KARATAY BÖLGESİNDE TASAVVUF, TEKKE, ZAVİYE VE TÜRBELER
KARATAY BÖLGESİNDE
TASAVVUF, TEKKE, ZAVİYE VE TÜRBELER
I- MEVLÂNA VE
MEVLEVÎLİK
MEVLÂNA CELALEDDİN-İ RUMÎ’NİN
HAYATI*
Büyük mutasavvıf, mütefekkir, şair
ve din âlimi Mevlâna aynı zamanda bir gönül eğitimcisi, sevgi eri ve Anadolu
velisidir. Rehber eseri Mesnevi, milletimizin asırlardır beslendiği temel bir
manevî kaynak olmuştur. Onun Belh’te başlayıp Konya’ya uzanan hayatı hakkındaki
bilgilerimiz; eserlerinde verdiği bazı ayrıntılara, oğlu Sultan Veled’in İbtidâ-nâme/Veled-nâme, Ferîdûn-ı Sipehsâlâr’ın Risâle ve Ahmed Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârifîn adlı eserlerine
dayanır. Bu bilgiler çerçevesinde Mevlâna’nın hayatını aşağıdaki başlıklar
altında vermek mümkündür.
Mevlâna’nın
Doğum Yeri ve Tarihi
Mevlâna
Celaleddin-i Rûmî, 6 Rebîü’l-evvel 604, 30 Eylül 1207’de Belh’te dünyaya
gelmiştir (Eflâkî, 1953: I/77; Sipehsâlâr, 1977: 33). Belh, günümüzde
Afganistan sınırları içinde kuzeyde, Özbekistan’ın da güneyinde yer alır. Şehir
geçmişte İslam kültür ve medeniyet tarihinde önemli yere sahip olan ve Horasan
adıyla bilinen bölgenin Nişabur, Merv ve Herat gibi büyük merkezlerinden biri
idi. Mevlâna’nın doğduğu yıllarda Hârizmşahların hâkimiyetinde olan Belh, daha
önce de Gazneliler ve Selçukluların idaresi altındaydı.
Mevlâna’nın
Adı ve Lakapları
Mevlâna,
Mesnevi’nin ön sözünde adının Muhammed olduğunu belirtir. Dedesinin adı olan
Celâleddin de babası tarafından verilen ikinci ismidir. Mevlâna, Hudâvendigâr,
Hünkâr, Mollâ-yı Rûm, Rûmî, Belhî, Konevî, Mevlevi ve Hz. Pîr ise kendisine
sonradan verilen lakaplardır. Mevlâna lakabı; Konya’da henüz ders vermekle
meşgul olduğu çok genç yaşlarda kendisine verilmiş; efendimiz veya hazret
manalarına gelen, bilginler için bir unvan gibi kullanılan hitap zamanla
yalnızca ona has ve en meşhur adı olmuştur. Sultan anlamındaki Hudâvendigâr
lakabını, Mevlâna’nın bilim alanlarındaki üstünlüğüne işaretle babası vermiştir
(Eflâkî, 1953: I/ 77; II/285). Hünkâr ve Mollâ-yı Rûm da müderrisliği sebebiyle
kendisine verilmiş isimlerdir. Rûmî lakabı ise, Mevlâna’nın o dönemde Diyar-ı
Rûm adıyla anılan Anadolu’ya yerleşmesi ve hayatının büyük kısmını Anadolu
Selçuklularının başkenti Konya’da geçirmesi sebebiyle kullanılır. Mevlâna,
günümüzde batıda bu adla anılmaktadır. Belhî doğduğu yer olan Belh’e; Konevî de
hayatının büyük kısmını geçirdiği Konya’ya mensubiyetini belirtir.
Mevlâna’nın Soyu
Eflâkî,
Mevlâna’nın anne ve baba tarafından âlimler ve sultanlar yetiştirmiş asil bir
aileye mensup olduğunu söyler. Annesi Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine
Hatun, babaannesi Horasan Sultanı Alâeddin Hârizmşah’ın kızı Melike-i Cihan
Emetullah Sultan, büyük babası ise âlim Ahmed Hatibî oğlu Celaleddin Hüseyin
Hatibî’dir bilgisini verir (Eflâkî, 1953: I/78). Ayrıca Eflâkî ve Sipehsâlâr
Mevlâna’nın soyunun anne tarafından Hz. Ali’ye, baba tarafından da Hz. Ebû
Bekir’e ulaştığını belirtirler. Ancak hem Mevlâna’nın hem de Sultan Veled’in
eserlerinde, geçmişte büyük önemi olan bu bilgilerden söz edilmez. Mevlâna ve
ailesine duyulan sevgi ve hürmetle bu tarz yakıştırmaların ortaya çıktığı
düşünülebilir (Eflâkî, 1953: I/1–2; Sipehsâlâr, 1977: 17–18).
Mevlâna’nın
Babası Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled
Mevlâna’nın
babası Muhammed Bahâeddin Veled, iki yaşındayken babası Hüseyin Hatibî’yi kaybetmiş,
Horasan sarayında son derecede dirayetli ve kültürlü bir hanım olan annesinin
terbiyesi ile büyümüştür. Bahaeddin Veled, hanedan mensubu olmasına rağmen
dünya saltanatına istek duymamış, kendisini ilim tahsiline vermiştir (Eflâkî,
1953: I/4).
Bu zeki ve yetenekli genç, büyük
babası ve Necmeddin-i Kübra başta olmak üzere Türkistan âlimlerinden feyiz
almış; bilgisiyle ün kazanmış ve nihayet devrin meşhur bilgin ve din adamlarından
üç yüz kişi bir gece rüyalarında Hz. Peygamber’in Bahaeddin Veled’e “Sultânü’l-Ulemâ” yani Bilginlerin
Sultanı unvanını verdiğini görmüşler, o günden sonra Mevlâna’nın babası bu unvanla
anılmıştır (Eflâkî, 1953: I/ 4–5; Sipehsâlâr, 1977: 18–20).
Belh’ten
Göç
Sultânü’l-Ulemâ
Bahaeddin Veled, Belh’te çok sayıda
müridi olan, sohbet ve vaazları halk üzerinde büyük etki bırakan, çevresinde
kendisini seven ve sayan kalabalık bir topluluk bulunan bir din adamı iken
(Sipehsâlâr, 1977: 18–19). Belh’i terk
etmeye karar verir. Eflâkî ve Sipehsâlâr bu kararın nedenini; Bahâeddin
Veled’in akla dayanan bir anlayış içinde bulunan bilginleri tenkit etmesi, bu
yüzden Belh’in tanınmış düşünürlerinden Fahreddin-i Razî ile aralarının
açılması ve bu anlaşmazlığa Sultan Alâeddin Muhammed Hârizmşah’ın da dâhil
olmasında görür (Eflâkî, 1953: I/5–9; Sipehsâlâr, 1977: 20–21). Ancak bu
görüşün doğru olması zaman yönüyle mümkün görünmemektedir. Zira Fahreddin-i
Râzî, 1203’te Herat’a yerleşmiş ve 1210’da orada vefat etmiştir (Yavuz, 1995:
89). Muhtemelen Bahâeddin Veled’i göçe sevk eden farklı hususlar vardır.
Bunlardan biri yaklaşan Moğol tehlikesini sezmiş olmasıdır. Nitekim onların
Belh’i terk edişinden kısa bir süre sonra şehir Cengiz’in orduları tarafından
yerle bir edilmiştir (Eflâkî, 1953: I/17–18). Diğer yandan; Bahâeddin Veled’in
vaaz ve sohbetlerinin çevrede geniş yankılar uyandırması ve kendisine
sevgiyle bağlananların çokluğu nedeniyle Horasan sultanının endişelenmesi,
dünya saltanatında gözü olmayan Bahaeddin Veled’in de bu durumdan rahatsız olup
Belh’ten ayrılmaya karar vermesi bir başka sebep olabilir.
Belh’ten 1212 veya 1213’te başlayan
bu yolculuk Bağdat, Küfe yolundan Mekke, daha sonra Şam, Malatya, Sivas,
Erzincan, Akşehir ve nihayet Karaman’a kadar uzanır (Eflâkî, 1953: I/13–22). Bu uzun yolculuk boyunca
konakladıkları her yerde saygı ile karşılanmışlar, bazen yıllarca kalmış, vaaz
ve dersler vermişler, bu arada Şehâbeddin-i Suhreverdi, Ferîdüddin-i Attâr,
Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi bilgin ve mutasavvıflarla görüşmüşlerdir.
Karaman’a
Geliş
Mevlâna
henüz beş veya altı yaşlarında iken Belh’ten başlayan yolculuk (Eflâkî, 1953: I/12, 77) yıllarca sürer ve nihayet o
zamanki adı Lârende olan Karaman’da bir süre ara verilir. Karaman’da Subaşı
Emir Musa’nın yaptırdığı medresede Bahâeddin Veled derslerine devam eder
(Eflâkî, 1953: I/22). Mevlâna’nın annesi Mümine Hatun burada vefat eder ve
bugün Mâder-i Mevlâna Türbesi olarak bilinen yere defnedilir.
Mevlâna’nın
Evliliği
Ailenin
Karaman’a yerleşmesinden kısa bir süre sonra 1225’te Mevlâna kendileriyle
birlikte Belh’ten göç eden Semerkandlı Hoca Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher
Hatun ile evlenir (Eflâkî, 1953: I/22–23).
O sıralarda on sekiz yaşındadır. Bu evlilikten oğulları Sultan Veled (1226)
ve Alâeddin (1227) dünyaya gelirler. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden
Mevlâna, Konya’da Konyalı İzzeddin Ali’nin kızı Kerrâ/Kirâ Hatun ile ikinci
evliliğini yapmış ve bu evlilikten de Emir Muzaffereddin Âlim Çelebi ve Melike
Hatun dünyaya gelmişlerdir (Eflâkî,
1953: II/465–466).
Konya’ya
Yerleşme
Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in
Karaman’da bulunduğunu öğrenen Sultan I. Alâeddin Keykubad onu Konya’ya davet
eder. 3 Mayıs 1228’de Bahaeddin Veled, ailesi ve dostlarıyla birlikte
Selçuklunun başkenti olan Konya’ya gelir. Alâeddin Keykubad ve şehir halkı
onları yolda karşılarlar. Sultan, sarayda kalmalarını teklif ederse de; Bahaeddin
Veled âlimlere medresenin uygun olduğunu söyleyerek Altun Aba Medresesi’ne
iner; ders ve sohbetlerine orada devam eder. Sultan Alâeddin başta olmak üzere
pek çok müridi vardır (Eflâkî, 1953: I/25–27). Ancak Bahaeddin Veled’in
Konya’daki hayatı uzun sürmez. 23 Şubat 1231’de ömrünü halkı irşat ile geçiren
bilginler sultanı Bahaeddin Veled, ardında Maârif
adlı irfan hazinesi eserini ve oğlu gönüller sultanı Mevlâna’yı miras
bırakarak Hakk’a yürür (Eflâkî, 1953: I/29).
Mevlâna’nın
Eğitimi
Mevlâna’nın ilk mürşidi babası Bahaeddin
Veled’dir. O büyük insanın terbiyesi altında yetişen Mevlâna henüz küçük bir
çocukken olgunlaşmış, muhakeme sahibi olmuştur. Diğer çocukların oyunlarına
katılmıyor, yüceltilmiş bir varlık olan insanın damdan dama atlamak gibi
hayvanların bile yapabileceği işleri yapmasına itiraz ediyor; zamanını
yalnızca dinî bilimlerin tahsiline harcıyordu (Eflâkî, 1953: I/77).
Belh’te
iken Mevlâna’nın lala veya atabek denilen hocalarından birisi de babasının
müritlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’dir. Bahaeddin Veled göç
ettiği zaman Seyyid Burhaneddin de Tirmiz’e gitmişti. Bahaeddin Veled’in ölüm
haberini alınca, Seyyid Burhaneddin, şeyhinin emaneti olan Mevlâna’yı yalnız
bırakmamak amacıyla Konya’ya gelir ve onun manevî terbiyesini üstlenir (Eflâkî,
1953: I/56–59; Sipehsâlâr, 1977: 34).
Babasının
ölümünden iki yıl sonra (1233) Mevlâna, Halep’e gider. Orada Kemâleddin bin
Adîm’den ders alır. Daha sonra Şam’a giden Mevlâna, burada dört yıl kadar
kalmış; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sadeddin el-Hamevî, Şeyh Osmane’r-Rûmî,
Evhadüddin-i Kirmanî ve Sadreddin-i Konevî ile sohbetlerde bulunmuştur (Eflâkî,
1953: I/80, 86, 391; Sipehsâlâr, 1977: 35, 40).
Şam’dan Konya’ya dönünce Seyyid
Burhaneddin’in yanında hücreden hiç çıkmadan kırkar günlük üç çile çıkarmış; bu
süreyi yalnızca ibadet ve tefekkürle geçiren Mevlâna, arınmış bir nefis ve
İlahî sırlara açılmış bir gönülle dış dünyaya dönmüştür. Çilenin sonunda
Seyyid Burhaneddin: “Haydi yürü de
insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ, bu suret
âleminin ölülerini kendi mana ve aşkınla dirilt” sözleriyle Mevlâna’nın eğitiminin
bittiğini, artık irşat ile görevli olduğunu belirtir (Eflâkî, 1953: I/87–89).
Seyyid Burhaneddin daha sonra Kayseri’ye gitmiş ve 1242’de ebedî âleme
göçmüştür. Türbesi halen Kayseri’dedir.
Şems-i
Tebrîzi ile Karşılaşma
Mevlâna uzun yıllar süren eğitimi
neticesinde tefsir, hadis, fıkıh, lügat, Arapça gibi ilimleri tahsil etmiş,
asrının önde gelen bilginlerinden olmuştu. “Bütün
ömrümün hâsılı şu üç sözden fazla değildir: Hamdım, piştim, yandım” diyen
Mevlâna; babası Sultânü’l-Ulemâ’nın ve Seyyid Burhaneddin’in feyizleriyle
pişmişti, fakat manevî yolculuğu son durağa henüz erişmemişti. Sayısı yüzleri
bulan müritleri ve öğrencileri vardı. Bütün zamanını öğrencilerini eğitmek ve
müritlerini irşat ile geçiriyordu.
İşte bu haldeyken, Mevlâna’yı
yakacak olan kıvılcım ortaya çıkar: Şemseddin-i Tebrîzi. Şeyh Ebû Bekr-i
Tebrîzî-i Sellebâf’ın müridi olan Şems; ulaştığı manevî derecelerle tatmin
olmamış, olgunluk arayışıyla diyar diyar geziyor, bu yüzden kendisine uçan Şems
anlamında Şems-i Perende deniyordu (Eflâkî, 1953: II/43). Rivayete göre
Mevlâna-Şems karşılaşması ilk kez Şam’da olmuştu (Eflâkî, 1953: I/86, II/47).
Ancak bu iki velinin dostluğunun başlangıcı olan asıl karşılaşma yeri
Konya’dır. Şems, 29 Kasım 1244 tarihinde Konya’ya gelir. Şekerciler Hanı’na
iner. O dönemde Mevlâna dört medresede birden ders veren bir müderristir. Bir
gün Mevlâna, yanında öğrencileriyle Şekerciler Hanı’nın önünden geçerken onu
gören Şems, Mevlâna’nın bineğinin dizginini tutar ve bir soru sorar: “Ey dünya ve mana bilgilerinin sarrafı,
söyle! Muhammed Hazretleri mi yoksa Bâyezid mi daha büyüktür?”
Mevlâna; “Hz. Muhammed, bütün peygamber ve velilerin reisidir. Büyüklük
onundur.” der. Onun üzerine Şems: “Hz.
Muhammed, ‘Ya Rabbi seni tespih ederim, biz seni lâyık olduğun gibi bilemedik’
dedi, oysa Bâyezid: ‘Ben kendimi tespih ederim, şanım ne kadar yücedir’
buyuruyor” deyince; Mevlâna cevaben: “Bâyezid’in
susuzluğu bir yudumla dindi ve hemen suya kandı. Hâlbuki Hz. Muhammed susuzluktan
yanıyor, bir yudumla doymuyordu. Bâyezid, Cenab-ı Hakk’ın ilk tecellisiyle
kendisini nura gark olmuş gördü; daha fazlasına bakmadı. Hz. Muhammed ise
Cenab-ı Hakk’a her gün daha çok yaklaşıyordu. Allah’ın kudret ve yüceliğini
günden güne artarak seyrettiği için; ‘Biz seni lâyıkıyla bilemedik.’ buyurdu”
der (Eflâkî 1953:I/91–92, II/47–49).
Mevlâna ve Şems dostluğu bu sözlerle
başlar. Mevlâna; okutmak, öğretmek, vaaz etmekten elini eteğini çeker. İki
dost, tasavvufî sohbetlere gömülürler. Ancak öğrencileri ve halk Mevlâna’nın
kendileriyle ilgisini kesmesine tahammül edemez, kıskançlık ve kinle Şems
aleyhinde dedikodulara başlarlar. Bu dostluktaki sırrı idrak edemeyenlerin
düşmanca davranışları sonucunda Şems 1246 yılının başlarında Konya’dan ayrılır
ve Şam’a gider (Eflâkî, 1953: I/93, II/59, 129; Sipehsâlâr, 1977: 126).
Bu yüce dostun ayrılığından sonra
Mevlâna derin bir ıstıraba gömülür ve çevresiyle ilgisini kesip, bir köşeye
çekilir. Herkes pişmandır. Bu sırada Mevlâna’ya Şems’ten bir mektup gelir.
Mevlâna sevinçle yeniden sema etmeye, şiirler yazmaya, dostlarına iltifata
başlar. Onları çekemeyenler pişman olurlar ve Sultan Veled’in Şam’a gidip,
Şems’i aramasını isterler. Sultan Veled beraberinde Mevlâna’nın bir mektubu ile
Şam’a gider, Şems’i bulur, yeniden Konya’ya davet eder. Şems, 1247 Mayısı’nda Sultan Veled’le birlikte
Konya’ya döner (Sipehsâlâr, 1977: 126–129).
Bu
kez Şems’in Konya’ya gelişine herkes sevinir. Şems’in şerefine ziyafetler
verilir, sema meclisleri düzenlenir, sohbet ve muhabbet dolu günler başlar. Bu
arada Şems, Mevlâna’nın evlatlığı olan Kimya Hatun’la evlenir. Fakat huzur ve
sevgi dolu günler uzun sürmez. Ham kişiler yeniden kin ve kıskançlığa kapılır,
Şems’e düşman olurlar. Nihayet 5 Aralık 1247 gecesi Şems aniden ortadan
kaybolur. Bu iki seçkin velinin dostluğunu idrak edemeyenler Şems’i yok
etmişlerdir. Bu gerçek Mevlâna’ya söylenilmez, Şems’in gittiği haberi yayılır.
Ancak Mevlâna’nın ölümünden sonra kaleme alınan kaynaklar onun esrarlı ölümüne
bir nebze ışık tutarlar. Şemseddin-i Tebrîzi’nin Konya’da bulunan türbesi de
Mevlâna’nın ölümünden sonra mezarının üzerine inşa edilir.
Mevlâna, Şems’i kaybettikten sonra
bu ayrılığın üzüntüsüyle gönülleri yakan hasret dolu şiirler söyler. Dîvân-ı Kebîr’deki Şems mahlaslı şiirlerin
büyük kısmı bu dönemin mahsulüdür. Bu arada Şems’i aramak için Şam’a giderse
de, bulamamış; onu gönlünde yaşatarak aramaktan vazgeçmiştir (Eflâkî, 1953:
II/141; Sipehsâlâr, 1977: 131).
Mevlâna’nın
Diğer Dostları: Selahaddin-i Zerkûbî ve Hüsâmeddin Çelebi
Şems’ten sonra Mevlâna’nın hayatında
yeni bir dönem başlar; günleri sema etmek, şiir söylemek ve gönüllerin
eğitimiyle geçer. Şems’e duyduğu sevgiyi bir başka dosta, Şeyh Selahaddin-i
Zerkûbî’ye yöneltir. Şeyh Selahaddin; medrese tahsili görmemiş ama Seyyid
Burhaneddin’den feyiz almış, Şems’in sohbetlerinde bulunmuş, engin gönüllü,
veli tabiatında, olgun bir insandır (Eflâkî, 1953: II/141; Sipehsâlâr, 1977:
131).
Selahaddin’in mesleği kuyumculuktur.
Altını incecik yapraklar haline getiren usta bir sanatkârdır. Bu yüzden lakabı
Zerkûb’dur. Bir gün Selahaddin-i Zerkûb, kuyumcular çarşısındaki dükkânında
çırakları ile varak yapmak için altın döverken; oradan geçen Mevlâna çekiç
darbelerinden çıkan seslerin ahengiyle cezbeye kapılır ve sema etmeye başlar.
Selahaddin, Mevlâna’nın çekiç seslerinin ritmine uyarak sema ettiğini görünce;
altının zayi olmasını düşünmeden çıraklarına: “Mevlâna semadan çekilinceye kadar, yapraklar parça parça olsa bile
çekiç vurun” der.
O gün sema, öğle vaktinden ikindiye
kadar devam eder. Sema bitip de dükkâna girdiklerinde bir tek parçanın bile
telef olmadığını, dükkânın altın yapraklarla dolduğunu görürler. Selâhaddin de
dünya ve dükkân sevdasından vazgeçip, Mevlâna’nın müridi olur (Eflâkî, 1953:
I/463–464, II/153–154; Sipehsâlâr, 1977: 132).
Mevlâna,
ruhen manevî bir âlemde yaşamaktadır. Bu yüzden müritlerin irşadıyla bizzat
meşgul olması için onu halife tayin eder. Aralarındaki dostluk on yıl sürer
(Eflâkî, 1953: II/175; Sipehsâlâr, 1977: 136). Mevlâna, bu dostluğu daha da
perçinlemek için Selahaddin’in kızı Fatma Hatun’u oğlu Sultan Veled’e alarak
akrabalık bağları kurar (Eflâkî, 1953: II/164–165; Sipehsâlâr, 1977: 136). Şeyh
Selahaddin on yıl sonra 1259’un Ocak ayında ebedî âleme göçer (Eflâkî, 1953:
II/178).
Selahaddin-i
Zerkûbî bu âlemden ayrılınca; Mevlâna kendi manevî terbiyesi altında yetişmiş,
olgun ve velilik nuru taşıyan bir diğer müridi Hüsâmeddin Çelebi’yi halife
seçer (Eflâkî1953: II/185–187; Sipehsâlâr 1977: 138). Hüsameddin Çelebi,
Mevlâna’nın sağlığında bu vazifeyi sürdürür (Eflâkî 1953: II/186; Sipehsâlâr
1977: 141); ölümünden sonra da 1284 yılında vefat edene kadar toplam yirmi beş
yıl şeyhlik yapar (Eflâkî 1953: II/229).
Hüsameddin Çelebi Mevlâna için yakın
bir sohbet arkadaşıdır. Ama onun asıl önemi ve değeri, Mevlâna’yı ölümsüz
eseri Mesnevi’yi yazma hususunda teşvikidir. Hüsameddin Çelebi’nin teklifi ile
başlayan Mesnevî, yine onun
hizmetleri sayesinde tamama erdirilmiştir. Eser bitinceye kadar Çelebi,
Mevlâna’nın yanından ayrılmamış; Mevlâna otururken, semadayken, yolda giderken,
hatta hamamda iken söylemiş, Hüsameddin Çelebi yazmıştır. Bazen akşam
başlamışlar, sabah gün ağarıncaya kadar Mevlâna söylemiş, Çelebi yazmıştır. Her
cilt tamamlanınca yüksek sesle Mevlâna’ya okumuş, beyitleri yeniden gözden geçirerek
düzeltmiştir (Eflâkî 1953: II/191). Mevlâna da kendisine ilham ve teşvik kaynağı
olan, bu eserin yazılmasında fedakârca hizmet eden sadık dostunu; Mesnevi’nin
her cildinin ön sözünde derin bir samimiyetle över, onun şahsiyetindeki
olgunluk ve güzelliği dile getirir.
Ve
Dünyadan Göç...
Dünya bütün insanlar için bir misafirhanedir.
Nice insanlar, veliler, peygamberler bir süre burada konaklamışlar, sonunda: “Rabbine sen O’ndan razı, O senden razı
olarak dön” (Fecr, 89/ 28) davetine uymuşlardır. 1273 yılı kışında bu hitap
Mevlâna’yadır.
Mevlâna,
ansızın hastalanıp yatağa düşer. Son demlerinde olduğunu anlamıştır. Hastalık
haberi hızla yayılır. Herkes şifa dilemek, duasını almak için Mevlâna’ya koşar.
O ise, şifa istemiyor; bir an önce Hakk’a kavuşmayı diliyordu. Eşi Kirâ
Hatun’un; “Hudâvendigâr Hazretleri’nin
dünyayı hakikat ve manalarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık
ömrünün olması lâzımdı.” sözlerine Mevlâna: “Niçin? Niçin? Biz ne Firavun, ne de Nemrut’uz. Bizim bu toprak âlemiyle
ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz, birkaç
mahpusun kurtulması için bu dünya zindanında hapsolmuşuz. Yakında Hakk’ın
sevgili dostunun (Hz. Peygamber’in) yanına döneceğimiz umulur” cevabını
veriyordu (Eflâkî, 1953: II/2).
Nihayet
17 Aralık 1273 Pazar günü güneş batarken Mevlâna bu âlemden göçer, Hakk’a ve
sevgili peygamberine kavuşur (Eflâkî, 1953: II/20; Sipehsâlâr, 1977: 113–114).
Hak ve hakikat güneşi artık bu ölümlü dünyadan gurup etmiş, ölümsüz âlemde
batmamak üzere yeniden doğmuştur. İşte bu yüzden Mevlâna’nın ölüm gecesine,
ayrılık gecesi denilmez; dostuna kavuştuğunu ve ebedî vuslata erdiğini
belirtmek için düğün gecesi anlamında “şeb-i
arûs” denilir.
Mevlâna’nın
Vasiyeti
Mevlâna son demlerindeyken bile
nasihat vermeyi sürdürmüş, insanları hidayet yoluna davet etmiştir. Dostlarına
vasiyeti şu olmuştur: “Ben size; gizlice
ve açıkça Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, günahlardan
çekinmeyi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmeyi, nefsinize uymaktan
sakınmayı, halkın eziyet ve cefasına katlanmayı, kötülerle arkadaşlıktan uzak
olmayı, iyi insanlarla dost olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı,
insanlara faydası olandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır.” (Eflâkî,
1953: II/8).
Bir diğer vasiyeti de oğlu Sultan
Veled’edir: “Düşmanını sevmeni,
düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini
söyle, O düşman senin dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden
de gönle yol vardır. Allah’ın sevgisini de O’nun aziz isimleriyle elde etmek
mümkündür. Cenab-ı Hak buyurdu ki: ‘Ey kullar, gönlünüzün tertemiz olması için
beni çok anmaktan geri durmayın.’ Gönül ne kadar temiz olursa, o kalpte
Allah’ın nurunun parlaklığı da o kadar çok olur.” (Eflâkî, 1953: I/324).
Yine vefatına yakın; dostu Kadı Siraceddin’e
hem iyi, hem de sıkıntılı zamanlarında okuması için şu duayı tavsiye etmiştir: “Ya Rabbi! Sana vesile olan sağlığı, seni
bol bol tespih etmek için istiyorum. Ya Rabbi! Bana, ne senin zikrini
unutturacak, sana olan şevkimi söndürecek, seni tespih ederken duyduğum
lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü
artıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Merhametinle
bu duamı kabul et.” (Eflâkî, 1953: II/8–9).
Mevlâna’nın
Cenaze Töreni
Mevlâna’nın cenaze merasimi tam bir
kıyamet günü olur. Büyük, küçük, Müslüman, gayrimüslim, ne kadar Konyalı varsa
toplanır, herkes ağlamaktadır. Hristiyanlar, Musevîler, ellerinde İncil ve
Tevratları, ayetler okuyarak feryat etmektedir. Kalabalığı dağıtmak için
onlara: “Bu merasimle sizin ne ilginiz
var? Bu sultan bizim dinimizin önderidir” deyince; onlar: “Biz; Musa’nın, İsa’nın ve bütün
peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda
okuduğumuz olgun peygamberliğin hâl ve hareketlerini onda gördük. Siz
Müslümanlar, Mevlâna’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız; biz de
onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz,
biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi
buyurmuştur:
Yetmiş iki millet sırrını bizden
dinler,
Biz, bir perde ile yüzlerce ses
çıkaran bir neyiz.
Mevlâna
Hazretlerinin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara lütufta bulunan
hakikat güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün dünya onun ışığıyla
aydınlanır” derler. Bir Rum keşişi de: “Mevlâna,
ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Hiç ekmekten kaçan
bir aç gördünüz mü?” der (Eflâkî, 1953: II/16).
Böyle mahşerî kalabalıkta sabahleyin
yola çıkan cenaze alayı ancak karanlık bastıktan sonra mezarlığa ulaşır.
Eflâkî, Mevlâna’nın vasiyeti üzerine cenaze namazını Sadreddin-i Konevî’nin
kıldırdığını (Eflâkî, 1953: II/17); Sipehsâlâr ise onun namazı kıldırmak için
öne geçtiği zaman, dayanamayıp bayıldığını, bu yüzden Kadı Sirâceddin’in
imamlık ettiğini kaydeder (Sipehsâlâr, 1977: 114).
Kaynakça
Ahmed Eflâkî, (1953–1954), Ariflerin Menkıbeleri, (çev. Tahsin
Yazıcı), I-II, Ankara.
Atasagun, Galip, (2004), Mevlâna ve Türbesi-Ziyaret Fenomeni
Açısından Bir Değerlendirme, Konya.
Karaismailoğlu, Adnan (2002),
“Mevlâna’nın Hayatı ve Çevresi”, Konya’dan
Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, İstanbul: 21–30.
Karpuz, Haşim, 2004, “Mevlâna Müzesi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara: XXIX/452-454.
Öngören, Reşat (2004), “Mevlâna
Celâleddîn-i Rûmî”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, Ankara: 29/441–448.
Sipehsâlâr, Feridun bin Ahmed,
(1977), Mevlâna ve Etrafındakiler
(Risale), (çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul. Sultan Veled, (1976), İbtidâ-nâme, (çev. Abdülbâki Gölpınarlı),
Ankara.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Fahreddin
er-Râzî”, DİA, İstanbul: XII/89-95.
Yazıcı, Tahsin, (1992), “Belh”, TDV
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: V/410–411.
Yeniterzi, Emine, (2007), Mevlâna Celâleddin Rûmî, (8. Baskı),
Ankara.
, (2008), Sevginin Evrensel Mühendisi Mevlâna-Güncel Yorumlarla, (10. Baskı),
Ankara.
MEVLÂNA’NIN DÜŞÜNCE HAYATI*
Anadolu’da asırlardır eserleri ve
düşünceleriyle her dönemde diri kalan Mevlâna, varlığıyla kıtaları ve
medeniyetleri buluşturan bir özelliğe sahiptir. Çocukluğunda ailesiyle Büyük
Horasan’dan Anadolu’ya uzanan yolculuğu ruh dünyasında yaşadığı yolculukla
birlikte düşünüldüğünde daha çok anlam kazanmaktadır. XIII. yüzyılın ilk
yıllarında başlayan bu yolculuk, gerçekte o dönemlerde Anadolu’ya doğru
hareketlenen büyük kalabalıkların yolculuğuyla benzerlik taşır.
Bizzat kendi ifadesine göre doğduğu
yerde kalsaydı, Mevlâna’nın gündelik hayatla ilgili tercihlerinde farklılık
olacaktı. Halka yakın duruşu ve şiir söylemesi, bunun örneklerindendir.
Yenilik ve yenileşme klasik
kültürümüzün ve şiirimizin önemli temalarındandır. Mevlâna, hemen Mesnevi’sinin
başında sadece dünya için çalışan akla ve insanı köleleştiren maddi değerlere
karşı durarak bu yolun temel kuralını açıklar, yenileşmeyi arzu edenlere canlı
ve çarpıcı örneklerle yol gösterir. Onun anlattığı aşk, ihtirası ve gururu yok
eder, insanı özgürlüğe götürür. Bu aşk, ferdin ve toplumun yenilenme ve dirilme
iksiridir. Bireyin güzel özellikler kazanıp olgunlaşması, yenileşmesi ve
dirilişidir.
Ey oğul! Bağı çöz, özgür ol. Ne
zamana kadar gümüşe, altına bağlı kalacaksın.
Denizi
bir testiye döksen, ne kadar alır? Bir
günlük kısmet.
İhtiraslıların göz testisi dolmaz.
Sedef, kanaatkâr olmadıkça inciyle dolmaz.
Bir aşkla elbisesi yırtılan kişi,
hırs ve ayıptan bütünüyle temizlenir (Mesnevi, I/19-22).
Birey ve toplum açısından önem arz
eden hemen her husus; adalet, hak, hukuk, bilgi, akıl, sevgi, dostluk,
merhamet, fedakârlık, özgürlük, gönül, suret, mana ve benzeri kavramlar,
Mevlâna’nın eserlerinde yeniden anlam ve canlılık kazanmıştır. Gerek bireyle ve
gerekse toplumla ilgili ruhsal ve sosyal sorunları aşmada günümüz insanına
yardımcı olabilecek çözüm örneklerini, onun eserlerinde görmek mümkündür.
Adalet, toplum düzeni için
gereklidir. Mevlâna adaleti ve zulmü güzel bir örnekle somutlaştırır:
Adalet nedir? Ağaçlara su vermek.
Zulüm nedir? Dikene su vermek.
Adalet, nimeti yerine koymaktır; su
çeken her köke değil.
Zulüm nedir? Yersiz yere koymak. Bu,
sadece belaya kaynak olur (Mesnevi,
V/1089-1091).
Bireylerin hak ve hukukunu çiğneyen
zalim kişiler, yeryüzündeki en kötü kişilerdir ve yaptıklarıyla şüphesiz yüz yüze
geleceklerdir. Onun Mesnevi’sindeki hikayeler bunun örnekleriyle doludur:
Zalimlerin
zulmü, karanlık kuyu olur. Bütün bilginler böyle dedi:
Daha zalim olanın kuyusu, daha
korkunçtur. Adalet daha kötüye daha kötü buyurmuştur.
Ey makamıyla zulmeden sen! Bil ki
kendin için bir kuyu kazıyorsun (Mesnevi,
I/1310-1312).
Bilgi, görgü ve birikim, toplumda
güzel uygulamaların gerçekleşmesine imkân sağlar. Bilgi ve birikim bu nedenle
önemlidir:
Her şeyin yararı ve zararı yerine
göredir. Bu nedenle ilim zorunlu ve yararlıdır (Mesnevi, VI/2599).
Gerçekte ilim ve bilgi hayata anlam
ve canlılık katacak özellikler taşımaktadır. Toplumumuzda bilgiye ve birikime
verilen değer, Mevlâna ve benzeri şahsiyetlerin vurgulamalarıyla bu denli büyük
olmuştur:
İlim Süleyman’ın saltanat mührüdür.
Bütün âlem suret, ilim candır (Mesnevi,
I/1031).
Uyku bilgiyle olunca uyanıklıktır.
Bilgisizle oturan uyanık kişiye yazık!
(Mesnevi, II/39)
Bilgiyle dürüstlük ve içtenliğin
buluşması, güzellikler oluşturur. Ruhun ve aklın yönelişi bu yöndedir. Aksi
yöndeki beraberlikler ise birey ve toplum için üzüntü vericidir:
Ruh ilimle ve akılla dosttur. Ruhun
Arapça ve Türkçe ile ne işi vardır? (Mesnevi,
II/56)
Canın meyli, hikmete ve ilimleredir;
bedenin arzusu bağa, çayıra ve üzümedir.
Canın meyli yükselmeye ve şerefe;
bedenin arzusu kazanca ve otlaradır (III/4436-4437).
Mevlâna günlük hayatla ilgili
öğütlerle, zihinsel sorunların çözümlerini aynı eserde, hatta aynı hikâyelerde
şaşırtıcı bir şekilde bir arada sunabilmektedir. Onu günümüze ve bütün dünyaya
taşıyan özelliklerinden biri de bu olmalıdır. Özendirdiği kişilik, bilgili ve
görgülü olmaktır:
Biri, bir kuşu hile ve tuzakla
yakaladı; kuş ona dedi: “Ey ulu efendi!
Sen çok inekler ve koyunlar yedin;
sen birçok deve kurban ettin.
Sen zamanında onlardan doymadın;
benim parçalarımla da doymazsın.
Beni bırak, sana üç öğüt vereyim;
zeki miyim, ya da aptal mıyım bilirsin.
Birinci öğüdü senin elinde,
ikincisini saman ve çamur kapladığın damının üstünde;
Üçüncü öğüdü ağacın üzerinde sana
vereceğim. Bu üç öğütle talihli olacaksın.
Eldeyken -verilecek- olan öğüt şu
sözdür: “Kimsenin olmayacak sözüne inanma.”
Avucunda ilk büyük öğüdü söyleyince
özgür oldu ve o duvarın üzerine gitti.
Diğerini söyledi: “Geçmiş olana
üzülme; bir şey başından geçince, ona hasret duyma.”
Ondan sonra ona dedi: “Bedenimde
gizli on dirhem ağırlığında değerli bir inci var.
Senin canın hakkı için, o inci senin
talihin ve çocuklarının bahtıydı.
İnciyi yitirdin; çünkü rızkın
değildi. Varlık içinde o inci gibisi yoktur.”
Adam, hamilenin doğum vaktinde inlediği
gibi feryada başladı.
Kuş ona dedi: “Sana, dün geçene
üzüntün olmasın” diye nasihat etmedim mi?
Madem geçip gitti, nasıl üzülürsün?
Ya öğüdümü anlamadın, ya da sağırsın.
İkinci öğüt olarak sana, “Sapıtıp
olmayacak söze sen hiç inanma” dedim.
Ey aslan! Ben kendim üç dirhem
ağırlığında değilim, on dirhem ağırlık içimde nasıl olur?”
Efendi kendine geldi, “Haydi! O
güzel üçüncü öğüdü açıkla” dedi.”
-Kuş- dedi: “Evet! Onlarla iyi iş
yaptın da, üçüncü öğüdü bedava söyleyeyim.
Uykulu cahile öğüt vermek, çorak
toprağa tohum atmaktır.
Ahmaklık ve bilgisizlik yırtığı yama
kabul etmez. Ey nasihat söyleyen! Ona hikmet tohumu verme (Mesnevi, IV/2244-2264).
Bilgi ve akıl sahiplerinin birliği
yol açıcıdır. Aksi yöndeki tercihler ve buluşmalar, kişiler ve insanlık için
acı sonuçlar doğurur:
Akıl başka akılla iki kat olur; ışık
çoğalıp yol belli olur.
Nefis başka nefisle güldüğünde,
karanlık artıp yol gizlenir (Mesnevi,
II/26-27).
Dostun, yarın uzaklaşmasını
istemiyorsan akıllıyla ve akılla dostluk edin (Mesnevi, III/2691).
Çünkü akıllı kişiden bir cefa gelse,
cahil kişilerin vefasından daha iyidir bu.
Peygamber, “Akıllının
düşmanlığı, cahilden gelen sevgiden daha iyidir” dedi (II/1866-1867).
Sevgi ve dostluk, Mevlâna’da bir
başka güzellikte dile gelmiştir. Onun dizeleri insanlığın büyük ihtiyaç
duyduğu, sığınağı, korunağı sevgi için etkileyici anlamlar taşımaktadır:
Sevgiyle acılar tatlılaşır; sevgiyle
bakırlar altın olur.
Sevgiyle tortular berraklaşır;
sevgiyle dertler, şifa verici olur.
Sevgiyle ölü dirilir; sevgiyle
padişah köle yapılır.
Bu sevgi de bilgi sonucudur. Böyle
bir tahta yersizce kim oturabilir? (Mesnevi,
II/1521-1524).
Dost edinmek, dostlarla birlikte
olmak çok kazançlıdır. Güven ve huzur ortamı bu beraberliklerle oluşmaktadır,
aksi takdirde durum çok acıdır:
Dostlarıyla birlikte oturan,
külhanda olsa da bahçe ortasındadır.
Zamanda düşmanlarıyla oturan,
bahçede olsa da külhandadır.
Biz ve benle dostu incitme; dost,
sana düşman ve hasım olmasın.
Halka Allah için veya kendi canının
rahatı için iyilik yap.
Böylece bakarken daima dost
görürsün; gönlüne kin yüzünden nahoş suretler gelmez.
Düşmanlık yaptığında sakınıp kaçın.
Sevindirici dosta danış (Mesnevi, IV/1975-1980).
Dostların mutluluğuyla sevinirsen,
bu dünya sana gül bahçesi görünür (Mesnevi,
IV/2371).
Sevgi ve dostluğun önündeki engel,
benlik ve menfaat düşüncesidir. Dost ve arkadaş olan, bu tavırdan uzaktır.
Mesnevi’deki güzel bir örneği şöyledir:
Biri geldi, arkadaşının kapısını
çaldı. Arkadaşı, “Ey güvenilir kişi! Kimsin?” dedi.
“Ben” dedi. -Arkadaşı- ona dedi:
“Git, zamanı değildir. Böyle bir sofrada ham kişiye yer yoktur.
Ham kişiyi ayrılık ve hicran
ateşinden başka kim olgunlaştırır? İki yüzlülükten kim kurtarır?”
O zavallı gitti. Bir yıl yolculukta
dostunun ayrılığında alevlerle yandı.
O yanmış, olgunlaştı. Sonra geri
döndü. Yine arkadaşının evinin etrafında dolaştı.
Dudağından edepsizce bir söz
çıkmaması için yüz korku ve edeple kapının halkasını vurdu.
Dostu seslendi: “Kapıdaki kimdir?”
O, “Kapıda da sensin, ey sevgili” dedi.
-Arkadaşı- dedi: “Şimdi benim
gibisin, ey ben! Gir. Evde iki bene sığacak yer yok (Mesnevi, I/3055-3061).”
İyi niyetle ve dostlukla geçmeyen
yılların üzüntüsü, sağlıklı düşünüldüğünde çok açık görülecektir,
görülmektedir. İnsanoğlu, uyum ve yakınlık arzusuyla toplumda yaşadığında
imkânlar çoğalacak, hayat anlam kazanacaktır:
Kötü
niyetler dostluğu karartır. Niçin onları gönülden kovmuyoruz.
Öldüğümde
beni hoşça anacaksın, niçin ölü severiz de diriye düşmanız?
Mademki
ölümden sonra barış yapacaksın, niçin ömür boyu senin üzüntünle sıkıntı
içindeyiz (Dîvan, Gazel 1535).
Dostuyla
hoş geçinen dostsuz kalmaz. Müşteriyle iyi anlaşan iflas etmez.
Ay
geceden ürkmediği için böyle parlak kaldı. Gül de dikenle uyuştuğu için bu
kokuyu elde etti (Rubai: 211).
Bireyin öncelikle kendisiyle
ilgilenmesi ve eksikliklerini gidermesi gerekir. Bunu yapmaksızın başkasının
eksiklik ve yanlışlarıyla meşgul olması kazançlı bir yol değildir. Hatta bu tür
bakışlar, kişinin düşünce dünyasını kirletebilir:
Dört Hintli bir camiye girdi; namaz
için rükû ve secde ettiler.
Her biri bir niyetle tekbir alarak
âcizlik ve dert hâliyle namaza başladı.
Müezzin geldi. Birinin ağzından, “Ey
müezzin! Ezan okudun mu? Vakit var mı?” diye bir söz çıktı.
Diğer bir Hintli niyazla, “Hey!
Konuştun ve namazın bozuldu” dedi.
Üçüncüsü ikinciye, “Ey amca! Onu
niçin kınıyorsun? Kendine söyle” dedi.
Dördüncüsü, “Elhamdülillah, ben o
üçü gibi kuyuya düşmedim” dedi.
Neticede her dördünün namazı yok
oldu; ayıp söyleyenler yollarını daha çok kaybetti.
Kendi ayıbını gören cana ne mutlu!
Ayıp söyleyen, ayıbı kendine satın alır (Mesnevi, II/3013-3020).
Çalışmak, çaba göstermek zorunludur.
Her akıllı kişi için şüphe götürmez bir gerçektir.
Ancak her
nedense, toplumda bu zorunluluğun her zaman hatırlatılması gerekmektedir:
Zahmet gören, hazine bulur; çaba
gösteren, devlete erişir (Mesnevi,
V/2047).
Hamalların, yük için savaşını gör;
iş görenin çalışması böyledir.
Zahmetler rahatın esasıdır; acılar
da nimetin öncüsüdür (Mesnevi, II/1825).
İnsanın kılavuzu derttir. Bulunduğu
her işte o işin derdi, arzusu ve aşkı, içinde doğmazsa, o işe yönelmez. O iş,
dertsiz ona kolay olmaz; ister dünya, ister ahiret; ister ticaret, ister
padişahlık; ister bilim, ister astroloji ve diğerleri (Fîhi Mâ Fîh, s. 20).
Öğreticiler, rehberler ve
yöneticiler görevlerini yapıyorlarsa bu unvanların ve özelliklerin
sahibidirler. Aksi takdirde her türlü eleştiriye açıktırlar. Mevlâna, bu
hususta çok cesurdur. Onun dilinde sorumluluğunu taşımayan zahit, bilgin ve
sultan için kınayıcı sözler vardır:
Mal ve makam elde eden, insan
olmayan kişi kendisinin rezilliğini istemiş olur.
Ya cimrilik eder, bağış vermez; ya
da cömertlik eder, yersiz yere bağış yapar.
Şahı, piyadenin yerine kor; ahmağın
verdiği bağış böyledir.
Yetki bir sapığın eline geçince
makam sanır, kuyuya düşer.
Yol bilmez, kılavuzluk eder; onun
çirkin canı dünyayı yakar (Mesnevi,
IV/1443-1447).
Mevlâna öğrenen, dinleyen veya
yönetilen kişilerin sorumluluğundan da söz açmaktadır:
Dinleyici susuz ve istekli olursa,
öğüt veren ölü de olsa söyleyici olur.
Dinleyici canlı ve diri olursa,
dilsiz söz söylemekte yüz dilli olur. (Mesnevi, I/2379-2380)
Mevlâna yardımcı olacak, yol
gösterecek kişilere yakın olmanın, kılavuzlarla beraberliğin önemine değinirken
ikna edicidir:
Hasta tabibe düşman olursa ve çocuk
öğretmene düşmanlık yaparsa,
Gerçekte kendi canlarının yol
kesicileridirler; kendi akıl ve canlarının yolunu kesmişlerdir.
Çamaşırcı güneşe öfkelenirse, balık
suya öfkelenirse,
Sen birine bak, kimin ziyanı olur?
Sonuçta kim, bununla bahtsız olur? (Mesnevi,
II/795-798).
Her varlığa acıma duygusuyla ve
özveriyle yaklaşma kararlılığı, insana yakışan bir özelliktir. Hayatı
anlamlandıran, bireye ve topluma değer kazandıran bu gibi özellikleri taşımak
herkes için amaç olmalıdır:
Akarsu
olan yerde yeşillik olur. Gözyaşı olan yerde rahmet olur.
İnleyen
dolap gibi gözü yaşlı ol, can meydanında yeşillik yeşersin.
Gözyaşı
istersen, ağlayana acı. Merhamet istersen, zayıflara merhamet et (Mesnevi, I/821-823).
Mevlâna diyor ki:
İnsanda
iki büyük nişan vardır: Birincisi bilgi, ikincisi fedakârlıktır. Bazısında
bilgi var, fedakârlık yok. Bazısında fedakârlık vardır, bilgi yoktur. Her
ikisine de sahip olana ne mutlu (Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 331).
Yaşadığımız fiziki dünyadan ayrı,
ancak sonuçta yine ona değer kazandıran düşünce ve bakış alanlarımız vardır.
Mevlâna insanoğlunun belki de daha gerçekçi olan bu imkânları kullanması
gerektiğini hatırlatır. Bu imkânlar yurdunun onun dizelerindeki adı “gönül”dür:
Bu dünya küptür, gönülse ırmak gibi;
bu dünya odadır, gönülse şaşılacak şehir (Mesnevi, IV/810).
Gönül ovasına adım atmak gerekir,
çünkü toprak ovada ferahlık yoktur.
Ey dostlar! Gönül, güven yurdudur;
orada pınarlar, gül bahçesi içinde gül bahçesi vardır.
Ey yürüyen! Kalbine yönel ve yürü;
orada ağaçlar ve akan pınarlar vardır. (Mesnevi, III/514-516).
Tohumdan yeşeren gül bahçesi bir
anlıktır; akıldan yeşeren gül bahçesi canlıdır.
Topraktan yeşeren gül bahçesi, yok
olur; gönülden yeşeren gül bahçesi ne hoştur!
Bizim bildiğimiz tatlı ilimleri, o
gül bahçesinden bir iki üç çiçek demeti bil (VI/4647-4649).
Gönülde dünyasını oluşturan, bir
düzene ve huzura kavuşan, yolunu ve hedefini belirleyen insan için dünya hayatı
daha anlamlıdır, dertleri ve çaresizlikleri de çözümlüdür. Bu hissiyatın ve
bakış tarzının günlük hayatımıza ait gerçekçi, ikna edici örnekleri vardır:
Tadın yolunu içten bil, dıştan
değil; köşk ve kaleler aramayı ahmaklık bil (Mesnevi, VI, 3418).
Açlık derdi, sermayesi olan kişinin
bütün parçalarına yenilik gelir.
Tat açlıktandır, yeni yiyecekten
değildir; aç hâlde arpa ekmeği şekerden daha tatlıdır (Mesnevi, VI/4293-4294).
Gereksiz ve yersiz sorular, sorunlar
oluşturmak ve ardından da bunların cevapları için zaman ve emek harcamak
gelişme derdi, diğer bir ifadeyle aşkı olmayan kişilerin işidir. Akıl ve aşk
sahipleri bu gibi sonuçsuz kalacak uğraşlara kapılmaz:
Sakalına kır düşmüş bir adam
aceleyle iyi bir berbere geldi.
“Ey yiğit! Sakalımdaki beyaz kılları
temizle; yeni gelin aldım” dedi.
Sakalını kesti ve hepsini önüne
dökerek “Sen seç, benim işim çıktı” dedi.
Bu soru, o da cevaptır; onu seç;
bunların başında din derdi yok.
Biri, Zeyd’e bir sille vurdu; o da
karşılık olarak ona saldırdı.
Tokat vuran dedi: “Sana soru
soracağım, sonra bana cevap ver ve o zaman bana vur.
Kafana vurdum, “Şak” diye ses geldi.
Burada iyi niyetle bir sorum var.
Ey padişahın övüncü! Bu şak benim
elimden miydi, yoksa senin kafandan mıydı?
-Zeyd- dedi: “Sillenin acısından
kurtulmadım ki bu düşünce ve düşünmede bulunayım.
Sen dertsizsin, bunu düşün; dert
sahibinin bu düşüncesi yoktur, kendine gel! (Mesnevi, III/1375-1384).
Suret ile mananın, sözcük ile
anlamın, şekil ile içeriğin uyumsuz olma ihtimali söz konusudur. Özellikli
birey olma arzusu taşıyanların, bu ikilikten uzak durmaya çalışması gerekir.
Söz ve davranış birliği kişiler ve toplum için başarı, huzur ve güven
kaynağıdır:
Kelimeyi bu beden gibi bil, manasını
da içteki can gibi.
Beden gözü daima beden görür; can
gözü hüner dolu can görür (Mesnevi,
VI/653-654).
Ey surete tapan! Git, manaya çalış.
Zira mana, suret bedenine kanattır (Mesnevi,
I/711).
Sonuçta bil ki, kötü tabiatlı güzel
ve iyi suret, bir para etmez.
Suret, çirkin ve nahoş ama ahlakı
iyiyse, ayağı dibinde öl (Mesnevi,
II/1014-1015).
Ne zamana kadar testinin suretiyle
aşk oynayacaksın? Testinin suretini geç, su ara (Mesnevi, II/1017).
Ey dostlar! Sureti aşarsanız, cennet
vardır ve gül bahçesi içinde gül bahçesi.
Kendi suretini yıkıp yakınca, bütün
sureti de kırmayı öğrenirsin (Mesnevi,
III/578-579).
Kimi zaman farklı bakış veya
görünüşün arkasında gizemli bir gerçek bulunduğunu hatırlatır
Mevlâna:
Halife Leyla’ya dedi: “O, sen
misin? Mecnun senden dolayı mı perişan oldu ve kendini
kaybetti?
Sen diğer güzellerden üstün
değilsin!” -Leyla- dedi: Sus! Zira sen
Mecnun değilsin” (Mesnevi, I/408-409).
Mevlâna’nın düşünce dünyasında
insanlar, coğrafyalar ve bakışlar arasındaki farklılığın ve ayrılığın
giderilmesine yönelik çözümler vardır. Onun ancak birkaçı bu satırlara yansıyan
öğüt ve uyarılarının âdeta tek bir yönü, yakınlaşma ve toplum olma amacı bulunmaktadır.
Onun şu sözleri günümüzde dünyada bir çağrı olarak kabul edilmelidir:
Yol arkadaşlarını ziyareti gerekli
say, kim olursa; ister yaya, ister atlı.
Düşmanın da olsa bu ihsan, yine
iyidir; çünkü güzel davranışla nice düşman dost olmuştur.
Dost olmazsa kini azalır. Çünkü
güzel davranış kine merhem olur.
Ey iyi dost! Bunun dışında nice
faydaları vardır; fakat uzamasından korkuyorum.
Sözün özü şudur: Topluma dost ol;
heykeltıraş gibi taştan arkadaş yont.
Çünkü kervanın kalabalıklığı ve
çokluğu, yol kesicilerin belini ve mızrağını kırar (Mesnevi, II/2139-2144).
MEVLÂNA’YA GÖRE SOSYAL YAPILANMA VE ÖZELLİKLİ
KİŞİLERLE BERABERLİK*
Toplumda önde görülen, sözde ve işte
öne düşen kişiler her zaman vardır. Bu kişilerin ailede, cemaatte, sınıfta,
dairede ve devlette birer adı ve de sıfatları vardır.
Muallim, müderris, vaiz, âlim, şeyh,
vali, vezir ve sultan gibi birçok unvan ve görev, geçmişte kaldı. Onların görev
ve sorumlulukları hakkında Mevlâna’nın Mesnevi’si gibi birçok eserde ayrıntılı
bilgi ve düşünceler ortaya konmuştu. Bazıları onlar geçmişte kaldı, biz de yok
derse, sadece gerçeklerden kaçmış olur. Önemli olan sıfatın veya adın kendisi
değil, taşıdığı manadır. Eski veya yeni sözcüklerle anılan bu görevlerde veya
konumlarda bulunanların sorumluluklarıdır hatırda tutulması gereken. Yeni
adlarla bu görevleri üstlenenlerin sorumlulukları üzerinde, Mesnevi gibi
eserlerde geçmişte ısrarla durulmuştur.
Mevlâna sosyal yapı üzerinde önemli
tespit ve yorumlarda bulunmuştur. Sosyal yapı birey, öğretici-kılavuz-dost ve
toplum şeklinde ele alınabilir. Olgun insan, yol gösterici rehber veya huzur
kaynağı çevre ile ulaşılan erdemli toplum düzeyi, dünya hayatı için arzulanan
bir hedeftir. Burada Mevlâna’dan ve Mesnevi’sinden yararlanarak kısaca bu üç
halkadan söz etmeye çalışacağız. Mevlâna, toplumsal yapının özünde yer alan
bireyin zafiyet ve becerileriyle özel olarak ilgilenmiştir. Karanlık gücü
temsil eden nefisle, aydınlık gücü temsil eden akıl ve ruhun temayüllerini
etkileyici bir üslupla dile getirmiştir.
Bir padişah bir şeyhe söz arasında,
“Benden bağış olarak bir şey iste” dedi.
-Şeyh-
dedi: “Ey padişah! Bana böyle söylemekten utanmıyor musun? Bundan daha yukarı
gel.
Benim iki kölem var ve onlar
değersizdir; o ikisi, sana hâkim ve emredicidir.”
Padişah, “O ikisi nelerdir? Bu,
hatadır” dedi. -Şeyh- “Onun biri öfke, diğeri şehvettir” dedi.
Padişahlıktan uzak olanı padişah
bil. O, ay ve güneşsiz parlaktır.
Varlığı hazine olan kişinin hazinesi
vardır. Varlığa düşman olanın varlığı vardır (Mesnevi, II. defter/beyit 1457-1462).
Mevlâna’nın aynı hikâyedeki şu
anlamlı beytini aktararak, bir başka örneğe geçelim.
Efendi düşkünlük gösterebilir;
köledense kölelikten başka bir şey gelmez (Mesnevi, II/1486).
Aklın nefisle savaşmasına, Mecnun’un deveyle çekişmesi bir
örnektir Mesnevi’de.
Kesin olarak Mecnun ve onun devesi gibidirler; o öne çeker, bu da
kinle geriye.
Mecnun’un isteği o Leyla’ya gider; devenin
isteği geriye, yavrusunun ardında koşar.
Mecnun bir an kendinden gafil olsa, deve dönüyor ve
geri gidiyordu.
Bedeni aşk ve sevda dolu olduğundan,
kendisini kaybetmemek için çaresi yoktu.
Kendisini gözetecek olan, akıldı;
aklını Leyla’nın sevdası kapmıştı.
Ancak deve çok gözetleyici ve
çevikti; o, yularını gevşek görünce,
Mecnun’un gafil ve şaşkın
olduğunu anlıyordu; o zaman durmaksızın yavrusuna yöneliyordu.
-Mecnun- kendine geldiğinde,
fersahlarca geri gitmiş olduğu yeri görüyordu.
Mecnun üç günlük yolda bu hâller içinde yıllarca
tereddütte kaldı.
Dedi: “Ey deve! Mademki her ikimiz
âşığız ve iki zıtız, o zaman uygun olmayan yol arkadaşıyız.
Sevgin ve yuların, bana uygun değil;
seninle birlikte olmayı terk etmeliyim.
Bu iki yol arkadaşı, birbirinin
yolunu kesmektedir; bedenden inmeyen can, yolunu kaybeder.
Can, Arş’ın ayrığıyla yoksulluk
içinde; beden, diken aşkından deve gibi.
Can, yukarıya doğru kanatlarını
açar; beden, yeryüzüne pençelerini batırmış.
Ey vatan ölüsü/düşkünü! Sen benimle
oldukça, o zaman canım Leyla’dan uzak kalacak.
Musa’nın kavminin yıllarca
Tîh’de bulunması gibi, bu
tür hâllerle ömrüm gitti.
Bu yol kavuşmaya kadar iki adımdı,
senin hilenle yolda altmış yıl kaldım (Mesnevi, IV/1537-1548).
Nefis ve akıl rekabeti, olgunlaşma
amacı taşıyan bireyler için her an hatırlanması gereken bir gerçektir. Aklın ve
ruhun üstünlüğü dünya hayatına özellik kazandırmaktadır. İnsanî özellik bu
sayede öne çıkmaktır, Mevlâna’nın cahillerden söz ediyor:
İncelik, letafet ve insaf onlarda az
bulunur, çünkü tabiatlarında hayvanlık galiptir.
Sevgi ve incelik, insanlık vasfıdır.
Öfke ve şehvet, hayvanlık vasfıdır (Mesnevi,
I/2435).
Mevlâna’nın ferdî olgunlaşmayı
sosyal yapılanmayla buluşturan hikâyelerinden biri, şu şekildedir:
Bir valinin, bir adama, “Yol üzerine
diktiğin şu diken kökünü kopar” diye emretmesi
Yol ortasına diken kökü diken şu
sert ve güzel sözlü adam gibi.
Yoldan geçenler şikâyetçi oldular;
“Bunu kopar” diye ona çok dediler, koparmadı.
O diken kökü her an çoğalıyordu;
halkın ayağı onun yarasıyla kanlanıyordu.
Halkın elbiseleri dikenden
yırtılıyordu; yoksulların ayağı sızlayarak yaralanıyordu.
Hâkim ona ciddiyetle, “Bunu kopar”
deyince, “Peki, onu bir gün koparırım” dedi.
Bir müddet yarın, yarın diye vaatte
bulundu. Onun diken ağacı sağlam köklü oldu.
Hâkim bir gün ona, “Ey eğri vaatli!
İşimizde adım at, geri durma” dedi.
“Ey amca! Önümüzde günler var” dedi.
Hâkim dedi: “Acele et, oyalama
“Yarın” diyen sen, bil ki zamandan
geçen her günde,
O kötü ağaç daha gençleşiyor ve bu
sökecek kişi de ihtiyarlayıp acizleşiyor.
Diken kökü güçlenme ve yükselmede,
diken koparan ihtiyarlamada ve eksilmede.
Diken kökü her gün ve her an yeşil
ve taze, diken koparan her gün daha zayıflayıp kurumada.
O gençleşiyor, sen ihtiyarlıyorsun;
çabuk ol ve zamanını yok etme.”
Her kötü huyunu diken kökü bil;
sonuçta defalarca ayağına diken battı.
Defalarca kötü huyundan yaralandın;
hissin yok, çok duygusuz oldun.
Senin çirkin huyundan meydana gelen başkalarının
yaralanmasından,
Gafilsen, kendi yarandan da mı
haberdar değilsin? Sen kendine ve başkasına azapsın (Mesnevi, II/1223-1239).
Olumsuz huy ve alışkanlıklarımızı,
kendimizi ve çevremizdekileri yaralayan dikene benzeten, dikenle somutlaştıran
Mevlâna bu noktada, sözümüze başlarken kurguladığımız üçlü halkanın ikincisine,
yani kılavuza, dosta intikal etmektedir:
Ya baltanı kaldır ve erce vur; sen
Ali gibi, bu Hayber kalesinin kapısını kopar.
Ya da bu dikeni gülfidanına kavuştur;
dostun ışığını ateşle birleştir.
Böylece onun ışığı senin ateşini
söndürsün; onunla birleşmek senin dikenini gül bahçesi yapsın (Mesnevi, II/1240-1242).
Şu ifadeleri de etkileyicidir:
Akıl akılla iki kat olur; ışık
çoğalıp yol belli olur.
Nefis başka nefisle güldüğünde,
karanlık artıp yol gizlenir (Mesnevi,
II/26-27).
Mevlâna dostlarla ve kılavuzlarla
yakınlaşmanın ve beraberliğin önemine değinirken ikna edicidir:
Hasta tabibe düşman olursa ve çocuk
öğretmene düşmanlık yaparsa,
Gerçekte kendi canlarının yol
kesicileridirler; kendi akıl ve canlarının yolunu kesmişlerdir.
Çamaşırcı güneşe öfkelenirse, balık
suya öfkelenirse,
Sen birine bak, kimin ziyanı olur?
Sonuçta kim, bununla bahtsız olur? (Mesnevi,
II/795-798).
Ekleyelim, memur amire, işçi
patrona. Sözde sırası gelmeden aceleyle aksini de söyleyebiliriz. Öğretmen
öğrenciye, amir memura, patron işçiye kızgın hatta düşman nasıl olur?
Bireyin olgunlaşma çabası ve
toplumdaki kılavuzların etkinliği sonucu erdemli toplum oluşur. Aksi takdirde
zalimle mağdurun, ezenle ezilenin bulunduğu ailede, kurumda ve toplumda çatışma
ve huzursuzluk kaçınılmazdır. Kişilerin, bireysel sorumluluklarına ilave olarak
farklı düzeylerde toplumsal sorumlulukları vardır.
Baba, aklı dünyayı ölçse de küçük
çocuğu için ti ti der.
“Elif harfinde bir şey yok” dese de
üstadın fazileti, yüceliğinden azalmaz.
O ağzı bağlıya öğretmek için kendi
dilinin dışına çıkması gerekir (II/3301-3304).
Öğreticiler ve yöneticiler,
görevlerini yapıyorlarsa bu unvanlara ve sıfatlara sahiptir. Aksi takdirde her
türlü eleştiriye layıktırlar. Mevlâna, bu hususta çok cesurdur. Onun dilinde
sorumluluğunu taşımayan sofi, vaiz, şeyh, âlim ve sultan için acı sözler
vardır. Muhtaç müritler yalancı iddiacılara aldandığından onları şeyh, muhteşem
ve ermiş sanırlar:
Üstün değildir, seni nasıl üstün
yapacak? Işık vermiyor, seni karartacak.
Kendisinin ışığı olmayınca,
yakınlıkta başkaları ondan nasıl ışık bulacak.
Göze ilaç yapan kör gibi. Gözlere ne
çeker? Ancak yeşim taşı (Mesnevi, I/2266-2268).
Artık isimlerin bizi sınırlamasından
kurtulalım.
Şeyh kimdir? Yaşlı, yani saçı beyaz.
Ey eğri ümitli! Bu saçın manasını bil.
O siyah saç, varlığından bir saç
teli kalmayıncaya kadar onun varlığıdır.
Siyah yahut kır saçlı olsa da
varlığı kalmazsa şeyhtir o.
O siyah saç, insan vasfıdır. O saç,
sakal ve baş saçı değildir.
İsa beşikte bağırır: “Biz, genç olmadan şeyhiz ve
pîriz.”
Ey oğul! Eğer bazı insan
vasıflarından kurtulursa şeyh olmaz, orta yaşlı olur.
Bizim vasfımız olan bir siyah saç,
üzerinde bulunmayınca kişi, şeyh ve Allah’ın makbulüdür.
Saçı beyaz olsa da beşer
kişiliğindeyse o, ne şeyhtir ve ne de Allah’a yakındır.
Beşer vasfından bir kıl ucu kalmış
olsa o, Arş’tan değildir, dünyadandır (Mesnevi, III/1789-1797).
Mesnevi’de şeyh sözcüğü, padişah sözcüğü gibi geniş anlama sahiptir.
Birçok yerde tasavvufî terim değildir. Genel anlamda öğreticidir, yol
göstericidir, bilgedir, saygı duyulandır. Bu tutumla bu sorumluluk bütün
topluma yayılmaktadır. Şeyhin tasavvufî manadaki konumu ayrıdır. Ayrıca Mesnevi’de
iyi niyetli kişi, bilge, şeyh, peygamber ve hatta Cenab-ı Hak padişah diye
anılır. Bütün bu ifade ve yorum tarzı günümüz insanı için cesaret vericidir.
Geleneksel anlayışımızda padişah,
kul ve köle sözcükleri, Mevlâna’nın bu kullanımlarıyla özel anlamlar kazanmış,
gönül ve mana dünyasında yer edinmiştir.
Kendini unutunca seni anarlar; kul
olunca, o zaman seni özgür bırakırlar (Mesnevi, III/3075).
O padişaha bağlanırsan, padişah
olursun. Ne zamana kadar uğursuzlara gideceksin?
Padişahlarla birlikte oturmak, kimya
gibidir. Onların bakışı gibi bir iksir, bizzat nerdedir?
Ahmed’in gözü Ebû Bekir’e vurdu, o bir
tasdikle Sıddîk oldu (Mesnevi, I/2685-2687).
Kendinden kurtulunca tamamen
Burhan/delil olursun. Köle yok olunca, sultan olur (Mesnevi, II/1315).
Yol, yolcu ve kılavuz, bulunmalıdır,
dünyamızda. Biraz açıklama gerekirse doğru yol, istekli yolcu ve yol gösterici
önder, hayatı anlamlı kılar. Topluma dirlik ve medeniyet oluşturucu özellik
kazandırır.
Mevlâna bir hikâyesinde Hz. Ömer’den
söz ediyor:
Ömer yabancı yüzlüyü dost buldu,
canını sırlara istekli gördü.
Şeyh olgun, mürit istekliydi. Adam
çevik, binek de kapıdaydı.
İrşat eden, onu irşada kabiliyetli
gördü, temiz tohumu temiz toprağa ekti (Mesnevi, I/1444-1446).
Sorumluluğun toplumdaki bütün
kesimleri kapsadığını özenle vurgulamak istersek, Mesnevi’den birçok örneği bir
araya getirebiliriz. Örnek olarak;
Kötü bir adet koyana doğru her an
lanet gider.
İyiler gittiler ve âdetler kaldı.
Kötülerden zulüm ve lanetler kaldı.
Kıyamete kadar kötülerin türünden
vücuda gelenlerin yüzü onadır.
Bu tatlı su ve acı su, damar
damardır. Sûra üfürülünceye kadar halkların arasında akar (Mesnevi, I/744-747).
Padişahların ahlakı halkta yerleşir;
yeşil gökyüzü toprağı yeşil eder.
Padişahı bir havuz bil, çevresindeki
yetkililer de borular. Su, borudan testiye akar.
Suyu tamamen temiz bir havuzdansa,
her biri tatlı ve hoş bir su verir.
O havuzdaki su acı ve pisse, her bir
boru aynısını çıkarır.
Çünkü her boru havuza bağlıdır. Bu
mana üzerinde derin derin düşün.
Vatansız can padişahının lütfu,
bütün bedene nasıl tesir etmiştir?
Güzel tabiatlı, hoş soylu aklın
lütfu, bütün bedeni nasıl edebe sokuyor? (Mesnevi, I/2819-2825).
Bir örnekle de yönetilen kişilerin
sorumluluğundan söz açalım. Mevlâna diyor ki:
Kadın, çocuk ve erkek halkın secde
etmesi Firavun’un gönlüne vurarak
onu hasta etti.
Her birinin “Efendimiz” ve
“Padişahımız” demesi onu vehimle öyle kirletti ki,
İlahlık iddia etmeye cesaret buldu;
ejderha oldu ve hiç doymuyordu (Mesnevi,
III/1554-1557).
Yoksul ve güçsüz oluşun da faydası
vardır belki de. Her açıdan ve olumlu yönden hayata bakış imkânı sunmaktadır
Mevlâna:
Silah ve bilgisizlik bir araya
gelirse zulümle dünyayı yakan bir Firavun oluşur.
Ey yoksul kişi! Güçsüzlük sebebiyle
Firavunluktan ve inkârcılıktan kurtuldun, şükret.
Şükret ki mazlumsun ve zalim değilsin,
Firavunluktan ve her fitneden eminsin.
Boş karın ilahlık iddia etmez; zira
ateşine odundan yardım yoktur (Mesnevi,
VI/4721-4724).
MEVLÂNA’NIN HOŞGÖRÜSÜ*
İslam kelimesi bir şeyden
kurtulmak, selamete ermek ve barış yapmak gibi anlamlara gelen “selime” kökünden türemiştir. Mensubu
olmakla şeref bulduğumuz İslam Dini ise mana olarak bütün bu anlamları
içermekle birlikte itaat etmek ve teslim olmak mevhumlarını da içinde barındırır.
Allah Kur’an’da insanları İslam’a
davet ederken “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslam’a)
girin…” (Bakara, 208) buyurmaktadır. O halde kelime anlamından ve bu ayetten
yola çıkarak İslam’ın bir “barış dini”
olduğuna şüphe yoktur. Ancak, kendisine karşı bir kötülük zuhur etmişse de yine
Allah’ın buyruğuna göre zulme uğramaları sebebiyle müslümanlara cihad izni
verilmiştir (Hac, 39). Rahmet ve şefkati ölçüye sığmayan Yaradan, bu halde bile
müslümanlara aşırı gitmemeleri konusunda şu uyarıda bulunmuştur: “Sizinle
savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü
Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, 190).
Mevlâna Mesnevi’sinde “Hak
kapısından ayrılmayan Türk, var olduğu müddetçe vatansız kalmaz” (II, 455)
diyerek İslam Dinini ve Türkleri âdeta özdeşleştirir ve bir rubaisinde de;
“Ben yaşadığım müddetçe Kur’an’ın
kölesiyim
Ben seçilmiş Muhammed’in yolunun
küçücük bir hizmetçisiyim
Eğer benim bu sözümden başka bir şey
nakledilirse
O sözden de, onu nakledenden de
şikâyetçiyim”
diyerek
kendini Allah’ın ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed’in hizmetkârı olarak
vasıflandırır.
Mevlâna Hoşgörüsü
Bilindiği gibi XIII. yüzyıl Selçuklu
Konyası’nda Anadolu’yu saran Moğol yağmacılığı arasında yetişen Mevlâna, başta
Mesnevi olmak üzere diğer eserleriyle günümüze kadar ulaşmış büyük bir Türk-İslam
düşünürüdür. Yetiştiği siyasi karışıklık ve savaş ortamında dönemi insanının en
çok ihtiyaç duyduğu “sevgi, hoşgörü ve
barış” temasını İslam ışığında sıkça işleyen Mevlâna, sevgi ve bunun zıttı
kahrı şöyle niteler:
“Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır;
hiddet ve şehvetse hayvanlık vasfı.
Sevgi, acıları tatlıya çeker,
tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.
Kahır ise, tatlıyı acılığa çeker.
Acı ile tatlı bir arada bulunur, bağdaşır mı?
Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı
duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgiden
padişahlar kul olur.” (Mesnevi, I, 2436, 2580, 2581, II/1530, 1531).
Karşılaşılan problemlerde çözüm
olabilecek sevgiyi bu şekilde açıklayan Mevlâna sevgiyle ulaşabilecek hoşgörü
konusunda da şu veciz beyitleri söyler:
“… Merhamete nâil olmak istersen
zayıflara merhamet et.
Zira er kişinin avı,
merhamettir.(...)
Biz, Hakk’a küfrân-ı nimette
bulunmuş olan kâfirlere dahi acırız.
Hattâ halk, onları taşlıyor diye
köpeklere bile acırız.
Ben, beni ısıran köpeğe de dua eder;
‘Yarabbi sen onu bu huyundan vazgeçir,
Adamları ısırmasın da halkın taşını,
sopasını yemesin’ derim.
(Çünkü) lütuf ve merhamet sahibi
olan Allah’ın kulları, işleri düzeltmekte O’nun huyuna sahiptirler.” (Mesnevi,
I, 822, II, 1938, III, 1800-1803, 2222, 2223).
İşte Mevlâna, yaptığı kabahatten
dolayı dayak yiyen köpeğe bile bu şekilde acıyabiliyor. Herhalde gerçek hoşgörü
bu olsa gerek; hani Hacı Bektaş-ı Veli’nin “incinsen de incitme” dediği
gibi. Yalnız burada şunu unutmamak gerekir. Sözümüzün başında da zikrettiğimiz
şekilde Allah’ın Kur’an’da buyurduğu gibi haddi aşanlara da gereken cevabın
verilmesi gerekiyor. Mevlâna da bu konuda;
“Böbürlenerek başlar kıran kişiye
ne Allah’ın merhameti nasip olur, ne de halkın!” (Mesnevi, IV/1858) der ve
kişi, iyi-kötü ne yaparsa aynı şekilde kendisine geri döneceğini belirtir
(Mesnevi, VI, 4528).
Kötülük yapanın ömrü boyunca
kötülükle karşılaşacağını, insanın yaşamı boyunca ve ahrette ne ektiyse onu
biçeceğini belirten Mevlâna, bu gerçekler gün gibi ayan bir şekilde ortada
dururken insanların buna göre hareket ederek daima iyi şeyler yapması
gerektiğini belirtir ve şöyle der:
“Ben, bu çalışıp çabalama dünyasında
iyi huydan daha güzel bir ehliyet görmedim.
İyilikle gelmenin şartı iyilik
etmektir; bu güzelliği, bu iyiliği huzura götürmektir.
Kötülüğü yaptığın işlerde gör;
talihimden deme.
İyilik ettiğin müddetçe görürsün ki
iyi yaşamaktasın, gönlün rahat.
Fakat bir kötülükte bulundun, bir
fenalık ettin mi o yaşayış, o zevk gizleniverir.
Dünya dağdır, bizim yaptıklarımız
ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir.
Kendinize gelin! Hakk’ın gayreti,
pusudan çıkmaya görsün; baş aşağı yerin dibine gidersiniz.” (Mesnevi, II,
810, 944, VI, 428, 3487, 3488, I, 215, 3417).
Fakat Mevlâna yine iyilik yapma
konusunda da bazı istisnalara dikkat çekerek tabiatı bozuk, aşağılık kişilere
iyilik yapan kişinin karşılığı bunun zıddı olarak kötülük olacağını belirtir ve
iyilik yapılacak kişinin iyi seçilmesi gerektiğine vurgu yapar ve şöyle der:
“Aşağılık, kötü kişilerin huyu
şudur: Sen ona iyilik ettin mi, o sana kötülük eder.
Mayası kötü olan kimseye ilim ve fen
öğretmek, yol kesen eşkıyânın eline kılıç vermeye benzer!
Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü
yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir.” (Mesnevi, III, 2978, IV, 1436,
1438).
Yine büyük Türk-İslam velisi Ahmed-i
Yesevî’nin “Dünyaya tapan soysuzlardan yüz çevir, akıllı isen gariplerin
gönlünü elde et!” demesi de bu konuda söylenebilecek anlamlı sözlerdir.
Yapılan bir araştırmaya göre II.
Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar dünyada sadece 24 gün savaş olmamış. Bu ilginç
olduğu kadar, aynı zamanda da dehşet verici. Hepimizin de şahit olduğu gibi
dünyanın dört bir tarafında ve özellikle de Orta Doğu’da bazı emperyalist
güçlerin maddi çıkarlar peşinde insanları savaşlara tutuşturması bilinen bir
gerçek. İşte bu ortamda hoşgörü ve barış kelimesiyle özdeşleştirdiğimiz Mevlâna
bize ne gibi çözümler sunabilir, âdeta kana susamış insan ve yöneticileri nasıl
barış yoluna çağırır?
Mevlâna “savaş” konusunda ilgililere şöyle seslenir:
“İnsanların savaşı, çocukların
kavgasına benzer. Hepsi de anlamsız ve saçmadır.
Sopa, mademki savaş ve kavga
âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!
Ben iyiyle, kötüyle kavga edemem;
kavga ile işim yok! Savaşmak şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte.” (Mesnevi,
I, 3435, 2137, 2392).
Savaş kelimesinden, hattâ savaşı
çağrıştırdığı için “barış”
kelimesinden bile ürktüğünü söyleyen Mevlâna, yine insanın hem cahil, hem de
elinde silahı bulunması halinde bunun bir felâket olacağını belirtir ve şöyle
der:
“Delinin elinden silahı al da adalet
ve barış, senden razı olsun!
Fakat elinde silahı olur, aklı da
bulunmazsa bağla elini; yoksa yüzlerce zarara yol açar.” (Mesnevi, IV,
1434, 1435).
Burada şunu da belirtmek gerekir ki,
savaş sadece iki tarafı değil taraf olmayan milletleri de maddi-manevi olumsuz
etkilemektedir. Bunun en somut örneklerini son 20-30 yılda bütün dünya
insanlığı olarak görmekte ve yaşamaktayız. Bu olgu da yine Mevlâna’nın
beyitleriyle şu şekilde açıklanmaktadır:
“Bedende bir uzuv ağrıyıp incinse
bütün beden ağrır, incinir. İster sulh çağında olsun, ister savaşta; bu,
böyledir!”
(Mesnevi, IV, 3248).
İranlı şair Sadi-yi Şirâzî’nin de
dediği gibi, insanlar bir bedenin uzuvları gibidir. Eğer uzuvlardan biri ağrı
çekerse bedenin tamamı ağrır ve sağlıklı iş göremez olur. İşte buradan da
çıkaracağımız ders, ülkeler arası barışının tüm dünya insanlığını olumlu
etkileyeceği için, bir şekilde Mevlâna’nın da dediği gibi “delinin elinden
silahı almak, cahil kişinin eline de silah vermemek” gerekiyor.
Mal mülk ve makam sevdasının günümüz
insanlığının en büyük sorunu ve bir bakıma insanın “özgür” olmasına engel teşkil etmektedir. Ülkeler arası savaşın da
her ne kadar “demokrasi ve insan hakları
savunması” gibi gösterilmeye çalışılsa da maddiyat ve hükümranlıktan dolayı
olduğu hepimizin bildiği ve gördüğü bir gerçek. Mevlâna henüz Mesnevi’sinin
başında “Ey oğul kopart zincirlerini, özgür ol; ne zamana kadar altın ve
gümüşün (maddiyatın) esiri olacaksın.” (Mesnevi, I, 19) diyerek insanları
maddiyat telâşından kurtulmaya çağırır. Büyük Türk velisi Yunus Emre de;
“Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun
ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan? Var
biraz da sen oyalan.”
diyerek
günümüz insanlarının ve devletlerin peşinde koştuğu maddiyat konusunu gelip geçici
bir olgu olarak niteleyerek, âdeta kutsal kitabımızın birçok yerinde geçen “Dünya bir oyuncaktan ibarettir” ayetine
işarette bulunur.
Ahmed-i Yesevî de bu dünya peşinde
koşan sultanlara şu ibretli dizelerini söyler:
“Binlercesine çeri (asker) yığan
hanlar hani?
Vefası yok, vefasızdır dünya tanı,
Gafil insan görüp ibret almaz imiş.”
Geçmişte olduğu gibi günümüz
insanının en büyük sorunu da mal mülk ve makam peşinde koşarak ömrünü
sıkıntıyla geçirmesi ve özgür olmasına engel olduğu gibi “insanca” yaşamasına mani olmasıdır. Eğer sağlıklı bir şekilde
tahlil edersek insanlardaki bu istekleri bir kenara koyduğumuzda dünyada ne
kişisel kavgalar, ne de savaş olur. Bu husus dünya barışının temelini
oluşturacağı gibi ikili ilişkilerde de daha samimi ve gerçek dostlukların en
başta gelen özelliği olacaktır.
Mevlâna bir rubaisinde bütün
insanları Hz. Adem neslinden geldiği için “bir”
olarak görür ve insanların birbirlerinden ayrılmamasını öğütleyerek şöyle der:
“Ey insanlar, ey insanlar,
birbirinizden ayrılmayın.
Asla aklınıza ayrılık fikrini koymayın.
Hepiniz birsiniz, bu ikilik niye?
Vefa bile haykırırken vefasızlıkta
bunmayın.”
Mevlâna’nın XIII. Yüzyıldan Günümüze
Ulaşan Hoşgörüsü
Yukarıda arz etmeye çalıştığımız
fikir ve öğretileriyle tüm dünyada barış ve hoşgörü sultanı olarak tanınan
Mevlâna günümüz insanlığının bu en büyük sorununa karşı ne yapabilir; ya da
bizler onun bu barışçıl fikirlerini ön plâna çıkararak dünya barışına nasıl bir
katkı sağlayabiliriz? İngiliz Doğu bilimci ve Mevlâna
araştırmacısı Prof. Dr. Arthur J. Arberry uzun süre araştırmalarının
sonucunda şu çarpıcı cümleleri söylemiştir: “Mevlâna,
yedi yüz yıl evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmıştır. Günümüzde
Avrupa’yı kurtaracak tek şey de onun eserleridir.” Arberry’nin bu tespiti
dünya insanlarının barışı açısından Mevlâna’nın fikirlerinin önemini
vurgulamaktadır. Yine Kanada’nın eski büyük elçisi James George, Mevlâna’nın türbesine yaptığı ziyaretten sonra “Konya’ya Sevgilerle” başlıklı bir şiir
yazmış, Doğunun ve Batının insanına Mevlâna’nın aşkında birleşme çağrısı
yaparak şu dizeleri söylemiştir:
“Doğu eğiliyor Batı önünde;
Sessiz, derin, tepki içinde
Başka nice ele geçer teknolojinin,
Dolar menfaati, sırları.
Batı eğiliyor Doğu
önünde;
Gençliği gerçek pınarı,
Tanrı adına
Sanki gerçek sadece kök almış
Doğudan bir yer üstünde
(...)
Ama Doğuyla Batı hiç birleşemezler;
Dilekleri hep kazanç olacaksa
Para gücü Doğuluya
Veya Batılıya iç kazançsa
Doğu,
Batı, Anadolu
Artık
Mevlâna’nın sesini duy
Dileğin
“gerçek”se unut kendini
Ve
bil ki aşk her şeydir” (...)
Bilindiği gibi artık tüm dünyada
Mevlâna tanınmakta, anlatılmakta, anlaşılmaya çalışılmakta. Biz bu bağlamda
Mevlâna’nın insancıl ve barışçıl yönlerini öne çıkartarak tüm dünyada yanlış
örneklerle veya kasıtlı olarak bir terör dini olarak gösterilmeye çalışan İslamiyet’in,
güzelliklerini anlatabiliriz, diye düşünüyoruz. Çünkü yine hepimiz biliyoruz
ki, insanlığın son dini olan İslam, Allah’ın da buyurduğu gibi “nûrunu tamamlayacak”tır. İşte bu
gerçeği görerek bizim de Mevlâna aracılığıyla karınca miktarı bir katkımız
olursa sevinecek, rûz-i mahşerde alnımızın akıyla Yaradan’ımızın karşısına
çıkacağız.
İngiliz ressam Ned Pamphilon’un 2006
yılının Şubat ayında Londra’da açtığı bir sergi Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Atatürk ile Mevlâna’nın “barış”
yönünü ön plana çıkarması açısından önemlidir. Türkiye’nin Asya ile Avrupa’nın
birleşme noktası olduğu gibi, Batı ile Doğu arasında da barışın simgesi
olduğunu belirten İngiliz ressam, kendisiyle yapılan bir röportajda bizim de
konuşmamızın başından beri vurgulamaya çalıştığımız şu önemli cümleleri
söylüyor: “Sergi aracılığıyla Atatürk ve Mevlâna’nın barış mesajlarını tüm
dünyaya iletmek istedim. Özellikle barışa son derece ihtiyaç duyduğumuz şu
günlerde Türkiye’nin tüm dünyada barışın simgesi olduğunu düşünüyorum. Ağrı
Dağı’ndaki Nuh’un Gemisi efsanesinde yer alan gökkuşağı ve zeytin dalının
ortaya çıkmasıyla başlayan, Mevlâna’nın ‘Gel, kim olursan ol yine gel’
felsefesiyle devam eden ve Atatürk’ün ‘yurtta barış dünyada barış’ prensibiyle
tüm dünyaya örnek olan ‘barış’ mesajları aslında Türkiye’nin sahip olduğu bir
hazine.”
Biz de Türk Milleti olarak dünyada
savaşlar olmadan, bütün insanlığın barış ve mutlu bir yaşam sürmesini arzu
etmekteyiz. Bütün bunlarla birlikte, geçmiş şanlı tarihimizde de benzerleri
görüldüğü gibi kimsenin malına, toprağına ve canına göz dikmeyiz. Ancak bizim
birliğimize, bütünlüğümüze ve kutsal saydığımız vatan topraklarına da kasteden
olursa Mevlâna’nın şu beyitlerini okumalarını tavsiye ederiz. Şöyle diyor
Mevlâna Mesnevi’sinde:
“Savaş Türklerin işidir, kız
gibilerinin işi değil.
Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık
edebileceğin birisiyle savaş ki, onu esir edebilmen mümkün olsun.” (Mesnevi,
V, 3779, III, 3625).
Son olarak, yine sözü barışa
getirelim. Türk-İslam alemi olarak Allah’ın buyurduğu “Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını
düzeltin (...)” (Kur’an Hucurât, 9) ayetini zikredip, Hz. Peygamber’in “Müslüman, elinden ve dilinden diğer
Müslümanların emin olduğu kimsedir” hadisini hatırlatarak, hemen hemen
Mevlâna’nın Farsça söylediği beyitlerin Yunus Emre’deki Türkçe tezahürleri
diyebileceğimiz birçok beyit arasından günümüz insanlarının en büyük ihtiyacı
olan şu dizeleri nakledip sözümüzü bitirelim:
“Beri gel, daha beri;
Bu yol vuruculuk nereye kadar böyle?
Bu hır gür, bu savaş nereye kadar?
Sen bensin, ben senim işte” (Mevlâna)
“Gelin tanış olalım, işi kolay
kılalım.
Sevelim sevilelim, bu dünya kimseye
kalmaz.”
Mevlâna’nın anlam dünyası bu etkinin
sonucu olarak görsel sanatların da öteden beri ilgi alanına girmektedir. Türk,
Moğol, Hint ve İran’da geçmişte minyatürlere girmiş bu etki, günümüzde de
farklı uluslardan pek çok sanatçının çalışmalarına konu olmaya devam
etmektedir.
Bu araştırmada kimi Şahabettin
Uzluk’un kişisel koleksiyonunda yer alan kimi de başka yerlerde karşılaştığı
resimler hakkındaki görüş ve yorumlarını inceleyeceğiz.
Türkiye’de Mevlâna resimlerini bir
makale konusu yaparak ilk ele alanlardan biri olan merhum Yüksek Mimar
Şahabettin Uzluk, aşağıda detaylarını vereceğimiz “Mevlâna’nın Ressamları” adlı 1944 tarihli makalesinden sonra 1945
yılında aynı adla Konya Halkevi Güzel Sanatlar Komitesi’nce yayınlanan kitabını
kaleme almış ve uzun yıllar süren araştırmalar sonucu
tamamlayıp resimlerle süslediği ve “Mevlevilikte
Resim, Resimde Mevleviler”[1] adlı kitabının habercisi olan bu eserle, XIII. yüzyıldan
itibaren, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde faaliyet gösteren Mevlevî ressamlar,
kişilikleri ve eserlerini tanıtmıştır.
Milli
Mecmua’nın 1925 tarihli ve 42-48. sayılarında “Türk Nakış Tarihinde Mevleviler” konulu makaleler silsilesinde
Mevlâna resimleri hakkında bilgi veren Uzluk haricinde diğer eski bir çalışma
merhum Süheyl Ünver’e aittir. Ünver, Konya
Halk Evi Dergisi’nin 1944 tarihli ve 63. numaralı sayısında “Mevlâna resimlerinin mahiyetini Uzluk
sayesinde öğrendiğini, bahsettiği resimlerin kısmen asıllarını görebildiğini
ancak yeni bir şey ilave edemediğini fakat makalelerde geçen ve dergide yer
alan bir Mevlâna resmini Osman Ergin’le beraber Bayezid Medresesi’nde kurulan
Şehir ve İnkılap Vesikaları Müzesi’ne aldırmaya o dönemin müze idare heyetinde
bulunması dolayısıyla vesile olduğunu” yazar ve “Türk minyatürü üzerine yedi
yıldan beri süren araştırmanın iki tane de Şems-i Tebrizi resmi kazandırdığını,
şayet bu hususta daha yeni bilgiler ilave edilemez ise, Şahabettin Uzluk’un
yazdıklarını sıralamak durumunda kalmış olacağını”[2] ifade
eder.
Ünver, bu hususun Uzluk’un kendi
kaleminden vuzuha kavuşmasını beklemiş fakat beklentisinin aksine Uzluk’un
araştırmayı kendisine bırakması üzerine “el
emru fevkal edep” diyerek Mevlâna’ya ait olduğu rivayet edilen resimlerin
izahına geçmeden evvel kişisel düşüncelerini şöylece açıklamıştır:
“Zihnimi kurcalayan bir nokta vardı.
Acaba Mevlâna’nın hayatında yapılmış resmi yok mu diyorduk; zira bu açık
fikirli, ince ruhlu şair ve mutasavvıfımızın resmi olmalı idi. O her şeyi kalem
ile tasvir edip dururken neden bir fırça onu nakşetmesin? İslam Türk
devletlerinin itilası asırlarında resim yaptırmaya bir mani yoktu. Konya’nın o
asırlarda Konya kalesinin kapı ve kuleleri bile süsleri arasına insan resmini
koyuyordu, insan şeklinde melek resimleri yapıyorlardı. Kitaplar da da insan
resimleri buluyorduk. İstanbul kütüphanesinde de resimli Selçuk eserleri
sayabiliriz. Böyle serbest düşünceli itila devirlerinde resimlerimiz kaybolması
hesabıyla elimize az gelmiştir. Mevlâna’nın yaşadığı asırda birçok ressamlar da
vardı. Kendi muasırlarından “Aynuddevle-i Rumî”yi buluyoruz.[3] Menakıbu’l-Ârifîn’e
göre Aynü-d’devle, Mevlâna’nın bir kağıt üzerine gayet güzel resmini yapmak
istiyor. Mevlâna da eğer kâdirse resmimi yapsın diyor. Aynü-d’devle eline
kağıdı alıyor. Mevlâna ayaktadır. Nakkaş bakarak latif bir surette resmini
yapıyor. Lakin onu benzetemiyor. Bir kağıt daha isteyerek tekrar resmini
yapıyor. Yine başka bir şekilde görüyor. Her sefer ayrı bir halde olunca 20
defa yapıyor, hiçbiri diğerine ve aslına benzemiyor. Ressam kendinden geçerek
kalemlerini kırıyor. Mevlâna bunun üzerine:
Ah bi rengü binişan ki menem
Ki bit binet mera çünan ki menem
....(Divan-ı Kebir)
Gazelini iyrade başlıyor.
Aynü-d’devle yaptığı resimleri benzetemediğine giryan olarak huzurdan çıkıyor.
Bu resimli kağıtları, Hizmet (Gürcü) Hatun’a götürüyorlar. O da hepsini bir
sandığa koyarak saklıyor ve nereye giderse götürüyor. Bu Gürcü Hatun, Mevlâna’ya
mensuptu. Onun şevk-i ateşi ile yanardı. Mevlâna’nın resmini elde etmek
istemişti.[4] Bu arada saklı olan bu
20 resimden hiç birisi ele geçmemiştir. Bunlar bugün nerededir, ne olmuştur
bilinemiyor. Mevlâna’nın resmini yapanlar bir defa ondan bahseden Menakib’i
olsun okumamışlar veyahut resmini yaptıracak olanlar onu iyi tavsif
etmemişlerdir. Binaenaleyh altına Mevlâna yazılan herhangi bir resim ona izafe
edilmiştir. Bu resimlerde Mevlâna’yı hatırlatan ancak onu ismidir.”[5]
Mevlâna’ya ait olduğu rivayet edilen
resimler hakkında Şahabettin Uzluk’un resimlere ilişkin verdiği malumat şu
şekildedir[6]:
a)
Aslı Tahran’da dönemin Şahı’nın özel müzesinde bulunan ve İhsan Mahvi
tarafından Uzluk’a hediye edilen sanatçısı bilinmeyen resim: Deri üzerine boya
ile yapılmıştır. Resimde düşünceli bir halde görülen Mevlâna, kaşları yay gibi
uzun, gözleri büyükçe, bıyıkları kesik, sakalı seyrek ve uzun tasvir edilmiş
olup, karşısında da Şems bulunuyor. Şems ise burada Mevlâna ile birlikte genç
simalı ve uzun saçlı görünüyor.
b)
II. Beyazit Kütühanesi’nde bulunan bir Mesnevi içerisine yapılmış ve Sultan
Abdülmecid’in annesi Bezmialem tarafından vakfedilmiş resim: Mevlâna burada
uzun yüzlü tasvir edilmiştir. Ünver’e göre bu, Mevlâna’nın malum şemailine
benzemez[7].
c) Aynı kütüphanede bir mecmua
içinde yer alan ve A. Kemalettin Paşa’nın Tahran sefirliği zamanında Paşa’nın
İranlı bir ressama yaptırdığı ve Uzluk’a göre, Mevlâna portreleri ile meşgul olmuş
Necefli Ağa’ya ait olan portre: Ressama göre Mevlâna, iri vücutlu, uzun sık ve
siyah saçlı, siyah sakallıdır.
d)
Boston Şehir Müzesi’nde bulunan ve dönemin New York Konsolosu M. A. Tevfik tarafından
Uzluk’a fotoğrafı gönderilen resim: Mevlâna bu resimde bıyıkları kesik, beyaz
sakallı, esmer ve uzun yüzlü olarak tasvir edilmiştir.
e)
Konya Mevlâna Müzesi’nde yer alan, 1839 tarihinde Halep Mevlevi şeyhi Hacı Abdülgani
Dede Efendi’nin İstanbul’da hazine-i celile’yi ziyaret ettiği sırada burada
bulunan resmi müşahede ve talep etmesi üzerine kendisine hediye edilen resim:
Mevlâna büyük, uzun ve kumral sakallıdır. Renklere göre daha esmerce, kaşları
gür ve siyah, gözleri büyükçedir. Saçları iki omuzuna ayrık inecek kadar
uzundur.
f)
Sultan Abdülmecid tarafından Şeyh Osman Efendi’ye hediye edilen portre:
Başı sol tarafa eğili olan Mevlâna’nın üzerinde yenli entari tennure giyili
olup yüz sebye, sakal ve bıyık beyazdır. Veled Çelebi’ye göre resim Mevlâna’ya
ve hatta onun son zamanlarına ait olmalıdır. Zira bu yıllarda Mevlâna, rengi
daha uçuk, daha zayıf ve hatta pek yorgun bir haldedir.
g) W. Arnold tarafından ortaya
çıkarılan ve Mevlâna’nın Konya Kuyumcular Çarşısı’nda, Şeyh Selahattin-i Zerkubî’nin
dükkânının önünden geçerken tasvir edilen resim: Arnold’daki kayda göre resim, XVI.
yüzyıla ait olup Mevlevi menkıbelerini yakından tanıyan bir ressam tarafından
yapılmış olmalıdır.
Zikrettiğimiz resimler hakkındaki görüşlerini
kısaltarak aktardığımız Ş. Uzluk, bu konuda en değerli bilgileri 1935’den
itibaren müteaddit yayınlarla F. Nafiz Uzluk’un verdiğini ve şemail olarak
ortada mevcut olan bilgileri şahsen burada topladığını ifade ederek meseleyi şu
şekilde aktarmıştır:
“Mevlâna çok riyazat yapar, günlerce
bir şey yemez, sonra çok yemek yiyebilir, pek az uyur, sabahlara kadar ibadet
ederdi. Bundan dolayı vücudu pek naif idi. Hatta bir defa vücudunun yapılan
riyazat hasebiyle şikâyette bulunduğunu bile Hüsamettin Çelebi’ye söylemişti.
Aynı metindeki diğer bir izaha göre, orta boylu, kır sakallı, soluk benizli,
başında dumanî destar, sırtında bürdî hindibadiden feracesi ve sert bakışı
vardı. Bu haberleri Eflakî ve Sevakıb Türkçeleri de olduğu gibi veriyor. Abidin
Paşa bu noktaya şu suretle temas etmektedir: Mevlânayı müşarunileyh efendimiz
uzun boylu olup mübarek gözleri sarı ile siyah arasında yani elâ ve kaşları
mukavves idi. Ne mülahham ne de zayıf idi. Bu müteferrik vesikalara bazı
hilyeleri, mesela Lütfi Çelebi’yi ilave edersek hepsini bir arada şöyle
toplamak mümkün olabilir: Bütün azaları ile normal bir vücut, üzerinde uzuna
giden bir kafatası, üzerinde siyah saçlar, hançer biçimi kaşlar, altında iki
büyük göz, oyuları ve içinde elâ iki iri göz. Düz bir burun altında kesik
bıyıklar, küçük bir ağız ve sivri bir çene, sakallar seyrek ve elmacık
kemikleri çıkıktır. Kulaklar normal, yüz rengi sarıya yaklaşır. Boyu uzun ve
omuzlar geniştir. Kollar ve bacaklar normaldir.”[8]
Uzluk, Mevlâna’nın şemailine dair
genel bir çerçeve çizdikten sonra, tasvir ettiği tipin ailenin erkek ve
kızlarında da halen görüldüğünü ve söz konusu tipi göz önünde bulunduracak bir
ressamın bir Mevlâna portresi çizebileceğini umduğunu ifade ederek yazısını
bitirir.
DİKKAT! Resimler İstenecek.
MEVLEVİLİK*
Moğol istilası ile birlikte farklı tarikatlara mensup
şeyh ve dervişler, gerek emniyet açısından ve gerekse fikirlerini daha kolay
bir şekilde yaymak maksadıyla Anadolu’yu kendileri için uygun bir ortam olarak
tercih etmişlerdir. Bunlardan yüksek ve gelişmiş kültür çevresinden gelenler
genellikle şehirlere yerleşmiş ve bürokraside etkin rol oynamışlardır.
Göçebeler arasındaki tasavvufî hayat ise, daha çok eski Türk inanışlarındaki ozanları
çağrıştıran babalar vasıtasıyla, şehirlerde yaşanandan farklı olarak, daha
basit ve sade bir anlayış biçimiyle ve Anadolu şartlarına da uygun bir halk
tasavvufu şekliyle yayılmıştır.
Türkiye Selçukluları zamanındaki Sünni tasavvufi
hareketleri içerisinde, Anadolu’da doğup gelişen ve geniş çevrelere bilhassa
devlet adamlarına kadar ulaşıp onları etkileyebilen ilk ve en büyük tarikat,
Mevlâna Celaleddin (ö. 1273)’in vefatından sonra onun yaşayışı ve düsturları
çerçevesinde müesseseleşen Mevlevilik’tir. Oğlu Sultan Veled’in gayretleriyle
tarihteki yerini alan, ancak asıl hüviyetini ve gücünü Osmanlı Devleti’nde
özellikle II. Bayezid (1481-1512) döneminde kazanan bu tarikat, daha XIV.
yüzyılın başlarından itibaren tahsis edilen vakıflarla güçlü bir ekonomik zemin
elde etmiştir.
Büyük bir kısmı Maveraünnehir ve
Horasan’dan olmak üzere değişik sebep ve yollarla taşınıp Anadolu’nun
dinî-tasavvufî tarihinde çok önemli tesirler bırakan tasavvuf akımları,
dolayısıyla da bunların temsilcileri veya müntesipleri ile Mevlâna Celaleddin’in
çeşitli şekillerde temasları olmuştur. Ki ilerleyen dönemlerde bu
etkileşimlerin somut örneklerini görmek mümkündür. Mevlâna ahfadından olan Cemaleddin Çelebi (ö.
1509)’nin oğlu Âbid Çelebi (ö. 1497), Şeytankulu İsyanı sırasında İstanbul’a
gelip kısa bir süre kalan Nakşbendiye şeyhlerinden Abdullah İlâhî’nin müridi
olmuştur. Bu, Mevlevilik açısından önemli bir dönüm noktası kabul edilebilir.
Zira Mevlevîliğin Nakşbendîye’den etkilenerek kuruluşunu tamamlaması bundan
sonra olmuştur. Üzerine iki tarikatın da hilâfet görevini alan Âbid Çelebi,
faaliyetleri için İstanbul’un Fatih semtinde bir tekke yaptırarak perşembe
günlerini Mevleviye, cuma günlerini de Nakşbendiye âyinlerinin icrasına
ayırmıştır[9].
Mevlâna Celaleddin ve
Mevlevilik
Mevlâna Celaleddin’in, bir tarikat kurucusu olmadığı
ileri sürülür. Bu iddiada olanlara göre, Mevlâna kendi zamanında şeyhlik
iddiasında bulunmamış, hatta namaz kılınırken imamet etmekten bile çekinmişti.
Bununla beraber öylesine büyük tasavvufi tesir icra etmişti ki ölümünden sonra
hayranları onu en iyi anlamış olan yakınlarının çevresinde toplanmıştır.
Bunlardan Çelebi Hüsameddin, Mevlâna’nın mümessili olmuş fakat onun namına bir
tarikat ihdas etmemiştir. Babasının ve sadık müridinin yapmadığını Mevlâna’nın
oğlu Sultan Veled yapmış, zamanında kubbe-i hadranın inşası tamamlanmış,
Mevlâna’nın fikirleri doğrultusunda Mevleviliğin erkânını belirlemiştir. Yani
Sultan Veled, Mevleviliğin kurucusu olmuştur[10].
Ancak Mevlâna, sağlığında kendisinin ortaya koyduğu fikirlerin savunucusu
olmuş; gerekse Sipehsalâr ve gerekse Eflâki’ye göre çevresinde ona inananlar
bulunmuş; şimdiki Mevlâna Müzesi’nin bulunduğu yerde I. Alâeddin (1221-1237)
zamanında bir tekkede oturmuştur. Mevlevilik düşüncesinin gelişip yayıldığı ve
bu doğrultuda dervişlerin yetiştirildiği mekânlar olan Mevlevihanelerin ilk
örneği Mevlâna hayatta iken tesis edilmiştir. Onun zamanında inşa edilen birkaç
derviş hücresi Mevlevihanelerin nüvesini oluşturmuş; bundan sonra günden güne
gelişerek türbesi, hücreleri, namazgâhı, meydanı, semahanesi, çelebi dairesi,
selamlık ve harem dairesi, çilehanesi, mutfağı ve kütüphanesiyle Mevlevilerin
merkezi haline gelmiştir[11].
Çelebi Hüsameddin’den sonra Sultan Veled’in makama
geçmesi, oğlu Ulu Ârif Çelebi’nin, ondan sonra da birbiri ardınca iki
kardeşinin Mevlevi postuna oturmaları, Konya’daki tekkede şeyhliğin Mevlâna
soyuna mahsus bir makam haline gelmesine sebep olmuştur. Zamanla tarikat
esasları da belirmiş ve yol, Mevlâna döneminden çok daha farklı bir hal
almıştır.
Mevlevilikte Çelebiler Dönemi
Mevlâna Celaleddin döneminde, babası Bahaeddin Veled
tarafından temsil edilen Kübrevilik ile karşılığını Şems-i Tebrizi’de bulan
Kalenderi felsefesi, daha sonra Mevlevilik çatısı altında şekillenecek kültürel
yapılanmayı besleyen iki farklı düşünce kaynağı olmuştur. Tarikat, yayıldığı
geniş coğrafyada kurumsal yapısını korumuş, farklı mistik algılamaları aynı
çatı altında bütünleştirebilmiştir. Bu tarihsel gerçeğin arka planında
Çelebilik makamı yer almıştır[12].
Çelebi kelimesinin kökeni konusunda farklı görüşler
vardır. İbn Kemal ve Hasan Kâfî, kelimenin Türkmen dilinde Allah’ın
isimlerinden olan “çalap”tan geldiği görüşündedirler[13].
Bunlara göre çalabînin yani Allah’a mensup, Allah’a bağlı anlamındaki bu
kelimenin telaffuzu zamanla incelerek çelebi sekline dönüşmüştür. Ebu’s-Suud’a
göre çelebi, çalab kelimesine-i ilave edilerek ilim ve iyilik sıfatlarını haiz
kişiler için kullanılmıştır, zengin kimselere denilmesi hatadır[14]. İbn
Battuta ise, çelebinin Anadolu’da efendi, beyzade anlamında kullanıldığını
belirtmiştir[15]. Ahmed Vefik Paşa, çelebi
kelimesine “müellif, şair, okuyan, âlim
ve keskin zekâ sahibi” gibi anlamlar vermiştir[16]. Mevlevi
bilginlerinden Veled Çelebi İzbudak, yayınlanmamış olan Türk Dili adlı sözlüğünde çelebiyi şöyle açıklar: “Bu kelime Anadolu’da Mevlâna’dan bir asır
önce var idi; Konya’da beytü’l-ilm, beytü’l-isâle, beytü’l-fütüvveden olan
kimselere “çelebi” deniyordu. Hüsameddin Çelebi, Salâhaddin Çelebi yâran-ı
Mevlâna’dır”[17].
İlk dönemlerde Osmanlı şehzadeleri için bu kelime kullanılmıştır, nitekim
Yıldırım Bayezid (1389-1402)’in dört oğlu da çelebi unvanıyla anılmıştır[18]. I.
Mehmed (1413-1421) padişah olduktan sonra Çelebi Mehmed adıyla tanınmışsa da
ilerleyen dönemlerde durum değişmiş ve Osmanlılarda XIV. yüzyıldan XVIII.
yüzyıla kadar kültürlü, yüksek tabakaya mensup olanlar, ilmiye ricali, divan
şairleri, kalem erbabı, divan-ı hümâyun kâtipleri gibi bilgili kimselere ve
özellikle Konya Mevlâna Âsitanesi’ndeki postnişinlere bu unvan verilmiştir[19].
Mevlevi Tarikatı’nda ilk olarak çelebi adını taşıyan Mevlâna’nın halefi Hüsameddin
olmuştur. Ulu Ârif Çelebi’den itibaren Mevlâna soyundan olanlara çelebi,
tarikatı temsil eden makama çelebilik, bu makamda oturana ise çelebi veya
çelebi efendi denmiştir[20].
Mevleviliğin ilk dönemlerinde hayatta bulunan çelebi
efendinin, kendisinden sonra makama geçecek olan kişiye hilafet vermesi, diğer çelebiler
arasında çıkabilecek ihtilafı önlemiştir. Yine bu dönemde çelebi efendi
Mevlâna’nın maddi ve manevi varisi olarak büyük kabul görmüştür. Mevleviliğin
Osmanlı topraklarında yayılmasından sonraki dönemlerde Mevlâna soyu arasına
giren rekabet; Konya dışındaki Mevlevi tekkelerinde çelebi efendilerden daha
üstün nitelikli ve etkili şeyhlerin yetişmesi ve onların kutup olarak kabul
edilmeleri ile çelebilik makamının nüfuz sahası daralmış; çelebi efendi
tarikatın sadece maddi gelirlerinin yani vakıflarının idaresinde lider
sayılmıştır[21].
Soyu baba tarafından Mevlâna’ya ulaşan çelebilere “zükûr
çelebi”, ana tarafından ulaşan çelebilere “inas çelebi” adı
verilmiştir. Çelebi efendi olabilmek için zükûr çelebi olmak şartı vardır. İlk
dönemlerde çelebilik, âdeta babadan oğla geçen bir makamdı. Mevlevilik
tarihinde ana tarafından çelebilik makamına gelebilmiş tek kişi, Ebubekir
Çelebi’nin yerine geçen Ârif Çelebi (ö.1640)’dir[22].
Çelebiler arasında anlaşmazlıkların ortaya çıkışından ve
Mevleviliğin siyasî iktidara bağlı bir kurum haline gelişinden sonra, çelebilik
makamına tayin padişah iradesiyle gerçekleşir olmuştur. 1868’de Meclis-i
Meşâyih’in kurulmasından sonra usul biraz daha değişmiştir. Artık çelebilik
makamına aday kişi, tayin teklifini şeyhülislamlığa arz etmekte, şeyhülislamın
tasdikinden sonra padişah irâdesi çıkmakta ve çelebi efendiye tebliğ
edilmektedir[23].
Devlet protokolünde kazaskerlere eşit statüde bulunan
çelebi efendinin resmî yazışmalardaki lakabı “reşâdetlü”dür. II.
Abdülhamid (1876-1909) döneminde, bu kelimenin veliaht Reşad Efendi’yi
hatırlatması ve onun da Mevlevi muhibbi olması idareyi kuşkulandırmış;
ilmiyeden olanlara verilen “fazîletlü” lakabı, çelebilere de tevcih
olunmuştur. Ayrıca çelebilerle diğer şeyhlerin mühürlerinde yer alan “… dergâh-ı
postnişin” tabiri kaldırılmış ve “… seccâde-nişîn” tabiri
kullanılmaya başlanmıştır[24].
Kaynaklarda Osmanlı hükümdarlarının ana tarafından çelebi
olduğu ileri sürülmüştür. Mevlevi kaynaklarına göre, Sultan Veled’in kızı
Mutahhara Hatun Germiyanoğlu Mehmed Bey’le evlenmiştir. Bu evlilikten dünyaya
gelen Süleyman Şah, babası ölünce tahta oturmuştur. Osmanlı hükümdarı ile iyi
ilişkiler içinde olan bu bey, kızı Devlet Hatun’u 1381’de Yıldırım Bayezid’le
nikâhlamıştır[25]. Böylece Osmanlı
sülalesi, Mevlâna soyuyla akraba olmuştur[26]. Bu
evlilikten dünyaya gelen erkek çocuklar çelebi diye anılmıştır. Esasında
çelebilerin Osmanlı padişahlarına kılıç kuşatma olayının gelenekselleşmesi,
Mevlevi Tarikatı ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkinin niteliği açısından
çok şey anlatmaktadır.
Mevleviliğin Halk Tarafından Kabulü ile Siyasal ve Sosyal
Alanda Etkileri
Mevlâna’nın sağlığındaki muhipler daha çok sanatkârlar ve
isçilerdir. Kendi emeğiyle yaşayan halk tabakasına o da alın teri döküp helal
yoldan kazançlarını sağlamalarını, dilenmemelerini tavsiye etmiştir. Hatta o
dönemde her dede, hücresinde uzmanlığı dâhilinde olan işiyle meşgul olmuş,
ürettiklerini satmış, parasını dergâha getirmiş ve para beraber sarf
edilmiştir.
Mevlâna’dan sonra, Sultan Veled’in vakıflarla yükselttiği
dergâha ilgi artmıştır. Sultan Veled, otuz yıllık halifeliği esnasında Mevleviliği,
“babasının hayatının sırlarını şerh
ederek” âyin ve esaslarını tespit edip Mevlevihaneler açmak ve bazı
şehirlere halifeler tayin etmek suretiyle tarikatı teşkilatlandırmış ve ülkenin
dört bir tarafında yayılmasını sağlamıştır[27]. Ulu
Ârif Çelebi’nin biraz Mevlâna’yı hatırlatan biraz da insani istekleri
kamçılayan coşkunluğu halkın Mevleviliğe eğilimini sağlamıştır. Gülşen-i
Esrâr’da küçük kasabalarda bile mevlevîhaneler olduğu ve bugünkü Alevî
köyleri gibi, Muğla’da, Kütahya’da, Afyon Karahisar’da, Bursa’da, Selçuk’ta
bütün halkı Mevlevi olan köylerin varlığı bildirilmektedir. XV. ve XVI.
yüzyıllarda Ârif Çelebi meşrebini benimseyen Mevlevi şeyhleri, başta Divane
Mehmed Çelebi olmak üzere, geniş ölçüde ve toplu halde seyahat etmişler ve
fikirlerini her kesimden insana duyurmuşlardır[28].
Mevleviliğe bir devlet kurumu niteliği kazandıran siyasi
ve sosyal dinamikleri anlayabilmek için, öncelikle Ulu Ârif Çelebi’nin XIV.
yüzyıl baslarında gerçekleştirdiği seyahatleri gözden geçirmek gerekmektedir.
Çelebi, babası Sultan Veled’in sağlığında, Moğol hâkimiyeti altında olan doğu
topraklarına gitmiş ve İlhanlı başkenti Sultaniye’de önde gelen devlet
adamlarıyla görüşmüştür. Mevleviliğin kurumlaşması açısından asıl önem taşıyan
seyahatler ise, Sultan Veled’in ölümünden sonra Kastamonu, Denizli, Kütahya ve
Birgi gibi önemli Türkmen beylik merkezlerine yapılmıştır. Bu seyahatlerde Ulu
Ârif Çelebi’nin muhatabı sıradan halk değil, beylik aristokrasisini temsil
edenler olmuştur. Beylerin pek çoğu Mevleviliğe intisap etmiş ve Konya dışında
örgütlenme merkezlerinin temelleri atılmıştır. Çelebi, bu seyahatlerde
kendisini Mevlâna soyunun temsilcisi olarak tanıtmış ve mensubu bulunduğu
aileyi, dinî otoriteye sahip bir hanedan olarak tanıtmıştır. Bunun,
Mevleviliğin kurumlaşma sürecinde ilk basamağı, yani tarikatın merkeziyetçi
yönetim modeline göre düzenlenmiş hiyerarşik yapısını yansıtması bakımından
önemi kabul edilmiştir. Yani tarikata dinî açıdan meşrulaştırma yetkisiyle
donatılmış bir toplumsal kurum kimliği verilmiştir. Bu meşrulaştırma yetkisinin
dayandığı bazı ideolojik motifler vardır ki; bunlardan ilki, kırsal karakterini
hızla kaybederek şehir merkezlerine yönelen Türkmen beylerinin yeni yaşam
tarzına uygun Sünnî İslam yorumudur. Diğeri ise gaza ideolojisidir. Zaten gaza
ideolojisini siyasi ve dinî motivasyon aracı olarak kullanan ilk Mevlevi,
Sultan Veled’dir[29].
Osmanlı’nın ilk dönemlerinde hükümdarların Mevlevileri
bir kudret olarak görmedikleri ve bu tarikata önem vermedikleri; ancak XV. ve
XVI. yüzyıllarda Anadolu’da ve özellikle Rumeli’de Şiî-Bâtınî cereyanlar
karşısında Mevlevilere itibar edildiği ve XVII. yüzyıldan itibaren Mevleviliğin
bir devlet kurumu haline getirildiği bazı araştırmacılarca ileri sürülmüştür[30].
Ancak Yunan Makedonyası’ndaki Serez’de, 1387’de vefat eden veziriazam Çandarlı
Hayreddin Paşa adına oğlu Ali Paşa tarafından bir Mevlevi zaviyesi inşa
edildiği ve hayli zengin vakıflar bağlandığı, 1795 tarihli çelebi arzına
dayanılarak ortaya konulmuştur. Yıldırım Bayezid’in ve Çandarlı Ali Paşa’nın da
Mevlevi olabileceği, dolayısıyla Osmanlı devlet adamlarının daha kuruluş
döneminden itibaren Mevlevilere itibar ettiği söylenebilir[31].
Ayrıca II. Murad (1421-1444, 1446-1451)’ın 1436’da Edirne’de Mevlevilere tam
teşkilatlı geniş bir Mevlevihane kurduğu bilinmektedir[32]. II.
Mehmed (1444-1446, 1451-1481) döneminde ise, tarikatla devletin bağlantısı daha
da ileri seviyede olup Mevlâna’nın soyundan gelen Karamanî Mehmed Paşa,
veziriazamlığa getirilmiş; İstanbul’un fethinden sonra bu zat Fatih
Kanunnamesi’ni hazırlayarak Yükselme Dönemi’nin temellerini atmıştır[33].
Ayrıca İstanbul’un fethinden sonra II. Mehmed’in kiliseden çevirttiği Kalenderhane
Camii’nin vakfiyesinde; âlim ve dünyadan el etek çekmiş bir şeyhinin, bir
nâzırının, cuma günleri namazdan sonra sema meclislerinde Mesnevî ve ardından Kuran’dan cüzler okuyacak bir hafızının,
semazenlerle birlikte sema yapacak dört mutrıbının bulunuşundan bahsedilmesi
dikkate alınırsa sonradan hüviyetini kaybetse de fetihten sonra İstanbul’da ilk
kurulan Mevlevihane Kalenderhane Camii’dir[34].
Diğer taraftan XVII. yüzyılda Mevleviliğin bir devlet kurumu haline gelmesi,
tarikatın bürokrasideki nüfuzu dikkate alındığında doğru bir görüş olmakla
birlikte, zaman itibariyle hayli geç bir tarihe işaret etmektedir. Esasında
Mevlevilik devlet kurumu olma niteliğini II. Bayezid döneminde Safeviliğe karşı
örgütlenmesi ile kazanmıştır[35].
Osmanlı kamu yönetiminde II. Bayezid’in tahta geçmesiyle
yeni bir anlayış gelişmiş; yerel güç odaklarına devletin kontrolü altında
bulunmak şartıyla, kısmi faaliyet özgürlüğü tanınmış ve böylece taşranın
denetimi bu aracı kurumlarla gerçekleştirilmiştir. Maddi yardımda bulunan ve
hayatiyetlerini sürdürmelerine destek olan devlet, bir kurum olarak tarikatları
denetimi altına almıştır[36]. Bu
uygulama Mevlevilik açısından da memnuniyet vericidir. Zira ekonomik pek çok
ayrıcalık tanınmıştır: Vergi muafiyeti getirilmiş, ayrıca devlet tarafından
düzenli nakdî yardımlar gönderilmiştir. Vakıf arazisi olarak tahsis edilmiş
yerleşim alanlarından toplanan “avârız-ı
divâniye ve tekâlif-i örfiye” çelebilik makamına tahsis edilmiştir. Bu
cümleden olarak Konya’da Türbe Mahallesi’nden alınan “adet-i ağnam”, türbe vakfına verilmiştir. “Bâd u hava ve resm-i arus” vergileri de Konya Âsitânesi’nin
gelirleri arasına katılmıştır. Yılın belli dönemlerinde “şem-i revgan, tıraş bahası ve taamiyye” adıyla dergâha çeşitli
yardımlar da yapılmıştır[37].
Şah İsmail’in
Propagandalarına Karşı Kültürel Bir Önlem Olarak Mevlevilik
Mevlâna Dergâhı’na karşı merkezin sergilediği cömert
tutumun sırf sultanların şahsi tercihleriyle açıklanamayacağını aşikârdır.
Osmanlı Devleti, Şah İsmail (1487-1524)’in Şii propagandacılarına Mevlevilik ve
Halvetilik gibi Sünni tarikatlarla karşı koyma politikası gütmüştür. Beylikler
Dönemi’nde Anadolu’da yaşayan Müslümanlar arasında Şii-Sünnî ayrımının
bulunmadığı bilinmektedir. O devir Anadolusu’nda yaşayan Bektaşiler dâhil
Müslümanlar’ın hemen hepsi Hz. Ali ve ehlibeyti sevme konusunda aynı görüşte
olup, ezici çoğunluğu Rafızilik’e karşı idiler. Sünnî olarak görülmeyen gruplar, Şeyh Bedreddin ve bununla birlikte
hareket eden küçük bir topluluk dışında, kuruluşundan II. Bayezid’e kadar
Osmanlı Devleti’nde iyi muamele görmüşler, onlar da devlete karşı siyasi anlamda
tavır alma yönüne gitmemişlerdir. Bu sulh ve sükûn dönemi, Safeviye şeyhlerinin
Anadolu’da etkili olmaya başladıkları XV. yüzyıl sonlarında yerini huzursuzluğa
bırakmıştır. Özellikle Şah İsmail’in Safevi Devleti’ni kurma çalışmalarında Anadolu’daki Türkmen müritlerinden geniş
çapta yararlanması, hele Anadolu’yu tümüyle içine alan Osmanlı topraklarını
istilâ etmek için gizli çalışmalar yapması, Heterodoks zümrelerle Osmanlı
Devleti’ni karşı karşıya getirmiş; etkileri günümüze kadar süren bir takım
problemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur[38].
Padişahlar, II. Bayezid’den başlamak üzere bu problemin
halledilmesi için bir takım kültürel önlemler alma ihtiyacını hissetmişler;
Şah’ın Anadolu Türkmenleri’ne yönelik propaganda usullerine uygun bir yol takip
ederek ülkede ehlibeyt sevgisi esasına önem veren, fakat Osmanlı Devleti’nin
ideolojisi durumundaki Sünnilik sınırlarını aşmayan bir yapılanmaya gitmişlerdir.
Öncelikle Anadolu’da dağınık halde değişik şeyhler tarafından sevk ve idare
edilen; ehlibeyt sevgisini esas alan popüler tasavvuf kollarını Safeviye’nin
etkisinden uzak tutmak için II. Bayezid, Balım Sultan’ı görevlendirerek
Bektaşiliği kurmuştur. Bu arada Osmanlı seçkinlerini Safeviye’nin etkisi
dışında tutmak için Mevlevîlik özellikle şehirlerde yaygınlaştırılarak
güçlendirilmiştir[39].
Çelebilerin tayini II. Bayezid’in düzenlemelerinden sonra
şeyhülislamın müdahalesine ve padişah iradesine bağlı hale gelmiştir. Yüksek
zümreye mal olan Mevlevilik, Mevlâna zamanındaki heyecanını, üretkenliğini
kaybetmiştir[40].
Tanzimat ve ıslahat teşebbüslerine destekçi olan
Mevleviler, II. Abdülhamid’in tahta geçmesi ve Şazeli Tarikatı’na katılması ile
Konya başta olmak üzere pek çok şehirdeki vakıflarını kaybettiler. Postnişin
Abdülhalim Çelebi’yi de görevden alan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve
meşrutiyetle birlikte Mevlevi olan Mehmed Reşat (1909-1918)’ın sultan olması
Mevlevilerce kutlu bir hadise sayıldı. Bu padişah döneminde tüm dergâhlar
yeniden onarıldı[41].
Vatan Savunmasında
Mevleviler
Yeni yapılanma ile Mevlevilik devletin kontrolüne girmiş,
bununla birlikte Mevleviler kendilerini günlük hayattan soyutlamamışlar, sosyal
ve siyasi önemli olayların içinde yer almışlardır. İstanbul’da Yenikapı
Mevlevihanesi’nin Balkan Harbi’nde ve daha sonra Çanakkale muharebeleri
döneminde yaralı Osmanlı gazileri için hastane haline getirildiğine, bu hususta
bir de talimatname hazırlanarak pek çok mevlevihaneye gönderildiğine, bu
tutumun Osmanlı Devleti’nin gelişme devrinde Balkanlar’da faaliyet gösteren
kolonizatör Türk dervişlerini hatırlattığına Göyünç işaret etmiştir[42].
Balkan savaşları yıllarında tüm Mevlevihaneleri harekete
geçiren altı maddelik bir karar söz konusudur. Üzerinde tarih bulunmayan ancak
takip eden belgelerden 6 Kasım 1912’de veya bir iki gün öncesinde hazırlandığı
anlaşılan bu talimatnameye göre:
a) Tren
hattına yakın olan Yenikapı Mevlevihanesi hastaneye dönüştürülecektir.
b) Mevlevi
tarikatına mensup doktorlar göreve çağırılacak; dedeler, dervişler ve
sempatizanlar da gerektiğinde yardıma davet edilecektir.
c) Mevlevihane
postnişinlerinden kurulacak bir encümen, Hilal-i Ahmer ve diğer resmî
kurumlarca verilen tıbbi malzeme dışında temin edilmesi gereken maddeleri dergâhlardan
ve sempatizanlardan toplayacaktır.
d) Encümenin
toplantı yeri, elverişliliğinden dolayı Galata Mevlevihanesi’dir.
e) Encümen
cumartesi, pazartesi ve perşembe günleri toplanacaktır.
Mevlevi tarikatının bu altı maddelik ana kararı
çoğaltılarak hemen her Mevlevihane’ye ulaştırılmıştır. İlk olarak Urfa
Mevlevihanesi toplanan 13 mecidiyeyi, Çankırı Mevlevihanesi de 427 kuruşu
Galata Mevlevihanesi’ne göndermiş, bunu Girit ve Kıbrıs mevlevihanelerinden
gelen yardımlar izlemiştir. Kısa sürede hemen her mevlevihane topladığı yardım
paralarını İstanbul’a ulaştırmıştır[44].
Balkan harplerinin yaraları sarılmadan Osmanlı Devleti
kendini Birinci Dünya Savaşı içinde bulmuş, 14 Kasım 1914’te “cihâd-ı mukaddes” ilân edilmişti. O
dönem teşkilatı tam olan iki tarikat vardı: Beştaşiler ve Mevleviler. Bektaşiler
Kafkas cephesine giderken, kendisi de bir Mevlevi olan Sultan Reşad, “Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı” adıyla
gönüllü bir birlik teşkil edilmesini istemiş ve Mevlevilere bir alay bayrağı
ile kılıç göndermişti. Alay komutanlığına o dönem dergâhın şeyhi olan Veled
Çelebi tayin edilmişti. İstanbul’da teşkil olunun alayı, Veled Çelebi Konya’da
makamda bulunduğundan, Çelebi’nin İstanbul’daki umumi vekili olan Yenikapı
Mevlevihanesi şeyhi Abdülbaki Efendi Konya’ya getirmişti. Ayrıca Harbiye
Nezareti tarafından askerî müşavir sıfatıyla Kolağası Hüseyin Hüsnü, Doktor
Kıdemli Yüzbaşı Behcet ve Eczacı Zühdi beyler de alayla görevlendirilmişti.
Mevlevi gönüllüleri 14 Mart 331/27 Mart 1915 günü Şam’a ulaşmış ve Şam
Mevlevihanesi’ne misafir olmuşlardı. Gönüllü taburu tekemmül edince Cebel-i
Lübnan’da karargâh kuruldu. Bu alaya 47 Mevlevihane iştirak etmişti ve toplamda
1026 kişiydiler. Mevlevi Alayı’nın en önemli fonksiyonu; 23 Aralık 1334
(1918)’de Harbiye Nezareti Ordu Dairesi’nce Miralay Mörfi’ye gönderilen bir
yazıdan anlaşıldığı üzere, askerin maneviyatını yükseltme ve ahaliyi askerliğe
teşvik etme yönünde olmuştu[45].
Milli Mücadele döneminde de mevlevihaneler, bazı
istisnalar olmakla birlikte, sorumluluk ve duyarlılık içinde hareket etmiş;
miting ve protestolarla başlayan milli galeyanda yer almışlardır. Başta
İzmir’in işgali olmak üzere yaşananlara duyarsız kalmayıp tepki göstermişler ve
milli mücadele lehinde bir tavır sergilemişlerdir. Ekim 1919 ortalarına doğru
Konya’da “Anadolu Kadınları Müdâfaa-i
Vatan Cemiyeti Konya Şubesi” teşekkül etmiştir ki bu cemiyetin kuruluşunda
postnişin Abdülhalim Çelebi’nin eşi Kevser Hanım’ın başı çektiği bilinmektedir.
23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılınca bu süreçte de Mevleviler aktif
rol almışlardır. Dönemin Mevlâna Dergâhı Postnişini Abdülhalim Çelebi, Konya
milletvekili seçilerek meclise girmiştir[46].
Mevlevihanelerin
Kapatılması
Mevleviliğin Osmanlı Devleti zamanında yalnız Anadolu’da
değil, Balkanlar’da ve Arap topraklarında yayılması, zaman zaman dergâhların
vezirler tarafından yaptırılarak vakıflar tahsis edilmesi, dergâhların bir
kısmının devlet eliyle tamiri veya yeniden yapılması cihetine gidilmesi, sosyal
ve kültürel sahadaki faaliyetleri bu tarikatın Osmanlı toplumunda ne derece
yaygın ve etkili olduğunu gösteren delillerdir.
Cumhuriyet döneminde, 30 Kasım 1925 tarihli ve 677 sayılı “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılmasına
Dair Kanun” kabul edilmiş; bu kanunun yürürlüğe girmesi ile Türkiye’deki bütün dergâhlar kapatılıp içerisindeki
tarihî ve müzelik eşyalar incelenmiş, defterlere kaydedilerek Ankara’da top1anmış ve daha sonra
Ankara Etnografya Müzesi’ne
konulmuştur. Konya Mevlâna Dergâhı, İcra
Vekilleri Heyeti’nin 2 Eylül 1922 tarihli kararıyla diğer tekke, dergâh ve
zaviyeler gibi addedilmişse de Mustafa Kemal Atatürk, daha önce incelediği Konya Mevlâna Dergâhı’nın kapatılmayarak içerisindeki
eşyalarla birlikte
müze olarak düzenlenmesini istemiştir.
6 Nisan 1926’da Bakanlar
Kurulu kararı ile Mevlâna Dergâhı’nın
müze olması
kararlaştırılmış ve 2 Mart 1927’de “Konya Asar-ı
Atika Müzesi” adıyla
ziyarete açılmıştır.
1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi
gözden geçirilmiş; adı “Mevlâna Müzesi”
olarak değiştirilmiştir[47].
Mevlevi şeyhleri toplu halde.
Mevlevi Alayı’ndan iki görüntü.
MEVLEVÎ
ÂYÎN-İ ŞERİFİ
GEÇMİŞTE
MEVLEVÎ ÂYÎN-İ ŞERÎFİ*
Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı
ve Uluslararası Mevlâna Vakfı’nın hazırladığı “Mevlevî Âyîn-i Şerîfi veya Mukabele i
Şerîfi” dosyası 2005 yılında UNESCO’ya sunuldu. UNESCO bu dosyayı “İnsanlığa
Şifâhî Yolla İntikal Eden Somut Olmayan Manevî Mirasın Bir Şaheseri” olarak
kabul etti. Başkanlığım altında 63 kişilik bir ekip tarafından iki cilt
kitab, üç saatlik belgesel film ve müzik icraları içeren bu müracaat dosyasında
Mevlevi âyîn-i şerîfinin kökleri, tarihi, muhtevası, değeri ve orijinalinin
korunabilmesi yanında; uygun olmayan yerlerde ve şekillerde icra edilerek
dejenerasyona uğratılmasının önlenmesi ele alındı (Resim: 1,Tablo: 1, 2). Bu
dosyada, Osmanlı müziği uzmanı, Amerikalı Türkolog ve müzikolog, Prof. Walter
Feldman diyor ki, “Mevlevî Âyîn-i şerîfi,
dünyanın en uzun devam eden sanat müziği geleneklerinden biri olup belki de
mistik raks ve ritüel hareketleri için kullanılmış yüksek sanat müziğin
emsalsiz bir örneğidir. Ayrıca Mevlevî Âyîn-i şerîfi, orta çağda
mutasavvıfların müzik eşliğinde hareketli zikir geleneğini koruyan ve yüksek
bir sanat seviyesine ulaşan istisnâî bir misaldir. Bu yüzden tarihte Mevlevî
tarikatı, hem İslâm kültüründe bir ana hareketin tezahürü olarak ve hem de
geleneksel Türk kültüründe en mümtaz bir yere sahiptir.”
Bu sözleri işiten okuyucularımız, “Değerlendirmede acaba bir abartma var mı?”
diye düşünebilirler. Çünkü çoğu dinleyicimiz, sözü edilen kadîm ve yüksek
sanatın tezahürü olan gerçek Mevlevi âyîn-i şerîfini değil, manevi ruhu ve
maddi unsurları değiştirilerek, ana bölümleri çıkartılarak, yani kısaltmış,
sadece bugünkü sema gösterilerini âyin-i şerîf olarak bilirler. Ve maalesef,
büyük bir ihtimalle, tanık oldukları sema gösterilerinde, Mevlevi Âyîn-i Şerîfi
için özel tasarlanmış, orijinal bir semahanede görme, saz ve ses sayısı az,
mikrofonsuz olarak, yüksek bir Türk sanat müziği eşliğinde dinleme ve derin bir
sükûnet ve huşu içerisinde, iştirak etme imkânı bulamamışlardır. Öyle ise, bu
sema gösterileri izleyenler için 1925’ten önce, yani Türkiye’de tekke ve
zaviyelerin faaliyetleri kanunla yasaklandığından önceki, semahanelerinde zarif,
asil, heybetli, nur yüzlü Mevlevi dervişlerin, tam adab ve erkân ile icra
ettikleri âyin-i şerîfleri hayal etmeleri bile çok zor olacaktır. Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun hatıralarında naklettiği, 1905’li yıllarda müşahade ettiği
semâ âyinleri de bizim yukarıda bahsettiğimiz postnişîn ve dervişler için güzel
bir örnek teşkil etmektedir: “…Çelebi
Efendinin[48]
Sema’ başlamadan evvel postundan kalkarak yavaş yavaş, nazlı nazlı Semâhanenin
ortasına doğru yürüyüşü; bu esnada bir halka teşkil edip oturan dervişlerin hep
birden selâma duruşları; sonra, birbirlerine boyun kırarak Meydanı çepeçevre
dolaşıp dolanmaları ve Çelebi, orta yerde söylediği güzel sözleri bitirip de
tekrar makamına döndüğü vakit, yine hep birden, kollarını havaya kaldırarak
dönmeye başlayışları bana insan kudretinin üstünde birtakım hareketler gibi
geliyordu. Hele, bu hareketlerde, her dervişin kendine mahsus bir tavır ve eda
takınışını; kiminin, boynunu yana büküp başını koluna dayayışını; kiminin,
yüzünü tavana doğru çevirip havaya bakışını; birinin ellerini dua eder gibi
yukarılara açışını; öbürünün dalından kopmak üzere olan birer lâle gibi aşağıya
sarkışını, hâlâ şimdi bile herhangi bir ‘mistik balet’ artistinin
başaramayacağı kadar yüksek bir sanat işi telâkki etmekteyim… Ya o tennureleri.
O tennurelerin elvan elvan renkleri ve bu renklerin göz alıcı, baş döndürücü
kasırgası… Bütün bunlar arasına Mutrıp’tan gelen ney, tanbur ve kudüm seslerini
ilâve etmem lazım gelir”[49].
Konu çok derin ve karışık, ayrıca
ele alınacak ve üzerinde durulacak pek çok husus daha olduğu için meselenin
sadece birkaç önemli noktası üzerine temas edilecektir.
İlk olarak bir âyînin ne
olduğu üzerinde duralım. Aslı Farsça olan “âyin”
kelimesi, “bir dînî merâsim, bir mezhebin
veya tarîkatin kendine has nafile ibâdet merâsimi” anlamına gelir. Her tarikatın
özel icra günü, zamanı, mekânı ve ona has adab ve erkânıyla mukabele
merasimleri vardı. Bu âyînler her tarikat için çok kutsal ve kendilerine
mahsustur. Âyîn-i Şerîf, Mevlevi Tarikatı’na has âdet, dua, zikir, ritüel hareketleri,
insanın Allah ile beraber olması, O’na kavuşması ve “tevhîd” anlayışını
remzettiği için, korunmasına çok özen gösterilmiştir. Nesilden nesile âyin-i
şerîfin doğru intikal edebilmesi için âyinin öğretimi ve icrası çok kati kural
ve şartlara bağlıydı, zedelenmesine ve bozulmasına, imkân verilmemekteydi.
Mevlevi âyîn-i şerîfinin en özgün
unsuru “semâ”dır. Maalesef, manası idrak edilmediğinden, âyinin en fazla
zedelenip istismara uğramış kısmı da burasıdır. Sema, âyîn-i şerîfte, Mevlevilerin
kıyamî zikir ve şahadetini temsil eder. Semazen her dönüşte hafî yani sessiz
olarak “Allah” lafzını kalbinde
zikreder ve böylece bütün varlığıyla şahadet getirir. Çünkü beden ve kalbi ile “Lâ ilahe illâllah” der: Direği tutan
bedeni -“elif”i; yukarıya doğru uzatılan
kolları -“lam-elif”i ve açılmış eteği
-”he”’yi remz eder (Resim: 2).
Aslında Mevlevî Âyîn-i Şerîf’in her bir unsuru, hareketi, müziği bir remiz, mana
âleminden bir işarettir.
Mevlevi âyîn-i şerîfi XVIII.
yüzyılın ortasından itibaren bu sıra ile ifâ ediliyordu (Tablo: 3). Vakit
namazını kılma ile başlar, sonra Mesnevi’den bir parça okunur, gülbank
çekildikten sonra, semâ meydanına postnişîn, semâzenbaşı ve semâzenler;
mutribhaneye ise âyinhanlar, sazendeler ve naathan girer. Bundan sonra, bilinen
sırasıyla: Na’t-ı şerîf okunur, Ney taksimi ile Devr-i Veled yürüyüşü, 1., 2.,
3. ve 4. selâm, son peşrev, yürük semai icrasını takiben son taksimle şeyhin
post semâsı başlar, bir aşrı şerif ve gülbankla nihayetlenir. Sema meydanına
giriş sırasının tersine bu sefer en son giren postnişîn ilk önce semâhaneyi
selamlaşarak ayrılır.
Mevleviler, 700 yıl
boyunca sıkı öğrenim, öğretim ve icra kurallar ilâ saz ve sözlü bestelenmiş
müziği ile koordine edilmiş sembollerle bezenmiş ritüel hareketleri içeren
ibadet merasimini, titiz bir intikâl ve denetim zinciriyle 1925’e kadar
koruyabildiler. Kıyâmî ve hâfî zikir ibadeti olan semâyı içeren âyînleri,
zedelenmemesi ve bozulmaması için, tarih boyunca geniş bir coğrafyada yayılmış
mevlevîhanelerinde (Tablo: 4 ve Resim: 3, 4 ve 5; Tablo: 5 ve Resim: 6 ve 7)
tarikatı yöneten Çelebi Efendiler, postnişinler ve “dede” zabitanı (Resim 8 ve 9) çok özen göstererek, âyînin her
unsuruna riayet edilmesi hususunda sıkı kural ve şartlar koydular.
Âyîn-i şerîfin icra edileceği yer ve
zaman hususundaki kural ve hassasiyetleri, tarihî iki olay ile göstermek uygun
olacaktır:
1) Osmanlı padişahları XIX. yüzyılda kendi istedikleri zaman ve
istedikleri mevlevihanelerde, Mevlevi âyîn-i şerifin icrasına hünkâr
mahfilinden katılır, İstanbul’daki beş mevlevihaneden birisini seçip oraya
habersiz giderlerdi. İstanbul Mevlevi postnişînleri, bu habersiz gelişlerden
son derece rahatsız olup hazırlıksız bir durumda yakalanmamak için bir araya
gelip bir çözüm ararlar. Buna göre haftanın her gününde, mevlevihanelerin
birinde âyinin icrası olsun diye, günü ve saati belli programı saraya
bildirdiler ve halka duyurdular. Şimdi sözünü ettiğimiz bu durumdan sonra
İstanbul Mevlevihanelerinde Galata/Kulekapısı Mevlevihanesi Salı ve Cuma;
Yenikapı Mevlevihanesi- Pazartesi ve Perşembe; Kasımpaşa Mevlevihanesi-Pazar;
Beşiktaş/Bahariye Mevlevihanesi-Çarşamba; Üsküdar Mevlevihanesi-Cumartesi
günleri yapılmaya başlandı.
İstanbul dışındaki
mevlevihanelerinin çoğunda ise Mevlâna’nın Konya’daki dergâhında olduğu gibi,
sadece cuma namazından sonra âyîn-i şerîf icra edilirdi[50].
Padişah bile olsa herkes, Mevlevi âyîninin icra zamanı konusunda, bir Mevlevi
âyîn-i şerîfine iştirak edebilmek için Mevlevilerin tayin ettikleri gün, saat
ve mevlevihaneye gitmek zorunda kaldılar. Böylece, sultanın ani arzularına göre
değil, Mevlevi şeyhlerinin tayin ettikler icra takvimine uymak zorunda
kalınmıştır.
2)
İkinci hadise: 1839’da Sultan II. Mahmud’un, hasta yatağında, İsmail
Dede efendi’nin
yeni
bestelediği Ferâhfezâ Âyîn-i Şerîfine iştirak etme arzusuydu. II. Mahmud mevlevihane
postnişininden durumunu ve arzusunu bildirerek acaba mevleviler saraya gelip bu
âyîn-i şerifi icra edebilirler mi, diye bir ricada bulundu. Şeyh efendi bu
isteği kabul edemeyeceğini çünkü âyin-i şerîfin semahanenin sema meydanı
dışında, asla icra edilemeyeceği cevabını padişaha sundu. Bu cevap üzerine padişah,
hasta olduğu halde âyîne iştirak etmek üzere semâhanenin hünkâr mahfiline
getirildi.
Bu iki örnek, Mevlevilerin âyin-i
şerîfin icrası hususunda, Osmanlı sultanlarına bile taviz vermeyecek kadar
kararlı olduklarını göstermiş ve mukabelenin icra yerinin mevlevihane
semâhanesi olduğunda daima ısrarcı olmuşlardı. Bugün olanlar ve gördüklerimiz,
kelimenin tam anlamıyla edep dışıdır.
Mevlevi âyîn-i şerîfinin üç
vazgeçilmez ana unsuru vardır: Mekân, Mûsikî ve Semâ (Tablo: 6).
1) Mevlevi
âyini sadece onun için tasarlanmış özel bir ibadet mekânında, yani bir mevlevihane
semahanesinde, icra ediliyordu.
Semhanede namaz için muhakkak bir mihrab, bazen Cuma hutbesi için bir minber, bir Mesnevî şerîf kürsüsü, ortada,
bir parmaklıkla tecrîd edilmiş ahşap döşemeli bir semâ meydanı ve mihrabın
karşısında, âyini icra edecek âyînhanlar, sazendeler, hâfız ve naathan için
yüksekçe “mutribhane” denilen bir
mahfil bulunur (Tablo: 7). Semahane hat ve çiçek motifleriyle süslü, mümkünse
semâ meydanı bir kubbe ile örtülü ve kubbeyi taşıyan kemerler üzeri talik hat
ile “Semâ nedir? Biliyor musun?” anlamındaki “Dânî semâ çe bûved”
ile başlıyan Farsça beyitleri yazılır (Resim: 10, 11, 12, 13,14).
2) Mevlevî
âyin-i şerîfinin en önemli unsuru mûsikîsi
idi. Mevlevihaneler, Osmanlı Devleti’nin müzik konservatuarları olarak
sayılabilir. Burada Türk klasik mûsikisinin nota sistemi ve nazariyatı
geliştirildi; en uzun şaheserleri bestelendi; en büyük bestekârları
yetiştirildi. Mesela Itrî, Nâyı Osman Dede, İsmail Dede, Zekâi Dede, Hüseyin
Fahreddin Dede efendileri, Rauf Yektâ Bey, Avni Konuk ve niceleri...(Tablo: 8
ve 9; Resim: 15, 16).
İcra edilen ayin sadece “meydan görmüş”, yani bir sema meydanında
icra edilmiş, bestelenmiş, “kabûl görmüş”
belli bir repertuvardan seçiliyordu. Âyinin her bölümü, ona has usul ve Mevlâna
ve diğer Mevlevi büyüklerinden seçilmiş uygun vezinle yazılmış beyitlerinden
besteleniyordu. Ana sazlar Ney, Kudüm ve idi
(Resim: 17,18,19). Ama en önemli unsur naathanın, hâfızın ve âyinhanın çıplak
insan sesiydi. Çünkü sazlar insan tarafından yapılıyordu, ama insan sesi Çünkü
sazlar insan tarafından yapılıyordu, ama insan sesi Allah tarafından
yaratılmıştı.
Semahanede icra edilecek âyîn-i
şerîf çok önceden seçilip ezber olarak yani nota kullanmadan ancak defalarça
prova yaptıktan sonra, mutribhanede az sayıda sazende ve âyinhanlarla icra
ediliyordu. Uzun sesli sazların dışında, yani ney gibi, diğer sazlardan tek
sayı olarak kullanılırdı. Çünkü birden fazla renk veren, tanbur, kanun ve ud
gibi, mızraplı sazların ritmi ve temposu tutulması çok zordur.
Mevlevi müziği çok önemli ve derin
bir konu ama bu kısa notlarla yetinmek zorundayız.
3) Gelelim semâ mukabelesinin özel ritüel
hareketlerine yani koreografisine.
Bunun öğrenimi çıplak ayaklarla
ceviz tahtaya çakılmış bir çiviyle sema meşkiyle başlar (Resim: 20). Sema
meşki, âsitânelerde matbah-ı şerîfte (Resim: 21), zaviyelerde ise dedenin bir
hücresinde oluyordu. Ahşap üzerinde başlayan öğrenim, sema meydanın ceviz kaplı
zemininde devam ediyordu (Resim: 22, 23).
Yani tarih boyunca Mevlevihanerin
kapatılmasına kadar, 1960’lardaki Kıbrıs, Lefkoşa Mevlevihanesi’nde olduğu
gibi, Mevlevi sema mukabelesi hep çıplak
ayaklarla ifâ ediliyordu (Resim: 24). Sadece Cumhuriyet Türkiyesi’nde,
sema mukabelesi yeniden icra edilmeye başlayınca, yani 1960’lı yılların başlarında,
ayaklarda mest giyerek icra kararı verildi. Ve maalesef bununla birlikte semanın,
her zeminde,-taş, parke, çimen üzere- icrasına yol açıldı.
Sema mukabelesinin her safhasında
semanın belli hareketleri, sembolik anlamları vardı. Ve muhakkak icrâ edilen
müzikle bir uyum sağlardı (Tablo: 10). Her semazen usul vurmasını bilir.
Dönüşleri müziğin ritmiyle hızlanır ve yavaşlardı. Bu hızı idare eden saz,
bugün artık icrası kaybolmuş olan daha önce de söz ettiğimiz üç ana sazdan biri
olan “halile” idi.
Şimdi
kısaca günümüzde Mevlevi Âyîn-i Şerîfinin bozulması ve bir “Sema Gösterisi”ne dönüştürülmesinin başlıca sebepleri üzerinde
durulacaktır:
1) Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte (1925) Mevlevi Tarikatı,
idare ve terbiye teşkilatının faaliyetleri ortadan kaldırılarak maalesef 700
yıllık kadim ve istisnâi bir Türk kültür geleneğini barındıran ve sağlam bir
şekilde intikalini sağlayan Mevlevi Âyîn-i Şerîfi sistemi de tarihe
karışmıştır.
2) Mevlevihanelerin kapatılmasından 40 yıl sonra şekli ve içeriği
değiştirilen ilk sema icraları günümüzde de artarak devam etmektedir (Resim: 25).
3) Bir mevlevihane semahanesinin dışındaki yerlerde–salonlarda, tiyatro
sahneleri ve basketbol sahası gibi- mihraba sahip ibadet mekânının verdiği
mistik havasından tamamen uzaklaştırılan icralar…
4) Namazsız, Mesnevisiz, kısaltılmış naat, selâm ve gülbanklarla
icralar…
5) Semazenlerin ayaklarına mest
giymeleriyle sema her türlü zeminde–taş, betonarme, çimen gibi- icra
edilmektedir…
6) Sema icraları turistik amaçla yapılan gösterilere dönüştürüldüğünden
-fazla seyiricileri alabilen mekânlar tercih edilmiş; -bu mekânları doldurabilmek
için nispetsiz bir şekilde semazen ve mutrib sayıları çoğaltılmış, mikrofon ve
elektronik araçları kullanılmaya başlanılmıştır (Resim 26).
7) İcra eden sema ve müzisyen heyetlerinde yer alanların ekseriyeti
Mevlâna ve Mevlevilikle fazla alakası olmadığından Mevlevi adab ve erkânına ve
şeriat şartlarına önem verilmemiştir.
8) Bugün uygun olmayan sema icralarına tanık oluyoruz: düğün, lokanta ve
pavyonda; şarkıcının arkasında bir fon unsuru olarak; karışık kadınlı-erkek
icralara vs. (Resim: 27).
Böylece
sema gösterileri büyük mana kaybına uğramıştır…
Bütün bu menfi gelişmelere rağmen,
Mevleviler Ahmed Celaleddin Dede’nin bu mısralarında teselli buluyorlar:
“Âsumandır kubbesi, hep ahterân
âvîzesi
En zıyâ-bahşâ kanâdîli güneşle
mâhtır
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz
zikr-i Hak
Cümle mevcûdât zâkir, kâinat
dergâhtır”
Ve
hâlâ bir gün, özledikleri otantik ayinlerin icraları hayal ederler…
DİKKAT
! Resimler ve tablolar girecek
SEMA*
Kelime olarak “duymak, güzel ses ve şarkı” anlamlarına gelen sema, Mevlâna’nın yaşadığı dönemden
(1207-1273) günümüze kadar Mevlevilerle
özdeşleşen bir terim olarak literatürde yerini almıştır. Ayrıca bir de sema’ kelimesi vardır ki, “gökyüzü” anlamına gelir. Yazılışta
ilkinin sonunda “ayn” harfi;
ikincisinin sonunda ise “hemze”
vardır. Her ikisi de Arapça olan bu kelimeler Latin harfleriyle yazıldığında
zaman zaman karıştırılır.
Sema,
Mevlâna denince ilk akla gelen, görselliği ve estetiği ile seyreden herkesi
etkileyen bir araçtır. Öyle ki, yüzyıllar boyunca olduğu gibi günümüzde de
gerek ülkemizde ve gerekse tüm dünyada ilgi uyandırmaktadır. Mevlâna’nın
döneminden günümüze kadar sadece Sultan IV. Murad zamanında 18 yıl
yasaklanmasının haricinde (1666-1684) gerek halktan, gerek devlet adamlarından
ve gerekse yabancı milletler tarafından oldukça ilgi gören sema, Türk
kültürünün de önemli bir tanıtım unsuru olmuştur. Tanınmış hikâye yazarı Hans
C. Andersen’in (ö.1875) yıllar önce İstanbul’da seyrettiği semayı “zarif ve baleye benzer” gibi sözlerle
eserlerinde zikretmesi, günümüz batı dünyasının da bu “görsel mânâ sofrası”ndan tatmak için dünyanın dört bir köşesinden
Konya’ya kadar gelmesi buna iki örnektir.
Tabii
ki, kendisi için özel bestelenmiş musikisi ve içerdiği manasıyla semanın
görselliği dışında apayrı bir anlamı vardır. Mevlâna, semayı tarif ederken; “fânîlik
içinde bekâ zevkini tatmak, Allah’ın sırrına aracısız ulaşmak, Allah’la
buluşmak ve aşkı kucaklayıp bağrına basmak” gibi cümlelerle açıklamaya
çalışır. Bu aynı zamanda Mevlâna’nın ilahi aşkla yanan gönlünün sema şeklinde
bir yansımasıdır.
Semânın
Tarihçesi
M.
Ö. 5 bin yıllarına ait Mısır kabartmalarındaki neye benzer bir çalgıyla
resmedilen insan şekilleri ve Göktürk kabartmalarında rastlanan dönen insan
figürleri, sema ve neyin tarihinin çok eskilere dayandığı, coğrafyasının
genişliği ve farklı inanç sistemlerindeki önemi hakkında somut bilgiler
vermektedir. Yine İslam’la birlikte, Mevlâna’dan çok önceleri bazı sûfîlerin de
sema yapar gibi dönerek “zikir”
yaptıkları kaynaklarda yer alır. Ancak bu “dönüşler”
günümüzdeki gibi sistemli değildir. Gerçi, Mevlâna da belli bir düzen içinde
Semâ yapmamış, çarşıda, sokakta, evde; yani, gönlüne aşk ışığı ne zaman
yansırsa kendinden geçerek “dönmeye”
başlamıştır. Semanın zaman içerisinde ilgi görmesiyle de özellikle Selçuklu
sarayından aldığı davetlerle orada bulunan toplulukla birlikte sema yapmıştır.
Mevlâna’nın
vefatından sonra oğlu Sultan Veled (ö. 1312) babasının eserleri ve
öğretilerinin yaşanıp yaşatılması için “Mevlevîlik”
adıyla bir tarikat kurmuş ve semayı da sistemli bir hale getirerek
kurumsallaştırmıştır. İşte bu tarihten itibaren de Mevlevi olmak isteyenlerin
mecburi öğrenmeleri gereken bir usul olarak tarihte yerini almıştır. XV.
yüzyılda Mevleviliğin yapılanması çerçevesinde yeniden şekillendirilen sema,
büyük benzerliklerle bugünkü şekliyle ortaya çıkmıştır.
Semânın
Tasavvufî ve Bilimsel Anlamı
Genel
olarak bir bütün şeklinde değerlendirilen sema ve musikisi Âyîn-i şerîf, semazenlerin sağ ayak
başparmağını sol ayak başparmağı üzerine koyarak (ayak mühürlemek) yarı secde eder gibi birbirleriyle selamlaşmaları
(Baş kesme), sonunda okunan
Kur’an ve duası ile bölüm bölüm farklı anlamlar içerir. Bu anlamlar konusunda
da birbirine yakın çeşitli bilgiler olsa da en yaygın kanaat; dört bölüm olduğu
ve şu manaları taşıdığıdır:
Birinci
Bölüm: Musikisiz olarak okunan Nât-ı Şerîf, yani Hz. Muhammed’in anılması;
İkinci
Bölüm: Ney taksimi ile ilahi nefesi temsil, yani beden olarak topraktan
yaratılan
insanıncan olarak Allah’tan bir parça
olduğunun vurgulanması;
Üçüncü
Bölüm: İlk iki bölümü huşu ile oturarak dinleyen semazenlerin ayağa
kalkarak dairesel bir döngüyle birbirleriyle selamlaşmaları. Bu da onların
birbirlerini selamlıyor gibi görünse de Allah katından bir can taşımaları
sebebiyle Yaradan’ın anılışıdır, O’na selamdır;
Dördüncü
Bölüm: Kendi içerisinde dört Selam’ı barındıran bu bölüm, semazenlerin kısa
aralıklarla Semâya kalkmasıdır. İlkinde
Yaradan’ın yüceliği kavranarak kulluğun acziyetinin daha iyi anlaşılması, ikincisinde Allah’ın yarattıklarının
muhasebesi yapılıp O’nun büyüklüğünün idrak edilmesi, üçüncüsünde aşk ateşiyle benliğini yakıp bütün uzuvlarında Allah’ı
hissetmesi yani Fenâfillâh
vurgulanır. Bu esnada ise semazenler bedeni ile dönerken kalbi ve dili ile de
Allah’ı zikreder semazenbaşı ise aralarında gezinerek birbirlerine olan
mesafenin korunması konusunda onlara yardımcı olur. Post-nişîn olarak da
adlandırılan ve Mevlâna’yı temsil eden kişi ise Şeyh Efendi ise kırmızı postun ucunda ayakta durarak içinden
dualar okur. Semanın bittiği dördüncü
Selamda ise semazenler, kulluk vazifesini yapmanın verdiği zevk ve huzur ile
yerlerine otururlarken Kur’andan bir Âyet okunur ve Postnişin’in duasıyla sema
son bulur.
Bazı
bilim adamları Sema yapılan yeri yuvarlak olmasından dolayı dünyaya,
Postnişin’i güneşe, semazenbaşı’nı aya ve semazenleri de gezegenlere benzeterek
sema’nın güneş sisteminin bir anlatımı olduğunu vurgularken, bazı bilim
adamları da bu konsepti atoma benzetir. Postnişin ve semazenbaşının atom
çekirdeğini oluşturan nötron ve protonları, semazenler de bu çekirdeğin
etrafında dönen elektronları temsil ettiğinin tespitini yaparlar. Bu tespit ilk
bakışta “hayalî” gibi gelse de
Mevlâna, en önemli eseri Mesnevi’de
“zerre” kelimesini açıklarken bugünkü
teknolojiyle kanıtlanabilen atomun patlayabileceğini söylemesi bu tespiti
kısmen hayal olmaktan çıkarmakta ve kendisine karşı olan hayranlığı bir kat
daha artırmaktadır.
Sema’nın
bu tarzlardaki vasıflandırılmasının yanı sıra, hakkında tıbbi açıdan bazı
araştırmalar da yapılmıştır. Bu araştırmalar neticesinde; semazenlerin törenler
dışında da her gün egzersiz/yapması sebebiyle kalp-damar hastalıklarına sebep
olan kolesterol, serum lipit ve trigliserid gibi kan değerlerinin normal
derecelerde olduğu; sema esnasındaki baş ve bedenlerinin açısı nedeniyle baş
dönmesi meydana gelmediği ve semadan alınan zevk, neşe ve girilen trans/halinin
de psikolojik olarak kendilerini rahatlattığı sonucuna ulaşılmıştır.
Semâzen
Kıyafeti ve Sembolleri
Semazen
kıyafetinin bugünkü haliyle ne zamandan beri kullanıldığı veya bu tarzın hangi
yüzyılda benimsendiği konusunda net bir bilgi mevcut değildir. Ancak,
Mevlevilik geleneğinde belirginleştirilen bir usulün öyle kolay kolay
bozulmadığını hatırlatırsak kıyafetteki bu tarzın da çok eskilere dayandığını
söyleyebiliriz. Buna göre bir semazen kıyafetinin parçaları:
Bir
düşman gibi kapkara olan nefsi temsil eden; bundan dolayı insanın bütün
bedenini kaplar büyüklükte olan ve semaya başlarken çıkarılan Hırka; ölünce başucuna dikilen mezar
taşını temsil eden külâh, içine giyilen gömlek; onun üstüne giyilen uzun kollu
yelek bele bağlanan kemer dar paçalı pantolon; son yüzyıllarda kullanılmaya
başlanan ve dönüşü kolaylaştıran tabanı köselesiz yumuşak deriden yapılmış mes;
ve sema ederken daire şeklinde açılmasıyla gözlerden gönle mesajlar ileten Tennure. Bu da “ölmeden önce öldüm ve sana geldim ey Rabbim” mesajını içerir ve
beyaz olması sebebiyle de kefeni temsil eder. Ayrıca tarihte padişahlar ve
büyük kişiler tarafından özel kişilere hediye edilen elbiselere ithafen bu mana
çerçevesinde de değerlendirilir ve mânevî makâmdan giydirilen bir kıyafet olarak
telâkki edilir.
Semâzen
kıyafetinin içerdiği bu anlamlar yanında, semaya başlamadan semazenin
kollarının iki omzuna değecek şekilde çapraz durması Niyaz, Arap harfleriyle yazılımda “Allah” kelimesinin “Elif”
ini; semaya başladıktan sonra kollarını iki yana açarak sağdan sola, yani “gönle” doğru dönmesi, kâinatı bütün
kalbiyle kucaklaması; yukarı dönük olan sağ avucu ile Hak’tan aldığını, avuca yere dönük olan sol eli ile halka dağıtması anlamlarını
barındırır. Ayrıca semazenin sema ederken ellerini iki yana açması yine
Arapça’da “lâ” yani yoktur; “Lâ İlâhe İll’allâh”ın (Allah’tan başka
İlâh yoktur) ifadesidir.
İşte
sadece “göz”le seyredildiğinde bile
insanları etkileyen ve 800 yıla yakın bir tarihi geçmişi olan bu “anlamlı dönüş” Birleşmiş Milletler
Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından da koruma altına alınmış ve
dejenere olmadan gelecek kuşaklara doğru bir şekilde aktarılması ve usûlüne
göre yapılması konusunda çalışmalara başlanmıştır. UNESCO’nun Kasım 2005
tarihinde aldığı bu tarihî kararla da Semâ, Somut Olmayan Kültürel Dünya Mirası
listesine alınarak günümüz küresel dünya kültürü arasında resmî olarak yerini
almış oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı’mız da 22 Ekim 2008 tarihinde bir
genelge yayınlayarak bu mânâlı “dönüş”ün
aslına uygun mekânlarda ve ehil kişiler tarafından yapılması yönünde ilgilileri
uyardı.
Mevlâna
Türbe ve Dergâhı, yapıldığı ilk günden itibaren halkın büyük alaka gösterdiği
bir ziyaretgâh; yedi yüzyıllık derin mazi içerisinde bir ahlâk ve fazilet
mektebi Mevlevi Tarikatı’nın merkezi olmuştur. Mevlâna’nın vefatından sonra
yerine getirilen oğlu Sultan Veled (1226-1312) tarafından kurulan Mevlevi
Tarikatı, ruhunu İslam Dini’nden; gelenek ve göreneklerini Türk kültüründen
alan bir eğitim ve öğretim müessesesi olarak Tasavvuf tarihimizde önemli
görevler deruhte etmiştir. Kişi ve toplumların görüş ve düşüncelerine yer
vermiştir. Başta Anadolu olmak üzere, Rumeli, Ortadoğu, Mısır gibi Osmanlı
Devleti’nin geniş toprakları içerisine yaşayan dili, rengi, coğrafyası ve
tarihi farklı insanlara, dünya ve ahiret yorumu kazandırmıştır. Temelinde insan
sevgisi ve saygısı, ahlâk, fazilet, hoşgörü ve ümit prensipleri bulunan
Mevlevilik, ihlâs ve samimiyet dolu faaliyet döneminde, büyük Türk müteferrik
ve mutasavvıfı Mevlâna’nın birliğe, dirliğe, barışa, dostluğa, kardeşliğe ve
beraberliğe çağıran mesajının gönülden gönüle ulaşmasını sağlamıştır. Kendisine
gönül verenlerin aydınlık bir dünya görüşü kazanmalarını temin eden bir eğitim
ve disiplin yuvası olmuştur.
Mevlevilerin
sosyal ve kültürel ağırlıklı öğretileri, zaman zaman idari siyasi alanlarda da
etkili olmuştur. Yeni tahta geçen Osmanlı Padişahları’nın, Edirne kapısı
dışında düzenlenen muhteşem törenlerde, Mevlevi Şeyhi’nin eliyle “Kılınç Kuşanma”ları, bu tür
etkinliklerdendir.
Mevlevilik,
ilim, fikir kültür ve sanat tarihimizde başlı başına bir “ekol”dür. Kendisine özgü örf, adet, gelenek, görenek, disiplin,
kılık, kıyafet ve fikir yapısına sahiptir. Bu sosyal ve kültürel disiplinle,
çeşitli alanlarda birçok ilim, fikir, kültür ve sanat adamı yetiştirmiştir.
Dergâh’taki hücrelerin insanın iç dünyasını düzenlemeye ve ruhi meziyetlerini
yüceltmeye yönelik eğitim ve öğretim hayatı, buralardaki nezih ilim, fikir ve
sanat faaliyetleriyle desteklenmiştir.
Kültür
ve sanat tarihimizde ün yapmış birçok şair, bestekâr, edip, hatip, musikişinas,
hattat, hakkak, ressam, müzehhib ve mücellit, bu aydınlık kapıdan feyz ve inabe
aldıklarını, isimlerinin sonuna yerleştirdikleri “el-Mevlevi” unvanı ile ifade etmekten onur ve gurur duymuşlardır.
Biyografik eserlerde bu unvanı taşıyan âlim, mütefekkir ve sanat erbabının
sayılarındaki çokluk dikkati çeker.
Başta
Konya Mevlâna Dergâhı olmak üzere bütün evlevihanelerde, ilahiyat ve tasavvuf
konularının yanı sıra, hitabet, irşat, dil, edebiyat, psikoloji, matematik,
astronomi, mimari fizik, kimya, resim, musiki, hat, tezhip, tezyinat, nakış,
cilt, oymacılık, kakmacılık, saatçilik, muvakkitlik ders ve sohbetleri de arzu
edenlere fahri olarak verilmiştir. Ruh terbiyesini ana gaye edinerek bu amaçla
Dergâh’taki hücreye yerleşen dervişler, genellikle bir hobi olarak bu güzel
sanat ve ilim konularıyla de meşgul olup, öğrenci yetiştirmiş ve seçkin eserler
vermiştir.
Mevlâna
Dergâhı, çeşitli dönemlerde yapılan ilavelerle genişletilmiştir. Bugünkü alanı 6225 m² dir. İhata
duvarlarının dışında inşa edilmiş hamam, camii, imaret, kütüphane, muvakkıthâne
ve medrese dergâhın sosyo-kültürel varlığını halka ulaştıran mimari kollarıdır.
Mevlâna
Müzesi, bugün yurdumuzun Topkapı’dan sonra ençok ziyaretçisi olan müzesidir.
Dergâh 1927 yılında müze haline getirilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti’nin 2
Eylül 1341/1922 tarihli kararı ile Atatürk İlke ve İnkılâpları doğrultusunda
yurdumuzdaki bütün dergâhlar kapatılmıştır.
Daha sonra Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mevlâna
Dergâhı’nın,“Âsâr-ı Atika Müzesi” durumuna getirilmesi için çalışmalar
başlatılmıştır.
Yerine
geçen Mustafa Necati de bu çalışmaları sürdürmüş ve o sırada Ankara’da bulunan
İstanbul Müzeleri Müdürü Halil Ethem ile Hars Müdürü Hamit Zübeyir’i, gerekli
incelemeleri yapmak üzere Konya’ya göndermiştir. Halil Ethem 27 Şubat 1341
tarihli raporunda: “Konya’daki eski
Mevlâna Dergâhı’nın Âsâr-ı Atîka Müzesi’ne tahvili halinde Türklüğe şeref
verecek büyük ve ehemmiyetli bir müessese olacağını” bildirmiştir. Bunun
üzerine çalışmalara hız verilmiş ve nihayet gerekli düzenlemelerin tamamlanması
sonunda Dergâh, 22 safer 1345/1 Eylül 1926 tarihinden itibaren “Belhli Mevlâna Mehmet Celâlettin Türbesi
ile Dergâhı ve müştemilâtının, Âsar-ı Âtîka Müzesi ittihazına” karar
verilmiştir. 3 Rebiulevvel 1345/11 Eylül 1926 tarihinde Maarif müfettişlerinden
Hamit Zübyr ile Maarif, Evkaf ve Polis Müdüriyetleri tarafından tayin edilen zevatın
yanı sıra müze müdürü ile muhafaza memuru huzurunda kapıları açılmış ve
eşyaları teslim alınmıştır. Eşya, kitap ve diğer bütün malzemeler elden
geçirilerek tespitleri yapılmış ve yerleştirilmiştir.
Bütün
bu çalışmalar beş ay kadar sürmüş ve sonunda, 27 Şaban 1345/ 2 Mart 1927
tarihinde düzenlenen törenle açılışı yapılmıştır. Yurt ve dünya çapında üne
sahip müze, 1954 yılında yeniden gözden geçirilerek, modern müzecilik
anlayışına uygun olarak yeniden düzenlenmiş, adı da “Mevlâna Müzesi” olarak değiştirilmiştir.
Gazi
Mustafa Kemal Atatürk, Konya ziyaretlerinde Mevlâna ve Dergâhı’nı büyük bir
memnuniyetle ziyaret etmiştir. 20 Mart 1923 tarihinde Konya’ya geldiğinde,
Postnişin Abdülhalim Çelebi ve beraberindekiler tarafından istasyonda törenle
karşılanmıştır. Mevlâna Türbesi’ni ziyaret eden Atatürk, semahaneye gelerek
semâ gösterisinden çok memnun olmuş ve yanındakilere: “Mevlâna büyük, çok büyük” diyerek duygu ve düşüncelerini dile
getirmiştir. Onun Mevlâna’ya olan takdir duyguları ömrü boyunca devam etmiştir.
Birgün Çankaya’daki köşkünde Mevlâna’dan söz açılınca, bu konudaki yüksek
görüşünü şu cümlelerle ifade etmiştir: “Mevlâna
Müslümanlığı, Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatördür. Müslümanlık
aslında geniş mânâsı ile müsamahalı ve modern bir dindir. Mevlevilik ise Türk
ananesi, Müslümanlığa nüfuz örneğidir. İlâhi bir mûsikinin âhengi içerisinde
dönerek, Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehâsının ileri görüş ve düşüncesinin
tabî bir ifadesidir”.
Atatürk, 18 Şubat 1931 tarihinde Konya’ya geldiğinde
de Mevlâna Müzesi’ne giderek incelemelerde bulunmuştur. Müze ve kütüphanenin
tertip ve düzeninden memnun kalmış ve görevlileri tebrik etmiştir. Müzenin
şeref defterine bu duygularını yazmıştır:
“21.II.1931 Bilgi eseri olduğu anlaşılan
tertip ve nizamdan çok memnun oldum.
Gazi M. Kemal”
Atatürk Konya’ya son gelişinde,
yakından tanıdığı Naim Onat’a şöyle demiştir: “Ne zaman bu şehre gelecek olursa, Mevlâna’nın rûhaniyeti bütün
benliğimi sarar. O çok büyük dâhi, devirler açan bir teceddüt âşığıdır.”
Cumhuriyet döneminde Müze’nin
onarımı ilgili bakanlıklar tarafından yaptırılmaktadır. Mevlâna Dergâhı,
Osmanlılar zamanında inşa edilen ilave yapılarla geniş bir alana sahiptir. Bu
genişleme daha çok batı tarafından olmuştur. Çeşitli tarihlerde inşa edilen bu
eserler arasında, Süleymaniye/Selimiye Camii, Türbe Hamamı, Sultan Selim
İmâreti, Yusufağa Kütüphanesi, muvakkithane, medrese ve şadırvan bulunmaktadır.
Mevleviliğin değişik alanlardaki
etkinliklerini göstermeleri bakımından üzerinde durulmaya değer bu eserlerle
Mevlâna Dergâhı, halkımızın sosyal ve kültürel konulardaki ihtiyaçlarını
yüzyıllar boyunca en geniş şekilde karşılamıştır.
Mevlâna,
17 Aralık 1273 yılında vefat edince
Selçuklu Sarayının Gül bahçesine defnedildi. Selçuklu Sarayı’ndan Alâmeddin
Kayser ile Emir Süleyman Pervane’nin karısı Gürcü Hatun Mevlâna’nın oğlu Sultan
Veled’ten izin alarak mezarının üzerine Tebrizli Bedreddin’e 160.000 dirhem
harcayarak türbe yaptırdıklarını Ahmet Eflakî Menakıbü’l-Ârifîn isimli eserinde anlatır. Yapım kitabesi bulunmayan türbenin 1274
yılının baharında tamamlandığı kabul edilir.
Dört
fil ayağı üzerinde yükselen türbenin üç yanı açık bir yanı kapalıdır. Türbenin
üst örtüsü dıştan 16 dilimli ve çinilerle kaplıdır. İçte fil ayakları, kubbesi
ile güney duvarı alçı üzerine yapılmış kalem işi süslemelerle bezelidir. Güney
duvarında yer alan iki satırlık kitabede süslemelerin Sultan II. Bayezid
döneminde Halepli Mehmet oğlu Abdurrahman tarafından yapıldığı yazılıdır.
Türbe
ilk onarımı, Karamanoğulları’ndan Alâeddin Ali Bey (1357–1398) zamanında
görmüş, onarımda türbenin külahı kaldırılmış yerine günümüzdeki onaltı dilimli
gövdesi yaptırılarak çinilerle kaplattırılmıştır. Türbe daha sonra II. Bayazid
döneminde büyük bir onarım daha görmüş; türbenin kalem işi süslemeleri Halepli
Mevlevi Mehmet oğlu Abdurrahman tarafından yapılmıştır. Türbede Osmanlı
Sultanlarından III. Selim, II. Mahmut, I. Abdülmecit ve II. Abdülhamit
dönemlerinde de büyük onarımlar yaptırılmıştır.
SEMAHANE
Mevlevi ayini yani sema gösterisinin
yapıldığı yerdir. 17.50 x 17.50 m ölçülerinde kare planlı semahane dört fil
ayağı üzerinde yeralan bir kübbe ile örtülü olup kubbenin içi geometrik ve
bitkisel motiflerden oluşan kalemişleriyle süslüdür. Semahane de musikinin icra
edildiği mutrip ile sema ayinini izleyenlen kadınlar ile erkeklerin oturduğu
mahfeller ile naat kürsüsü bulunur.
Semahanenin yakın zamana kadar
Kanuni tarafından yaptırıldığı kabul edilirken 1996 yılında yapılan kazılarda
ele geçen ahşapların tarihlendirilmesi sonucunda II. Selim döneminde
yaptırıldığı açığa çıkartılmıştır. Semahanediki erkekler ve kadınlar mahfeli
II. Abdülhamit döneminde yaptırılmış.
Semahanenin kubbesinde, kubbe
kasnağında ve pandandiflerde yer alan kalem işi süslemeleri 1982 yılında
yaptırılan restorasyon sırasında sıva altından açığa çıkartılarak
yenilettirilmiş.
Semahanenin yan duvarlarında
madalyonlar içerisinde yer alan kalem işi süslemeleri 1888 yılında Konyalı
hattat ve ressam Mahbub Efendi tarafından yapılmış olup bu süslemelerde sehpa
üzerinde destarlı Mevlevi sikkesi formunun alt tarafında Oniki İmam ile Mevlevi
büyüklerinin isimleri yazılıdır.
Semahanede
vitrinler içerisinde ise Mevlevi kıyafetleri, şamdanlar, cam kandiller,
rahleler, musiki aletleri, zikir tesbihleri ile Mesnevi ve Divanı Kebir’in el
yazması nüshaları sergilenmektedir.
MESCİT
Semahanenin batı yönünde bitişik
yapılmış olup 11.60 x 13.30 m ölçülerinde kareye yakın bir plana sahiptir.
Üzeri kubbe ile örtülüdür. Kubbe içten kalem işi süslemelerle bezenmiştir.
Mescidinde semahane ile aynı dönemde Osmanlı Sultanı II. Selim tarafından
yaptırıldığı kabul edilir.
Mescidin batıya açılan ana giriş
kapısından başka semahane ve Huzur-ı Pir’e açılan iki kapısı daha
bulunmaktadır.
Kubbe ile kasnağında yer alan kalem
işi süslemeler XVII. yüzyılda duvarlarında yer alan geç dönem süslemelerde
semahanede olduğu gibi Mahbub Efendi tarafından yapılmıştır. 1982 yılında yapılan
restorasyon çalışmalarında kubbedeki süslemeler açığa çıkartılarak yenilenmiştir. Mescidin zemini yerden 35 cm yüksek
tutulmuştur. Mermerden yapılmış mihrabı, ahşaptan yapılmış müezzin mahfeli ile
taştan yapılmış kürsüsü orijinaldir.
Mescidin
batı yönünde son cemaat yeri bulunmakta olup giriş kapısının iki yanı zeminden
yüksek tutularak mermer ve travertenle kaplanmıştır. Minaresi son cemaat
yerinin güney batısında yer almakta olup 1918 yılında yapıldığını kaidesindeki
kitabede yazılıdır.
Mescitte
el yazması Kur’anlar, Mesneviler, Divanı Kebirler, halı seccadeler,
buhurdanlar, saatler ile Sakalı Şerif kutuları sergilenmektedir.
DERVİŞ
HÜCRELERİ
Müzenin batı yönünde bulunan derviş hücreleri
1584 yılında Sultan III. Murad tarafından yaptırılmış, II. Mahmud döneminde de
ilaveler görmüş olan hücrelerin Dervişan Kapısı üzerinde yer alan kitabesi 1928
yılında Müze Müdürü Yusuf Akyurt tarafından kaldırılmış, 2010 yılında yapılan
restorasyon sırasında kitabe ve tuğra yerini konmuştur.
Müze bahçesinin batı ve kuzey
yönünde yer alan derviş hücreleri 18 adettir. Her bir hücerin üzeri kubbe ile
örtülü olup dışa bakan bir pencere ve bahçeye açılan birer kapısı ile
penceresi, içerde de birer ocakları bulunmaktadır. Hücrelerin önü II. Mahmud
döneminde ahşap cemakânlı çerçeve ile kapatılmıştır. 1927 yılında derviş hücrelerinde
dört hücre dışında diğer hücrelerin ara duvarları kaldırılarak koridor haline
getirilmiştir. 2010 yılında yapılan restorasyon sırasında camekânlı çerçeve
kaldırılarak hücrelerin ara duvarları tekrar örülerek eski haline
getirilmiştir.
Derviş hücrelerinin bir kısmında
dergâh döneminde görevlilerin kullandığı şekilde sergileme yapılmış kalanlarda
ise musiki aletleri, aydınlatma araçları ile sancaklar sergilenmeye
başlanmıştır.
MATBAH-I ŞERİF
Mutfak, Mevlevilikte dervişlerin ve
misafirlerin yemeklerinin pişirildiği yerdir. Ayrıca tarikata girmeyi kabul
eden dervişlere eğitimleri ilk burada verilmiştir. Dervişlerin çile süresi 1001 gündür. Bu süre içerisinde dervişlere 18 çeşit mutfak hizmeti
yaptırılır, bu hizmetleri başarı ile tamamlayan dervişler hücre sahibi dede
olurlardı.
Mevlâna Dergâhı’nda derviş hücreleri
ile birlikte 1584 yılında yaptırılmış olan mutfağın batı duvarının dış yüzü
1867 yılında onarım görmüştür. Tonozlu giriş kısmının üst katında ikinci kat
odası bulunmaktadır. Girişin sol yönünde Mevlevi Dervişi olmak isteyenlerin üç gün
oturup sınandıkları Saka Postu yer almaktadır. Sağ tarafta Ateşbaz Veli makamı
olan yemeklerin pişirildiği ocaklar ile ölen dervişlerin gasillerinin yapıldığı
yer bulunmaktadır. Sema taliminin yapıldığı ve yemek sofrasının bulunduğu yer,
zemine göre yüksek tutulmuştur.
Mutfak kesme taştan yapılmış binanın
üç yana açılan yüksek pencereleri bulunmaktadır. 1985 yılında yapılan
restorasyon çalışmasında pencerelerin alınlıklarında bulunan bitkisel kalem işi
süslemeler açığa çıkartılmıştır.
Mutfakta 1990 yılında yapılan yeni
düzenlemeyle, dergâhtan kalan bakır mutfak eşyalar ve hizmetleri canlandıran
mankenler sergilenmeye başlanmıştır.
MEYDAN-I
ŞERİF ODASI
Günümüzde Müdür Odası olarak
kullanılmakta olan Meydan-ı Şerif Odası 1867’de onarım gördü. Tavanı Barok
üslupta yapılmış kalem işi süslemelidir.
Çelebi Dairesinde şeyh ve dedelerin
belirli günlerde yemek yedikleri ve sohbet ettikleri bilinmektedir.
ÇELEBİ
DAİRESİ
Dergâhların açık olduğunda Şeyh
Efendi’nin evi olarak kullanılan Çelebi Dairesi Müzenin kuzey batısında Derviş
Hücreleri’nin arka tarafındaki bahçe içerisinde yer almaktadır. XVIII. yüzyılda
mevcudiyeti bilinen Çelebi Dairesi tek katlı olup, bir salon ile dört odaya
sahiptir. Salonun tavanı kalem işi süslemelidir.
NİYAZ
PENCERESİ
Mevlâna’nın türbesinin güney yönünde
İhtisas Kütüphanesi’nin içerisinde yer almaktadır. Türbe kısmına açılan
pencerenin alınlığında yağlı boya ile yapılmış yeşil destarlı Mevlevi sikkesi
bulunmaktadır. Sikkenin üzerinde Mevlâna’nın şü rubaisi yazılıdır:
“Garip, senin kapından başka bir yere yol bulamasın diye bütün kapılar
kapanmıştır; ey keremde, yücelikte, nur saçıcılıkta güneşin de, ayın da,
yıldızların da kendisine kul köle kesildiği güzel; ancak senin kapın açık
bırakılmıştır.”
Mevlevi
kaynaklarında “Osmanlı Padişahı Yavuz
Sultan Selim’in, Mısır seferine giderken dergâhı ziyaret ettiği ve Niyaz
Penceresi’nden dua ettiği anlatılmaktadır. Padişaha Mısır’ın fetih müjdesi
burada verilmiştir. Padişahta bu fetih bize nasip olursa dönüşte dergâhın su
ihtiyacını karşılayacağını belirtmiş”; Sefer dönüşünde bahçede bulunan
şadırvanı yaptırmış.
ŞADIRVAN
Yavuz
Sultan Selim tarafından yaptırılmıştır. Suyu Dutlu’dan getirilen şadırvan, 1595
yılında Sultan Mehmet ve 1868 yılında Sultan Abdülaziz tarafından tamir
ettirilmiştir. Şadırvanın havuzunda bulunan 16 dilimli mermer göbek Ulu Arif
Çelebi zamanında Kütahya’dan Mevlâna Dergâhı’na hediye olarak gönderilmiştir.
Şadırvanın yapım ve onarım kitabesi bulunmaktadır. 1932 yılında yıktırılan üst
örtüsü 1990 yılında yeniden yaptırılmıştır.
ŞEB’İ ARÛS HAVUZU
Derviş
hücrelerinin önünde bulunan havuz, mermerden altı köşeli olarak yapılmıştır.
Suyun aktığı mermer lüle, ejder biçimindedir.
Eskiden,
mevleviler Şeb’i Arus yaz mevsimine denk geldiğinde bu havuzun etrafında sema
yapmışlar bunun için havuza Şeb’i Arus Havuzu denilmiştir. Günümüzde
ziyaretçiler havuza demir paraları atarak dilek tutmaktadırlar.
SELSEBİL
Selsebil
Hemdem Said Çelebi (1814-1859) zamanında bugünkü kütüphane binasının karşısına
yaptırılmış, 1958 yılında bahçenin kuzeyinde derviş hücrelerinin önüne
taşıttırılmıştır. Selsebilin alınlığına Roma dönemine ait bir lahit kapağı
yerleştirilmiştir.
Selsebilin
aynalığındaki çanakcıklar 1-2-3-2-1 tertibiyle sıralanmıştır. Bir noktadan
çıkan su, çanaklara dağıldıktan sonra tekrar büyük bir çanakta toplanmaktadır.
HÜRREM PAŞA TÜRBESİ
Klasik
Osmanlı dönemi eserlerinden olan Hürrem Paşa Türbesi sekizgen plana sahiptir.
Gödene taşından olup girişin önünde yer alan revak ve türbe kubbe ile
örtülüdür. 1529 yılında vezir İbrahim Paşa tarafından Karaman Beylerbeyi Hürrem
Paşa için yaptırılmıştır. Türbe içinde
birisi Hürrem Paşa’ya diğeri Kanuni dönemi devlet adamlarından Hacı Bey’e ait
iki adet mermer mezar sandukası bulunmaktadır.
Türbenin
yapım kitabesi giriş kapısının üzerinde yer almaktadır. Kitabenin üzerinde
bulunan mermer alınlık, rumi, palmet ve stilize hayvan figürleriyle
süslenmiştir.
SİNAN PAŞA TÜRBESİ
Sekizgen
planlı Sinan Paşa Türbesi 1574 yılında Karaman Beylerbeyi Sinan Paşa için
yaptırılmıştır. Kesme taştan olup üzeri kubbe ile örtülüdür. Türbenin yapım
kitabesi giriş kapısının üzerinde yer almaktadır. Pencerelerin alınlıklarında
iki renkli taş kullanılmıştır. Türbe içinde mermerden yapılmış dikdörtgen bir
sanduka ve baş taşı bulunmaktadır. Türbenin içi ve kubbe geçişleri XIX. yüzyıl
kalem işi süslemelerle bezenmiştir.
HASAN PAŞA TÜRBESİ
Sekizgen
planlı Hasan Paşa Türbesi 1573 yılında Karaman Beylerbeyi Hasan Paşa için
yaptırılmıştır. Üzeri kubbeyle örtülüdür. Yapım kitabesi giriş kapısı üzerinde
yer almaktadır. Müze binalarına bitişik olan türbenin içeriye açılan bir kapısı
daha bulunmaktadır. İçerisinde sanduka bulunan türbe dergâh döneminde kütüphane
olarak kullanılmıştır. 1990 yılı onarımlarında türbenin zemininde ısınma amaçlı
bir ocak bulunmuştur.
FATMA HATUN TÜRBESİ
Sekizgen
planlı Fatma Hatun Türbesi 1585 yılında Karaman Beylerbeyi Murad Paşa kızı
Fatma Hatun için yaptırıldı. Kesme taştan olup üzeri kubbeyle örtülüdür. Yapım
kitabesi giriş kapısının üzerinde yer almaktadır. Türbenin iç kısmında XIX.
yüzyıla ait kalem işi süslemeler bulunmaktadır. Kubbeye geçiş üçgenlerindeki
madalyonlar üzerinde “Allah”, “Muhammed”,
besmele ve dört halifenin isimleri yazılıdır. Türbe içerisinde bulunan mermer
sandukanın baş taşı kadın başlığı biçiminde işlenmiştir. Günümüzde Ferit Uğur
ve Hacı Mehmet Dişsöken’in kitapları ile Hazine-i Evrak arşivinin saklandığı
yer olarak kullanılmaktadır.
MEHMET BEY TÜRBESİ
Mehmet Bey
için yanları açık, dört sütun üzerine kubbeli olarak 1535 yılında Mehmet Bey için
yaptırılmıştır. Üzeri kurşunla kaplı kubbe ile örtülüdür. Zemini taş döşelidir.
Burada bulunan mermer mezar sandukası 1534 yılında ölen Bosnalı Mustafa
Paşa’nın oğlu Mehmet Bey’e aittir. Türbe’de
bundan başka iki mezar sandukası daha bulunmaktadır. Türbe son olarak 1957
yılında onarım görmüştür.
ÇELEBİ EFENDİ KONAĞI
ÇELEBİ EFENDİ KONAĞI’NIN TARİHÇESİ*
Mevlâna Dergâhı’nın kuzeybatısında,
hâlen tek katlı bağdadî tavanlı bir bina bulunmaktadır. Özönder, buranın
misafirhâne olduğunu söylemektedir[51].
Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan “Müze Yanındaki Ev”
adlı dosyada yer alan resmî yazılarda, Çelebi Efendi Konağı hakkında bazı
görüşler ileri sürülmektedir. Buna göre bina, eskiden dergâhın misafirhânesi
idi. Cuma ve bayram günlerinde postnişin oturduğu için buraya “Şeyh
Dairesi=Çelebi Dairesi“ de deniyordu. Oysa inceleme konumuz olan tamir
defterinde bu ev, “Çelebi Efendi
Konağı”, “Çelebi Efendi Hânesi” şeklinde
geçmektedir. “Konak” ve “hâne”, arada bir oturulan yeri değil,
sürekli ikametgâhı ifade eder. Şu halde burası postnişinin ailesiyle kalması
için yaptırılmış bir mekândır. Mevlâna Dergâhı yakınında, ihata duvarı ile
çevrilmiş olmasına rağmen manzumeyle bir bütün teşkil etmesi, yapının misafirhane
değil, şeyh evi olduğunu gösterir. Sonradan misafirhâneye çevrilmiş olmalıdır.
Osmanlı Devleti’nde, hemen her Mevlevi Zaviyesi’nin bitişiğinde, orada şeyhlik
yapan kişinin ailesiyle birlikle oturacağı evin bulunduğu bilinmektedir[52].
Mevleviliğin idare merkezi olan Mevlâna Dergâhı’nda postnişine neden böyle bir
imkân sağlanmasın?
Çelebi Efendi Konağı’nın ne zaman
yapıldığı bilinmemektedir. Mevcut bina orijinal olmayıp, günümüze kadar
yenilenerek gelmiştir. Eski onarımla ilgili kayıtlarda da bu mekânın adı
geçmemektedir. 1251/1835 tarihli onarım defterinde, Çelebi Efendi hanelerinin “noksanı”nın
“ikmâl”i de bulunduğuna göre 1835’ten önce
yapıldığı; binadaki bazı eksikliklerin 1835’teki genel tamirat sırasında
tamamlanarak oturulur hale getirildiği söylenebilir.
Çelebi Efendi Konağı’nın 1835’teki
genel onarımdaki tutulan kayıtlarda süslenmiş olduğuna dair bilgi
bulunmamaktadır. Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü Arşivi’ndeki dosyada yer alan
Müze Müdürlüğü’nce kaleme alınan 26.06.1954 tarih ve 368/260 sayılı yazıda, “Misafirhanenin
salon tavanı geçen asırda kullanılmış tezyinatın güzel motifleriyle,
resimleriyle süslenmiş” denmektedir. Aynı dosyadaki diğer kayıtlardan
konağın 1948’de iki bin liraya tamir ettirildiği görülmektedir. Bundan başka
binanın onarıldığına dair şimdilik bilgiye sahip değiliz. Zikredilen tezyinat,
ihtimal 1835’te gerçekleştirilmiş ve 1950’lere kadar varlığını muhafaza
etmiştir.
ÇELEBİ EFENDİ KONAĞI’NIN MİMARİ DURUMU*
Yapı
sistemi ahşap karkas olan Çelebi Efendi konağına daha sonraki dönemlerde
mutfak, banyo, wc, depo gibi kısımlar eklenmiş; duvar ve tavan gibi muhtelif
yerlerinde onarımlar yapılmıştır.
Plan
şeması olarak ortada ahşap rüzgârlıklı iki adet yuvarlak sütunun bulunduğu bir
giriş vardır. Rüzgârlık kısmına üç basamaklı bir merdivenle çıkılmaktadır. Bu
girişten ortada bir sofaya ulaşılır. Simetrik olarak sofanın sağ ve solunda iki
adet oda yer almaktadır. Kuzey taraftaki odalar daha küçük ebatlıdır. Giriş
kapısının her iki yanında yer alan birer pencere ve kuzey duvarında yine birer
adet olmak üzere toplam dört pencere tarafından aydınlatılmaktaolan sofanın solundaki
ilk odanın güney duvarında iki, batı duvarının güney ucunda bir ve doğu
duvarının güney ucunda girişin önündeki rüzgârlık bölümüne açılan bir adet
olmak üzere toplam dört pencere ile aydınlatılmaktadır. Bu odanın kuzey
duvarının ortasında yarım daire bir niş ile ahşap dolaplar vardır. Sofanın
sağındaki odada da aynı tip dolap ve niş kullanılmıştır. Güney duvarında iki,
batı duvarının güney ucunda giriş rüzgârlık kısmına bakan bir adet olmak üzere
toplam üç adet pencere ile aydınlatılmıştır. Sofanın kuzey kesimindeki küçük
odalar ise ikişer pencere ile aydınlatılmış olup doğu duvarına bitişik olarak
yapılan müştemilat kısmıma geçişi sağlamak için kuzeydoğudaki odanın doğu
duvarının ortasındaki pencere kapıya dönüştürülmüştür.
Sofanın
duvarlarının tavanla birleşim yerlerinde zeytin dalları ve tavan eteklerinde
dört kompozisyon dikkati çeker. Mekânın giriş kapısının yer aldığı güney duvarı
tavan eteğinde, ağaçlarla sınırlandırılmış, manzarada gerilerde tepeler, ön
planda su kenarında çok katlı kâgir yapılar; Salonun batısında ise yine ağaçlar
arasında kâgir yapılar, yer yer ağaçlarla su üzerinde beyaz köprüler yer
almaktadır. Kuzeyde bulunan kompozisyonun merkezinde yine büyük beyaz bir köprü
yer alır. Doğuda ise gerilerde ön plana doğru kıvrılarak akan bir nehrin
üzerinde ahşap korkuluklu küçük bir köprü, arkasında kademeli olarak
yerleştirilmiş tepelerde aralarında yine iki katlı kâgir yapılar dikkati çeker.
Bazı araştırmacılar tarafından, bu mekânlarda yer alan duvar resimlerinin
İstanbul manzaraları olabileceği şeklinde fikirler ileri sürülmüştür.
Yapı
kırma çatılı olup üzeri kiremit kaplıdır. Oldukça harap durumdaki bina Konya
Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğünce hazırlanan rölöve ve restorasyon projeleri Konya
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 28.11.1991 gün ve 1193
sayılı kararıyla onaylanmıştır.
Onaylanan restorasyon projesi
doğrultusunda 1996 yılında Konya Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü’nce restorasyonuna
başlanan yapının kullanımı esnasında sonradan yapılan eklemeleri kaldırılmış,
tavan ve zeminlerinde yer alan çürük ahşap döşemeler sökülmüş, duvarlarda
özelliğini yitirmiş bağdadi çıtalar ve sıvalar sökülerek yenilenmiştir. Ayrıca
pencereler ve kapılar orijinal örneğine uygun olarak yenilenmiş, yapının yanına
mutfak ve depo gibi mekânları yapılmıştır. Tavan ve duvarlardaki kalemişi tezyinat,
Selçuk Üniversitesi uzmanlarınca orijinal örneğine uygun olarak yenilenmiştir.
KAYNAKÇA
Günüç,
Fevzi, “Mevlâna Manzumesi Kubbe-i Hadra’nın Kalemişleri”, (Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi), Karamağaralı, Haluk, “Mevlâna’nın Türbesi”, Türk Etnografya Dergisi, S: 7/8, (1965),
s. 38-42.
Karpuz,
Haşim, “The Architectural Characteristic of Traditional Houses in Konya and
Their Conservatiın Problems”, The Ottoman
House: Papers from Amasya Symposium 24-27 September 1996, London: The British
Institue of Archeology at Ankara, The University of Warwick, s. 116-125.
Özönder,
Hasan, Konya Mevlâna Dergâhı, Ankara,
1989.
Renda,
Günsel, Batılılaşma Dönemi Türk Resim
Sanatı 1700-1850, Ankara, 1977.
Tekinalp,
A.-Pelin Şahin, Mevlâna Dergâhında Yer Alan Geç Dönem Duvar Resimleri, Mevlâna Ocağı, Konya, 1997.
Uzluk,
Şehabettin, Mevlâna’nın Türbesi,
Konya, 1946.
Çelebi Efendi Konağı.
Mevlâna’nın
babası Bahaeddin Veled 1231 yılında vefat edince Selçuklu sarayının Gül bahçesi
olarak kullanılan yere defn edilmiştir. 1273 yılında Mevlâna’nın da aynı yere
gömülmesinden sonra burada bir Mevlevi Mezarlığı oluşmuştur. Mevlâna’nın
ölümünden hemen sonra mezarı üzerine yaptırılan türbenin çevresine Mevleviler,
postnişinler ve dergâh görevlileri günümüzde müzenin iç kısmında olan
Kıbabu’l-Aktab ile türbe dışında Hâmuşân veya Hadikatü’l-Ervah olarak
adlandırılın mezarlığa, Mevlevi hanımlar ise Valideler Mezarlığı olarak
adlandırılan mescidin kuzeyindeki bahçeye, Neyzenler ise müze bahçesinin ön
tarafındaki yeşil alanda bulunan Neyzenler Mezarlığı’na defnedilmişlerdir.
Buraya Mevlâna defin işi tekke ve zaviyelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar
yaklaşık yediyüz yıl devam etmiştir. Kıbabu’l-Aktab’a son olarak 1925 yılında
Hadiye Hanım gömülmüştür.
Hadikatü’l-Ervah
olarak adlandırılan dergâhdaki mezarlık Mevlâna Türbesi’nin güney, doğu ve batı
taraflarında yer almaktadır. Mevlâna ile
ilgili menkıbeleri yazmış olan Ahmet Eflaki Dede’nin mezar taşı 1929 yılında
türbenin doğu bitişiğindeki Kadınhanılı Topbaş Hoca Efendi’nin evinde bulunmuş
olup günümüzde Mehmet Bey Türbesi’nde sergilenmektedir.
Hadikatü’l-Ervah Mezarlığı’na
Mevlevilerden başka Mevlâna’ya muhabbeti olan esnaf, tüccar, ulema, meşayih ile
memurların postnişine en az on beş altın lira aidat vermek suretiyle
defnolunduklarını Yusuf Akyurt anlatmaktadır. Bu parayı ödemezler ise Mevlâna
silsilesine mensup olmayan kimseler buraya gömülemezdi.
Müzenin ilk müdürü Yusuf Akyurt yeni müze
deposu ve bahçe yapmak düşüncesi ile bu mezarlığı belirlediği kurallar
çerçevesinde kaldırtmıştır. Osmanlı döneminde Ahmet Muhtar Paşa ile tüm Osmanlı
coğrafyasını gezerek taşınmaz eserleri fotoğraflayan Akyurt’un Mezarlığı
kaldırması kabul edilemez bir gerçektir.
Mezarlık kaldırılmadan önce Konya’da
Babalık Gazetesi’ne şu ilân verildi:
Numaro 68
9 Mayıs 1927
İlân
Nazari dikkate
Konya Müzesi Müdürlüğünden:
“Şehrimizde
büyük türbe ve Mevlevihanenin müzeye kalp edildiği malumdur. Türbenin dört
kapusu dâhilinde bulunan bahçelerdeki mezarlardan tarihin ve san’at tezyinin
kayit ve tespit etmediği kabirlerin kaldırılmasına ve yerlerinin tesviyesine
zaruret hasıl olmuştur. Arzu edenler kendilerine tealluk ve münasebetleri
bulunan mezarların bakıyei izamını ve taşlarını başka münasip bir tarafa
istedikleri gibi nakil edilebileceklerdir. Nakil müddeti 10 Mayıs ilâ 15
Haziran 1927 tarihine kadardır. Bu müddet zarfında nakledilmeyen kabirleri müze
idaresi istediği gibi istimal edebilecektir. Müddetin hitamından sonra müracaat
edeceklerin müracaatları nazari itibara alınmayacak ve müze idaresi hiçbir
mesuliyet kabul etmeyecektir. Alâkadarlara ilân olunur”.
Babalık Gazetesi’nde 12 Mayıs 1927
tarihinden itibaren bu ibare altı defa ilân olunmuştur. Aynı yazının İstanbul
gazetelerinde de ilân olduğu şu tahrirattan da anlaşılıyor:
Maarif Vekâleti
Konya Müzesi 15
Mayıs 1927
Müdürlüğü
71
İstanbul’da
Vakıt ve Cumhuriyet gazeteleri
İdare Müdürlüğü
“Konya asari atika müzesi tarafından
Konya’da Babalık Gazetesinde neşir olunan ve nushai maktuası leffen irsal
kılınan ilânın bir defaya mahsus olmak üzere Gazetenizde ilânını ve kaç kuruş
ita edilecek ise namınıza gönderilmek üzere makbuzunun ve birlikte birer adet
Gazetenin müze müdüriyeti namına buraya gönderilmesini rica ederim efendim”.
Konya
Müzesi Müdürü
M.Yusuf
Mezarlar
bundan sonra şu altı madde dairesinde kaldırılmıştır.
1) Müze Müdürü tarafından müzenin umumî
planı yapılarak mezarların mevkii bu planda gösterilmek.
2) Tarihî, sanat ve tezyini kıymeti
haiz mezar taşları müzede bırakılmak.
3) Tarih ve sanat kıymeti olmayan mezar
taşları sahibine verilmek.
4) Tarih ve sanat kıymeti olmayan mezar
taşlarından sahibi olmayanları müze bahçesinin
bir mahallinde
saklamak.
5)
Gazetelerde ilân etmek.
6)
Maarif vekâletinden istizan eylemek.
Esasları müze müdürlüğünce tespit
olunduktan sonra şu tahrirat ile vekâleti Celilelerinden
istizan
olundu:
Mezarları
sahibine verilirken de müze idaresince şu hususlar dikkate alınmış.
1) Sahibine verilecek mezar taşlarının
kaydı için bir defter tutmak.
2) Mezar taşlarının üzerindeki
yazıları, aynen satır, satır o defte de kayıt etmek.
3) Defterin bir sahifesini yalnız bir
mezar sahibine tahsis etmek.
4) Mezar taşlarını müzeden teslim alan
kişinin adresini almak, mezar taşının verildiğinde
tutanağa tarih yazılarak imzasını
almak.
5) Sahibi tarafından alınacak mezar
taşlarının, müze kapısından çıkarılabilmesi için Müze
müdürü,, müze muhafızı, meydan
veya Bahçe hademesinin bulundukları durumda taşı almak.
6) Süresi içinde nakil olunmayan mezar
taşları, müze idaresinin tasarrufu altında müzenin diğer birbahçesine nakil
edileceğinden verilen sürenin hitamından sonra müracaat eden bulunursa mensup
olduğu ailenin hüviyetini ispat için ikamet ettiği mahallenin ihtiyar heyetinin
vereceği ilmühaber üzerine tehakkuk eden taşın durumuna göre dört-beş lira
nakil ücretini mal sandığına yatırdıktan ve makbuzunu müze müdürlüğüne
getirdikten sonra alacağı mezar taşını vermek.
Müzeden
ilk mezar taşı 6 Haziran 1927 tarihinde, son mezar taşı 5 Temmuz 1932 tarihinde
olmak üzere toplam 157 mezar taşı sahiplerine verilmiş mezar sahiplerinden
alınan dört lira da mal sandığına yatırılmıştır.
Müze
arşivinde Müze Müdürü Yusuf Akyurt’un 1926-1932 yılları arasına kapsayan müze
çalışmaları raporları bulduktan sonra mezarların nasıl ve niçin kaldırıldığı
kaldırılırken de nasıl bir yol izlendiği ortaya çıkmıştır.
Mevlâna
Müzesi’nde kalan mezar taşları ise müzenin arka bahçesinde uzun yıllar
sergilenmiştir.
Yusuf
Akyurt’un bir başka raporunda Mevlâna Dergâhı Bahçesi’nde defnedilmiş kişileri türbedarlar,
neyzenler, sertarikler, aşçıbaşılar, devlet adamları olarak tasnif edilebilir.
Türbedarlar:
1)
Türbedar Mustafa Dede, ö.1181/ 1767,
2)
Türbedar Mehmet Dede, ö. 1244/ 1829,
3)
Türbedar Ali Sefai Dede, ö. 25 Zilkide 1264/ 23 Teşrinevvel 1848,
Bu zat meşhur âlimlerdendir. Hemdem Sait
Çelebi’nin çocuklarına veladet tarihleri yazmıştır.
4)
Türbedar el-hac Ahmet Ragıp Dede, ö. 4 Ramazan 1277/ 16 Mart 1861,
5)
Türbedar Karamanlı Ali Dede ö. 4 Zilhicce 1280/ 11 Mayıs 1864,
6)
Türbedar Güzelhisarlı Osman Dede, ö. 5 Rabiyülevvel 1291/ 22 Nisan1874,
7)
Ispartalı Osman Vehbi Dede, ö. 17
Şaban 1328/ 24 Ağustos 1910.
Neyzenler:
1)
Neyzen Hasip Dede, ö. 18 Şevval 1287/11 Kanunsani 1871,
2)
Neyzen Hocacihanlı Hasan Dede, ö. 18 Ramazan 1307/8 Mayıs 1890.Mezartaşı
Müzenin 1025 envanter numarasında kayıtlıdır,
3)
Neyzen Esrar Dede, ö. 1312/1894,
4)
Neyzen başı Halepli Abdi Dede, ö. 27 Zilhicce 1324/11 Şubat 1907. Mezar taşı
müzenin 1026 envanter numarasında kayıtlıdır.
Sertarikler:
1)
Sertarik ve Mesnevihan Abdülkadir Dede. ö. 1248/1832,
2) Sertarik Mehmet Sudi Dede, ö. 27
Ramazan 1262/18 Eylül 1846,
3)
Sertarik ve Mesnevihan Mehmet Vecdi Dede. ö. 1249/1833,
4)
Sertarik ve Mesnevihan Eyüp Sabri, ö. 1301/1883,
5)
Sertarik El Hac Arif Çelebi, ö. 1319/1901.
Aşcıbaşılar:
1)
Mehmet Nesip Dede, ö. 4 Cemaziyelevvel 1286/12 Ağustos 1869,
2)
Fehmi Dede, ö. 28 Recep 1280 / 1864,
3)
Hüseyin Vacit Çelebi, ö. 10 Şaban 1313/26 Kânûnsani 1896,
4)
Hasan Ziya, ö. 13 Cemaziyelevvel 1315/10 teşriinevvel 1897, Rukiye Hanım’ın
oğludur.
5)
Selahaddin Çelebi, ö. 21 Zilhicce 1326/14 Ocak 1908.
Devlet
Adamları:
1)
Köseç Ahmet Efendi,
2)
Başmakcı zade Şeyhülislam Abdullah Efendi,
3)
Halet Efendi,
4)
Yusuf Ağa,
5)
Erzurumlu Derviş Ali Kemali Paşa.
CELÂLİYE
VAKIFLARI*
Anadolu’daki merkezi
yönetimler sofi çevrelerle yakından ilgilenmişler ve ekonomik birtakım
imtiyazlar tanımışlardır. Bu politikanın gayesi; şehir ve kasabalarda İslam
kültürünün yerleşmesi, bazı ıssız bölgelerin iskânının sağlanması, sofiler
vasıtasıyla halk üzerindeki hâkimiyet alanına bir nevi dinî temel kazandırılmak
istenmesi olabilir.
Mevleviliğin
fiilen kurucusu olmamakla beraber fikri yönden babası sayılan Mevlâna Celaleddin
Rumi (ö. 1273), başta Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubat (1220-1237) olmak
üzere dönemin devlet adamları ile yakın ilişkiler kurmuştu. Vefatından sonra
onun yerine geçenler de merkezi yönetimle ilişkileri sürdürmeye gayret
göstermişler ve sağlanan vakıflarla daha XIV. yüzyılda tarikat için güçlü bir
ekonomik zemin oluşturmuşlardı. Anadolu’da önemli bir saygınlığa erişen
Mevlevilik, II. Bayezid (1481-1512) devrinden
itibaren Osmanlı sultanları ve devlet adamlarından büyük destek görmeye
başlamış; “Celâliye Vakıfları” diye
bilinen Mevlâna Dergâhı vakıfları kurulmuştur.
Eflâki,
daha Mevlâna’nın sağlığında bazı devlet büyüklerinin Konya Dergâhı’na ve
buradaki dervişlere vakıflar tahsis ettiklerini anlatır[53].
Nitekim bugünkü Mevlâna Dergâhı’nın bulunduğu yer, Selçuklu Sultanı I. Alâeddin
Keykubat tarafından Mevlâna’nın ailesine vakfedilmiştir[54]. Mevlâna’nın vefatından sonra defnedildiği yerin
üstüne 673/1274 yılında yaptırılan türbe de, Muinüddin Süleyman Pervane ve eşi
Gürcü Hatun ile Alemüddin Kayser’in sağladığı vakıflarla inşa edilmiştir[55].
Sultan Veled zamanında Selçuklu ve Moğol devlet adamlarıyla iyi ilişkiler
kurulmuş, onlar tarafından Dergâh’a mal ve para vakfedilmiştir[56].
Osmanlı
yöneticilerinin XVI. ve XVII. yüzyıllarda Mevleviliğin ülke sathında
yayılmasını sağlamak gayesiyle Mevlevihaneler kurup vakıflar tahsis etmelerinin,
Safeviliğin Anadolu’da yayılmasını önlemek için II. Bayezid devrinde
belirlenmiş bir siyasetin sonucu olduğu gözden kaçırılmamalıdır[57]. 9
Cemaziyelevvel 1205/14 Ocak 1791 tarihli bir evkaf kaydında, Dergâh’ın
onarımından bahsedilirken Sünnî Ortodoksluğu vurgulayan bir üslupla Mevlevi Tarikatı’ndan
savaşta Osmanlı Devleti’ne destek ve meşruiyet vermesi istenmiştir ki bu,
saltanatın Mevlevî Dergâhı’na karşı sergilediği cömert tutumun sırf sultanların
şahsi tercihleriyle açıklanamayacağını göstermesi bakımından önemlidir[58].
Devlet maddi anlamda desteklediği bu tarikatı denetim altında tutmak için
Çelebi Efendi tevliyetinde olan vakıfları, kısa aralıklarla değişen yerel
yöneticilere yani kadı veya naiblere değil de İstanbul’daki darüssaade ağasının
nezaretine bırakmıştır. Bu, XVIII. yüzyılda başlayan vakıfları merkezîleştirme
çabaları açısından dikkate değerdir[59].
Fakat Evkaf-ı Celâliye’ye devlet şer’an el atamazdı, dolayısıyla darüssaade
ağasının nezareti de vakfa müdahale olarak değil vakfın menfaatlerini korumaya
yönelik bir uygulama idi.
Mevleviliği
XVII. yüzyıldan itibaren bir devlet kurumu yapan vergi muafiyeti, merkezî
yönetim tarafından yapılan düzenli nakdî yardımlar ve ihtiyaca göre kapsamı
genişletilen vakıf tahsisleridir. Osmanlı döneminde ilk defa II. Bayezid,
Mevlevi vakıflarına vergi muafiyeti getirmiştir[60].
Vergi muafiyetinin en önemli kalemini vakıf arazisi olarak tayin edilen iskân
alanlarından toplanan avarız-ı divaniye ve tekâlif-i örfiyyenin Çelebilik
makamına bırakılması oluşturmuştur[61]. Sonuncu
kez III. Selim (1789-1807) zamanında, 27 Zilhicce 1204/5 Eylül 1790’da teyit
edilen vergi muafiyeti, Nizam-ı Cedit için para harcandığı bir dönemde sekteye
uğramıştır[62]. Devlet muafiyetine rağmen artan tekâlifin
alınabilmesi için, verginin altıda biri istenmiş; bunun üzerine Çelebi ile
Konya halkının arası açılmış; bunun sonucu olarak Çelebi şehri terk ederek
Afyon’a yerleşmek zorunda kalmıştır[63]. Bu
çekişmelerde şüphesiz, avarızdan muaf olan Türbe Mahallesi’ne birçok kişinin
yerleşmesiyle diğer mahallelerde yaşayanların vergi yükünün dayanılmaz boyuta
ulaşması etkili olmuştur[64].
Ayrıca Konya’daki Türbe-i Celâliye Mahallesi’nden merkezî yönetimin topladığı “adet-i ağnam” yani koyun ve keçiden
alınan vergi türbe vakfına verilmiş; “bâd
u hava” ile “resm-i arus”
vergileri de Konya Mevlâna Dergâhı’nın gelirleri arasına katılmıştır. Bunların
dışında merkezî yönetim, yılın belli dönemlerinde “şem-i revgan”, “tıraş bahası” ve “taamiye” adıyla Mevlevi dergâhlarına maddi yardımlar
yapmıştır.
Aşağıda
Mevlâna Dergâhı’na tahsis edilen vakıflardan, yapılan maddi yardımlardan,
Evkaf-ı Celâliye’den olan mahallerin muafiyetlerinden bahsedilecektir.
KONYA MEVLÂNA DERGÂHI VAKIFLARI
Karaman eyaleti vakıfları incelendiğinde görülür ki 1
Ramazan 881/18 Aralık 1476 tarihli belgeye göre, II. Mehmed (1444-1446,
1451-1481) döneminde Sahra nahiyesine tâbi Ağaçlı Afşar köyü, Saidili’ne
tâbi Loniye köyü, Hatunsaray’a tâbi Kavak ve Boyalı köyleri, Saidili’nde
Tekürciyan mezraası, Su-dirhemi’ne tâbi Bazare köyü, Konya dahilinde Aymanas
köyü, Ilgın’a tâbi Saraycuk köyü, Akşehir’e tâbi Zimmiyan köyü, Aksaray’a tâbi
Yapılcan köyü ve Taşpınar mezraası, Sahra’ya tâbi Mescidlü-salur köyü,
Said-ili’ne tâbi Kilise-ini köyü, Hatunsaray’a tâbi Kayıhöyüğü ve Aydoğdı
köyleri, Su-dirhemi’ne tâbi Kiçimuhsine köyü, Konya’ya tâbi Filoros köyü,
Aksaray’a tâbi Bibendin köyü ve Salur ile Musalar mezraları; Sahip İspihani
bağı, Dürhant bağı, Doğan Server ırmağı yakınındaki bağ, Atpazarı’ndaki
mescidin önündeki dükkanlar, Türbe önündeki Sultan Siyavuş dolabı, Konya
dahilindeki Hassa bostanı, Meram yanında Çini bağı, Kavak’ta Hant Paşa Köşkü,
Gürcühatun ve Berit yeri, muhtesib bağı, Fakıh Dede dolabı, Türbe yanında Çaruk
dolabı, Gevele dolayında otlak, Said-ili’ne tâbi Çavuş köyü Celâliye Vakıfları’ndandır[65].
Mevlâna
Müzesi Arşivi’nde 895/1490 tarihli olup 67 numaralı zarfta bulunan Cemaleddin
Çelebi (ö. 1509) oğlu Âbid Çelebi’ye ait
vakfiye ile 906/1501 tarihli olup 72 numaralı zarfta bulunan Cemaleddin
Çelebi’nin torunu Veled Bey’e ait iki vakfiye Mevlâna Dergâhı ve Türbe
Hamamı’na dairdir. Türbe Hamamı, Ş. Uzluk’a göre, bir Selçuklu devri hamamıdır[66]. Ali Saim Ülgen ise Sultan Veled’in oğlu Âbid Çelebi tarafından, Karamanoğlu Mehmed Bey (1262-1278) zamanında yaptırıldığını ve
gelirini Mevlâna Türbesi’ne vakfettiğini kabul etmektedir[67].
Oysa Fatih dönemi Karaman Eyâleti vakıflarının tahririnde, Mevlâna Dergâhı vakıfları arasında Türbe Hamamı’nın adı geçmemektedir.
Türbe Hamamı’yla ilgili ilk kayıt, II. Bayezid devri vakıf tahririnde bulunmaktadır[68].
Diğer taraftan Türbe Hamamı’na dair ilk vakfiye, Cemaleddin Çelebi’ye aittir. Bundan Türbe Hamamı’nın hisselerinden
bir kısmının Mevlâna Türbesi’ne vakfedildiği anlaşılmaktadır[69].
Aynı şekilde Cemaleddin Çelebi’nin
oğlu Âbid Çelebi (ö. 1496-1497) ve torunu Veled Bey de bu hamamın diğer hisselerini Mevlâna Türbesi’ne
vakfetmişlerdir[70]. İleri sürülen
delillerden anlaşılan şudur ki Cemaleddin Çelebi, Türbe Hamamı’nın ilk bânisidir. Onun,
inşası biten hamamı Mevlâna Türbesi’ne vakfetmesinden sonra, II.
Bayezid devri vakıf tahrirleri sırasında kaydedilmiş
olmaktadır.
Âbid Çelebi
ve Veled Bey vakfiyelerinde geçen mevkûfat şöyledir[71]:
Konya Bedesteni’ndeki dükkânlarla bunun bitişiğindeki arazi; Saidili’ne bağlı
Tekür-sıyan köyü; Hatunsaray nahiyesine bağlı Kayıöyüğü ve Boyalıca köyleri;
Boyalıca köyü yakınındaki Devletşah mezrası; Meram’da iki taşlı Ahî İlyas
Değirmeni; Konya dışında Burhaneddin Çelebi bağı ve buradaki hamam; Hatuncuk
bağı; Konya dışında Mevlâna Türbesi Dolabı yakınındaki arazi; Aymanos köyündeki
arazi; Sudirhemi nahiyesine bağlı Başara köyü; Türbe Hamamı.
Yavuz
Sultan Selim (1512-1520), 923/1517
tarihinde, Mevlâna Celaleddin’in mezarı yanına su getirtip bir şadırvan
yaptırmış ve dergâha vakfetmiştir[72]. Botsa
köyü, Sultan Selim şadırvanının vakfıdır[73].
Vakıflar
Genel Müdürlüğü Arşivi Defter no. 747, s. 178-181’de kayıtlı 927/1521
tarihli Arapça vakfiye suretine göre Piri Mehmet Paşa (ö. 1532), Konya şehri içinde, Siyavuş mevziinde, herkesin namaz
kılabileceği bir mescit, Mevlevi Tarikatı’ndan olanların Konya dışından
geldikleri zaman kalabilecekleri müteaddit odaları bulunan bir hânkahla, günde
iki öğün yemek yedirilmesi şart koşulan bir matbah, kiler, fırın, ahır, odunluk
ve bunlara bitişik, zaviyenin seccade şeyhi için bir ev bina ettirip, aynı
mevkide bulunan hamamla birlikte zaviyeye vakfetmiştir. Vakfiyede, “Şerî’at ile âmil ve ehl-i tarîk olanların” bu zaviyede kalabilecekleri
kaydedilmekle birlikte, Piri Mehmet Paşa’nın bütün vakıflarını ihtiva
eden vakfiyesinde bu zaviyeyi, “Ehlü’l-tarîkati’l-Celâliye”
yani “Mevlevî Tarîkatı’ndan olanlar”a vakfettiği
yazılıdır. Bu durumda zaviye, aslında Mevlevîler’e tahsis edilmiş olmaktadır[74].
Zaviyenin vakıfları büyük bir görünüm arz etmektedir. Bunlar[75]:
Konya şehri içindeki Müstevfî Hamamı gelirinin yarısı; Piri Mehmet Paşa
Hamamı’nın tamamı; zaviyenin bitişiğindeki biri büyük, diğeri küçük iki bahçe;
Konya’da bir dükkân; Kayseri’de önünde dükkânları hâvi, Kapan Hanı olarak da
kullanılan Yeni Han’ın tamamı; Yeni Han’ın kapısı yakınında bir bâb dükkân;
Kayseri’de Halaçlar Çarşısı’nda bir dükkân; Niğde kazasına bağlı Gölcük köyü;
Karaman’da Piri Mehmet Paşa Zaviyesi’nin vakfı olarak bilinen han ve dükkânlar;
Isparta’ya bağlı Keçiborlu kasabası içindeki Pazaryeri adıyla anılan dükkânlar;
Tarhala kazasına bağlı Eynez köyü; Kestel kasabasına bağlı Gürağaç nahiyesinde
Pazaryeri denilen yerdeki dükkânlar ile bu pazar yerinin bac, ihtisab vesair
vergileri; Nazilli Pazarı’ndaki dükkânlar ve hamamlar; Şeyhlü kazasına bağlı
Kavaklu köyünde, Piri Mehmet Paşa’nın bina ettiği hamam ile aynı köydeki
pazar yeri ve buradaki dükkânlar; Uşak’ın Banaz köyü yakınında Piri Mehmet Paşa’nın bina ettiği dükkânları hâvi pazar
yeri; Soma içindeki dükkânlar; Aksaray’da Kirişhâne mevziinde bir dam altında
beş, yine bu şehrin dışında bir adet Çolaki Değirmeni; Aksaray çevresindeki
Karayer/Bekirin ve Çerçi Hızır höyükleri; Aksaray’a bağlı Tâceddin ve
Dânişmendlü köyleri; Boya kazasında Sığırlar ve Kayı höyükleri ile Mâlû
mezrası.
Mirimirân Mahmud Paşa, Hoca Sultan
ve Hoca Mezîd vakıfları üzerine altlı üstlü odalar inşa etmişti ki, Konya
içinde Alaca Han demekle meşhur olub Bab-ı Aksaray yakınında, Helvacılar
sûkunda idi. Hanın odalarının bütün hakları Mevlâna Dergâhı’na aitti. Vâkıfın
şartına göre dergâhta hadis, siyer, Mesnevi ve Mevlâna menâkıbı ikindi
namazlarından sonra okunacaktı. Vâkıfın Topraklık Mahallesi’nde yaptırdığı mescidin
imam ve müezzini için de vakfın gelirinden pay ayrılacaktı[76].
Konya’da Vâdi-yi Meram’da vâki üç
gözlü Kemer Değirmeni’nin, yarı hissesi Mevlâna ve diğer hissesi Şeyh Sadreddin
Konevi vakıflarına aitti[77].
Konya’da
Abdurrahman Efendi oğlu Hacı Mehmed Arif Efendi, Mevlâna’nın türbesinde Kuran
okutulması için Konya’da At Pazarı Kapısı dâhilinde, Alaca Han yakınındaki bir
hanı vakfetmişti. Bu vakfın 12 Rebiülâhir 1144/3 Ekim 1731 tarihli vakfiyesine
göre bu hanın üst ve alt katlarında 100 oda, bir ahır, tuvalet, içeride dört ve
dışarıda 25 dükkân olmak üzere toplam 29 dükkânla bir avlusu bulunmaktaydı.
Vakfın tevliyeti hayatta olduğu müddetçe vâkıfa, ölümünden sonra erkek
çocuklarına ve onların çocuklarına, onların tükenmesinden sonra kız çocuklarına
ve kız çocuklarının çocuklarına, onların da tükenmesinden sonra Mevlâna
Dergâhı’nda şeyh ve seccade-nişin olanlara şart koşulmuştu[78].
KONYA MEVLÂNA DERGÂHI’NIN GELİRLERİ
Osmanlı döneminden günümüze intikal
eden arşiv kayıtlarında Mevleviliğin gelirleriyle ilgili önemli bilgiler de
bulunmaktadır. Bunları zemini Dergâh’a ait olan gayrimenkullerden gelen icare
bedelleri, vergi gelirleri ve vakıf gelirleri olmak üzere üç başlıkta incelemek
uygun olacaktır.
Vakıf Gelirleri
Osmanlı döneminde Celâliye
Vakıfları’nda sürekli artış kaydedilmiştir. Nitekim II. Bayezıd zamanında,
Celâliye Vakıfları’nın geliri II. Mehmed devrine nazaran bir hayli artmıştır.
Bu dönemdeki toplam gelir, 56116’sı türbeye, 2439’u vakfa bağlı olan camiye ait
olmak üzere 58555 akçe idi. Bu yirmi yıllık süre içinde Celâliye Vakfı, 10
tarla, iki köy, bir dolap yeri, üç değirmen, iki han, beş bağ ve altı grup
dükkân veya dükkân yeri, hamam hisseleri ve Türbe Mahallesi’nin resm-i arus ve
resm-i ağnam vergilerini kazanmıştı. I.
Süleyman (1520-1566) zamanına ait tahrire göre, Mevlâna vakfının geliri 96766
akçeden ibaretti. Gelir kaynakları; altı köy, bir mezraa, bir hamam, 14 bağ, 23
hane ve dükkân, üç değirmen, 34 parça tarla, 167 ev ve 11 dolap olarak
sayılmaktaydı. III. Murad (1574-1595)
döneminde vakıf üç esas kısımdan ibaretti: Türbe, cami ve Lalâ Hanigâhı. Bunlar
arasında en önemlisi türbe vakfı idi. Toplam olarak 139507 akçelik gelirden
ancak 8770 akçesi Lalâ-i Sultan Alâeddin vakfına ve 3706 akçesi camiye ait
bulunuyordu. Gelirin en büyük kısmı 58000 akçe ile vakıf köylerden geliyordu.
Konya’daki hamam, dükkân ve başka taşınmazlardan dergâh senede 10492 akçe gelir
elde ediyordu. Bağ ve bahçeleri de çoktu.
Daha sonraki yıllarda IV. Murad (1623-1640), Oğla köyünün cizyesini
tahsis etmişti. XVIII. yüzyılda ise Karaman cizyesinden yapılan tahsilâtlardan
sık sık bahsedilmektedir[79].
Aşağıda
Mevlâna Dergâhı’na vakıflardan gelen gelir ve yardımlar “Türk Klâsik Halk Eğitim
Kurumlarından Mevlevîliğe Dair
Bir Mecmuanın Transkripsiyonu” adlı Yüksek Lisans Tezi’ndeki[80]
bilgiler ışığında incelenecektir.
Mevlâna Dergâhı mutfağının tuz parası olarak 1
Muharrem 1245/3 Temmuz 1829’da 150 kuruş, Şeyh Mehmed Said ve ser-tabbah Seyyid
Mehmed Nesib Dede tarafından vakfolunmuştur
(s. 47).
Murad Paşa Evkafı’ndan her sene dervişlere
sabun bahası olarak 30 kuruş; Murad Paşa’nın dergâhta medfun bulunan
akrabalarının türbe ve kabirlerine bakmakla görevli olanlara vazifeleri
karşılığında aylık 60 kuruş olmak üzere her ay toplamda 90 kuruş Mevlâna
Dergâhı’na gönderilirdi (s. 28-29).
Sakız Adası’nda Mustafa Dede Bey namındaki bir
hayır sahibi adanın varoşunda Çayırağzı mahallinde havuz, dolap, kule ve
ağaçlardan oluşan bahçesi ile tarlasını Konya Mevlâna Dergâhı’na vakfetmiştir.
Bunların icârından dergâha her sene 50 kuruş gelmektedir (s. 29).
Mevlâna
sülalesinden olan erkeklere vakıf şartıyla beratla Larende damga ve ihtisab
mukataasından destar bahası adıyla senelik 1500 kuruş gelmekteydi.
1250/1834-1835 senesi Larende mukataasından destar baha adıyla para alanların
isimleri ve hisselerinin miktarı şöyledir: Ali Râif Efendi 562,5; Abdülfettah
Bey Efendi 166,5; Ârif Bey Efendi 166,5; Ali Ağa 62,5; Nazif Bey Efendi 125;
Mehmed Efendi 125; Süleyman Fehim Efendi 62,5; İsmail İsmet Efendi 118,5; eski
Çavus-başı Ali Efendi’nin oğlu Râşid Bey Efendi ve mühürdarları Âbid Efendi’nin
111 kuruş hisseleri olmak üzere toplamda 1500 kuruş (s. 29-30, 42, 46).
Konya Mevlâna Dergâhı’na III. Selim tarafından
bal mumu bahası olarak senelik 300 kuruş vakfedilmiştir ki bu da aksatılmadan
her sene dergâha gönderilen meblağlardandır (s. 32). 1 Receb 1245/27 Aralık
1829’da, Konya Mevlâna Dergâhı’ndaki mescitte bulunan 46 bal mumunun namaz
kılınana kadar yanması; ismi celâl gece ve sabahlarında yalnızca iki tanesinin
yanar halde kalması; Çelebi Efendi, aşçı dede ve o sırada türbedar olan Ahmet
Dede’nin bu duruma nezaret etmesi şartıyla 4260 kuruş verilmiştir. Önceki dönemden
de 1400 kuruş kalmıştır ki gönderilen meblağ toplamda 5660 kuruşa ulaşmıştır
(s. 47).
Aydınlanma Mevlâna Dergâhı için oldukça önemli
idi. Bunun için eskiden beri vakıflar kurulmuştur.
Konya
Mevlâna Dergâhı’ndaki kandiller için XIX. yüzyılda vakıflar kurulduğu
mecmuadaki kayıtlardan anlaşılmaktadır. Kandil ve kahve parası olarak Muharrem
1243/Ağustos 1827’de, Muğlalı ve Erzurum eski valisi Ahmet Paşa tarafından
10.000 kuruş vakfedilmiş, bu meblağ Ser-tabbah Nesib Dede’ye teslim edilmiştir.
Muharrem 1245/Temmuz 1829’da dergâhtaki kandiller için 2350 kuruş
vakfedilmiştir ki vâkıfları şunlardır: Mısır valisinin damadı Mehmed Bey’den
250, Manisa Şeyhi Mustafa Dede’den 500, Türbedar Ahmed Dede’den 300, Siyahî Ali
Dede’den 150, Hacı Ali Dede’den 150, Hacı Mehmed Ağa’dan 200, Çelebi Efendi
Mehmed Said’den 500, Ser-tabbah Nesib Dede’den 300, Asım Bey’den de cuma ve
cumartesi geceleri dergâhta yanan kandiller için 550 kuruş (s. 47-48).
Midilli
Şer’i Mahkemesi’nde tanzim ve tescil edilen 13 Muharrem 1273/13 Eylül 1856
tarihli Seyyid Abdülkadir Efendi Vakfiyesi’ne göre, Konya Mevlâna Türbesi’nin
kapısı üzerine yeni konan kandilde yakmak için alınacak yağa her sene 250 kuruş
verilecekti. Vakfın gelirinden para artarsa, Konya Mevlâna Dergâhı’ndaki
ser-tarik dedeye gönderilecek, o da bunu onu onbir buçuktan istirbaha verecek;
bundan elde edilen gelir, dergâhta ikamet eden dervişler arasında pay
edilecekti. Vakfedilen zeytinliklerden hâsıl olan para da sarfedilmek üzere
yine Konya’daki ser-tarik dedeye gönderilecekti[81].
Mevlevilik’te
10 Muharrem günü aşure yapılması gelenekti[82].
Bunun için Çelebi Efendi, dergâhtaki derviş ve fukaraya bal ile aşure yapılması
maksadıyla 11 Muharrem 1243/4 Ağustos 1827’de 500 kuruş vakfetmiştir (s. 48).
Mevlevilik’te Hz. Muhammed’in doğum
gününde Mevlid okutmak da önemli idi. Bunun için kurulmuş vakıflar vardı.
Mecmuadaki kayda göre, Türbedar Mehmed Dede, mevlid-i şerif okunması için 1000
kuruş vakfetmiştir. Asım Bey de mutfaktaki bakır kapların kalaylanması için 400
kuruş vakfetmiştir (s. 48).
Konya Mevlâna Dergâhı’nda ikamet
eden dervişlerin ihtiyaçları genelde vakıflardan elde edilen parayla
karşılanıyordu. Nitekim Cebbarzade Celaleddin Mehmed Paşa, 1827’de dergâhın
derviş ve fukarası için 10.000 kuruş vakfetmiştir. Hamid Paşa tarafından
vakfedilen 10.000 kuruş da on-onbirden istirbaha verilmiş, elde edilen 1500
kuruşun 1200 kuruşu kahve parası olarak derviş ve fukaraya, 100 Çelebi
Efendi’ye, 72 tarikatçı dedeye, 72 aşçı dedeye, 36 türbedar dedeye, 20 kuruş da
ser-neyzen dedeye ayrılmıştır. Konya eski naibi Mehmed Emin Efendi, Ramazan
ayında hatim indirilmesi için dergâha 300 kuruş vakfetmiştir. Yine aynı sene
Ramazan taamiyesine ayrılan 1500 kuruşun yeterli olmayacağı dile getirilmiş,
cem ayini için ayrılan 330 kuruş da buna dâhil edilerek 1830 kuruşa yükseltilmiştir
(s. 50-52).
Mevlâna Dergâhı kışlık tekke idi. Bu
nedenle Konya dışında kurulan yazlık zaviyelere dervişler belli zamanlarda
gidip bir süre kalırlardı. Meram’da Durud yöresinde bulunan Cemel Ali Dede
Zaviyesi de bunlardan biri idi[83].
Dervişler senede bir kere Eylül ayı içinde, bir cumartesi sabahı Meram’daki Durud
Bağı’na giderler ve ayin düzenlerlerdi. Bunun için gereken 5000 kuruş Çelebi
Efendi ve aşçı dedeler tarafından verilirdi (s. 49).
Bazı özel günlerde düzenlenecek
ayinler için de vakıflar kurulmuştur. Biri Türbe Mahallesi’nin içinde, diğeri
dışında olmak üzere iki han ve dört dükkâna mutasarrıf olan Çelebi Efendi,
bunları Muharrem 1243/Ağustos 1827’de dergâha vakfetmiştir. Vâkıfın şartına
göre; elde edilen gelir her ne olursa dergâhtaki derviş ve fukaranın
taamiyesine ve Mirac gecesinde düzenlenen ayinin giderlerine ayrılacaktır. 12 kuruş
Miraciye okuyana verilecek; kalanı un, süt, şeker gibi mutfakta gerekli olan
şeyler için harcanacaktır (s. 51).
Çelebi Efendi her ay belirli bir
maaş alıyordu. Nitekim meşihatta bulunması hasebiyle her ay Evkaf-ı Hümayun’dan
aldığı 1000 kuruşa, 1253/1837 senesinde Muharrem aylığına evkaf nâzırınca el
koyulunca Çelebi durumu merkeze bildirmişti (s. 27).
İcare-i Zemin Gelirleri
Türbe-i
Celaliye evkafından, Akşehir kazasına bağlı Eğrigöz köyünde bir miktar mîrîli,
bir miktar bâc bulunmaktaydı. Bunlar Abdurrahman Efendi ibn Mehmed Çelebi’nin
hanesinde olup, bu zat vefat edince Akşehir’de Halil Çelebi ibn Derviş Mehmed,
icareyi 10 akçe artırarak 140 akçe icareye kabul etmişti[84].
Konya yakınında Sahtiyan Yörük adlı
mevziide bulunan dokuz tahta bağ üzerinde bir bab ev, bir çaraşhane, ağaç ve
bahçeyi müştemil zemin Mevlâna evkafındandı. Senelik icare-i zemini 35 akçeydi[85].
Sahra nahiyesine tâbi Pınarlı köyünde oturmakta olan Mehmed bin Ahmed’in,
Türbe-i Celaliye Mahallesi’nde bir bab tabhane, bir sofa, bir oda, bir fevkani
yazlık, bir ahır, bir samanlık, bir havlıyı müştemil mülkü vardı. Mevlâna
evkafına icare-i zemini olarak sekiz akçe vermekte idi[86].
Konya haricinde Çalıklar Mahallesi’nde tahminen beş adım bir kıta ve iki “evlek” iki tarla bulunmaktaydı. Buna
Abdülkerim isminde birisi mutasarrıftı[87].
Aynı mahallede Mevlâna vakfından olan ve ağaçları da müştemil iki dönümlük
harım vardı[88]. Yine Çalıklar
Mahallesi’nde, Mevlâna evkafından olmak üzere dört dönüm arazi vardı. Ayrıca
yine zemini Mevlâna vakfı olan iki kayısı, bir armut, beş erik, bir pelit, bir
suvarmalık ağaçlarını müştemil üç tahta ve bir erkek tabir olunan bağ vardı. Bu
mülklerin tasarrufunda olan kişi, vâkıfın şartı olarak her gün mülk suresini
okumaktaydı[89]. Karaöyük Mahallesi’nde de Mevlâna Evkafına
ait, senede 17 akçe icare-i zemini olan dokuz peşte bağ vardı[90].
Türbe-i Celaliye
mahallelerinden olan Zincirlikuyu’da zemini Türbe-i Celaliye vakfına ait olup senevî
altı çürük akçe icaresi olan bir menzil[91] ile
iki oda, bir örtme, iki bab dam, bir miktar havlıyı müştemil bir başka menzil
bulunmaktaydı[92]. 20 Zilkade 1143/27 Mayıs 1731 tarihli bir veraset davasından
anlaşıldığına göre, yine aynı mahallede bir oda, bir ahır, bir miktar havlıyı
ve sokak kapısının yarısını müştemil menzil ile ağaçları olan bir bahçe de
Mevlâna evkafındandı[93].
Konya’da Türbe-i Celaliye
vakfından olan Dolabucu Mahallesi’nden Mustafa Beşe ibn Bedel ve Hüseyin Beşe
ibn Cafer’in Aymanas mevziinde bir oda, bir örtme, iki dönüm tarla, iki tahta
bağ ve ağaçları müştemil olup Türbe-i Celaliye vakfına senede altı akçe icare-i
zemini olan bir bağı vardı[94].
Yine aynı mevzide evkafa ait 12 dönüm üç kıta tarla bulunmaktaydı[95].
Yine Dolabucu Mahallesi yakınında yeniden bina olunan menziller vardır ki her
birinden alınan icare-i zemin şöyledir: Menzil-i Murad Beşe ibn Yusuf 10 cedid
akçe, Arvad Hatibi 10 akçe, Molla Ahmed 10 akçe, Sude bin Süleyman dört akçe,
İbrahim dört akçe, Nureddin oğlu Ali sekiz akçe, Üveys dört akçe, diğer
Süleyman sekiz akçe, Enbiya oğlu Hüseyin 10 akçe, Sefer ve Osman altı akçe,
Topal oğlu Mehmed altı akçe, Köçeli Mustafa altı akçe, Çavuş oğlu Hüseyin altı
akçe, Pîr oğlu Musa dört akçe, Abdurrahim Halife altı akçe, Oruc İbrahim dört
akçe, Celil oğlu Koca dört akçe, Bahadır oğlu Himmet Dede dört akçe, Ali oğlu
İbrahim 10 akçe, Mûtab Mustafa altı akçe, diğer Molla Ahmed dört akçe, Avf oğlu
Osman dört akçe, Köse İbrahim altı akçe, Avf oğlu Seyyid Ali altı akçe,
Abdurrahman oğlu Halil sekiz akçe, Ahmed bin Mehmed altı akçe, Ömer Koca dört
akçe, Ebubekir dört akçe, diğer Ebubekir dört akçe, Bilal oğlu Mehmed 10 akçe,
Molla Ali dört akçe, Nebi Koca dört akçe, yekûnu 5306 cedid akçe.
Turak
Fakih Mahallesi’nde 14 Cemaziyelevvel 1119/13 Ağustos 1707 tarihli bir satıştan
anlaşıldığına göre, iki örtmeyi müştemil olup Mevlâna vakfına beş cedid akçe
icare-i zemini olan mülk menzil vardı[96].
Konya’da
Karakurd Mahallesi’nden Mehmed b. Ali’nin, ziraate mani olduğu gerekçesi ile
es-Seyyid el-Hac İbrahim bin es-seyyid Hasan Koca’ya karşı açtığı 22 Receb
1119/19 Ekim 1707 tarihli davadan anlaşılmaktadır ki Çumra nahiyesine tâbi
Gödeler nam köyde vâki olub Mevlâna evkafı arazilerinden iki kıta tahminen 30
dönüm tarla bulunmaktaydı[97].
Konya’nın Topraklık Mahallesi’nde sakin olan Mehmed Bey namındaki kişi ölünce
büyük oğlu Mustafa tarafından 23 Zilhicce 1091/14 Ocak 1681 tarihinde açılan
davanın kaydından anlaşılmaktadır ki Gödeler köyünde 10 dönümlük bir tarla
vardı ve bu da Mevlâna vakfındandı[98].
Mevlâna
evkafından olmak üzere Konya’da Sadırlar Mahallesi yakınında Yapağıçukuru mevziinde
bir tarafı Sadır Sultan Vakfı arazisi, diğer iki tarafı Aslım ile mahdud 25
dönümlük arazi vardı. Bu arazinin öşriyesi vakfa bırakılmaktaydı[99].
Konya’da
Sarı Hasan Mahallesi’nde bulunan bir oda, bir yazlık, bir sofa, bir tabhane ve
bir kıta havlının zemini Mevlâna vakfına aitti. Bu sebeple senede beş cedid
akçe icare-i zemini vardı[100].
Konya’da Civar Mahallesi’nde üç oda, bir tabhane, bir
örtme, bir miktar havlıyı müştemil ve zemini Türbe-i Celaliye evkafından olan
bir ev vardı[101].
Piri
Paşa Mahallesi’nde Hasan Beşe Menzili demekle maruf evin zemini Türbe-i
Celaliye vakfı idi. Yine bu vakfa ait Vâdi-i Meram yakınında Ceridiçi denilen
mevzide ev, çayırlık, bostan yeri ve bağ bulunmaktaydı. Yine vakfın, Kasım
Halife yakınında Bazarbaşı Harımı denilen bir bağı da vardı[102].
Sahra
nahiyesine tâbi Kara Arslan köyü Türbe-i Celâliye evkafındandı. Bu köydeki
ahalinin tasarruflarında bulunan bağların mahsulâtının öşrünü, zemin bedelini,
öşr-i kovan ve resm-i deştebanı, her iki koyun için bir cedid akçe rüsum-ı
ağnamı Mevlâna evkafına vermekteydi[103]. Bu
köyde ayrıca 350 dönüm tarla[104],
Çiftlik Menzili diye bilinen yerde pek çok ev, havlı ve harımı müştemil bir
menzil ile 16 karasığır, 30 koyun, keçi ve kuzu, iki kısrak, iki tay, bir araba
Mevlâna Dergâhı vakfı idi[105].
Konya Atpazarı Kapısı
haricinde Valide Hanı yakınında zemini Türbe-i Celâliye evkafından ve binası
Arslan Ağa Vakfı’ndan olan bir oda bulunmaktaydı[106].
Vergi
Gelirleri
Öncelikle
Konya Mevlâna Dergâhı’nda sâkin dervişlerin taamiyeleri aşağıda verilecektir:
Suğla
Mukataası malından olmak üzere, IV. Murad (1623-1640) Mevlâna Dergâhı
mutfağındaki fukaralar için çorbalık pirinç, çorba ve pilav için sadeyağ, bal,
et, pelid, nohut, yağlı kâhi gibi malzemeler alınsın diye 150 bin
akçe vakfetmiştir[107].
Berât-ı
şerif mucibince Mevlâna Dergâhı’na her sene Karaman cizyesi malından 4252 kuruş
verilirdi. Fakat ileriki dönemlerde Çelebi Efendi bu miktarın yeterli
gelmediğini merkeze bildirince 18 Cemaziyelevvel 1239/20 Ocak 1824’te Karaman
cizyesi malından 10344,5 kuruş, Karaman avarız malından 2378 kuruş, avarızın
irsaliye malından ise 622 kuruş olmak üzere toplamda 13344,5 kuruş (s.26,
41-45); Konya gümrük ve mirabiyesinden de aylık olarak 656 kuruş beratla
dergâha ayrılmıştır (s. 26, 40, 41).
İrade-i
seniyye mucibince Evkaf-ı Hümayun’a bağlı olan Manisa’daki İshak Çelebi Vakfı
fazlasından, her sene dört taksitle toplamda 10.000 kuruş Mevlâna Dergâhı’na
gönderiliyordu. Evâhir-i Safer 1252/6-15Haziran 1836 tarihinde bu miktar 12.500
kuruşa yükseltilmiştir (s. 26-27).
Konya’daki
Mirabiye Mukataası’ndan hatt-ı hümayun mucibince, 27 Safer 1156/22 Nisan
1743’ten itibaren ocaklık olarak senelik 1247 kuruş Mevlâna Dergâhı’na tayin
edilmiştir (s. 30, 42).
Mevlâna
Dergâhı’na 1156/1743 tarihinden itibaren ocaklık olarak Suğla Mukataası’ndan
tayin edilen yıllık 187,5 kuruş taamiye bedeli vakti zamanında alınamamış,
Zilkade 1187/Şubat 1774’te konuyla ilgili beratın yenilenmesine rağmen
belirtilen meblağın alınmasında sorunlar devam etmiştir. 9 Safer 1201/1 Aralık
1786’da bu miktarın Karaman cizyesi malından alınması kararlaştırılmış, 24
Rebiülevvel 1204/12 Aralık 1789’da yenilenen beratta da bu hüküm yine aynen yer
almıştır (s. 34-35). Bunun dışında 19 Zilhicce 1206/8 Ağustos 1792’de verilen
beratla Konya cizyesi malından yıllık 846 kuruş tayin olunmuştur ki Niş cizyesi
malına yapılan zam ile bu miktar 1000 kuruşa yükseltilmiştir. 14 Şaban 1222/17
Ekim 1807’de yeniden verilen beratta da bu emir aynen yer almıştır, 1239/1823
yılından itibaren zam ile bu miktar 18 kese akçe olmuştur (s. 35-38).
Bolu
voyvodalığı mukataası malına ilaveten 1214/1799 tarihi itibariyle Karaman
avarızı malından yıllık 500 kuruş tayin edilmiştir. Fakat bu meblağ alınamamış
ve Muharrem 1220/Nisan 1805’ten itibaren Konya cizyesi malından tahsisat
ödenmeye başlanmıştır (s. 37).
Karahisar-ı
Şarki Sancağı’nda bulunan Tamızra Mukataası ve cizyesi malından ocaklık olarak,
Mevlâna Dergâhı’ndaki derviş ve fukaraların ihtiyaçlarına mahsuben senede bir
defa 1500 kuruş veriliyordu. Evâil-i Cemaziyelevvel 1224/14-23 Haziran 1809 ve
29 Receb 1224/9 Eylül 1809 tarihlerinde yeniden berat verilerek bu miktarın
artık Karaman cizyesi malından alınması emredilmiştir (s. 32-33). 1 Şaban
1232/16 Haziran 1817’de, Çelebi Efendi merkeze başvurarak dergâhtaki derviş ve
fukara sayısının arttığını, dolayısıyla Karaman cizyesinden verilen bu miktarın
yeterli gelmediğini bildirmiştir. Bunun üzerine o sırada eski sadrazam Yusuf
Ziya Paşa (ö. 1819), Avrupa seferine çıkmıştı. Paşanın muzaffer olup dönmesi
için her ism-i celâl sonrası hayırla yâd edilip dualar okunması şartıyla,
taamiye bedeline zam yapılmıştır. Verilen yeni berata göre; Samsal
Mukataası’ndan mutasarrıf hissesine zam ile Karaman cizyesi malından her sene Konya
Mevlâna Dergâhı’na 500 kuruş daha gönderilmiştir (s. 33-34).
Konya
Mevlâna Dergâhı’nda kalan derviş ve fukara için yıllık 4000 okka erzak bedeli
gönderilirdi. 21 Rebiülevvel 1222/29 Mayıs 1807’de vaki olan cülus nedeniyle
beratlar yenilenmiş ve bu miktarı, okkası 15 paradan 1500 kuruş olarak
verilmeye devam edilmiştir (s. 34).
Konya
Mevlâna Dergâhı’nda hücrenişin olan derviş ve fukaranın revgan ve tıraş bahası
olarak Konya cizyesi malından yıllık 28908 akçe verilirdi. 21 Rebiülevvel
1222/29 Mayıs 1807’de yeniden verilen beratta, Konya merkez mahallelerinde
bulunan 98 nefer zimmet ehlinin cizyelerinden 28912 akçenin yani 200 kuruşun
dergâha verilmesi emredilmiştir. 1240/1824-1825 yılında 28912 akçe
gönderilmiştir (s. 36-37, 39).
Konya’da
sâkin olan Ermeni zımmilerinden 54 cizye hanesinin cizyeleri Mevlâna Evkafına,
kalan hanelerin cizyeleri ise miriye aitti. Her bir cizyehaneden 330’ar akçe
vakfa ödenmekte idi[108].
Mevlâna Dergâhı, kamu binası kabul
edildiği için devlet tarafından onarımları yaptırılırdı. I. Selim (1512-1520),
Mevlâna Dergâhı’nda kurşunsuz olan kubbeleri kurşunlattırmıştı. Kubbe en çok
II. Mahmud (1808-1839) devrinde onarım görmüştü. Bugünkü semahane ile mescit de
I. Süleyman (1520-1566)’ın eseridir. III. Murad (1546-1595), mutfakla derviş
hücrelerinin bir kısmını yeniden yaptırmıştı ki bunlar hâlâ ayaktadır[109].
Evahir-i Receb 1219/25 Ekim-4 Kasım 1804’te verilen ocaklık beratında, daha
önceki tarihlerde Konya’da meydana gelen yangınla Mevlâna Dergâhı’nın zarar
gördüğü ve bundan dolayı hazineden yardım yapılacağı belirtilmiştir (s. 37).
Ancak mecmuada yardımın geldiğine dair herhangi bir kayda rastlanmamıştır.
TÜRBE-İ CELALİYYE EVKAFINDAN
OLAN YERLERİN MUAFİYETİ MESELESİ
Konya’da iki çeşit mahalle vardı. Hanekeş ve Evkaf-ı
Celâliye. Evkaf-ı Celâliye mahallelerinde ve köylerinde yaşayan Mevlâna
sülalesinden kimseler, Mevlâna Türbesi’ne ve camiine hizmet edenler,
yeniçeriler, ahar mahallerden gelip de hane ve mülk sahibi olanlar, dullar,
yetimler avarız ve tekâliften muaftılar.
Karaman muhafızı İbrahim Paşa’nın
Konya’ya gelip üç gün kalması üzerine yeme içme, yem ve sair masrafların harcı
ve sarfı için gerekli olan para toplanacağında Türbe-i Celâliye Mahallesi
sakinlerinden alınmamıştır. Zira bu mahallede oturanlar tüm tekâliften muaftı[110].
Çelik Mehmed Paşa’nın Karaman valiliği sırasında Konya kazasının tekâlifinin
altıda bir sehmi Evkaf-ı Celâliye’den olan mahalle ve köylerden, kalan beş
sehmi ise hanekeş reayadan alınıyordu. İlerleyen tarihlerde muhalefet olunca
tekrardan mevkufat defterleri incelendi ve Evkaf-ı Celâliye’den olan yerlerin
avarız ile tekâliften muaf olduğuna karar verildi. 64 numaralı Konya Şeriye Sicil Defteri’nde 22
Zilhicce 1198/6 Kasım 1784 tarihli hükme göre, Evkaf-ı Celâliye mahalleleri ile
avarız ve tekâliften muaf nefer sayısı şöyle idi: Türbe Mahallesi’nde 121
nefer, Piri Mehmet Paşa Mahallesi’nde 128 nefer, Piri Mehmet Paşa Mahallesi’ne
tâbi Alaca Mescid’de 42 nefer, Durak Fakih Mahallesi’nde 90 nefer, Rum-oğlu
Mahallesi’nde 85 nefer, Dolab-ucu Mahallesi’nde 112 nefer, Zincirli-kuyu
Mahallesi’nde 218 nefer, Sarı Hasan Sokağı Mahallesi’nde 98 nefer avarız ve
tekâliften muaf idi. Ayrıca o tarihlerde Evkaf-ı Celâliye’den olan Kavak
köyünde 31, Kiçi Muhsine’de 27, Yağlular ve Salur’da 16, Giryad’da 29, Tat
köyde 31[111].
Konya sancağı nahiyelerinden olan
Sudirhemi’nde Kiçi-Muhsine köyü Mevlâna vakfındandı. Bu köyün öşrü vakfa aitti,
salariye ve örfiyeleri de tımardı. Yine bu nahiyede bulunan Giryad köyünün yarı
öşrü Mevlâna vakfına, yarı öşrü Sadreddin Konevi vakfına; salariye ve örfiyesi
ise Konya müstahfızlarına hâsıldı. Aynı nahiyedeki diğer bir köy olan
Başara’nın yarı öşrü Mevlâna soyundan Âbid Çelebi vakfına, yarı öşrü Cemaleddin
Şah Bey vakfına; salariye ve örfiyesi ise Konya Kalesi müstahfızlarına hâsıldı.
Sızma adlı köyün öşrü Karatay-ı Kebir vakfına ait olup, salari ve örfiyesi ise
tımardı. Konya kazasına tâbi Başara köyünün üç hanesi olup toprağı vakıf,
reayası da tımar olduğundan Mevlâna Hânkahı’na hizmetleri karşılığında
avarızdan ve sair tekâliften muaftılar. Sızma köyünün dört avarızhanesi olup
Konya kazasının icmal-hanesine dâhildi ve muafiyeti vardı[112].
Konya’nın İnlice köyü de Mevlâna vakfındandır ve saliyane ile avarızdan
muaftır. Hatta bu köyde Mevlâna sülalesinden şeyh olanların inekleri vardı[113].
Tat köyü de muafiyete tâbi idi. Her sene 50 araba odunu avarız ve tekâlifleri
karşılığı olarak Mevlâna Dergâhı’na vermekteydi. Bu mükellefiyet 1168/1755
senesinde vaki tahrir-i cedid mucibince olmuştu. Köy sakinleri bu görevi yerine
getirmeyince Çelebi durumu İstanbul’a bildirmiş ve 1212/1798 tarihli bir
fermanla köy ahalisinden bu mükellefiyeti yerine getirmeleri istenmişti[114].
Hatunsaray nahiyesine tabi Üçkilise köyünün 3/5 hissesi Mevlâna evladının idi[115].
Konya’da olup da avarızhaneye
kayıtlı diğer mahallelerin ahalisi ile Mevlâna evkafından olan mahalle ve
köylerin ahalisi arasında zaman zaman tartışmalar söz konusu oluyordu. Diğer
mahallelerde olup avarıza kayıtlı olanlar, tekâlif yükünün ağır olması
sebebiyle zamanla toprağını bırakıp evkafa meşrut mahallelere gelmek istiyordu.
Öyle ki boş buldukları araziye evler inşa edip yerleşmeleri sonucu Türbe
Mahallesi’nde bunların sayıları 2000’e ulaşmıştı[116]. Sarı
Hasan, Zincirlikuyu, Dedemoğlu, Piri Paşa, Kürkcü mahallelerine, başka
diyarlardan gelip mülk ve arazi edinip yerleşmek isteyenler de olmuştu. Bu
kişilerden avarız, bedel-i nüzül ve çeşitli tekâlifler talep edildiğinde “biz sonradan gelmedik, vakıf toprağı
üzerindeyiz, vakfa hizmet etmekteyiz” deyip muhalefet göstermişlerdi. Bunun
üzerine verilen emr-i şerifte bu kimselerden sahip oldukları mülk ve araziye
binaen gereken her türlü tekâlifin alınması, itiraz edip zorluk çıkartanların
isim ve resimlerinin derhal gönderilmesi istenmişti[117].
II- KARATAY BÖLGESİNDEKİ DİĞER
TEKKE VE ZAVİYELER*
Tekke, dilimize Farsça’dan geçmiş bir kelime olup,
aslı “tekye”dir. Günümüz Türkçesi’nde “tekke” şeklinde okunup
yazılmaktadır.
Tekkeler,
her hangi bir tarikata mensup dervişlerin, şeyhleri başkanlığında topluca zikir
ve âyin ettikleri, müritlerin ise sürekli olarak oturdukları yerlerdir. Büyük
tekkelere âsitâne, dergâh veya hânkah adı verilirdi. Bu türden yapılar şehir merkezlerinde
inşa edilmişlerdir.
Zaviye,
tekkenin küçüğüdür. Bunlar, şehir, kasaba ve köylerle ticarî yönden önemsiz
yollar üzerinde hayırseverler tarafından kurulur; tahsis edilen vakıfların
gelirleriyle gelip geçen yolcuların yeme ve barınma ihtiyaçları ücretsiz
karşılanırdı. Tekkelerden farklı olarak bir kaç hücreden meydana geldiği için
buralarda dervişler sürekli kalmazlardı.
Eski Türk eğitiminde önemli yerleri olan tekke
ve zaviyeler, dinî ve tasavvufî bilgelerin verildiği ve uygulanmasının
yapıldığı bir çeşit halk eğitim merkezleri durumunda idi.
Buralarda,
medreseye devam etme imkânı bulamamış insanlara mistik bilgiler veriliyordu. Bunlar daha çok köy ve kasabalarda
kurulmuş zaviyeler idi. Şehir merkezlerinde bazı tarikatlara bağlı tekke ve zaviyeler
ise, medrese gibi, bir takım derslerin verildiği yerler idi. Özellikle Osmanlı döneminde ilmî tarikatçılığın ön
plâna çıkarılması ile tekke ve zaviyelerde eğitim-öğretime dair önemli
gelişmeler olmuş, buralarda görevli âlim şeyhler, akademik seviyede verdikleri
derslerden başka birçok telif eser yazmışlardır. Tekkeler bu işlevlerini
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar sürdürmüşler,
âdeta bir üniversite gibi, şeyhler, uzman oldukları ilim dallarında buralarda
dersler vermişlerdir. Aşağıda Karatay ilçe sınırları içinde, Selçuklu,
Karamanoğulları ile Osmanlı dönemlerinde inşa edilen tekke ve zaviyelere yer
verilecektir.
MAHMUD DEDE ZAVİYESİ/MAHMUD DEDE BAHÇESİ
Mahmud
Dede Zaviyesi ve Türbesi, Karatay’ın Topraklık Mahallesi’nde, Topraklık Caddesi
ile Kerimler Caddesi kavşağının hemen sağındaki Mahmud Dede Sokağı, numara
6’da, şimdi Hayra Hizmet Vakfı’na ait binanın bulunduğu yerdeydi. Söylenen
yerin bahçesinde dört duvardan ibaret kerpiçten yapılmış, toprak damlı Mahmud
Dede Türbesi tamamen ortadan kaldırılmıştır. Fotoğrafı bulunan bu türbe Karatay
Belediyesi’nin imkânlarıyla eski şekline uygun olarak yeniden inşa ettirebilir.
Mahmud
Dede Zaviyesi, “Mahmud Dede Bahçesi”
olarak da şöhret bulmuş olup 1540’tan önce inşa edilmiştir. Geniş bir bahçenin
içinde idi. Hac Süleyman oğlu Mustafa tarafından Mahmud Dede adına
yaptırılmıştır. Mümbit bir bağın içinde bulunan zaviyeden başka burada zaviyeye
ait evlerle bir de kütüphane bulunuyordu. Mahmud Dede Zaviyesi’ne kayıtlı
dervişler, mübarek günlerde burada toplanır, vakfiyede gösterildiği şekilde
yiyip içerler, ayinlerini icra ederlerdi.
Mahmud
Dede Zaviyesi’nin zaviyedarlığı ve mütevelliliği, XVIII. yüzyılın başlarında
Mevlâna Dergâhı postnişinin ilamı üzerine Mahmud Dede’nin salih ve mutasavvıf
olan evladına, beratla veriliyordu. XIX. yüzyılda dahi faal bir zaviye olduğu
buraya yapılan mütevelli ve zaviyedar tayinlerinden anlaşılmaktadır.
Mahmud
Dede Zaviyesi vakfiyesinde zikredilen yapılardan şu anda hiç birisi mevcut
değildir. Sakıp Dede, “kubbe-i fâhîre”
şeklinde nitelendirdiği Mahmud Dede Türbesi’nin kendi zamanında tek kubbeli ve
Konya’nın önemli ziyaret yerlerinden biri olduğunu yazmaktadır. Sakıp Dede’nin
ölüm tarihi 1735’dir. Demek ki kubbeli ve görkemli Mahmud Dede Türbesi, bu
tarihten sonra, muhtemelen XVIII. yüzyılın ortalarında yıkılmış, yerine kerpiç
ve toprak damlı türbe yapılmıştır. Zaviye ve eklerinin zaman zaman onarıldığı
belgelerden anlaşılmaktadır. Nitekim 1119/1707’de bir tamirat geçirmiş, fakat
yapılanların tafsilatı verilmemiştir.
Mahmud
Dede Türbesi’nin çevresinde, zaviyeye ait küçük bir kabristan bulunuyordu.
1950’li yıllarda ortadan kaldırılan kabristanda Mahmud Dede’ye müntesip Mevlevi
dervişlerinin mezarları bulunuyordu.
Vakfiyede Geçen Mevkufat: Mahmud Dede
Zaviyesi’nin vakfiyesi 1540’ta tanzim ve tescil edilmiştir. Vâkıf Hacı Süleyman
oğlu Hacı Mustafa, mürşidi ve şeyhi Üveys Dede oğlu Mahmud Dede’nin faaliyeti
için tahsis ettiği zaviyeye şunları vakfetmiştir:
. Mevlâna Türbesi yakınında, mümbit bir
bağda inşa edilmiş olan evlerle birlikte bahçenin yani Mahmud Dede Bahçesi’nin
tamamını,
. Mahmud Dede
Bahçesi yakınında bulunan ziraate elverişli diğer arsaları.
Mahmud Dede Bahçesi içinde bulunan kapalı
evde, özel sandıklarda muhafaza edilen şu kitaplar: Arap hattıyla yazılmış üç
adet Mushaf, Mevlâna Celaleddin’in Mesnevi adlı eserinin tamamı, Yine Mevlâna
Celaleddin’in Mesnevisinden iki cilt, Sultan Veled Mesnevisi üç cilt ve Fîhi
Mâfih, Kitâb-ı Cevâmi‘ul’-Fevâyid, Kalb-i Cönk, Müşkilât-ı Mesnevi’den bir cüz,
Kur’an-ı Kerim’den bir cüz, Âşık Paşa Divanı, Mevlâna Celaleddin
Menâkıb-nâmesi.
Aşağıdaki bakır kaplar: Bir büyük
kazan, bir orta büyüklükte kazan, bir huni, bir bakır, bir büyük leğen, bir
sofra tabağı, bir büyük kuzu tepsisi, üç tepsi, üç sahan, bir havan, bir tava,
. Ev esbabından yedi
parçadan müteşekkil bir döşek.
. Bâğ-ı Kutlu köyünden Mehmed oğlu
Mahmud’un yanında bulunan koyunların tamamı. Mevkufatla İlgili Şartlar: Vâkıf Hacı
Süleyman oğlu Hacı Mustafa’nın mevkufatla ilgili şartları şöyledir: Bağ, bahçe
ve ziraate elverişli arsalardan elde edilen mahsul ve meyvelerin geliri önce
zaviyenin tamiri için harcanır; bundan artan gelirin tamamı, mürşidi ve şeyhi
Mahmud Dede’nin tarikatına süluk etmiş olanlarla Mevlâna Türbesi civarında
oturan dervişlerin en salihlerine yedirilir.
Mahmud Dede
Bahçesi içindeki kapalı evde, özel sandıklarda muhafaza edilen vakıf kitaplar,
Mevlevi müritlerinden mütalaaya muktedir olanlara altı ay süreyle okumaları
için verilir. Bu süre, Mahmud Dede’ye müntesip olanların evladından başkası
için uzatılmaz.
Mahmud
Dede Zaviyesi’nde bulunan bakır kaplarla, Bâğ-ı Kutlu köyünde ikamet eden
Mehmed oğlu Mahmud’un yanında bulunan koyunlar, zaviyenin bahçesinde
dervişlerin yemek yemesi gerektiğinde kendilerine verilir.
MAHMUD DEDE ZAVİYESİ
VAKFİYESİ
(Tercüme)
Vâkıfın
ikrarı ile buradakiler tarafımdan tahkik ve tespit olununca, bunun sıhhatine ve
lüzumuna hükmettim. Ben fakir Konya kazasının kadısı Piri oğlu Budak’ım.
Allah’a
hamd, peygamberi Hz. Muhammed’e ve âline salâttan sonra, fahrü’s-sülehâ
ve’z-zahidîn diye anılan Hacı Süleyman oğlu Hacı Mustafa, tebeddül ve temditten
masun olan şeri’at meclisine ve mahkememize gelerek mürşidi ve şeyhi Üveys Dede
oğlu Mahmud Dede’nin ruhu için vakıfta bulunmaya karar verdiğini bildirmiştir.
Maksadı, Kur’an-ı Kerim’deki “Nefsiniz
için hayırdan ne takdim ederseniz Allah indinde daha hayırlı ve mükâfatça daha
büyük olarak bulursunuz” manasındaki âyet üzere O’nun güzel vaatlerine nail
olmak; yüce Allah’a yaklaşmak, tövbesi olana yönelmek; O’nun elim ve kahredici
azabından sakınmaktır. Bunun için, vakfiyenin düzenlendiği sırada kendisine ait
mülkü olan ve tasarrufunda bulunan, Mevlâna Türbesi yakınında kıblesi Hacı Ali
Halife el-Hatîb’in mülkü, doğusu nehir, kuzeyi anayol, batısı Topraklık
Mahallesi’nin vakfı ile çevrili mümbit bir bağda inşa edilmiş olan evlerle
birlikte bahçenin tamamı; yine adı geçen bahçe yakınında kıble yönü İbn Ömer
Seyyidi mülkü, doğusu nehir, kuzeyi Hacı Emrullah Mahallesi Mescidi’nin vakfı,
batısı Mevlâna Türbesi vakfı ile çevrili bulunan ziraate elverişli arsaların
hepsini vakfetmiştir. Söylenen yerlerin hakları, bu yerlere tâbi olanlar ve ekleri,
onunla birlikte bulunup zikredilmiş veya edilmemiş şeylerin tamamı mütevellinin
tasarrufunda ve gözetiminde olup elde edilen mahsulün ve meyvelerin hepsini
şeyhlerin iftiharı müttekilerin ve âriflerin övüncü el-Müctenibin diye bilinen
Mahmud Dede yoluna süluk etmiş fakirlere; bundan başka Mevlâna Türbesi
civarında oturan fukaranın en salihine verir. Yine vâkıf, adı geçen bahçede
bulunan kapalı evde, özel sandıklarda muhafaza edilen biri Arap hattıyla
yazılmış üç adet Mushafı, Mevlâna Celaleddin’in Mesnevi adlı eserinin hepsini,
iki cilt Mevlâna Mesnevisi, üç cilt Sultan Veled Mesnevisi ve Fîhi Mâfih,
Kitâb-ı Cevâmi ‘u’l-Fevâyid, Kalb-i Cönk, Müşkilât-ı Mesnevi’den bir cüz,
Kur’an-ı Kerim’den bir cüz, Âşık Paşa Divanı ve Mevlâna Celaleddin
Menâkıb-nâmesini vakfetmiştir. Bunlarda mütevellinin tasarrufunda olup
gönüldaşlardan bunları mütalaaya muktedir olanlara altı ay süreyle verilir. Bu
süre, adı geçen fukaranın evladından başkası için uzatılmaz. Yörenin lisanı ile
anılan bütün kaplar ki bunlar bir büyük kazan, bir kuzu tepsisi, üç tepsi, üç
sahan, bir havan, bir tava ve ev esbabından yedi parçadan müteşekkil bir döşek,
Bâğ-ı Kutlu köyünden olan Mehmed oğlu Mahmud’un yanında bulunan bütün koyunlar
da vakfedilmiş olup bunlar da mütevellinin tasarrufundadır. Gerektiği zaman
bahçede yemek yemek üzere, orada bulunan fakirlere kendilerinden esirgemeksizin
verilir.
Mütevellilik
kaydı hayat şartıyla vakfedenin kendisine aittir. Onun ölümü ile Hasan Ece oğlu
İnel Dede, Nasuh oğlu Musa, İshak oğlu Bahşayiş, sıra ile bunlardan sonra
Mahmud Dede’nin dervişlerinden en salihine, sonra Mesnevihana şart koşulmuştur.
Bu
zaviyede kayıtlı dervişlerin hepsi, vakfa nezaret edeceklerdir. Onlar bunu
gözetirler, tamirini yaptırırlar, ihmal edilirse, kıyamet gününde sorumluluğu
gerektirir. Yine vâkıf mütevelli, nazır ve fukaranın vakfı imar etmelerini şart
koştu. Bunların hepsi, bahçenin gelirinden tamir için sarf edilenden artanını
yerler. Buna karşılık Hz. Peygamber’in, Mahmud Dede’nin ve vakfedenin ruhuna
dua etmelidirler.
Vakfa
kadı, devlet büyükleri ile ecnebilerin müdahale etmemesi de şart olarak
konmuştur. Yukarıdaki hususlar şer’i sahih ikrarla açık itirafla yörenin hâkimi
ve şahitlerin huzurunda eski müçtehit imamların mezhebine uygun olarak bu
vakfın lüzumu, sıhhati ve sürekli olması tescil olundu. “Artık her kim bunu işitip bildikten sonra tebdil ederse şüphe yok ki,
bunun günahı o tebdil edenlerin üzerinedir. Allahuteâlâ muhakkak semidir,
âlimdir” ayetinin hükmünce bu vakıf hiçbir surette satılmaz, hibe edilmez,
miras olarak bırakılmaz, hiçbir sebeple ve hiçbir surette verasete itibar
olunmaz.
Bu
vakfiye 947 senesi Şaban ayