından dikkate değerdir[59]. Fakat Evkaf-ı Celâliye’ye devlet şer’an el atamazdı, dolayısıyla darüssaade ağasının nezareti de vakfa müdahale olarak değil vakfın menfaatlerini korumaya yönelik bir uygulama idi.
            Mevleviliği XVII. yüzyıldan itibaren bir devlet kurumu yapan vergi muafiyeti, merkezî yönetim tarafından yapılan düzenli nakdî yardımlar ve ihtiyaca göre kapsamı genişletilen vakıf tahsisleridir. Osmanlı döneminde ilk defa II. Bayezid, Mevlevi vakıflarına vergi muafiyeti getirmiştir[60]. Vergi muafiyetinin en önemli kalemini vakıf arazisi olarak tayin edilen iskân alanlarından toplanan avarız-ı divaniye ve tekâlif-i örfiyyenin Çelebilik makamına bırakılması oluşturmuştur[61]. Sonuncu kez III. Selim (1789-1807) zamanında, 27 Zilhicce 1204/5 Eylül 1790’da teyit edilen vergi muafiyeti, Nizam-ı Cedit için para harcandığı bir dönemde sekteye uğramıştır[62].  Devlet muafiyetine rağmen artan tekâlifin alınabilmesi için, verginin altıda biri istenmiş; bunun üzerine Çelebi ile Konya halkının arası açılmış; bunun sonucu olarak Çelebi şehri terk ederek Afyon’a yerleşmek zorunda kalmıştır[63]. Bu çekişmelerde şüphesiz, avarızdan muaf olan Türbe Mahallesi’ne birçok kişinin yerleşmesiyle diğer mahallelerde yaşayanların vergi yükünün dayanılmaz boyuta ulaşması etkili olmuştur[64]. Ayrıca Konya’daki Türbe-i Celâliye Mahallesi’nden merkezî yönetimin topladığı “adet-i ağnam” yani koyun ve keçiden alınan vergi türbe vakfına verilmiş; “bâd u hava” ile “resm-i arus” vergileri de Konya Mevlâna Dergâhı’nın gelirleri arasına katılmıştır. Bunların dışında merkezî yönetim, yılın belli dönemlerinde “şem-i revgan”, “tıraş bahası” ve “taamiye” adıyla Mevlevi dergâhlarına maddi yardımlar yapmıştır.  
            Aşağıda Mevlâna Dergâhı’na tahsis edilen vakıflardan, yapılan maddi yardımlardan, Evkaf-ı Celâliye’den olan mahallerin muafiyetlerinden bahsedilecektir.
           
            KONYA MEVLÂNA DERGÂHI VAKIFLARI
            Karaman eyaleti vakıfları incelendiğinde görülür ki 1 Ramazan 881/18 Aralık 1476 tarihli belgeye göre, II. Mehmed (1444-1446, 1451-1481) döneminde Sahra nahiyesine tâbi Ağaçlı Afşar köyü, Saidili’ne tâbi Loniye köyü, Hatunsaray’a tâbi Kavak ve Boyalı köyleri, Saidili’nde Tekürciyan mezraası, Su-dirhemi’ne tâbi Bazare köyü, Konya dahilinde Aymanas köyü, Ilgın’a tâbi Saraycuk köyü, Akşehir’e tâbi Zimmiyan köyü, Aksaray’a tâbi Yapılcan köyü ve Taşpınar mezraası, Sahra’ya tâbi Mescidlü-salur köyü, Said-ili’ne tâbi Kilise-ini köyü, Hatunsaray’a tâbi Kayıhöyüğü ve Aydoğdı köyleri, Su-dirhemi’ne tâbi Kiçimuhsine köyü, Konya’ya tâbi Filoros köyü, Aksaray’a tâbi Bibendin köyü ve Salur ile Musalar mezraları; Sahip İspihani bağı, Dürhant bağı, Doğan Server ırmağı yakınındaki bağ, Atpazarı’ndaki mescidin önündeki dükkanlar, Türbe önündeki Sultan Siyavuş dolabı, Konya dahilindeki Hassa bostanı, Meram yanında Çini bağı, Kavak’ta Hant Paşa Köşkü, Gürcühatun ve Berit yeri, muhtesib bağı, Fakıh Dede dolabı, Türbe yanında Çaruk dolabı, Gevele dolayında otlak, Said-ili’ne tâbi Çavuş köyü Celâliye Vakıfları’ndandır[65].
            Mevlâna Müzesi Arşivi’nde 895/1490 tarihli olup 67 numaralı zarfta bulunan Cemaleddin Çelebi (ö. 1509) oğlu Âbid Çelebi’ye ait vakfiye ile 906/1501 tarihli olup 72 numaralı zarfta bulunan Cemaleddin Çelebi’nin torunu Veled Bey’e ait iki vakfiye Mevlâna Dergâhı ve Türbe Hamamı’na dairdir. Türbe Hamamı, Ş. Uzluk’a göre, bir Selçuk­lu devri hamamıdır[66]. Ali Saim Ülgen ise Sultan Veled’in oğlu Âbid Çelebi tarafından, Karamanoğlu Mehmed Bey (1262-1278) zamanında yaptırıldığını ve gelirini Mevlâna Türbesi’ne vakfettiğini kabul etmektedir[67]. Oysa Fatih dönemi Kara­man Eyâleti vakıflarının tahririnde, Mevlâna Der­gâhı vakıfları arasında Türbe Hamamı’nın adı geç­memektedir. Türbe Hamamı’yla ilgili ilk kayıt, II. Bayezid devri vakıf tahririnde bulunmaktadır[68]. Diğer taraftan Türbe Hamamı’na dair ilk vakfiye, Cemaleddin Çelebi’ye aittir. Bundan Tür­be Hamamı’nın hisselerinden bir kısmının Mevlâna Türbesi’ne vakfedildiği anlaşılmaktadır[69]. Aynı şekilde Cemaleddin Çelebi’nin oğlu Âbid Çe­lebi (ö. 1496-1497) ve torunu Veled Bey de bu ha­mamın diğer hisselerini Mevlâna Türbesi’ne vakfetmişlerdir[70]. İleri sürülen delillerden anlaşılan şudur ki Cemaleddin Çelebi, Türbe Hamamı’nın ilk bânisidir. Onun, inşası biten hamamı Mevlâna Türbesi’ne vakfet­mesinden sonra, II. Bayezid devri vakıf tahrirleri sırasında kaydedilmiş olmaktadır.
            Âbid Çelebi ve Veled Bey vakfiyelerinde geçen mevkûfat şöyledir[71]: Konya Bedesteni’ndeki dükkânlarla bunun bitişiğindeki arazi; Saidili’ne bağlı Tekür-sıyan köyü; Hatunsaray nahiyesine bağlı Kayıöyüğü ve Boyalıca köyleri; Boyalıca köyü yakınındaki Devletşah mezrası; Meram’da iki taşlı Ahî İlyas Değirmeni; Konya dışında Burhaneddin Çelebi bağı ve buradaki hamam; Hatuncuk bağı; Konya dışında Mevlâna Türbesi Dolabı yakınındaki arazi; Aymanos köyündeki arazi; Sudirhemi nahiyesine bağlı Başara köyü; Türbe Hamamı.
            Yavuz Sultan Selim (1512-1520),  923/1517 tarihinde, Mevlâna Celaleddin’in mezarı yanına su getirtip bir şadırvan yaptırmış ve dergâha vakfetmiştir[72]. Botsa köyü, Sultan Selim şadırvanının vakfıdır[73].
            Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Defter no. 747, s. 178-181’de kayıtlı 927/1521 tarihli Arapça vak­fiye suretine göre Piri Mehmet Paşa (ö. 1532), Konya şehri içinde, Siyavuş mevziinde, herkesin namaz kılabileceği bir mes­cit, Mevlevi Tarikatı’ndan olanların Konya dışından geldikleri zaman kalabilecekleri müteaddit odaları bulunan bir hânkahla, günde iki öğün yemek yedirilmesi şart koşulan bir matbah, kiler, fırın, ahır, odunluk ve bunlara bitişik, zaviyenin seccade şeyhi için bir ev bina et­tirip, aynı mevkide bulunan hamamla birlikte zaviyeye vakfetmiştir. Vakfiyede, “Şerî’at ile âmil ve ehl-i tarîk olanların” bu zaviyede kalabilecekleri kaydedilmekle bir­likte, Piri Mehmet Paşa’nın bütün vakıflarını ihtiva eden vakfiyesinde bu zaviyeyi, “Ehlü’l-tarîkati’l-Celâliye” yani “Mevlevî Tarîkatı’ndan olanlar”a vakfettiği yazılıdır. Bu durumda zaviye, aslında Mevlevîler’e tahsis edilmiş olmaktadır[74]. Zaviyenin vakıfları büyük bir görünüm arz etmektedir. Bunlar[75]: Konya şehri içindeki Müstevfî Hamamı gelirinin yarısı; Piri Mehmet Paşa Hamamı’nın tamamı; zaviyenin bitişiğindeki biri büyük, diğeri küçük iki bahçe; Konya’da bir dükkân; Kayseri’de önünde dükkânları hâvi, Kapan Hanı olarak da kullanılan Yeni Han’ın tamamı; Yeni Han’ın kapısı yakınında bir bâb dükkân; Kayseri’de Halaçlar Çarşısı’nda bir dükkân; Niğde kazasına bağlı Gölcük köyü; Karaman’da Piri Mehmet Paşa Zaviyesi’nin vakfı olarak bilinen han ve dükkânlar; Isparta’ya bağlı Keçiborlu kasabası içindeki Pazaryeri adıyla anılan dükkânlar; Tarhala kazasına bağlı Eynez köyü; Kestel kasabasına bağlı Gürağaç nahiyesinde Pazaryeri denilen yerdeki dükkânlar ile bu pazar yerinin bac, ihtisab vesair vergileri; Nazilli Pazarı’ndaki dükkânlar ve hamamlar; Şeyhlü kazasına bağlı Kavaklu köyünde, Piri Mehmet Paşa’nın bina ettiği hamam ile aynı köydeki pazar yeri ve buradaki dükkânlar; Uşak’ın Banaz köyü yakınında Piri Mehmet Paşa’nın bina ettiği dükkânları hâvi pazar yeri; Soma içindeki dükkânlar; Aksaray’da Kirişhâne mevziinde bir dam altında beş, yine bu şehrin dışında bir adet Çolaki Değirmeni; Aksaray çevresindeki Karayer/Bekirin ve Çerçi Hızır höyükleri; Aksaray’a bağlı Tâceddin ve Dânişmendlü köyleri; Boya kazasında Sığırlar ve Kayı höyükleri ile Mâlû mezrası.
            Mirimirân Mahmud Paşa, Hoca Sultan ve Hoca Mezîd vakıfları üzerine altlı üstlü odalar inşa etmişti ki, Konya içinde Alaca Han demekle meşhur olub Bab-ı Aksaray yakınında, Helvacılar sûkunda idi. Hanın odalarının bütün hakları Mevlâna Dergâhı’na aitti. Vâkıfın şartına göre dergâhta hadis, siyer, Mesnevi ve Mevlâna menâkıbı ikindi namazlarından sonra okunacaktı. Vâkıfın Topraklık Mahallesi’nde yaptırdığı mescidin imam ve müezzini için de vakfın gelirinden pay ayrılacaktı[76].
            Konya’da Vâdi-yi Meram’da vâki üç gözlü Kemer Değirmeni’nin, yarı hissesi Mevlâna ve diğer hissesi Şeyh Sadreddin Konevi vakıflarına aitti[77].
            Konya’da Abdurrahman Efendi oğlu Hacı Mehmed Arif Efendi, Mevlâna’nın türbesinde Kuran okutulması için Konya’da At Pazarı Kapısı dâhilinde, Alaca Han yakınındaki bir hanı vakfetmişti. Bu vakfın 12 Rebiülâhir 1144/3 Ekim 1731 tarihli vakfiyesine göre bu hanın üst ve alt katlarında 100 oda, bir ahır, tuvalet, içeride dört ve dışarıda 25 dükkân olmak üzere toplam 29 dükkânla bir avlusu bulunmaktaydı. Vakfın tevliyeti hayatta olduğu müddetçe vâkıfa, ölümünden sonra erkek çocuklarına ve onların çocuklarına, onların tükenmesinden sonra kız çocuklarına ve kız çocuklarının çocuklarına, onların da tükenmesinden sonra Mevlâna Dergâhı’nda şeyh ve seccade-nişin olanlara şart koşulmuştu[78].
           
            KONYA MEVLÂNA DERGÂHI’NIN GELİRLERİ
            Osmanlı döneminden günümüze intikal eden arşiv kayıtlarında Mevleviliğin gelirleriyle ilgili önemli bilgiler de bulunmaktadır. Bunları zemini Dergâh’a ait olan gayrimenkullerden gelen icare bedelleri, vergi gelirleri ve vakıf gelirleri olmak üzere üç başlıkta incelemek uygun olacaktır.
            Vakıf Gelirleri
            Osmanlı döneminde Celâliye Vakıfları’nda sürekli artış kaydedilmiştir. Nitekim II. Bayezıd zamanında, Celâliye Vakıfları’nın geliri II. Mehmed devrine nazaran bir hayli artmıştır. Bu dönemdeki toplam gelir, 56116’sı türbeye, 2439’u vakfa bağlı olan camiye ait olmak üzere 58555 akçe idi. Bu yirmi yıllık süre içinde Celâliye Vakfı, 10 tarla, iki köy, bir dolap yeri, üç değirmen, iki han, beş bağ ve altı grup dükkân veya dükkân yeri, hamam hisseleri ve Türbe Mahallesi’nin resm-i arus ve resm-i ağnam vergilerini kazanmıştı. I. Süleyman (1520-1566) zamanına ait tahrire göre, Mevlâna vakfının geliri 96766 akçeden ibaretti. Gelir kaynakları; altı köy, bir mezraa, bir hamam, 14 bağ, 23 hane ve dükkân, üç değirmen, 34 parça tarla, 167 ev ve 11 dolap olarak sayılmaktaydı. III. Murad (1574-1595) döneminde vakıf üç esas kısımdan ibaretti: Türbe, cami ve Lalâ Hanigâhı. Bunlar arasında en önemlisi türbe vakfı idi. Toplam olarak 139507 akçelik gelirden ancak 8770 akçesi Lalâ-i Sultan Alâeddin vakfına ve 3706 akçesi camiye ait bulunuyordu. Gelirin en büyük kısmı 58000 akçe ile vakıf köylerden geliyordu. Konya’daki hamam, dükkân ve başka taşınmazlardan dergâh senede 10492 akçe gelir elde ediyordu. Bağ ve bahçeleri de çoktu.  Daha sonraki yıllarda IV. Murad (1623-1640), Oğla köyünün cizyesini tahsis etmişti. XVIII. yüzyılda ise Karaman cizyesinden yapılan tahsilâtlardan sık sık bahsedilmektedir[79].
            Aşağıda Mevlâna Dergâhı’na vakıflardan gelen gelir ve yardımlar “Türk Klâsik Halk Eğitim Kurumlarından Mevlevîliğe Dair Bir Mecmuanın Transkripsiyonu” adlı Yüksek Lisans Tezi’ndeki[80] bilgiler ışığında incelenecektir.
             Mevlâna Dergâhı mutfağının tuz parası olarak 1 Muharrem 1245/3 Temmuz 1829’da 150 kuruş, Şeyh Mehmed Said ve ser-tabbah Seyyid Mehmed Nesib Dede tarafından vakfolunmuştur
(s. 47).
             Murad Paşa Evkafı’ndan her sene dervişlere sabun bahası olarak 30 kuruş; Murad Paşa’nın dergâhta medfun bulunan akrabalarının türbe ve kabirlerine bakmakla görevli olanlara vazifeleri karşılığında aylık 60 kuruş olmak üzere her ay toplamda 90 kuruş Mevlâna Dergâhı’na gönderilirdi (s. 28-29).
             Sakız Adası’nda Mustafa Dede Bey namındaki bir hayır sahibi adanın varoşunda Çayırağzı mahallinde havuz, dolap, kule ve ağaçlardan oluşan bahçesi ile tarlasını Konya Mevlâna Dergâhı’na vakfetmiştir. Bunların icârından dergâha her sene 50 kuruş gelmektedir (s. 29).
            Mevlâna sülalesinden olan erkeklere vakıf şartıyla beratla Larende damga ve ihtisab mukataasından destar bahası adıyla senelik 1500 kuruş gelmekteydi. 1250/1834-1835 senesi Larende mukataasından destar baha adıyla para alanların isimleri ve hisselerinin miktarı şöyledir: Ali Râif Efendi 562,5; Abdülfettah Bey Efendi 166,5; Ârif Bey Efendi 166,5; Ali Ağa 62,5; Nazif Bey Efendi 125; Mehmed Efendi 125; Süleyman Fehim Efendi 62,5; İsmail İsmet Efendi 118,5; eski Çavus-başı Ali Efendi’nin oğlu Râşid Bey Efendi ve mühürdarları Âbid Efendi’nin 111 kuruş hisseleri olmak üzere toplamda 1500 kuruş (s. 29-30, 42, 46).
             Konya Mevlâna Dergâhı’na III. Selim tarafından bal mumu bahası olarak senelik 300 kuruş vakfedilmiştir ki bu da aksatılmadan her sene dergâha gönderilen meblağlardandır (s. 32). 1 Receb 1245/27 Aralık 1829’da, Konya Mevlâna Dergâhı’ndaki mescitte bulunan 46 bal mumunun namaz kılınana kadar yanması; ismi celâl gece ve sabahlarında yalnızca iki tanesinin yanar halde kalması; Çelebi Efendi, aşçı dede ve o sırada türbedar olan Ahmet Dede’nin bu duruma nezaret etmesi şartıyla 4260 kuruş verilmiştir. Önceki dönemden de 1400 kuruş kalmıştır ki gönderilen meblağ toplamda 5660 kuruşa ulaşmıştır (s. 47).
             Aydınlanma Mevlâna Dergâhı için oldukça önemli idi. Bunun için eskiden beri vakıflar kurulmuştur.
            Konya Mevlâna Dergâhı’ndaki kandiller için XIX. yüzyılda vakıflar kurulduğu mecmuadaki kayıtlardan anlaşılmaktadır. Kandil ve kahve parası olarak Muharrem 1243/Ağustos 1827’de, Muğlalı ve Erzurum eski valisi Ahmet Paşa tarafından 10.000 kuruş vakfedilmiş, bu meblağ Ser-tabbah Nesib Dede’ye teslim edilmiştir. Muharrem 1245/Temmuz 1829’da dergâhtaki kandiller için 2350 kuruş vakfedilmiştir ki vâkıfları şunlardır: Mısır valisinin damadı Mehmed Bey’den 250, Manisa Şeyhi Mustafa Dede’den 500, Türbedar Ahmed Dede’den 300, Siyahî Ali Dede’den 150, Hacı Ali Dede’den 150, Hacı Mehmed Ağa’dan 200, Çelebi Efendi Mehmed Said’den 500, Ser-tabbah Nesib Dede’den 300, Asım Bey’den de cuma ve cumartesi geceleri dergâhta yanan kandiller için 550 kuruş (s. 47-48).
            Midilli Şer’i Mahkemesi’nde tanzim ve tescil edilen 13 Muharrem 1273/13 Eylül 1856 tarihli Seyyid Abdülkadir Efendi Vakfiyesi’ne göre, Konya Mevlâna Türbesi’nin kapısı üzerine yeni konan kandilde yakmak için alınacak yağa her sene 250 kuruş verilecekti. Vakfın gelirinden para artarsa, Konya Mevlâna Dergâhı’ndaki ser-tarik dedeye gönderilecek, o da bunu onu onbir buçuktan istirbaha verecek; bundan elde edilen gelir, dergâhta ikamet eden dervişler arasında pay edilecekti. Vakfedilen zeytinliklerden hâsıl olan para da sarfedilmek üzere yine Konya’daki ser-tarik dedeye gönderilecekti[81].
            Mevlevilik’te 10 Muharrem günü aşure yapılması gelenekti[82]. Bunun için Çelebi Efendi, dergâhtaki derviş ve fukaraya bal ile aşure yapılması maksadıyla 11 Muharrem 1243/4 Ağustos 1827’de 500 kuruş vakfetmiştir (s. 48).
            Mevlevilik’te Hz. Muhammed’in doğum gününde Mevlid okutmak da önemli idi. Bunun için kurulmuş vakıflar vardı. Mecmuadaki kayda göre, Türbedar Mehmed Dede, mevlid-i şerif okunması için 1000 kuruş vakfetmiştir. Asım Bey de mutfaktaki bakır kapların kalaylanması için 400 kuruş vakfetmiştir (s. 48).
            Konya Mevlâna Dergâhı’nda ikamet eden dervişlerin ihtiyaçları genelde vakıflardan elde edilen parayla karşılanıyordu. Nitekim Cebbarzade Celaleddin Mehmed Paşa, 1827’de dergâhın derviş ve fukarası için 10.000 kuruş vakfetmiştir. Hamid Paşa tarafından vakfedilen 10.000 kuruş da on-onbirden istirbaha verilmiş, elde edilen 1500 kuruşun 1200 kuruşu kahve parası olarak derviş ve fukaraya, 100 Çelebi Efendi’ye, 72 tarikatçı dedeye, 72 aşçı dedeye, 36 türbedar dedeye, 20 kuruş da ser-neyzen dedeye ayrılmıştır. Konya eski naibi Mehmed Emin Efendi, Ramazan ayında hatim indirilmesi için dergâha 300 kuruş vakfetmiştir. Yine aynı sene Ramazan taamiyesine ayrılan 1500 kuruşun yeterli olmayacağı dile getirilmiş, cem ayini için ayrılan 330 kuruş da buna dâhil edilerek 1830 kuruşa yükseltilmiştir (s. 50-52).
            Mevlâna Dergâhı kışlık tekke idi. Bu nedenle Konya dışında kurulan yazlık zaviyelere dervişler belli zamanlarda gidip bir süre kalırlardı. Meram’da Durud yöresinde bulunan Cemel Ali Dede Zaviyesi de bunlardan biri idi[83]. Dervişler senede bir kere Eylül ayı içinde, bir cumartesi sabahı Meram’daki Durud Bağı’na giderler ve ayin düzenlerlerdi. Bunun için gereken 5000 kuruş Çelebi Efendi ve aşçı dedeler tarafından verilirdi (s. 49).
            Bazı özel günlerde düzenlenecek ayinler için de vakıflar kurulmuştur. Biri Türbe Mahallesi’nin içinde, diğeri dışında olmak üzere iki han ve dört dükkâna mutasarrıf olan Çelebi Efendi, bunları Muharrem 1243/Ağustos 1827’de dergâha vakfetmiştir. Vâkıfın şartına göre; elde edilen gelir her ne olursa dergâhtaki derviş ve fukaranın taamiyesine ve Mirac gecesinde düzenlenen ayinin giderlerine ayrılacaktır. 12 kuruş Miraciye okuyana verilecek; kalanı un, süt, şeker gibi mutfakta gerekli olan şeyler için harcanacaktır (s. 51).
            Çelebi Efendi her ay belirli bir maaş alıyordu. Nitekim meşihatta bulunması hasebiyle her ay Evkaf-ı Hümayun’dan aldığı 1000 kuruşa, 1253/1837 senesinde Muharrem aylığına evkaf nâzırınca el koyulunca Çelebi durumu merkeze bildirmişti (s. 27).
            İcare-i Zemin Gelirleri

            Türbe-i Celaliye evkafından, Akşehir kazasına bağlı Eğrigöz köyünde bir miktar mîrîli, bir miktar bâc bulunmaktaydı. Bunlar Abdurrahman Efendi ibn Mehmed Çelebi’nin hanesinde olup, bu zat vefat edince Akşehir’de Halil Çelebi ibn Derviş Mehmed, icareyi 10 akçe artırarak 140 akçe icareye kabul etmişti[84].

            Konya yakınında Sahtiyan Yörük adlı mevziide bulunan dokuz tahta bağ üzerinde bir bab ev, bir çaraşhane, ağaç ve bahçeyi müştemil zemin Mevlâna evkafındandı. Senelik icare-i zemini 35 akçeydi[85]. Sahra nahiyesine tâbi Pınarlı köyünde oturmakta olan Mehmed bin Ahmed’in, Türbe-i Celaliye Mahallesi’nde bir bab tabhane, bir sofa, bir oda, bir fevkani yazlık, bir ahır, bir samanlık, bir havlıyı müştemil mülkü vardı. Mevlâna evkafına icare-i zemini olarak sekiz akçe vermekte idi[86]. Konya haricinde Çalıklar Mahallesi’nde tahminen beş adım bir kıta ve iki “evlek” iki tarla bulunmaktaydı. Buna Abdülkerim isminde birisi mutasarrıftı[87]. Aynı mahallede Mevlâna vakfından olan ve ağaçları da müştemil iki dönümlük harım vardı[88]. Yine Çalıklar Mahallesi’nde, Mevlâna evkafından olmak üzere dört dönüm arazi vardı. Ayrıca yine zemini Mevlâna vakfı olan iki kayısı, bir armut, beş erik, bir pelit, bir suvarmalık ağaçlarını müştemil üç tahta ve bir erkek tabir olunan bağ vardı. Bu mülklerin tasarrufunda olan kişi, vâkıfın şartı olarak her gün mülk suresini okumaktaydı[89].  Karaöyük Mahallesi’nde de Mevlâna Evkafına ait, senede 17 akçe icare-i zemini olan dokuz peşte bağ vardı[90].
            Türbe-i Celaliye mahallelerinden olan Zincirlikuyu’da zemini Türbe-i Celaliye vakfına ait olup senevî altı çürük akçe icaresi olan bir menzil[91] ile iki oda, bir örtme, iki bab dam, bir miktar havlıyı müştemil bir başka menzil bulunmaktaydı[92]. 20 Zilkade 1143/27 Mayıs 1731 tarihli bir veraset davasından anlaşıldığına göre, yine aynı mahallede bir oda, bir ahır, bir miktar havlıyı ve sokak kapısının yarısını müştemil menzil ile ağaçları olan bir bahçe de Mevlâna evkafındandı[93].
            Konya’da Türbe-i Celaliye vakfından olan Dolabucu Mahallesi’nden Mustafa Beşe ibn Bedel ve Hüseyin Beşe ibn Cafer’in Aymanas mevziinde bir oda, bir örtme, iki dönüm tarla, iki tahta bağ ve ağaçları müştemil olup Türbe-i Celaliye vakfına senede altı akçe icare-i zemini olan bir bağı vardı[94]. Yine aynı mevzide evkafa ait 12 dönüm üç kıta tarla bulunmaktaydı[95]. Yine Dolabucu Mahallesi yakınında yeniden bina olunan menziller vardır ki her birinden alınan icare-i zemin şöyledir: Menzil-i Murad Beşe ibn Yusuf 10 cedid akçe, Arvad Hatibi 10 akçe, Molla Ahmed 10 akçe, Sude bin Süleyman dört akçe, İbrahim dört akçe, Nureddin oğlu Ali sekiz akçe, Üveys dört akçe, diğer Süleyman sekiz akçe, Enbiya oğlu Hüseyin 10 akçe, Sefer ve Osman altı akçe, Topal oğlu Mehmed altı akçe, Köçeli Mustafa altı akçe, Çavuş oğlu Hüseyin altı akçe, Pîr oğlu Musa dört akçe, Abdurrahim Halife altı akçe, Oruc İbrahim dört akçe, Celil oğlu Koca dört akçe, Bahadır oğlu Himmet Dede dört akçe, Ali oğlu İbrahim 10 akçe, Mûtab Mustafa altı akçe, diğer Molla Ahmed dört akçe, Avf oğlu Osman dört akçe, Köse İbrahim altı akçe, Avf oğlu Seyyid Ali altı akçe, Abdurrahman oğlu Halil sekiz akçe, Ahmed bin Mehmed altı akçe, Ömer Koca dört akçe, Ebubekir dört akçe, diğer Ebubekir dört akçe, Bilal oğlu Mehmed 10 akçe, Molla Ali dört akçe, Nebi Koca dört akçe, yekûnu 5306 cedid akçe.
            Turak Fakih Mahallesi’nde 14 Cemaziyelevvel 1119/13 Ağustos 1707 tarihli bir satıştan anlaşıldığına göre, iki örtmeyi müştemil olup Mevlâna vakfına beş cedid akçe icare-i zemini olan mülk menzil vardı[96]. 
            Konya’da Karakurd Mahallesi’nden Mehmed b. Ali’nin, ziraate mani olduğu gerekçesi ile es-Seyyid el-Hac İbrahim bin es-seyyid Hasan Koca’ya karşı açtığı 22 Receb 1119/19 Ekim 1707 tarihli davadan anlaşılmaktadır ki Çumra nahiyesine tâbi Gödeler nam köyde vâki olub Mevlâna evkafı arazilerinden iki kıta tahminen 30 dönüm tarla bulunmaktaydı[97]. Konya’nın Topraklık Mahallesi’nde sakin olan Mehmed Bey namındaki kişi ölünce büyük oğlu Mustafa tarafından 23 Zilhicce 1091/14 Ocak 1681 tarihinde açılan davanın kaydından anlaşılmaktadır ki Gödeler köyünde 10 dönümlük bir tarla vardı ve bu da Mevlâna vakfındandı[98].
            Mevlâna evkafından olmak üzere Konya’da Sadırlar Mahallesi yakınında Yapağıçukuru mevziinde bir tarafı Sadır Sultan Vakfı arazisi, diğer iki tarafı Aslım ile mahdud 25 dönümlük arazi vardı. Bu arazinin öşriyesi vakfa bırakılmaktaydı[99].
            Konya’da Sarı Hasan Mahallesi’nde bulunan bir oda, bir yazlık, bir sofa, bir tabhane ve bir kıta havlının zemini Mevlâna vakfına aitti. Bu sebeple senede beş cedid akçe icare-i zemini vardı[100].
Konya’da Civar Mahallesi’nde üç oda, bir tabhane, bir örtme, bir miktar havlıyı müştemil ve zemini Türbe-i Celaliye evkafından olan bir ev vardı[101].
            Piri Paşa Mahallesi’nde Hasan Beşe Menzili demekle maruf evin zemini Türbe-i Celaliye vakfı idi. Yine bu vakfa ait Vâdi-i Meram yakınında Ceridiçi denilen mevzide ev, çayırlık, bostan yeri ve bağ bulunmaktaydı. Yine vakfın, Kasım Halife yakınında Bazarbaşı Harımı denilen bir bağı da vardı[102].
            Sahra nahiyesine tâbi Kara Arslan köyü Türbe-i Celâliye evkafındandı. Bu köydeki ahalinin tasarruflarında bulunan bağların mahsulâtının öşrünü, zemin bedelini, öşr-i kovan ve resm-i deştebanı, her iki koyun için bir cedid akçe rüsum-ı ağnamı Mevlâna evkafına vermekteydi[103]. Bu köyde ayrıca 350 dönüm tarla[104], Çiftlik Menzili diye bilinen yerde pek çok ev, havlı ve harımı müştemil bir menzil ile 16 karasığır, 30 koyun, keçi ve kuzu, iki kısrak, iki tay, bir araba Mevlâna Dergâhı vakfı idi[105].
            Konya Atpazarı Kapısı haricinde Valide Hanı yakınında zemini Türbe-i Celâliye evkafından ve binası Arslan Ağa Vakfı’ndan olan bir oda bulunmaktaydı[106].
           


            Vergi Gelirleri
            Öncelikle Konya Mevlâna Dergâhı’nda sâkin dervişlerin taamiyeleri aşağıda verilecektir:
            Suğla Mukataası malından olmak üzere, IV. Murad (1623-1640) Mevlâna Dergâhı mutfağındaki fukaralar için çorbalık pirinç, çorba ve pilav için sadeyağ, bal, et, pelid, nohut, yağlı kâhi gibi malzemeler alınsın diye 150 bin akçe vakfetmiştir[107].
            Berât-ı şerif mucibince Mevlâna Dergâhı’na her sene Karaman cizyesi malından 4252 kuruş verilirdi. Fakat ileriki dönemlerde Çelebi Efendi bu miktarın yeterli gelmediğini merkeze bildirince 18 Cemaziyelevvel 1239/20 Ocak 1824’te Karaman cizyesi malından 10344,5 kuruş, Karaman avarız malından 2378 kuruş, avarızın irsaliye malından ise 622 kuruş olmak üzere toplamda 13344,5 kuruş (s.26, 41-45); Konya gümrük ve mirabiyesinden de aylık olarak 656 kuruş beratla dergâha ayrılmıştır (s. 26, 40, 41).
            İrade-i seniyye mucibince Evkaf-ı Hümayun’a bağlı olan Manisa’daki İshak Çelebi Vakfı fazlasından, her sene dört taksitle toplamda 10.000 kuruş Mevlâna Dergâhı’na gönderiliyordu. Evâhir-i Safer 1252/6-15Haziran 1836 tarihinde bu miktar 12.500 kuruşa yükseltilmiştir (s. 26-27).
            Konya’daki Mirabiye Mukataası’ndan hatt-ı hümayun mucibince, 27 Safer 1156/22 Nisan 1743’ten itibaren ocaklık olarak senelik 1247 kuruş Mevlâna Dergâhı’na tayin edilmiştir (s. 30, 42).
            Mevlâna Dergâhı’na 1156/1743 tarihinden itibaren ocaklık olarak Suğla Mukataası’ndan tayin edilen yıllık 187,5 kuruş taamiye bedeli vakti zamanında alınamamış, Zilkade 1187/Şubat 1774’te konuyla ilgili beratın yenilenmesine rağmen belirtilen meblağın alınmasında sorunlar devam etmiştir. 9 Safer 1201/1 Aralık 1786’da bu miktarın Karaman cizyesi malından alınması kararlaştırılmış, 24 Rebiülevvel 1204/12 Aralık 1789’da yenilenen beratta da bu hüküm yine aynen yer almıştır (s. 34-35). Bunun dışında 19 Zilhicce 1206/8 Ağustos 1792’de verilen beratla Konya cizyesi malından yıllık 846 kuruş tayin olunmuştur ki Niş cizyesi malına yapılan zam ile bu miktar 1000 kuruşa yükseltilmiştir. 14 Şaban 1222/17 Ekim 1807’de yeniden verilen beratta da bu emir aynen yer almıştır, 1239/1823 yılından itibaren zam ile bu miktar 18 kese akçe olmuştur (s. 35-38).
            Bolu voyvodalığı mukataası malına ilaveten 1214/1799 tarihi itibariyle Karaman avarızı malından yıllık 500 kuruş tayin edilmiştir. Fakat bu meblağ alınamamış ve Muharrem 1220/Nisan 1805’ten itibaren Konya cizyesi malından tahsisat ödenmeye başlanmıştır (s. 37).
            Karahisar-ı Şarki Sancağı’nda bulunan Tamızra Mukataası ve cizyesi malından ocaklık olarak, Mevlâna Dergâhı’ndaki derviş ve fukaraların ihtiyaçlarına mahsuben senede bir defa 1500 kuruş veriliyordu. Evâil-i Cemaziyelevvel 1224/14-23 Haziran 1809 ve 29 Receb 1224/9 Eylül 1809 tarihlerinde yeniden berat verilerek bu miktarın artık Karaman cizyesi malından alınması emredilmiştir (s. 32-33). 1 Şaban 1232/16 Haziran 1817’de, Çelebi Efendi merkeze başvurarak dergâhtaki derviş ve fukara sayısının arttığını, dolayısıyla Karaman cizyesinden verilen bu miktarın yeterli gelmediğini bildirmiştir. Bunun üzerine o sırada eski sadrazam Yusuf Ziya Paşa (ö. 1819), Avrupa seferine çıkmıştı. Paşanın muzaffer olup dönmesi için her ism-i celâl sonrası hayırla yâd edilip dualar okunması şartıyla, taamiye bedeline zam yapılmıştır. Verilen yeni berata göre; Samsal Mukataası’ndan mutasarrıf hissesine zam ile Karaman cizyesi malından her sene Konya Mevlâna Dergâhı’na 500 kuruş daha gönderilmiştir (s. 33-34).
            Konya Mevlâna Dergâhı’nda kalan derviş ve fukara için yıllık 4000 okka erzak bedeli gönderilirdi. 21 Rebiülevvel 1222/29 Mayıs 1807’de vaki olan cülus nedeniyle beratlar yenilenmiş ve bu miktarı, okkası 15 paradan 1500 kuruş olarak verilmeye devam edilmiştir (s. 34).
            Konya Mevlâna Dergâhı’nda hücrenişin olan derviş ve fukaranın revgan ve tıraş bahası olarak Konya cizyesi malından yıllık 28908 akçe verilirdi. 21 Rebiülevvel 1222/29 Mayıs 1807’de yeniden verilen beratta, Konya merkez mahallelerinde bulunan 98 nefer zimmet ehlinin cizyelerinden 28912 akçenin yani 200 kuruşun dergâha verilmesi emredilmiştir. 1240/1824-1825 yılında 28912 akçe gönderilmiştir (s. 36-37, 39).
            Konya’da sâkin olan Ermeni zımmilerinden 54 cizye hanesinin cizyeleri Mevlâna Evkafına, kalan hanelerin cizyeleri ise miriye aitti. Her bir cizyehaneden 330’ar akçe vakfa ödenmekte idi[108].
            Mevlâna Dergâhı, kamu binası kabul edildiği için devlet tarafından onarımları yaptırılırdı. I. Selim (1512-1520), Mevlâna Dergâhı’nda kurşunsuz olan kubbeleri kurşunlattırmıştı. Kubbe en çok II. Mahmud (1808-1839) devrinde onarım görmüştü. Bugünkü semahane ile mescit de I. Süleyman (1520-1566)’ın eseridir. III. Murad (1546-1595), mutfakla derviş hücrelerinin bir kısmını yeniden yaptırmıştı ki bunlar hâlâ ayaktadır[109]. Evahir-i Receb 1219/25 Ekim-4 Kasım 1804’te verilen ocaklık beratında, daha önceki tarihlerde Konya’da meydana gelen yangınla Mevlâna Dergâhı’nın zarar gördüğü ve bundan dolayı hazineden yardım yapılacağı belirtilmiştir (s. 37). Ancak mecmuada yardımın geldiğine dair herhangi bir kayda rastlanmamıştır. 
                
                 TÜRBE-İ CELALİYYE EVKAFINDAN OLAN YERLERİN MUAFİYETİ MESELESİ
            Konya’da iki çeşit mahalle vardı. Hanekeş ve Evkaf-ı Celâliye. Evkaf-ı Celâliye mahallelerinde ve köylerinde yaşayan Mevlâna sülalesinden kimseler, Mevlâna Türbesi’ne ve camiine hizmet edenler, yeniçeriler, ahar mahallerden gelip de hane ve mülk sahibi olanlar, dullar, yetimler avarız ve tekâliften muaftılar.
            Karaman muhafızı İbrahim Paşa’nın Konya’ya gelip üç gün kalması üzerine yeme içme, yem ve sair masrafların harcı ve sarfı için gerekli olan para toplanacağında Türbe-i Celâliye Mahallesi sakinlerinden alınmamıştır. Zira bu mahallede oturanlar tüm tekâliften muaftı[110]. Çelik Mehmed Paşa’nın Karaman valiliği sırasında Konya kazasının tekâlifinin altıda bir sehmi Evkaf-ı Celâliye’den olan mahalle ve köylerden, kalan beş sehmi ise hanekeş reayadan alınıyordu. İlerleyen tarihlerde muhalefet olunca tekrardan mevkufat defterleri incelendi ve Evkaf-ı Celâliye’den olan yerlerin avarız ile tekâliften muaf olduğuna karar verildi. 64 numaralı Konya Şeriye Sicil Defteri’nde 22 Zilhicce 1198/6 Kasım 1784 tarihli hükme göre, Evkaf-ı Celâliye mahalleleri ile avarız ve tekâliften muaf nefer sayısı şöyle idi: Türbe Mahallesi’nde 121 nefer, Piri Mehmet Paşa Mahallesi’nde 128 nefer, Piri Mehmet Paşa Mahallesi’ne tâbi Alaca Mescid’de 42 nefer, Durak Fakih Mahallesi’nde 90 nefer, Rum-oğlu Mahallesi’nde 85 nefer, Dolab-ucu Mahallesi’nde 112 nefer, Zincirli-kuyu Mahallesi’nde 218 nefer, Sarı Hasan Sokağı Mahallesi’nde 98 nefer avarız ve tekâliften muaf idi. Ayrıca o tarihlerde Evkaf-ı Celâliye’den olan Kavak köyünde 31, Kiçi Muhsine’de 27, Yağlular ve Salur’da 16, Giryad’da 29, Tat köyde 31[111].
            Konya sancağı nahiyelerinden olan Sudirhemi’nde Kiçi-Muhsine köyü Mevlâna vakfındandı. Bu köyün öşrü vakfa aitti, salariye ve örfiyeleri de tımardı. Yine bu nahiyede bulunan Giryad köyünün yarı öşrü Mevlâna vakfına, yarı öşrü Sadreddin Konevi vakfına; salariye ve örfiyesi ise Konya müstahfızlarına hâsıldı. Aynı nahiyedeki diğer bir köy olan Başara’nın yarı öşrü Mevlâna soyundan Âbid Çelebi vakfına, yarı öşrü Cemaleddin Şah Bey vakfına; salariye ve örfiyesi ise Konya Kalesi müstahfızlarına hâsıldı. Sızma adlı köyün öşrü Karatay-ı Kebir vakfına ait olup, salari ve örfiyesi ise tımardı. Konya kazasına tâbi Başara köyünün üç hanesi olup toprağı vakıf, reayası da tımar olduğundan Mevlâna Hânkahı’na hizmetleri karşılığında avarızdan ve sair tekâliften muaftılar. Sızma köyünün dört avarızhanesi olup Konya kazasının icmal-hanesine dâhildi ve muafiyeti vardı[112]. Konya’nın İnlice köyü de Mevlâna vakfındandır ve saliyane ile avarızdan muaftır. Hatta bu köyde Mevlâna sülalesinden şeyh olanların inekleri vardı[113]. Tat köyü de muafiyete tâbi idi. Her sene 50 araba odunu avarız ve tekâlifleri karşılığı olarak Mevlâna Dergâhı’na vermekteydi. Bu mükellefiyet 1168/1755 senesinde vaki tahrir-i cedid mucibince olmuştu. Köy sakinleri bu görevi yerine getirmeyince Çelebi durumu İstanbul’a bildirmiş ve 1212/1798 tarihli bir fermanla köy ahalisinden bu mükellefiyeti yerine getirmeleri istenmişti[114]. Hatunsaray nahiyesine tabi Üçkilise köyünün 3/5 hissesi Mevlâna evladının idi[115].
            Konya’da olup da avarızhaneye kayıtlı diğer mahallelerin ahalisi ile Mevlâna evkafından olan mahalle ve köylerin ahalisi arasında zaman zaman tartışmalar söz konusu oluyordu. Diğer mahallelerde olup avarıza kayıtlı olanlar, tekâlif yükünün ağır olması sebebiyle zamanla toprağını bırakıp evkafa meşrut mahallelere gelmek istiyordu. Öyle ki boş buldukları araziye evler inşa edip yerleşmeleri sonucu Türbe Mahallesi’nde bunların sayıları 2000’e ulaşmıştı[116]. Sarı Hasan, Zincirlikuyu, Dedemoğlu, Piri Paşa, Kürkcü mahallelerine, başka diyarlardan gelip mülk ve arazi edinip yerleşmek isteyenler de olmuştu. Bu kişilerden avarız, bedel-i nüzül ve çeşitli tekâlifler talep edildiğinde “biz sonradan gelmedik, vakıf toprağı üzerindeyiz, vakfa hizmet etmekteyiz” deyip muhalefet göstermişlerdi. Bunun üzerine verilen emr-i şerifte bu kimselerden sahip oldukları mülk ve araziye binaen gereken her türlü tekâlifin alınması, itiraz edip zorluk çıkartanların isim ve resimlerinin derhal gönderilmesi istenmişti[117].




























II- KARATAY BÖLGESİNDEKİ DİĞER

TEKKE VE ZAVİYELER*


            Tekke, dilimize Farsça’dan geçmiş bir kelime olup, aslı “tekye”dir. Günümüz Türkçesi’nde “tekke” şeklinde okunup yazılmaktadır.
            Tekkeler, her hangi bir tarikata mensup dervişlerin, şeyhleri başkanlığında topluca zikir ve âyin ettikleri, müritlerin ise sürekli olarak oturdukları yerlerdir. Büyük tekkelere âsitâne, dergâh veya hânkah adı verilirdi. Bu türden yapılar şehir merkezlerinde inşa edilmişlerdir.
            Zaviye, tekkenin küçüğüdür. Bunlar, şehir, kasaba ve köylerle ticarî yön­den önemsiz yollar üzerinde hayırseverler tarafından kurulur; tahsis edilen vakıfların gelirleriyle gelip geçen yolcuların yeme ve barınma ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı. Tekkelerden farklı olarak bir kaç hücreden meydana geldiği için buralarda dervişler sürekli kalmazlardı.
            Eski Türk eğitiminde önemli yerleri olan tekke ve zaviyeler, dinî ve tasavvufî bilgelerin verildiği ve uygulanmasının yapıldığı bir çeşit halk eğitim merkezleri durumunda idi.
            Buralarda, medreseye devam etme imkânı bula­mamış insanlara mistik bilgiler veriliyordu.           Bunlar daha çok köy ve kasabalarda kurulmuş zaviyeler idi. Şehir merkezlerinde bazı tarikatlara bağlı tekke ve zaviyeler ise, medrese gibi, bir takım derslerin verildiği yerler idi. Özellikle Osmanlı döneminde ilmî tarikatçılığın ön plâna çıkarılması ile tekke ve zaviyelerde eğitim-öğretime dair önemli gelişmeler olmuş, buralarda görevli âlim şeyhler, akademik seviyede verdikleri derslerden başka birçok telif eser yazmışlardır. Tekkeler bu işlevlerini Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar sürdürmüşler, âdeta bir üniversite gibi, şeyhler, uzman oldukları ilim dallarında buralarda dersler vermişlerdir. Aşağıda Karatay ilçe sınırları içinde, Selçuklu, Karamanoğulları ile Osmanlı dönemlerinde inşa edilen tekke ve zaviyelere yer verilecektir.

MAHMUD DEDE ZAVİYESİ/MAHMUD DEDE BAHÇESİ
            Mahmud Dede Zaviyesi ve Türbesi, Karatay’ın Topraklık Mahallesi’nde, Topraklık Caddesi ile Kerimler Caddesi kavşağının hemen sağındaki Mahmud Dede Sokağı, numara 6’da, şimdi Hayra Hizmet Vakfı’na ait binanın bulunduğu yerdeydi. Söylenen yerin bahçesinde dört duvardan ibaret kerpiçten yapılmış, toprak damlı Mahmud Dede Türbesi tamamen ortadan kaldırılmıştır. Fotoğrafı bulunan bu türbe Karatay Belediyesi’nin imkânlarıyla eski şekline uygun olarak yeniden inşa ettirebilir.
            Mahmud Dede Zaviyesi, “Mahmud Dede Bahçesi” olarak da şöhret bulmuş olup 1540’tan önce inşa edilmiştir. Geniş bir bahçenin içinde idi. Hac Süleyman oğlu Mustafa tarafından Mahmud Dede adına yaptırılmıştır. Mümbit bir bağın içinde bulunan zaviyeden başka burada zaviyeye ait evlerle bir de kütüphane bulunuyordu. Mahmud Dede Zaviyesi’ne kayıtlı dervişler, mübarek günlerde burada toplanır, vakfiyede gösterildiği şekilde yiyip içerler, ayinlerini icra ederlerdi.
            Mahmud Dede Zaviyesi’nin zaviyedarlığı ve mütevelliliği, XVIII. yüzyılın başlarında Mevlâna Dergâhı postnişinin ilamı üzerine Mahmud Dede’nin salih ve mutasavvıf olan evladına, beratla veriliyordu. XIX. yüzyılda dahi faal bir zaviye olduğu buraya yapılan mütevelli ve zaviyedar tayinlerinden anlaşılmaktadır.
            Mahmud Dede Zaviyesi vakfiyesinde zikredilen yapılardan şu anda hiç birisi mevcut değildir. Sakıp Dede, “kubbe-i fâhîre” şeklinde nitelendirdiği Mahmud Dede Türbesi’nin kendi zamanında tek kubbeli ve Konya’nın önemli ziyaret yerlerinden biri olduğunu yazmaktadır. Sakıp Dede’nin ölüm tarihi 1735’dir. Demek ki kubbeli ve görkemli Mahmud Dede Türbesi, bu tarihten sonra, muhtemelen XVIII. yüzyılın ortalarında yıkılmış, yerine kerpiç ve toprak damlı türbe yapılmıştır. Zaviye ve eklerinin zaman zaman onarıldığı belgelerden anlaşılmaktadır. Nitekim 1119/1707’de bir tamirat geçirmiş, fakat yapılanların tafsilatı verilmemiştir.
            Mahmud Dede Türbesi’nin çevresinde, zaviyeye ait küçük bir kabristan bulunuyordu. 1950’li yıllarda ortadan kaldırılan kabristanda Mahmud Dede’ye müntesip Mevlevi dervişlerinin mezarları bulunuyordu.
            Vakfiyede Geçen Mevkufat: Mahmud Dede Zaviyesi’nin vakfiyesi 1540’ta tanzim ve tescil edilmiştir. Vâkıf Hacı Süleyman oğlu Hacı Mustafa, mürşidi ve şeyhi Üveys Dede oğlu Mahmud Dede’nin faaliyeti için tahsis ettiği zaviyeye şunları vakfetmiştir:
            . Mevlâna Türbesi yakınında, mümbit bir bağda inşa edilmiş olan evlerle birlikte bahçenin yani Mahmud Dede Bahçesi’nin tamamını,
            . Mahmud Dede Bahçesi yakınında bulunan ziraate elverişli diğer arsaları.
            Mahmud Dede Bahçesi içinde bulunan kapalı evde, özel sandıklarda muhafaza edilen şu kitaplar: Arap hattıyla yazılmış üç adet Mushaf, Mevlâna Celaleddin’in Mesnevi adlı eserinin tamamı, Yine Mevlâna Celaleddin’in Mesnevisinden iki cilt, Sultan Veled Mesnevisi üç cilt ve Fîhi Mâfih, Kitâb-ı Cevâmi‘ul’-Fevâyid, Kalb-i Cönk, Müşkilât-ı Mesnevi’den bir cüz, Kur’an-ı Kerim’den bir cüz, Âşık Paşa Divanı, Mevlâna Celaleddin Menâkıb-nâmesi.
            Aşağıdaki bakır kaplar: Bir büyük kazan, bir orta büyüklükte kazan, bir huni, bir bakır, bir büyük leğen, bir sofra tabağı, bir büyük kuzu tepsisi, üç tepsi, üç sahan, bir havan, bir tava,
            . Ev esbabından yedi parçadan müteşekkil bir döşek.
            . Bâğ-ı Kutlu köyünden Mehmed oğlu Mahmud’un yanında bulunan koyunların tamamı.            Mevkufatla İlgili Şartlar: Vâkıf Hacı Süleyman oğlu Hacı Mustafa’nın mevkufatla ilgili şartları şöyledir: Bağ, bahçe ve ziraate elverişli arsalardan elde edilen mahsul ve meyvelerin geliri önce zaviyenin tamiri için harcanır; bundan artan gelirin tamamı, mürşidi ve şeyhi Mahmud Dede’nin tarikatına süluk etmiş olanlarla Mevlâna Türbesi civarında oturan dervişlerin en salihlerine yedirilir.
            Mahmud Dede Bahçesi içindeki kapalı evde, özel sandıklarda muhafaza edilen vakıf kitaplar, Mevlevi müritlerinden mütalaaya muktedir olanlara altı ay süreyle okumaları için verilir. Bu süre, Mahmud Dede’ye müntesip olanların evladından başkası için uzatılmaz.
            Mahmud Dede Zaviyesi’nde bulunan bakır kaplarla, Bâğ-ı Kutlu köyünde ikamet eden Mehmed oğlu Mahmud’un yanında bulunan koyunlar, zaviyenin bahçesinde dervişlerin yemek yemesi gerektiğinde kendilerine verilir.
           
            MAHMUD DEDE ZAVİYESİ VAKFİYESİ
            (Tercüme)
            Vâkıfın ikrarı ile buradakiler tarafımdan tahkik ve tespit olununca, bunun sıhhatine ve lüzumuna hükmettim. Ben fakir Konya kazasının kadısı Piri oğlu Budak’ım.
            Allah’a hamd, peygamberi Hz. Muhammed’e ve âline salâttan sonra, fahrü’s-sülehâ ve’z-zahidîn diye anılan Hacı Süleyman oğlu Hacı Mustafa, tebeddül ve temditten masun olan şeri’at meclisine ve mahkememize gelerek mürşidi ve şeyhi Üveys Dede oğlu Mahmud Dede’nin ruhu için vakıfta bulunmaya karar verdiğini bildirmiştir. Maksadı, Kur’an-ı Kerim’deki “Nefsiniz için hayırdan ne takdim ederseniz Allah indinde daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olarak bulursunuz” manasındaki âyet üzere O’nun güzel vaatlerine nail olmak; yüce Allah’a yaklaşmak, tövbesi olana yönelmek; O’nun elim ve kahredici azabından sakınmaktır. Bunun için, vakfiyenin düzenlendiği sırada kendisine ait mülkü olan ve tasarrufunda bulunan, Mevlâna Türbesi yakınında kıblesi Hacı Ali Halife el-Hatîb’in mülkü, doğusu nehir, kuzeyi anayol, batısı Topraklık Mahallesi’nin vakfı ile çevrili mümbit bir bağda inşa edilmiş olan evlerle birlikte bahçenin tamamı; yine adı geçen bahçe yakınında kıble yönü İbn Ömer Seyyidi mülkü, doğusu nehir, kuzeyi Hacı Emrullah Mahallesi Mescidi’nin vakfı, batısı Mevlâna Türbesi vakfı ile çevrili bulunan ziraate elverişli arsaların hepsini vakfetmiştir. Söylenen yerlerin hakları, bu yerlere tâbi olanlar ve ekleri, onunla birlikte bulunup zikredilmiş veya edilmemiş şeylerin tamamı mütevellinin tasarrufunda ve gözetiminde olup elde edilen mahsulün ve meyvelerin hepsini şeyhlerin iftiharı müttekilerin ve âriflerin övüncü el-Müctenibin diye bilinen Mahmud Dede yoluna süluk etmiş fakirlere; bundan başka Mevlâna Türbesi civarında oturan fukaranın en salihine verir. Yine vâkıf, adı geçen bahçede bulunan kapalı evde, özel sandıklarda muhafaza edilen biri Arap hattıyla yazılmış üç adet Mushafı, Mevlâna Celaleddin’in Mesnevi adlı eserinin hepsini, iki cilt Mevlâna Mesnevisi, üç cilt Sultan Veled Mesnevisi ve Fîhi Mâfih, Kitâb-ı Cevâmi ‘u’l-Fevâyid, Kalb-i Cönk, Müşkilât-ı Mesnevi’den bir cüz, Kur’an-ı Kerim’den bir cüz, Âşık Paşa Divanı ve Mevlâna Celaleddin Menâkıb-nâmesini vakfetmiştir. Bunlarda mütevellinin tasarrufunda olup gönüldaşlardan bunları mütalaaya muktedir olanlara altı ay süreyle verilir. Bu süre, adı geçen fukaranın evladından başkası için uzatılmaz. Yörenin lisanı ile anılan bütün kaplar ki bunlar bir büyük kazan, bir kuzu tepsisi, üç tepsi, üç sahan, bir havan, bir tava ve ev esbabından yedi parçadan müteşekkil bir döşek, Bâğ-ı Kutlu köyünden olan Mehmed oğlu Mahmud’un yanında bulunan bütün koyunlar da vakfedilmiş olup bunlar da mütevellinin tasarrufundadır. Gerektiği zaman bahçede yemek yemek üzere, orada bulunan fakirlere kendilerinden esirgemeksizin verilir.
            Mütevellilik kaydı hayat şartıyla vakfedenin kendisine aittir. Onun ölümü ile Hasan Ece oğlu İnel Dede, Nasuh oğlu Musa, İshak oğlu Bahşayiş, sıra ile bunlardan sonra Mahmud Dede’nin dervişlerinden en salihine, sonra Mesnevihana şart koşulmuştur.
            Bu zaviyede kayıtlı dervişlerin hepsi, vakfa nezaret edeceklerdir. Onlar bunu gözetirler, tamirini yaptırırlar, ihmal edilirse, kıyamet gününde sorumluluğu gerektirir. Yine vâkıf mütevelli, nazır ve fukaranın vakfı imar etmelerini şart koştu. Bunların hepsi, bahçenin gelirinden tamir için sarf edilenden artanını yerler. Buna karşılık Hz. Peygamber’in, Mahmud Dede’nin ve vakfedenin ruhuna dua etmelidirler.
            Vakfa kadı, devlet büyükleri ile ecnebilerin müdahale etmemesi de şart olarak konmuştur. Yukarıdaki hususlar şer’i sahih ikrarla açık itirafla yörenin hâkimi ve şahitlerin huzurunda eski müçtehit imamların mezhebine uygun olarak bu vakfın lüzumu, sıhhati ve sürekli olması tescil olundu. “Artık her kim bunu işitip bildikten sonra tebdil ederse şüphe yok ki, bunun günahı o tebdil edenlerin üzerinedir. Allahuteâlâ muhakkak semidir, âlimdir” ayetinin hükmünce bu vakıf hiçbir surette satılmaz, hibe edilmez, miras olarak bırakılmaz, hiçbir sebeple ve hiçbir surette verasete itibar olunmaz.
            Bu vakfiye 947 senesi Şaban ayının başlarında (1-10 Aralık 1540) yazılıp yürürlüğe girdi.
            Vakfedilmiş yerde bulunan fukaradan şahit olanlar şunlardır:
            Mehmed b. Hacı Ahmed, Mehmed b. Seyyidî, Musa b. Nasûh, Süleyman b. Mehmed, Bahşayiş b. İshak, Ahmed b. Bulduk, Hasan b. (okunamadı), Bilal b. Abdullah, Abdülkerim b. Mustafa, Mehmed b. Çırakçı, Mahmud b, İbrahim, İsmail b. Ali, Edhem b. Sündük, Mehmed b. Mehmed, Mesnevîhân Mevlâna Osman, Abdüssamed b. Mehmed, Mahmud b. Mehmed, Mustafa b. Abdi, Mehmed b. Ahmed, İbrahim b. Mehmed, Ali b. Ahmed.
           
            PİRİ MEHMED PAŞA ZAVİYESİ
            Piri Mehmed Paşa, ünlü Türk bilgini Cemaleddin-i Aksarayî’nin ahfâdındandır. Medrese tahsilinden sonra getirildiği devlet memurluklarında üstün başarı göstererek sadrazamlığa kadar yükselmiş; Yavuz ve Kanunî’nin padişahlıkları sırasında, beş seneden fazla bu görevde kalmış; 1532’de vefat etmiş ve Silivri’de bulunan camisinin haziresine defnedilmiştir.
            Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Defter no. 747, s. 178-181’de kayıtlı 927/1521 tarihli Arapça vak­fiye sûretine göre Piri Mehmed Paşa, Konya şehri içinde, Siyavuş mevziinde, herkesin namaz kılabileceği bir mes­cit, Mevlevi Tarikatı’ndan olanların Konya dışından geldikleri zaman kalabilecekleri müteaddit odaları bulunan bir hânkahla matbah, kiler, fırın, ahır, odunluk ve bunlara bitişik, zaviyenin seccade şeyhi için bir ev bina et­tirip, aynı mevkide bulunan hamamla (Resim: 1) birlikte zaviyeye vakfetmiştir.
            Zaviyenin Mevlevilere Tahsis Edilmesi
            Vakfiyede, “Şerî’at ile âmil ve ehl-i tarîk olanların” bu zaviyede kalabilecekleri kaydedilmekle bir­likte, Piri Mehmed Paşa’nın bütün vakıflarını ihtiva eden vakfiyesinde bu zaviyeyi, (ﺍﻫﻞﺍﻟﻂﺮﻳﻘﺔﺍﻟﺠﻼﻟﻴﺔ) “Mevlevî Tarîkatı’ndan olanlar”a vakfettiği yazılıdır. Bu durumda zaviye, aslında Mevlevîler’e tahsis edilmiş olmaktadır. Vakfiyenin bu bölümü, ihtimal daha sonra Mevlevi olmayan, hatta Mevleviler’e muğber bir mütevelli tarafından tahrif edilmiş olmalıdır. Bunun gibi mescidin kitâbesindeki “Mevlevî” kelimesinin kazınmaya çalışılmış olması da bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Vakfiyeye göre zaviyenin ilk şeyhi Mevlevi Sinan Dede’dir. Onun evlâdına da vakıf gelirlerinden pay ayrılmıştır. Ayrıca Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin ruhuna Kur’ân’dan cüz okunmasının şart olarak konması, bu husustaki tereddütleri bariz bir biçimde ortadan kaldırmaktadır. Bu durumda zaviyenin Mevleviler’e tahsis edildiği rahatlıkla söylenebilir.

            Mescit

  Piri Mehmed Paşa Mescidi, camiler incelendiğinden burada konuya tekrar girilmeyecektir.
  Türbe
  Mescidin kuzeydoğusunda yer alan ehrâmî türbe, Emir Siyavuş’a ait olup XIII. yüzyılın son çeyreğinde yapılmış olmalıdır. Kuzeybatısındaki Osmanlı klasik türbelerine benzeyen kubbeli yapının mâhiyeti kesin olarak tespit edilememiştir. Konyalı, buranın, zaviyenin matbah bölümü olduğu kanaatindedir. Erdoğan’a göre matbah bölümü, Tekke Mahallesi’ne doğru yol açılırken yıktırılmıştır. Tarihî kayıtlar, Erdoğan’ın yazdıklarını doğrular mahiyettedir. Nitekim 1152/1739 tarihli bir tâmirat keşfine göre matbah kubbeli değil, damlıdır. Zikredilen bu kubbeli yer, Piri Mehmed Paşa tarafından, öldüğü zaman gömülmesi için türbe niyetiyle yaptırılmış olmalıdır. Şöhretli bir sadrazamın, türbe içinde değil de Silivri’de yaptırdığı caminin haziresine gömülmesi; Konyalılar’ın, özellikle Mevleviler’in Piri Mehmed Paşa’nın türbesinin Konya’daki zaviyesinin ve mescidinin yakınında bulunduğunu iddia etmeleri bir tesadüf olmayıp, bu­ranın onun adına yaptırılmış bir türbe olduğunu gösterir. Genelde vakfeden veya adına zaviye yaptırılan kişiye, aynı yerde türbe de inşa ettirilirdi. Konya’da Şeyh Sadreddin-i Konevî ve Sahib Ata’nın zaviyeleri bitişiğindeki tür­beleri buna örnek gösterilebilir.
  Piri Mehmed Paşa, herhalde, emekliliğinde ata yurdu Konya’ya yerleşmeyi; öldüğünde zaviye ve mes­cidinin bitişiğinde yaptırdığı bu türbeye gömülmeyi düşünüyordu. Fakat olayların seyri ve siyasî gelişmeler, Onun düşündüklerinin tahakkukunu engellemiştir. Hiç beklemediği bir zamanda sadrazamlıktan azledilince, politik gelişmeleri yakından takip ve sebepsiz yere kaybettiği makamını tekrar elde etmek için, İstanbul’a ya­kın bir yerde bulunan Silivri’de ikameti tercih etmiştir. Bu sırada, Kanunî ile çeşitli vesilelerle görüşmelerde bulun­muş, bu durum, halefi Makbul İbrahim Paşa’nın telaşlanmasına neden olmuş ve onu oğluna zehirlettirmiştir. Cenazesi, Siliv­ri’deki camisinin haziresine gömülmüştür.

            Zaviye Bölümü

  Caminin kuzeyinde, dışı kâgir, içi tonoz özengi seviyesine kadar moloz taş, üst tarafı tuğla olan 18 hücreli zaviyenin inşa tarihi bilinmemektedir. İnşaat malzemelerinin farklı olması cami ve zaviyenin değişik tarihlerde yapıldığını gösterir. Nitekim 906/1500 tarihli bir tahrirde, Siyavuş Türbesi yakınında Piri Mehmed Çelebi’nin bir zaviye yaptırdığı kaydına bakılırsa, zaviyenin inşa tarihi hiç de­ğilse 1500’lerde yâni camininkinden önce olmalıdır. Öyle ise zaviye, sadrazamlığından önce, mescit de sonra yapılmış olmaktadır. Piri Mehmed Paşa Zaviyesi, Hayra Hizmet Vakfı tarafından 1991-1992’de restore edilmiştir.

            Şeyh Evi

  Zaviyenin seccade şeyhine mesken olmak üzere vakfedilen ev caminin kuzeybatısında, sokağın sağ köşesindedir. Mevcut binanın inşa tarihi fazla eski olmamakla birlikte örnek bir Konya evi olarak muhafaza edilmesi gerekirken ortadan kaldırılarak yerinden yol geçirilmiştir.

            Bahçeler, Şadırvan ve Çeşme

  Cami ve zaviyenin çevresinde biri büyük, diğeri küçük iki bahçe vardı. Bunlardan biri zaviyeye, biri de mescide ait olup duvarla çevrili idi. Konyalı’ya göre zaviyenin bahçesine, doğu ve batı yönlerinde bulunan kemerli kapılardan giriliyordu. Ahmed Tevhid ise, kemerli kapılardan bahsetmemektedir. Bununla birlikte, bahçenin doğu ve batısından girişler bulunduğu, bu iki yönde bulunan sokak ve bu sokaklarda yer alan yapılardan anlaşılmaktadır. Cami ile zaviye arasındaki boşlukta bir şadırvan yer alıyordu. Ahmed Tevhid, bunun tâmirat tarihini 1300/1883 olarak tespit etmiştir. Mehmed Önder, Piri Mehmed Paşa Ca­mii’nin bitişiğindeki tekke yakınında, Konya Mevlâna Dergâhı postnişinlerinden Hemdem Said Çelebi’nin 1256/1840’de bir şadırvan yaptırdığını yazmaktadır. Ahmed Tevhid’in tâmirat tarihini tespit ettiği şadır­van bu olmalıdır. Caminin kuzeydoğusunda, sokağın sağındaki çeşmenin yapım tarihi 998/1590’dir. III. Murad’ın dârü’s-saâde ağası Mehmed Ağa tarafından yaptırılmıştır.

            Piri Mehmed Paşa Hamamı

  Vakfiyede gelirinin tamamı zaviyeye tahsis edilen ve zaviyenin bitişiğinde gösterilen hamam, Piri Mehmed Paşa tarafından inşa ettirilmemiş olup önceden mevcut idi. Bu durum, vakfiyede, inşa edilip vakfedilen ünitelerin isimleri sayılırken bunlarla birlikte hamamdan bahsedilmemesinden anlaşılmakta­dır. Hamam, muhtemelen Karamanoğulları dönemine ait idi. Konyalı, Piri Mehmed Paşa Hamamı’nın, zaviyenin kuzeydoğusunda bulunduğunu yazmaktadır. Buna göre aynı mevkide ve birbirine yakın iki ha­mam bulunuyordu: Piri Mehmed Paşa Hamamı ve bunun hemen 100-150 m doğusunda, Süleymaniye/Selimiye Camii’nin bitişiğindeki Yusuf Ağa Kütüphanesi’nin batısında Türbe Hamamı. Acaba bu kadar birbirine yakın iki hamam olur mu? Piri Mehmed Paşa Hamamı’nı biraz daha uzakta aramak isabetli olacaktır. Nitekim bazı belgelerden Piri Mehmed Paşa Hamamı’nın, zaviyenin kuzeybatısında bulunduğu anlaşılmaktadır. 13 Receb 1070/25 Mart 1660 tarihli bir berat sûretinde, Piri Mehmed Paşa evkafının eski mütevellisi Mahmud Efendi için “Evkaf-ı mezbûrenin hammâm ve fukarâ sâkin olıcak hücurâtın fürûhat itmekle vakıf harâb olub mağdûben katl olundu” dendiğine göre, zikredilen hamamın daha 1660 yılında satılmış olduğu anla­şılmaktadır. Zaviyeye ait vakıf dükkânların hemen karşısında bugün de mevcut olan Şeyh Ahmed Efendi Ha­mamı’nın 1667’de faaliyete geçtiği bilinmektedir. Pîrî Mehmed Paşa Hamamı’nın satılmasından yedi sene gibi kısa bir süre sonra Şeyh Ahmed Efendi Hamamı’nın ortaya çıkması, tesadüf olarak kabul edilemez. Beratta satıldığı belirtilen Pîrî Mehmed Paşa Hamamı’nı, muhtemelen Şeyh Ahmed Efendi satın alarak bazı tadilât ile ihyâsı yönüne gitmiş; belki de kullanılmayacak kadar harabe olduğundan tamamen yıktırıp yerine bugünkü hamamı yeniden inşa ettirmiştir.

            Mektep

  Piri Mehmed Paşa’nın azatlı kölesi Behram ibn Abdullah’ın zaviye yakınında inşa ettirdiği mektebin yeri tespit edilememiştir. XVII. yüzyılda faal bir mektep idi.

            Pîrî Mehmed Paşa Medresesi

  Vakfiyede bulunmamakla birlikte Konya’da XVIII. yüzyılda “Pîrî Mehmed Paşa Medresesi“ adı ile bir medrese tedrisat yapıyordu. 16 R. âhir 1088/18 Haziran 1677 tarihli bir tâmirat keşfinde, her ne kadar “18 bâb hücurât içlerinde hâlen talebe-i ‘ulûm sâkinler olduğu” tespit edilmiş ise de bu belge, zaviyenin odalarının Konya medreselerinde tahsil yapmakta olan talebenin ikametine tahsis edildiğini gösterir. Hâlbuki Piri Mehmed Paşa Medresesi’nin daha son­raki yıllarda ortaya çıktığını gösteren belgeler bulunmaktadır. Bu medrese, med­re­selerdeki üç tahsil derecesinin ilk mertebesi sayılan “İbtidâ-yi Haric” se­vi­yesine 1139/1726’da, “Mûsıla-ı Sahn” yâni orta tahsil veren medrese hâ­line gelmesi ise, 1150/1737 yılında olmuştur.
  Medrese olarak sonradan yapılmış bir bina tespit edilememiştir. Zaviyenin bazı hücreleri medrese hâline getirilmiş olabilir.
  Zaviyede bir medresenin tedrisat yapması, XVIII. yüzyılda tarikatların önemini kaybetmeleri ile açıkla­nabilir. Tarikatların karşısında medreselerin kaydettiği gelişme, Mevlevilerin dikkatini çekmiş, bu yolla taraftar yetiştirme yönüne gitmiş oldukları söylenebilir.

            Kiler, Odunluk ve Ahır

  Vakfiyede geçen kiler, odunluk, ahır gibi ekler, bugün ayakta bulunma­maktadır. Zaviyenin batısında bulunan vakıf dükkânlar, yıkılan bu bölümlerin yerine daha sonra yapılmış olabilir.
  Zaviye faaliyete geçer geçmez yakınına hemen bir mektep, yaklaşık yarım asır sonra çeşme ve daha sonra şadırvan gibi hayır eserlerinin yapılması; XVIII. yüzyılın ilk yarısında bir medresenin tedrisata açılması, bu manzumenin zamanla genişleyerek hizmetini devam ettirdiğini gösterir.

            Zaviyenin Vakıfları

  Konya’daki Piri Mehmed Paşa Zaviyesi’nin, Anadolu’nun değişik yerlerinde vakıfları bulunmaktadır. Vakfedilenler dört hamam, çok sayıda dükkân, iki han, altı değirmen, dört pazar yeri, dört köy, beş mezraa, iki bahçe, iki bin dirhem gümüş paradır. Bu durumuyla zaviyenin vakıfları, büyük bir görünüm arz etmektedir. Bunlar:
  Konya’da Piri Mehmed Paşa Zaviyesi’nin bitişiğindeki hamamın yani Piri Mehmed Paşa Hamamı’nın tamamı,
    Yine Konya’da aynı zaviyenin bitişiğindeki biri büyük, diğeri küçük iki bahçe. Küçük bahçenin mey­velerini Zaviyeye gelenler yiyecektir.
    Konya şehrinde bir dükkân,
    Kayseri şehrinde, önünde dükkânları hâvi, Kapan Hanı olarak da kullanılan Yeni Han/Piri Paşa Hanı’nın tamamı,
 
  Kayseri’de Yeni Han’ın kapısı yakınında bir bâb dükkân,
  Kayseri’de Hallaçlar Çarşısı’nda bir dükkân,
  Niğde kazasına bağlı Gölcük köyü,
  Lârende yani Karaman şehrinde, Konya’daki Piri Mehmed Paşa Zaviyesi’nin vakfı olarak bilinen han ve dükkânlar,
  Hamidili yani İsparta vilâyetine bağlı Keçiborlu kasabası içindeki Pazaryeri adıyla anılan dükkânlar,
  Tarhala kazasına bağlı Eynez köyü,
  Kestel kasabasına bağlı Gürağaç nahiyesinde Pazaryeri denilen yerdeki dükkânlar ile bu pazar ye­rinin bac, ihtisab vs. vergileri,
  Nazilli Pazarı’ndaki dükkânlar ve hamam,
  Şeyhlü kazasına bağlı Kavaklu köyünde, Piri Mehmed Paşa’nın bina ettiği hamam, aynı köydeki pazar yeri ve buradaki dükkânlar,
            Şeyhlü kazası içinde, Piri Mehmed Paşa’nın bina ettiği dükkânlar,
            Uşak’a bağlı Banaz köyünün yakınında, vâkıfın bina ettiği dükkânları hâvi Pazar yeri,
Soma’nın içindeki dükkânlar,
Aksaray şehrinde, Kirişhâne mevziinde, bir dam altında beş; yine bu şehrin dışında bir adet Çolaki Değirmeni,
  Aksaray çevresindeki Karayer/Bekirin ve Çerçi Hızır höyükleri,
  Aksaray’a bağlı Tâceddin ve Dânişmendlü köyleri,
 































PİRİ MEHMED PAŞA ZÂVİYESİ VAKFİYESİ

               




               
                Resim: 1 Konya, Piri Mehmed Paşa Manzûmesi’nin genel görünüşü. Soldan sağa Piri Mehmed Paşa Zaviyesi, Siyavuş Türbesi, mescit, Piri Mehmed Paşa Türbesi ?, şeyh evi, hamam (Şeyh Ahmed Efedi Hamamı).





 

AHİ EVRAN ZAVİYESİ

            Karatay bölgesinde bulunan Konya Debbağhanesi’ndeki Ahi Evran Zaviyesi’ne aynı zamanda “Debbağhâne Tekkesidendiği 1670 yılında görülmeye başlayan ilk kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bundan 12 yıl sonra yani 1682’de, iki Konya Şer’iye Sicili kaydından birinde “Debbağhâne Tekkesi”, diğerinde ise, “Debbağhâne’de vâki Ahî Evran Zâviyesi” şeklinde geçmektedir. Şu halde bu zaviye, kuruluşundan itibaren her iki isimle de anılıyordu. Öyle anlaşılıyor ki, bazı kimseler, debbağ esnafının tekkesi olduğunu düşünerek “Debbağhâne Tekkesi”, bazıları da debbağların piri Ahi Evran’a nisbetle “Ahî Evran Zâviyesi” diyorlardı. Fakat her iki görüşte olanların ifade etmek istedikleri yer, konumuz olan Ahi Evran Zaviyesi’dir. Bunun böyle olduğuna dair kanıtlarımız bulunmaktadır. Nitekim belgelerde geçen Debbağhane Tekkesi ile Ahi Evran Zaviyesi’nin vakıfları, ikisinde de aynı şekilde gösterilmektedir. Ayrıca 1682’de her ikisinin mütevellisi de Ahi Baba el-Hâc Süleyman b. Abdi’dir.

            Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’ne daha sonra halkın mahallî şive ile “Ahirvan Tekkesi” dendiği görülmektedir. Bu nedenle 1926 yılı kadastral çalışmaları sırasında burası çevrede oturanlarca “Ahirvan Tekkesi” olarak kaydettirilmiştir.
            Ahi Evran’ın, XIII. yüzyılın ilk yarısında Konya’da Ahîliği kurarak birçok zaviyeyi denetimi altına aldığına yukarıda değinilmişti. İncelediğimiz Ahi Evran Zaviyesi, o dönemin kaynaklarında geçmemektedir. Aynı şekilde Karaman­oğul­la­rı’nda da böyle bir zaviye bilinmemektedir. Şu halde Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’nin inşa tarihini daha sonraki yüzyıllarda aramak gerek­mek­te­dir. Bulunduğu yer itibariyle değerlendirildiğinde bu zaviyenin, Ahi Evran’dan sonra yapılmış olduğu söylenebilir. Çünkü Konya Ahi Evran Zaviyesi’nin bulunduğu mevkii, Konya’nın 618/1221’den sonra kurulan ikinci debbağ­hanesin­dedir. Yani Ahi Evran’ın bu şehirde bulunduğu sırada debbağların bu işyerleri henüz tam olarak teşekkül etmemiştir. Bu sebeple Ahi Evran’ın debbağ dükkânı, sûr dâhilinde olup sonradan İç Debbağhane adını alan yerde bulu­nuyordu. İkinci debbağhane Konya kalesinin dışına yapılınca, sûr içinde kalan bölümüne yenisiyle karıştırılmaması için “İç Debbağhânedendiği görülmektedir. Ayrıca Ahi Evran Zaviyesi vakıflarının, Osmanlı döneminde, XVII. yüzyılda düzenlenmesi, bu yapının çok eski olmadığına işaret etmektedir. Bir de Ahi Evran’a, Yeni Debbağhane’de bir zaviyenin tahsis edilmesi, I. Alâeddin Keykubadtan sonraki siyasî gelişmelerden dolayı pek mümkün görülmemektedir. Bilindiği üzere, bu sırada Ahi zaviyelerinden bazıları Ahi Evran’a mensup olanların ellerinden alınıp, Mevleviler’e verilmiştir. Üstelik Konya Debbağ­hane Tekkesi/Ahi Evran Zaviyesi’ne dair belgelerin tarihi de çok eski değildir. Tespit edilebilen en erken belge, 22 R. evvel 1081/l0 Ağustos 1670 tarihli bir Şer’iye Sicil kaydı olup, Hacı Mustafa adlı bir hayırseverin, Debbağhane Tekkesi’ne vakfettiği paranın bu tarihten yedi sene önce borç olarak verildiğine dairdir. Bu belgeye göre, Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’nin inşa tarihini 1660’dan öncelerde aramak gerekmektedir. İhtimal, Konya Debbağhane Tekkesi, XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde yapılmıştır.
            Konya Ahi Evran Zaviyesi’nin yeri, Debbağhane Mahallesi’nde, XIX. yüzyılın ikinci yarısında tedrisata başlayan Fevziye Medresesi’nin bitişiğinde idi. Abdülkadir Erdoğan’a göre, Cumhuriyet döneminde, bu medrese ile birlikte yıktırılarak arsası üzerine İsmet Paşa İlköğretim Okulu yaptırılmıştır.
            Ahi Evran Zaviyesi Konya Debbağhanesi’nde, geniş ve boş bir sahada yaptırılmış olmalıdır. 2 Şevval 1149/3 Şubat 1737 günü tutulan bir Şer’iye Sicili’ndeki bilgiler, bu görüşü teyit etmektedir. Söylenen tarihte Konya Debbağ­hane Tekkesi’nin yakınında “toprak depe” ve “Debbağhâne havlısı” bulunuyordu. Demek ki, Ahi Evran Zaviyesi, 1221’de ikinci kale duvarı yaptırıldıktan sonra Konya şehrini rahatlatmak maksadıyla kurulan iş yerlerinden biri olan debbağhânede, XVII. yüzyılın ilk yarısında boş ve geniş bir arsa üzerine inşa ettirilmiştir.
            Ahi Evran Zaviyesi’nin 1926 yılında yapılan kadastral çalışmalar sırasında yapılan şehir plânından’nin oturduğu alanla, avlusunun çapını tespit etmek mümkün olmaktadır. Buna göre zaviye, İsmet Paşa İlköğretim Okulu’nun solundaki boşluğun kuzeyinde, avlusuyla birlikte 864 m2 genişliğinde bir sahaya oturuyordu. Aslında çok daha geniş olduğu anlaşılan zaviyenin avlusu üzerine XIX. yüzyılın ikinci yarısında başka binaların yapıldığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birisi 1877’de inşa edildiği bilinen Fevziye Medresesi olmalıdır. Çünkü Konya Kadastro Heyeti’nin hazırladığı 24.4.1931 tarih ve 495/102 sayılı tutanağa bakılırsa, Ahi Evran Zaviyesi’nin sokağı, 6. parseldeki Fevziye Medresesi’nin güneyinde, medreseye ait mescidin doğusuna kadar uzanıyor, buradan Sarı Hafızoğlu Medresesi Sokağı’na çıkıyordu. Demek ki zaviyenin avlusuna medrese yapılırken, sokağa çıkış için sadece dar bir yol konmuş, gerisi medreseye alınmıştır. Öyle ise Ahi Evran Zaviyesi olarak bilinen bina, İsmet Paşa İlkokulu’nun solunda, şu anda mevcut olan elektrik trafosunun bulunduğu yerde idi (Fotoğraf: 1). Zaviyenin belgelerde geçen avlusu ise, İsmet Paşa İlköğretim Okulu ve bahçesini içine alacak genişlikte bulunuyordu.
            Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’nin kim tarafından yaptırıldığı tespit edilememiştir. Tekkenin bitişiğinde Ahî Baba’nın debbağ dükkânının bulunması, bazı çağrışımlar yapmaktadır. Ahi Evran Zaviyesi, muhtemelen Ahi Baba önderliğinde, yukarıda zikredilen Ahî Baba dükkânının bitişiğindeki boş arsaya, debbağ esnafının da maddi destekleriyle yaptırılmıştır. Şu halde bâni olarak ismini zikredebileceğimiz belli bir kimse bulunmamaktadır. Şayet zaviyenin bânisi bilinse idi, Osmanlı dönemi vakıf kayıtlarında buna atıfta bulunulurdu. Oysa Ahi Evran Zaviyesi’ne dair belgelerde bu hususa hiç işaret edilmemektedir. Bu durum, zaviyenin bir kişi tarafından değil, birçok hayırseverin iştirakiyle yaptırıldığına işaret olarak kabul edilebilir. Çağatay’ın, Ahi zaviyelerinin o şehrin Ahi babalarınca inşa ettirildiğini söylemesi, Osmanlı dönemi Ahî zaviyelerinin inşasına dair genel tutumu göstermektedir. Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’ne vakıflar tahsisi veya vakfın alacak davalarında Ahî babanın genelde şahit olarak dinlenmesi; bu zaviyenin vakıf mütevelliliğinin onlar tarafından yürütülmesi, onların Konya’daki bu Ahi Tekkesi’nin yaptırılması ve buraya vakıfların tahsisinde de etkili olduklarını göstermektedir.
            Konya Ahi Evran Zaviyesi’nin yapısını ayrıntılı olarak anlatan bir belge şimdilik görülmemiştir. Tekkenin fizikî durumu hakkında burayı görenlerin söyledikleri kadarıyla bilgi sahibiyiz ki, bina kerpiçten inşa edilmiş ahşap bir yapı idi. Bunun için XIX. yüzyılın sonlarında Konya’ya gelip tarihî eserler hakkında bilgi veren Ahmed Tevhid, Debbağhane Tekkesi’nden bahsederken “bayağı binadır’’ demiştir. 1926 yılı kadastral çalışmaları sırasında da Ahi Evran Tekkesi, kerpiç bina olarak gösterilmiştir. Şu halde bu tekke, Konya’da Osmanlı döneminde inşa edilen birçok tarikat binası gibi kerpiç ve kara dam örtülü idi. Konya’da Osmanlı döneminde kerpiçten yapılmış, toprak damlı birçok mektep, medrese ve tekkenin tarihî eser denebilecek evsafta kabul edilmediğinden son dönemlerde yıktırıldığı anlaşılmaktadır. Aslında tarihî hatırası bizce en az, mimarî yönü kadar önemli olan bu zaviyenin, geniş bir avlu içinde, debbağ dükkânları arasında ve Selçuklu mabedi Sırçalı Mescit yakınında bulunması, önemini daha da artırmaktadır.
            Erdoğan, Ahi Evran Zaviyesi’nden başka bu çevrede debbağ esnafının Ahi babalarına ait olup, 200 yıl önce yaptırılan nakışlı bir salondan bahsetmektedir. Konya’da resmî nitelikli bazı binaların Lâle Devri’nde nakışla süslendikleri bilinmektedir. Bu geleneğe uyularak debbağ esnafının sürekli uğrak yeri olan Ahi Evran Zaviyesi de nakışlarla tezyin edilmiş olabilir.
















AHÎ EVRAN ZÂVİYESİ VAKFİYESİ



Fotoğraf: 1 Konya Ahi Evran Zaviyesi’nin bulunduğu yer. Görülen bina elektrik trafosudur
(Fot. Mustafa Akgöl).


AHİ GÜHERTAŞ TEKKESİ
Ahi Gühertaş Tekkesi, medresesi ile birlikte 1232 yılında Alâeddin Keykubad (1220–1237)’ın lalası olan Emir Bedreddin Gühertaş tarafından Alâeddin Tepesi’nin kuzeydoğusunda, Çifte Merdiven Mahallesi’nde yaptırılmıştı.
Mevlâna’nın müderrislik yaptığı Ahi Gühertaş Medresesi’nin yanında “cemaathâne” olarak adlandırılan bir toplantı ve zikir yeri de vardı. Anadolu Selçuklu kaynaklarında burası tekke olarak geçmektedir. Osmanlı döneminde bu işlevini sürdürdüğüne dair şimdilik herhangi bir kayda rastlanmamıştır.

ATABEK ZAVİYESİ
Atabek Zaviyesi medresesi ile birlikte bugünkü Rektörlük binasından İmam-Hatip Lisesi’ne giderken yolun solunda, Kadı İzzeddin/Karpuzoğlu Camii’nin tam batısında Ata Petrol’ün bulunduğu yerde idi. Atabek Fahreddin Arslan Doğmuş tarafından başlangıçta medrese olarak yaptırılan (1256) bu yapının bir de mescidi bulunuyordu. Bu medreseye Osmanlı devrinde Yavuz Sultan Selim (1512–1520) de bir çeşme yaptırmıştı.
Atabek Arslan Doğmuş, yaptırdığı bu medresede müderris ve bilginlere bizzat hizmet ediyordu. Medresede müderris olacakların da Hanefi Mezhebi’nden ve mutasavvıf olmasını vakfiyesinin şartları arasına koydurmuştu. Müderrisin sofi olması, burada zamanla bir de zaviyenin ortaya çıkması sonucunu beraberinde getirmiştir. Bu nedenle Atabek Zaviyesi’ne Osmanlı döneminde değişik görevlere atamalar bulunmaktadır. Medrese ile birlikte zaviye de 1930’lu yıllarda yıkılmıştır.

BURHAN DEDE ZAVİYESİ
            Anadolu Selçuklu dönemi tarikat yapılarından, Burhan Dede Zaviyesi hakkında Osmanlı öncesi kaynak ve belgelerde şimdilik herhangi bir bilgi bulunmamıştır. 1086/ 1675’te Burhan Dede Zaviyesi mevcut idi. 1114–1115/ 1702–1703 tarihli Konya Şer’iye Sicili kaydındaki bir hüccette vakfiyesinin 684/ 1285 tarihli olduğuna işaret edilmektedir. Öyle ise zaviye, 1285’ten önce inşa edilmiş bir Selçuklu eseri olup Osmanlı döneminde faal durumda idi.

FAKİH AHMED PAŞA ZAVİYESİ
Konya’da Hoca Fakıh Zaviyesi’nden başka bir de Fakih Ahmed Paşa Zaviyesi vardı. Konyalı, Fakıh Ahmed Zaviyesi’nin a Şeyh Alaman Mahallesi’nde bulunduğunu, Fakıh Ahmed’in torunu Şeyh Ahmed tarafından 687/ 1288’de inşa ettirildiğini yazmaktadır. Ancak bu zaviyenin vakfiyesinde Fakıh Ahmed’den bahsedilmemektedir. Osmanlı döneminde “Fakih Ahmed Paşa Zâviyesi” vakfına mütevelli atamaları bulunmaktadır. Ayrıca “Şeyh Ahmed Zâviyesi” ile ilgili mütevelli tayinleri de belgelerde yer almaktadır. Bu durumda Fakih Ahmed Paşa Zaviyesi’nin farklı bir tarikat yapısı olduğu göz ardı edilmemelidir.

HALKABEGÛŞ TÜRBE VE ZAVİYESİ
Zaviyesi ile birlikte belgelerde geçen ve şu anda ayakta bulunan Halkabegûş Mescidi, Musalla Mezarlığı’nın karşısında, Ankara yolunun sağındadır. Banisi bilinmemekle birlikte, Eflâkî’de bu yapının adı geçmektedir. Şu halde bu tarikat yapısı Anadolu Selçuklu döneminde inşa edilmiştir.
Konya’da Selçuklu mescidi örneği olarak kabul edilen Halkabegûş Mescidi, kare planlı ve iki katlıdır. Duvarları taş, üst tarafı ve kubbesi tuğladır. Altta mumyalık, üstte mescit bölümü bulunmaktadır. Tonoz örtülü mumyalık bölümüne kuzey yönünden girilir. Bitişiğinde bir de zaviyenin bulunduğu 1720 tarihli bir vakıf kaydından anlaşılmaktadır.

HÂNKAH-I ZİYA
Konya’da İç Karaarslan Mahallesi’nde, Kara Arslan Mescidi’nin bitişiğinde idi. XIII. yüzyılın yarısında, Vezir Ziyaeddin Kara Arslan tarafından yaptırılmıştır. Anadolu Selçukluları döneminde Konya’nın önemli tarikat yapılarından biri idi. Önceleri Ahi Zaviyesi iken, daha sonra Çelebi Hüsameddin buraya şeyh olmuş, böylece Mevlevi Tekkesi haline getirilmiştir. Osmanlı döneminde zaviye olarak işlevini sürdürdüğüne dair şimdilik bir kayda rastlanmamıştır. Bu durumu, Hânkah-ı Ziya’nın Selçuklulardan sonra yıkıldığını göstermektedir.

PİR ESAD TÜRBE VE ZAVİYESİ
            Pir Esad Türbe ve Zaviyesi, Konya’da Pir Esad Mahallesi’nde, mescit, tekke ve türbeden meydana gelen bir Selçuklu eseridir. Sandukanın kitabesinde Pir Esad’ın 662/1263’de vefat ettiği yazılıdır. Türbe ve zaviye 844/1440’ta Karamanoğulları dönemi ümerasından Musa Paşa tarafından yeniden yaptırılmıştır. Duvarları moloz taş ve tuğla, damı ise düzdür. Türbenin içinde çoğu Karamanoğulları devri meşâyihine ait mezarlar bulunmaktadır.
            Pir Esad Zaviyesi’nin mescit ve türbesinden başka XVIII. yüzyılda bir muallimhanesi ile darülhuffazı da vardı. Vakıf mütevellileri tarafından XX. yüzyılın başlarına kadar yapılar faal tutulmuştur.

SADIR SULTAN TÜRBE VE ZAVİYESİ
            Aynı zamanda şair olan Hekim Sadr-ı Konevi’nin türbe ve zaviyesi, Sedirler Mahallesi’nde, Yanık Cami yakınındaki mezarlık içindedir. Sadr, bu önemli şahsiyetin lakabıdır. Asıl adı Bekir’dir. Lakabı yattığı mahalleye de ad olmuştur.
            Anadolu Selçuklu devrinin büyük şairlerinden olan Sadr-ı Konevi, Moğol işgal günlerini görmüş ve o acı günleri yazdığı mersiyesinde dile getirmiştir. Önceleri kubbeli olan türbesi yıkıldığı için yerine sonradan kerpiçten basit bir bina yapılmıştır.
            Osmanlı döneminde Sadır Sultan Zaviyesi’nin faal olduğu, buranın vakıflarını idare etmek üzere yapılan mütevelli ve nazır atamalarından anlaşılmaktadır.

SEYFİYE BUK’ASI/KARASUNGUR TÜRBE VE ZAVİYESİ
            Seyfiye Buk’ası/Karasungur Türbe ve Zaviyesi, Selçuk Üniversitesi Rektörlük binasından Şems-i Tebrizi Cami ve Türbesi’ne giden yolun solundadır. Türbenin kuzey tarafındaki zaviye ve medresesi yıkılmıştır. Selçuklu devlet adamlarından Seyfeddin Karasungur adına yapılmıştır. Bilindiği gibi bu devlet adamı Celaleddin Karatay’ın kardeşlerinden birisidir. Bütün bakımsızlığına rağmen türbe bölümü ayaktadır.
Osmanlı döneminde “Seyfiye Buk’ası” olarak geçen tarikat yapısına buk’adar tayini ile ilgili belgelere çok sık rastlanmakta olup, XX. yüzyıl başlarına kadar faal olduğu diğer vakıf kayıtlarından anlaşılmaktadır.

ŞEMS ZAVİYESİ
            Şems Zaviyesi, Şerafeddin Camii’nin kuzeyinde, eskiden mezarlık olan Şems Parkı’nın içinde idi. Şu anda ayakta bulunan mescit ve türbenin kim tarafından ve hangi tarihte yaptırıldığı bilinmemekle birlikte XIII. yüzyıldan kaldığı tahmin edilmektedir. Karamanoğulları döneminde, Konya’nın önemli Mevlevi zaviyelerinden biri idi. İlk şekli hakkında malumat bulunmayan yapının XVI. yüzyılın başlarında önemli değişikliğe uğradığı, Abdürrezzak oğlu İshak Bey’in evâil-i Zilkade 915/10–20 Şubat 1510 tarihli Arapça vakfiyesinden anlaşılmaktadır. Bununla birlikte mescidi XVII. yüzyılda bile kubbeli bir yapı idi. Evliya Çelebi’nin şu andaki düz tavanlı ve çatılı mescidinden söz etmeyip “Kubbe-i ‘âlî olup anda dahi âyîn-i Mevlâna sürülür” demesi bunu gösterir.
            Mescidin kapısı doğuya bakmaktadır. İçte, kalın bir kemerle ortasından bölünmüştür. İshak Bey vakfiyesine göre bu kemerin güneyindeki bölüm, sonradan genişletilmiş olmalıdır. Türbenin kuzeyindeki minarenin yapım tarihi eski değildir.
            Mescidin batısındaki Şems’in türbesi, Sille taşından yapılmıştır. İshak Bey vakfiyesine göre türbe, eskiden kara dam örtülü idi. Şimdi ise, sekizgen pramidal kurşun bir külahla örtülüdür. Tavanı düz olup geometrik motiflerle süslüdür. Önder’e göre, döşemeyi kaplayan tahtaların altı mumyalıktır.
            İshak Bey, Şems Zaviyesi’ne bazı ilaveler yaptırmıştır. Bunlardan biri mescidin kuzey-doğusundaki kendisine mahsus türbedir. Buranın aynı zamanda darülhuffaz olarak kullanılmasını şart kılmıştır. Bu türbe, kubbeli olup hâlen mevcuttur. Diğer ilaveler ise, batı yönünde, evi olmayanlara misafirlerin kalmaları için iki hücre; mektep olarak iki oda, bir salon; bir helâ ve bir gölgelikle, kuzeyde yer alan bu gölgeliğin altında bir musluktur. İshak Bey Mektebi ile musluk, XVIII. yüzyılda faal durumda idi.
            Mescidin doğusunda, XX. yüzyılın başlarında dervişlerin kaldıkları dört hücreli bir daire ile bunun yakınında, Şems Dedesi ve ailesinin oturduğu bir de ev vardı. Konyalı’ya göre bu ev tek katlı, kerpiçten ve kara dam örtülü idi. Safevi Tarikatı’na karşı Mevlevilik’e destek veren I. Selim, Mevlâna Dergâhı’na olduğu gibi Şems Zaviyesi’ne de ilgi göstermiş; zaviyenin yakınına bir çeşme yaptırmıştır. Osmanlı döneminde birçok defa tamir edilen manzumenin şu anda mescit, türbe ve İshak Bey Türbesi dışındaki yapılarının tamamı yıkılmıştır. Şems Zaviyesi’nin çevresi zamanla mezarlık haline gelmiş, Cumhuriyet döneminde ortadan kaldırılarak parka dönüştürülmüştür.
            Şems Zaviyesi’nin Mevlâna Dergâhı’ndan sonra Konya’nın en önemli Mevlevi Tekkesi olduğunu ve daha Karamanoğulları döneminde burada sema yapıldığını Sakıp Dede, yazmaktadır. Osmanlı devrinde de önemini koruduğu belgelerden anlaşılmaktadır. Nitekim buraya XVII. yüzyıl ortalarında mesnevihan tayini bulunmaktadır. XVIII. yüzyılda ise bu zaviyede görevli şeyh burada Mesnevi okur; “mukabele günleri”nde sema yaptırırdı. Belgelerde çok sık “Âstâne” olarak geçmesi de buranın Mevlevihane olduğunu göstermektedir. Çünkü âstâne, çile çıkarılan Mevlevihane olup dervişler bu tekkelerde yetişirdi. Şu halde Şems Zaviyesi, Konya’da Âstâne-i Aliyye de denen Mevlâna Dergâhı gibi dervişlerin ikamet ettiği önemli bir tarikat yapısı idi.
           
            ŞERAFEDDİN TÜRBE VE ZAVİYESİ
            Konya’da Şerafeddin Camii’nin güneyinde, XIII. yüzyılda yaşadığı bilinen Şeyh Şerafeddin’e ait Anadolu Selçuklu Türbesi bulunuyordu. 1925 yılında yıktırılan bu türbenin Osmanlı döneminde zaviye bölümünün de bulunduğu anlaşılmaktadır. XX. yüzyıl başlarında bile Şerafeddin Zaviyesi’ne atamalar bulunmaktadır. Türbe, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından aslına uygun şekilde 2009’da yeniden yaptırılmıştır.

ŞEYH ALAMAN SULTAN TÜRBE VE ZAVİYESİ
            Şeyh Alaman Türbe ve Zaviyesi, Konya’da Şeyh Alaman Mahallesi’ndedir. Mescidi halen mevcut olan Şeyh Alaman Türbe ve Zaviyesi’ni, Şeyh Alaman’ın mürşidi Fakih Ahmed adına inşa ettirdiği tahmin edilmektedir.
            Kitabesinden Selçuklu mescidi olduğu anlaşılan yerin bitişiğine Şeyh Alaman vefat edince gömülerek türbe haline getirilmiştir. Kare plan üzerine duvarları taştan, kubbesi tuğladan yapılmıştır. Zaviye bölümü ise 687/1287’de inşa ettirilmiştir.
            Osmanlı döneminde mektebi de bulunan Şeyh Alaman Sultan Zaviyesi’nin vakıflarına mütevelli tayinleri bulunmaktadır.

SARI YAKUB ZAVİYESİ
Sarı Yakub Zaviyesi, belgelerde Katırcıoğlu Mahallesi’nde gösterilmektedir. Bânisi, Karamanoğulları ulemâsından Sarı Yakub olmalıdır. Sarı Yakub, Osmanlı eğitim kurumlarında yetişmiştir. Konyalı, onun Yıldırım Bâyezid’in bilginlerinden Mevlâna Şemseddin Fenârî’nin öğrencisi olduğunu yazmaktadır. Sarı Yakub adıyla bir mescidin Konya’da bulunduğu ve hâlen aynı adla anılan bir mescidin mevcudiyeti bilinmektedir. Bu iki hayır eseri, Sarı Yakub tarafından inşa edilmiş olmalıdır. Belgelere göre bu iki yapının vakıfları, aynı mütevelli tarafından idare ediliyordu.

ŞEYH BURHANEDDİN ZAVİYESİ
Şeyh Burhaneddin, Konya’da Fakıh Dede olarak bilinmektedir. Konyalı, bu nedenle onun türbesini, “Fakih Dede Türbesi” başlığı altında incelemiştir. Türbe’nin kitâbesinde Şeyh Burhaneddin Fakih Paşa’nın ölüm tarihi 860/1456 olarak gösterilmiştir.
Şeyh Burhaneddin Zaviyesi, Osmanlı Döneminde faal olan tarikat yapılarından biri idi. Şeyh Burhaneddin Zaviyesi, türbe ile birlikte Konya’nın Fakıh Dede Mahallesi’nde idi. Konyalı türbenin bitişiğinde, zaviyeden başka namazgâh, mescit ve çeşmenin bulunduğunu, tarihi değeri olmadığı gerekçesiyle yıktırıldığını yazmaktadır.
           

            AHİ TARÎK/AHİ TARÎK NURULLAH MERKADİ ZAVİYESİ
            Ahi Tarîk Zaviyesi, Ahmed Fakih Mahallesi’nde idi. 15 Zilkade 1085/12 Şubat 1575 tarihli bir evin satışında sınır olarak gösterilen “Ahî Tarîk Vakfı, zaviyenin bulunduğu yer olmalıdır. Bazı belgelerde Ahi Tarîk, bazılarında ise Ahi Tarîk Nurullah Merkadi Zaviyesi şeklinde geçmektedir. Zaviyenin ismine bakılırsa, XVI. yüzyıl başlarında, bu zatın kabrinin de bulunduğu yerde Ahi Zaviyesi olarak kurulmuş olmalıdır.
            Ahi Tarîk Zaviyesi’ne XVIII. yüzyılın ilk yarısından bu yüzyılın sonlarına kadar zaviyedâr; vakfına ise mütevelli atamaları bulunmaktadır.
           
            ÇİFTÇİLER TEKKESİ
            Konya’nın hangi mahallesinde bulunduğu tespit edilememiştir. Adından da anlaşılacağı üzere çiftçi esnafının tekkesi idi. Evâhir-i Safer 1088/ Mayıs başı 1677’de Çiftçiler Tekkesi’nde Süleyman şeyh iken, azlini gerektirecek bir durum olmadığı halde Seyyid Ahmed kendisini buraya şeyh tayin ettirmiş; Süleyman’ın başvurusu üzerine tekrar kendisine şeyhlik beratı verilmiştir. Bu tekke ile ilgili başka belge şimdilik bulunamamıştır.

EZELÎ-ZADE ZAVİYESİ
Ezelî-zade el-Konevî demekle meşhur eş-Şeyh Abdurrahman b. İbrahim (ö. 1565)’in Mevlâna Dergâhı civarındaki kabrinin bulunduğu yerin, daha sağlığında iken zaviye haline getirildiği belgelerden anlaşılmaktadır. Hayırsever olarak da bilinen Ezelî-zade Zaviyesi’nin Konya Kirişhânesi’nde vakıfları bulunuyordu.
Ezelî-zade Zaviyesi, Halvetiye Tarikatı’na ait bir tekkedir. Ezelî-zade, Halvetîye meşayihinden İshak-ı Karamanî’nin Konya halifesi olup, yıllarca Sahib Ata Zaviyesi’nde şeyhlik yapmıştır.
XVIII. yüzyılda faal durumda olan zaviyede bulunan Ezelî-zade Türbesi’ne cüzhan tâyinleri bulunmaktadır.

İSHAK BEY ZAVİYESİ
İshak Bey Zaviyesi, Şems-i Tebrizî Türbe ve Mescidi’nin kuzeydoğusundadır. Muntazam kesme taşla yapılmış, kubbeli bina, belgelerde eskiden İshak Bey Türbesi olarak gösterilirken, 1211/1796’den sonra “İshak Bey Zâviyesi” şeklinde de geçmeye başlamıştır. Şu halde Şems Zaviyesi’ne 915/1510’de ek binalar yaptırıp zengin vakıflar tahsis eden İshak Bey adına XVI. yüzyılın ilk yıllarında inşa edilen türbe, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru zaviyeye dönüştürülmüştür. “Şems Merkadi karşısındaki zâviye”de Mevlevî şeyhleri­nin ilişkisi olduğuna dair belgeler, buranın yakınındaki Şems Zaviyesi gibi, İshak Bey Zaviyesi’nin Mevleviler’in denetiminde olduğuna işaret etmektedir.
           
            NAKŞBENDİYE-İ HÂLİDİYE ZAVİYESİ
            Nakşbendiye-i Hâlidiye Zaviyesi, Şems-i Tebrizî Mahallesi’nde idi. Konya Valisi Ebubekir Paşa’nın para vakfettiği bu zaviyenin tespit edilen ilk görevlisi buranın hatibi Hoca-zade es-Seyyid Mehmed Efendi ibn Ali olup, atanma tarihi 22 Muharrem 1263/10 Ocak 1847’dir. Onun ölümü üzerine oğlu Ali Efendi, aynı zaviyeye 1300/1883’de hatip olmuştur. Zaviyeye 5 Safer 1279/2 Ağustos 1862’de postnişin olarak ilk atanan görevli ise Nakşbendiye-i Halidiye hulefasından es-Seyyid eş-Şeyh Mehmed Efendi ibn es-Seyyid eş-Şeyh Muhsin’dir. Bu zatın vefatından sonra Zilhicce 1337/5 Eylül 1919’da oğlu Zeynel­abidin Efendi’nin muvafakatıyla oğlu Ziya Efendi zaviyeye şeyh olmuştur.
            Nakşbendiye-i Halidiye Zaviyesi’nin de 1925 yılında tekke ve zaviyeler kapatılıncaya kadar açık olduğu vakıf kaynaklarından anlaşılmaktadır.

            SİNAN DEDE ZAVİYESİ
            Yeri tespit edilemeyen Sinan Dede Zaviyesi, muhtemelen Konya’da Mevlâna Dergâhı yakınında Sinan Dede’nin kabrinin bulunduğu yere yaptırılmıştır. III. Murad’ın 984/1576’deki tahriri sırasında kayıtlara geçen zaviyenin 17 görevlisi olup, bunlar kendi paralarıyla zaviyeyi sürekli onarmaları şartı ile her türlü vergiden muaf tutulmuşlardır. Şu halde XVI. yüzyıl başlarında zaviye haline getirilmiş olmaktadır. Sinan Dede Zaviyesi’ne zaviyedâr atamaları 1117/1705’den biraz önce başlamıştır. Daha önceki durumu hakkında bilgi bulunamamıştır.
Konya’nın Karahüyük köyünden Sinan Dede, Mevlâna Dergâhı’nda uzun yıllar mesnevihanlık yaptığına göre, burasının Mevleviler’e ait bir zaviye olduğu söylenebilir.
Sinan Dede Zaviyesi’ne XVIII. yüzyıl başlarından itibaren zaviyadâr ve mütevelli atamalarına dair berat suretleri bulunmaktadır.

MESCİD-İ MERACE’L-BAHREYN BUK’ASI
Mescid-i Merace’l-Bahreyn Buk’ası Konya’da şimdiki Babalık Sokağı’nda idi. Sakıp Dede’ye göre Mescid-i Merace’l-Bahreyn Buk’ası Mevlâna ile Şems’in ilk buluştuğu yere inşa edilmiştir. Sadece mescitten meydana geldiği anlaşılan bu tarikat yapısı zamanla yıkılmış; Osmanlı döneminde Karaman Valisi Derviş Mustafa Paşa eski şekline uygun olarak tekrar yaptırmıştır. Daha sonra bu yapı da yakılmış: yerine evler yapılmıştır.



































MEVLÂNA’NIN ŞEMS’LE İLK BULUŞTUĞU MERAC’EL-BAHREYN’İN YERİ*

Şems, bir hakikat ehli, bir gönül eri arıyordu. Bu amaçla uzun uzun yolculuklar yapmaktaydı. Gittiği yerlerde hanlarda, kervansaraylarda konaklıyordu. Bazı memleketlerde bir süre oturduğu da oluyordu. Fakat çabuk tanınıyor, etrafını bir sürü mürid sarıveriyordu, O zaman, orada durmanın tehlikeli olduğunu anlıyor, bir fırsatını bulup kaçıyor, başka bir memlekete göçüyordu.
Yaşı altmışa ulaşmış, siyah sakalını beyaz teller bezemişti. Sırtında keçeden bir cübbe, elinde bir âlem, başında da kalpağa benzer bir külah vardı. Bazı hallerde işçilik yapar, sırtında taş çeker, birkaç mangır alır, maişetini temin ederdi. Kimseden bir şey talep etmez, kimseye yük olmazdı. Çoğu zaman aç kalır, nefsiyle alay ederdi.
Anadolu'yu bu halle gezen Şems Konya’ya gitmeye niyetlendi.
Onun bu niyeti sebepsiz değildi. Her gittiği yerde kendisine Mevlâna’dan bahsedilmiş,  onun Konya'ya yerleştiği söylenmişti.  Bir defasında:
Allah’ım,  beni dostlarımla buluştur, görüştür, diye sabahlara dek niyazda bulunmuş, bu hal ile uyuyakalmıştı. Rüyasında bu arzusunun yerine getirildiği, ancak Anadolu illerine gitmesi gerektiği bildirilmiş, buna karşılık kendisinin ne bağışlayabileceği sorulmuştu. Şems:
Başımı !.. Diye cevap vermiş; uyanınca, hemen yola düşmüştü. Anadolu'yu gezdikçe, Mevlâna'nın adını, şöhretini duyuyordu. Kararını verdi. Konya'ya gidecekti. Eğer aradığını bulursa mesele tamamdı. Bu niyetle yola düştü.
Şems 1244 yılının Kasım ayında Konya'ya gelmişti. Konya'da Şekerciler Hanı’na indi. Ertesi gün 30 Kasım ikindiye doğru, ana cadde üzerinde müderris olduğu halinden belli birisinin, sağında solunda talebeler olduğu halde, bir katırla geçtiğini görmüştü. Herkes:
“Mevlâna Celâleddin geliyor!” diye ayağı kalkıyor, hürmetle selâmlıyorlardı. Demek yıllardır adını işittiği, Mevlâna buydu. Şu katır üzerindeki kısa siyah sakallı, yanık buğday benizli, mütebessim insan. Hoşuna gitti hali. Yerinden kalktı, kalabalığı yara yara ilerledi. Tam karşılaştıkları zaman katırın dizginlerini sımsıkı tuttu. Biraz sert ve kısa, sorular sordu. Aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştü ki, dayanamadı, düşüp bayıldı.
Şems'le Mevlâna'nın ilk defa buluşup görüştükleri bu yere Mevleviler sonradan Rahman Sûresinin 19. âyetinden alınan ve "iki denizin buluştuğu yer" anlamına gelen “Merace’l-Bahreyn” adını vermişler ve bir çevrikle işaretlemişlerdi. Selçuklular devrinde, Şekerfurûş Hanı'nın önüne isabet eden bu yer, evvelce bir parmaklıkla çevrilmiş ve ziyaretgâh haline getirilmişti.
Şimdiki Selçuk Otel’in Maarif Evlerine bakan köşesine rastlayan bu yer, zeminden yükseltilmiş, önü parmaklıkla ayrılmıştı. Oraya akşamları, türbeden kandil yollanır ve bir mezar gibi orada kandil yakılır, bilhassa Mevleviler tarafından ziyaret edilirdi. Bugün oradan hiçbir eser kalmamış ve o tarihi yer, bilenlerin hafıza ve hatıralarına intikal etmiştir.
İbrahim Hakkı Konyalı, “bu iki ilim ve mana denizinin kavuştukları yer için çok güzel seçilmiş bir addır. Burasının neresi olduğu hakkında ihtilâf vardır. Büyük Türk ve İslâm Âlimi üstadım Şeyh Zâde Ziya Efendi merhum burasının eski Paşa dairesiyle Çumralı Salim Efendi'nin evlerini ayıran sokağın içinde Ağazâde Tevfik'in eski evinin önünde olduğunu söylerdi. Bu yol Hatuniye'ye, Şems-i Tebrizi'ye, Seyfiye Medresesi'ne ve Akıncı Mescidi'ne giden yolların başıdır.
Bazıları da burasının Selçuk Oteli’nin yanına rastladığını söylerler. Burada Selçuk ve Sincari Mescitleri, eski kabristan, İbrahim Bey İmareti’nin odun ambarları vardı. Gerçi bu yol da Akıncı Mescidi’ne ve Kız Öğretmen Okulu'na çıkar. Amma biz; bildiğini iyi bilen ve güvenilir bir ilim otoritesi olan Ziya Efendi merhumun rivayetini tercih etmek istiyoruz” demektedir.
Ancak yıllarca mum yakılan, ziyaret edilen yer olarak Selçuk Otelin bulunduğu Babalık Sokağının girişindeki sol köşe olduğu bilinmektedir. O günden bugüne şehir planlarındaki değişiklikler düşünülürse nokta bir yer tayin etmek zor olacaktır.
Cumhuriyetten sonra, tekke ve türbelerin kapatılmasıyla çevriğe kandil gönderilemez olmuş, 1927 yılında Alâeddin Caddesi üzerinde Maarif Evlerinin yapılması ile çevrik de kaldırılmıştır.
Merace’l-Bahreyn Mevlâna Dergâhı’ndan kandil getiren Mevlevi dervişlerinden biri de Mevlâna Müzesi ziyarete açıldıktan sonra kendisine müzenin derviş odalarında bir hücre verilen ve 1957 yılındaki ölümüne kadar bu hücrede oturan Ankaralı Mehmet Dede idi. 1953 yılında M. Muhlis Koner'in başkanlığında, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmet Önder ve Belediye Turizm Müdürü Konyalı yazar Celaleddin Kişmir'in üyesi olduğu bir komisyon kurdu. Komisyon, anıt üzerine yazılacak kitabeyi hazırlayacak, ayrıca çizilecek anıt projesinin fikrî yapısını oluşturacaktı. 1953 yılı Ekim ayında bu konuda toplantılar yapıldı. Konya Lisesi'ni, Atatürk Heykeli'nin kaidesini yapan tanınmış mimar Muzaffer'in oğlu, mimar Mukadder projeyi çizdi. Abdülbaki Gölpınarlı anıt üzerine yapılacak metinleri hazırladı. Bir dosya halinde Belediye Başkanı Rüştü Özal'a verildi,  Belediyenin ödenek yokluğu yüzünden bu anıt gerçekleştirilemedi. Rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı bir kitabe hazırladı. 1953 yılında, Konya'da Mevlâna ile Şems'in ilk buluştukları yer için hazırlanan kitabe metni şöyledir:
“Büyük bilgin ve mutasavvıf Mevlâna Celâleddin ile Onun gönül dostu Şemseddin-i Tebrizî 30 Kasım 1244 günü ilk defa burada buluştu, görüştüler. Bu buluşmadan sonra, burası "Mecma’ul-bahreyn" yani "İki denizin buluştuğu yer" olarak adlandırılırdı. Bu anıt, bu buluşmanın anısına dikildi.”







































III- TÜRBELER

GİRİLECEK


* Bu kısım Emine YENİTERZİ tarafından yazılmıştır.
* Bu kısım Adnan KARAİSMAİLOĞLU tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Adnan KARAİSMAİLOĞLU tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Nuri ŞİMŞEKLER tarafından hazırlanmıştır.
* Bı kısım Muammer ULUTÜRK tarafından hazırlanmıştır.
[1] Şahabettin Uzluk, Mevlevilikte Resim Resimde Mevleviler, TTK Bas., Ankara, 1957.
[2] Süheyl Ünver, Hz. Mevlâna’nın Resimleri Hakkında”, Konya Halkevi Aylık Kültür Dergisi, Mevlâna Özel Sayısı, Mart-         Haziran 1943, S. 53-56, s. 77.
[3] Rumî tabirinden bu ressamın Anadolulu olduğunu anlıyoruz. Rum, Anadolu demek olduğundan Rumî de Anadolulu manasına gelir. Bu resim renkli olarak, Süheyl Ünver – Türk Minyatüründe Tarihi Simalarımız, Güzel Sanatlar No: 2, 1940 adlı çalışmaya ileve edilmiştir (Ünver’in notu.)
[4] Şahabettin Uzluk’un tetkiklerine göre Gürcü Hatun, II. Gıyasettin Keyhüsrev’in kızı ve Muinüddün Pervane’nin haremi idi (Ünver’in notu).
[5] Ünver, aynı makale,  s. 77-78.
[6] Uzluk, “Mevlâna’nın Ressamları”, Konya Halkevi Aylık Kültür Dergisi, S. 63, (1944), s. 25-33.
[7] Ünver, aynı makale,  s.79.

[8] Uzluk, aynı makale, s. 32-33.
* Bu kısım Ayşe DEĞERLİ tarafından hazırlanmıştır.
[9] Yusuf KÜÇÜKDAĞ, “Konya Mevlâna Dergâhı ve Türbe Hamamı’na Dair İki Mevlevî Vakfiyesi”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya, 2005, s. 73-74.
[10] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul, 1953, s. 19, 29; Asaf Halet Çelebi, Mevlâna ve Mevlevilik, İstanbul, 1957, s. 155, 196-199; Mehmet Önder, “Mevlevîliğin Sistemleşmesi, Sultan Veled ve Diğer Postnişinler”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevilik, Konya, 2002, s. 131-133.
[11] İskender Pala, “Edebî Çehresiyle Mevlevihaneler”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları ve Enstitüsü, S. 2, (Mayıs 1996), Konya, s. 55; Gülgûn Yazıcı, “Gelibolu Mevlevîhanesi’nden Yetişen Sanatkârlar”, Uluslararası Mevlâna Mesnevî Mevlevihâneler Sempozyumu Bildirileri (19-21 Aralık 2005), Manisa, 2006, s. 490.
[12] Ekrem IŞIN, “Mevlevîliğin Tarihsel Temelleri: Sultan Veled ve Çelebilik Makamının Kuruluşu”, III. Uluslar Arası Mevlâna Kongresi, Bildiriler, (5-6 Mayıs 2003), Konya, s. 95.
[13] Kemalpaşazâde, Risâle-i fî tahkîki lafzı çelebî, Süleymaniye Ktp., Amcazâde Hüseyin, nr. 241, vr. 91-92; Hasan Kâfî, Risâle-i fî lafzı çalâb, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3814’den naklen Mehmet İPŞİRLİ, “Çelebi”, TDV İslam Ansiklopedisi, VIII., İstanbul 1993, s. 259.
[14] Ettore ROSSI, “Çelebi Kelimesi Hakkında Ebü-s-Su'ûd'a Atfedilen Bir Fetva”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1954,  Ankara, 1988, s. 13.
[15] İbn Battuta, Seyahatname, II., (Çev. Mehmed Şerif Paşa), İstanbul, 1333, s. 270.
[16] Lehce-i Osmanî, Tab-ı Cedid, I., İstanbul, 1306, s. 482.
[17] İsmail PARLATIR, “Veled Çelebi’nin Türk Dili Adlı Sözlüğünde Mevlâna İle İlgili Sözleri ve Yorumları”, Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni Sempozyumu Bildirileri (15-17 Aralık 2000), Ankara, 2000,  s. 195.
[18] İsmet KAYAOĞLU, “Sultan-Mevlevî İlişkilerine Genel Bir Bakış”,  X. Millî Mevlâna Kongresi, Tebliğler I, (2-3 Mayıs 2002), Konya, s. 37.
[19] İPŞİRLİ, aynı yer.
[20] Celaleddin ÇELEBİ, “Çelebi Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, VIII., İstanbul 1993, s. 261.
[21] ÇELEBİ, aynı madde, s. 261-262.
[22] Abdülbâki GÖLPINARLI, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik, (2. Baskı), İstanbul, 1983, s. 367; ÇELEBİ, aynı madde, s. 262.
[23] GÖLPINARLI, aynı yer; ÇELEBİ, aynı yer.
[24] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 278.
[25] Sakıb Dede, Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, I., Kahire, 1283, s. 524.
[26] Mehmet ÖNDER, “Tarih Boyunca Mevlâna Soyu-Fatih Sultan Mehmed Mevlâna’nın Altıncı Göbekten Torunudur”, III. Uluslar Arası Mevlâna Kongresi – Bildiriler, Konya, 2004, s. 71-72.
[27] Ö.Rıza Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, İstanbul, 1948, s.123; B. Fürûzanfer, Mevlâna Celâleddin, (nşr. F.N. Uzluk), İstanbul, 1963, s. 235; Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (nşr. Y. Moran), İstanbul 1994, s. 341.
[28] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 244-247.
[29] Ekrem IŞIN, “Modernleşme Çağında Mevlevilik: Siyaset, İdeoloji ve Örgütlenme”, X. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler-I), Konya, 2002, s. 227-230.
[30] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 269.
[31] Nejat GÖYÜNÇ, “Mevlevilik ve Sosyal Hayat”, II. Milletlerarası Mevlâna Kongresi, Konya, 1991, s. 96-97.
[32] Halil İnalcık, The Ottoman Empire The Classical Age, 1300-1600, London, 1973, s. 201.
[33] Karamani Mehmed Paşa, II. Mehmed’le birlikte veraset kanununun da kurucusu olmuş, teşrifat usulünü ortaya çıkan yeni şartlarla belirleme yönüne gitmiş, kazaskerliğin birden ikiye çıkartılması için padişahı ikna etmiş, maliye işlerini yeniden düzenlemiş ve usulsüz yollarla mülk ya da vakıf arazisi haline getirilen toprakları tekrar mîrî toprağa çevirmiştir. Devlet işlerindeki tavizsiz tutumu padişah tarafından takdir ve onay görse de, devrin önde gelen tarihçileri şiddetle Karamani Mehmed Paşa’yı eleştirmiştir. Hatta adı Mevlevîler arasında dahi anılmaz hale gelmiş, Sakıp Dede eserinde, Paşa’yı Mevlevî listesine dâhil etmemiş, biyografisine yer vermemiştir. Daha fazla bilgi için bk. Yusuf KÜÇÜKDAĞ, “Yükselme Döneminin Temellerini Atan Konyalı Devlet Adamı Karamanî Mehmed Paşa”, Vizyon Konya, S. 7, (Şubat, 2011), s. 40-42.
[34] KAYAOĞLU, aynı makale, s. 38.
[35] Yusuf KÜÇÜKDAĞ, Türk Aleviliği Araştırmaları, Konya, 2010, s. 111-113.
[36] IŞIN, aynı makale, s. 230-231.
[37] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 247, 248, 254-256, 258-260.
[38] KÜÇÜKDAĞ, aynı eser, s. 101-102.
[39] KÜÇÜKDAĞ, aynı eser, s. 111-112, 132-133.
[40]GÖLPINARLI, aynı eser, s. 249; Barihüda TANRIKORUR, “Mevleviyye”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXIX., Ankara, 2004, s. 470.
[41] Ahmet ATALAY, “Mevlevîlerin Merkezî Hükümetlere Etkileri ve Bozkır Zeynelâbidin İsyanı Hakkında Postnişîn Abdülhalim Çelebi’nin Merkezî Hükûmete Gönderdiği Bir Mektup”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları ve Enstitüsü, S. 8, (2000), s. 101.
[42] Nejat GÖYÜNÇ, “Mevlâna Müzesi Arşivi”, II. Milli Mevlâna Kongresi, Tebliğler, Konya, 1987, s. 103-104.
[43] Caner ARABACI, “Balkan Harpleri Sırasında Mevlevihaneler”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları ve Enstitüsü, S. 2, (Mayıs 1996), s. 252.
[44] ARABACI, aynı makale, s. 253.
[45] Nuri KÖSTÜKLÜ, Vatan Savunmasında Mevlevîhaneler (Balkan Savaşlarından Milli Mücadeleye), Konya, 2005, s. 65-91.
[46] KÖSTÜKLÜ, aynı eser, s. 129-143.
[47] Yusuf ÇETİN, “Mustafa Kemal Atatürk Döneminde (1920-1938) Müze ve Eski Eserler Konusunda Yapılan Çalışmalar”, Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi, S. 12, (2007), s. 119.

* Bu kısım Barihüdâ TANRIKORUR tarafından hazırlanmıştır.
[48] Yazar, burada Manisa’da geçerdiği çocukluk hatıralarını anlatırken, Manisa Mevlevihanesi semahanesinde Abdülhalim Çelebi Efendi’nin idare ettiği tesirli sema âyinlerini tarif etmiştir. 1907’de Abdülhalim Çelebi Manisa Mevlevihanesi postnişînliğinden Konya Mevlâna Dergâhı’nın 30. çelebisi olarak atanmış, üç ayrı zamanda çelebilik makamına oturmuş, Türkiye Cumhuriyeti ilân edilince TBMM’in reisi olmuştur.
49 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Anamın Kitabı, (5. Baskı), İletişim Yayınları, İstanbul, 1986, s. 56-58.  

[50] Gelibolu Mevlevihanesinde âyin-i şerîf günleri Çarşamba, Antep Mevlevihanesi’nde ise Perşembe idi.
* Bu kısım Nuri ŞİMŞEKLER tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Hasan ÖZÖNDER tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Naci BAKIRCI tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Yusuf KÜÇÜKDAĞ tarafından hazırlanmıştır.
      [51] Hasan Özönder, Konya Mevlâna Dergâhı, Ankara 1989, s. 67.
      [52] Konya’daki Mevlevî zaviyelerinden Şems, Cemel Ali (Bkz. Küçükdağ, Les Zaviyas Mevlevites, s. 123, 124) ve Pîrî
      Mehmed Paşa (Yusuf Küçükdağ, “Konya’da Bir Mevlevî Man­zumesi (Pîrî Mehmed Paşa Zaviyesi)”, IX. Vakıf Haftası
      Kitabı,  Ankara 1992, s. 160; aynı yazar,  Les Zaviyas Mevlevites, s. 126) zaviyelerinde de şeyhlerin ikametlerine tahsis
      edilmiş evler bu­lunuyordu.
* Bu kısım Gülgün ATALAY- H. İbrahim KUNT tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Naci BAKIRCI tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Ayşe DEĞERLİ tarafından hazırlanmıştır.
[53] Ahmed Eflâki, Âriflerin Menkıbeleri, (Çev. Tahsin Yazıcı), I., İstanbul, 1973, s. 177, 192,  202, 235, 254; Devletşâh, Tezkire, (çev. Necati Lugal), Ankara, 1963, s. 312.
[54] Şehabettin Uzluk, Mevlâna’nın Türbesi, Konya, 1946, s.  33.
[55] Eflâki, aynı eser, s. 202-203.
[56] Sultan Veled, Maarif, (Çev. Meliha Tarıkâhya), İstanbul, 1985, s. 127; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul, 1983, s. 34-42.
[57] Yusuf Küçükdağ, “Antep Mevlevîhanesi ve Vakfiyeleri”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya, 2005, s. 245.
[58] BOA, C. EV., gömlek: 16185.
[59] Bahaeddin Yediyıldız, “Vakıf”, İslâm Ansiklopedisi, (Kısaltma: İA), XIII., İstanbul, 1986, s. 162, 163.
[60] İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Konya Tarihi, Konya, 1964, s. 641-644.
[61] Ekrem Işın, “Modernleşme Çağında Mevlevîlik: Siyaset, İdeoloji ve Örgütlenme”, X. Millî Mevlâna Kongresi (Tebliğler-I), (2-3 Mayıs 2002), Konya, 2002, s. 231.
[62] BOA, Kamil Kepeçi Defteri, No: 2538, varak: 24b-25a.
[63] KŞS, no: 67, s. 166, 167 tarih: Muharrem 1212; s. 169, tarih: 9 Safer 1212.
[64] Christoph K. Neumann, “19’uncu Yüzyıla Girerken Konya Mevlevî Asitanesi ile Devlet Arasındaki İlişkiler”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 2, (Mayıs 1996), Konya, s. 174.
[65] Fatih Devrinde Karaman Eyâleti Vakıfları Fihristi, (Tapu ve Kadastro Umum Müdürlüğü Arşivi’ndeki Deftere Göre Hazırlayan:  Feridun Nâfiz Uzluk), Ankara, 1958, s. 9, 10.
[66] Şahabeddin Uzluk, Konya Âbideleri, Konya 1939, s. 45-46.
[67] Yılmaz Önge, “Konya Mevlâna Dergâhının Kaybolan Bir Yapısı: Türbe Hamamı“, 5. Millî Mevlâna Kongresi (Tebliğler), 3-4 Mayıs 1991 Konya, Konya 1992, s. 75-80.
[68] Konyalı, aynı eser, s. 1068.
[69] Yusuf Küçükdağ, “Konya Mevlâna Dergâhı ve Türbe Hamamı’na Dair İki Mevlevî Vakfiyesi“,Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya, 2005, 79. sayfada 35 nolu dipnot: Konyalı, aynı eser, s. 1068-1069’da Cemaleddin Çelebi’nin vakfiyesinden bahseder fakat nerede olduğunu belirtmez. Arşiv kayıtlarında da Âbid Çelebi ile Cemaleddin Çelebi’nin vakıf köyleri, birçok defa birlikte gösterilmiştir (KŞS. no. C20, s. 2611). Bundan an­laşılacağı üzere Cemaleddin Çelebi’nin de düzenlenmiş bir vakfiyesi bulunmaktadır.
[70] Küçükdağ, aynı eser, s. 80, dipnot no. 36: A. Saim Ülgen, Cemaleddin Çelebi’nin oğlu Âbid Çelebi’yi, Sultan Veled (1227-1312)’in oğlu olarak göster­mektedir (Bkz. Önge, aynı tebliğ s. 78). Bazı belgelerdeki “Konya’da vaki’ Hz. Mevlâna evlâdından Veled Bey ve Âbid Çelebi Vakfı” gibi kayıtlar (VAD. no. 148, sıra: 2070), Veled Bey’in Sultan Veled, Âbid Çelebi’nin de onun oğlu gibi zannedilmesine sebep olmuştur.
[71] Küçükdağ, aynı eser, s. 84, 95-96.
[72] VGMA, 148(9/1) nolu esas defteri, sıra: 2095; Anonim, Tevârîh-i Âl-i Osman, İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi, no. 13590, vr. 45b; Nişancı Mehmed Paşa, Târîh, İstanbul 1290, vr. 111a, s. 191.
[73] VGM, defter no: 1111, vr. 13a; Karaman Ahkâm Defteri, no. 14, s. 885.
[74] Yusuf Küçükdağ,”Konya’da Bir Mevlevî Manzumesi: Piri Mehmet Paşa Zaviyesi ve Vakfiyesi”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya, 2005,  s. 117-118.
[75] Küçükdağ, aynı eser, s. 126-129.
[76] KŞS, no. 8, 3001-3011, evâsıt-ı Receb 984.
[77] KŞS, no. 46, s. 2541, 20 Şevval 1125.
[78] VGMA, 152 (9/2) nolu defter, sıra: 751; 624 nolu defter, s. 331, 357.
[79] Suraiya Faroqhi, “XVI ve XVII. Yüzyıllarda Orta Anadolu"da Şeyh Aileleri”,Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Metinleri, Ankara 1975, s.  211-213.
[80] Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmalar Merkezi Arşivi’nin 137 numaralı envanterinde kayıtlı olan mecmua, (Ayşe Değerli, “Türk Klâsik Halk Eğitim Kurumlarından Mevlevîliğe Dair Bir Mecmuanın Transkripsiyonu”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2006). Bu mecmua ile ilgili sayfa numaraları metinde parantez içinde verilecektir.
[81] Yusuf Küçükdağ, “Seyyid Abdülkadir Efendi Vakfiyesi”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya 2005, s. 169.
[82] Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, s. 417-419.
[83] Yusuf Küçükdağ, “Konya’da Mevlevî Tekke ve Zaviyeleri”, Bilgi Yolu, S. 9 (Aralık 2006), s. 161.
[84] KŞS, no. 2, s. 1806, evasıt-ı Ramazan 978.
[85] KŞS, no. 20, s. 1132, 14 Zilkade 1085.
[86] KŞS, no. 42, s. 552.
[87] KŞS, no. 56, s. 772, sene 1155.
[88] KŞS, no. 56, s. 1244, sene 1156.
[89] KŞS, no. 43, s. 871, 3 Cemaziyelevvel 1119.
[90] KŞS, no. 46, s. 373, sene Safer 1125.
[91] KŞS, no. 46, s. 1471, 14 Cemaziyelahir sene 1125.
[92] KŞS, no. s. 642, 25 Cemaziyelahir 1203.
[93] KŞS, no. 52, s. 1661.
[94] KŞS, no. 43, s. 1211, 14 Receb 1119.
[95] KŞS, no. 46, s. 192, 28 Safer 1125.
[96] KŞS, no. 43, s. 851.
[97] KŞS, no. 43, s. 1361.
[98] KŞS, no. 25, s. 461.
[99] KŞS, no. 44, s. 412, 19 Safer 1122.
[100] KŞS, no. 49, s. 1202, 28 Rebiülevvel 1136.
[101] KŞS, no. 65, s. 422.
[102] KŞS, no. 47, s. 1671, 1702, 20 Zilhicce 1128.
[103] KŞS, no. 45, s. 1233-1241, Gurre-i Zilhicce 1126.
[104] KŞS, no. 65, s. 292, 26 Zilhicce 1201.
[105] KŞS, no. 51, s. 681, 12 Safer 1141.
[106] KŞS, no. 52, s. 633, sene 1143.
[107] KŞS, no. 19, s. 21.
[108] KŞS, no. 20, s. 701, 27 Şaban 1085.
[109] Yusuf Küçükdağ, “1251 H/1835 M Tarihli Mevlâna Türbesi ve Çelebi Efendi Konağı Tamir ve İnşası Defteri”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya 2005, s. 181-182.
[110] KŞS, no. 12, s. 2343, sene 23 Rebiülevvel 1075; KŞS 17, s. 285; KŞS 18, s. 344.
[111] KŞS, no. 64, s. 1421.
[112] KŞS, no. 47, s. 2611, 24 R.evvel 1129.
[113] KŞS, no. 64, s. 922; 67, s. 146; 68, s. 1363.
[114] BOA, Cevdet Belediye, no. 560, sene 1212.
[115] KŞS, no. 67, s. 1951, 1981, 2081, 2092.
[116] KŞS, no. 33, s. 2771, Evahir-i Rebiülevvel 1096.
[117] KŞS, no. 33, s. 2801, Evail-i Rebiülahir 1096.
* Bu kısım Yusuf KÜÇÜKDAĞ tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Bekir ŞAHİN tarafından hazırlanmıştır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar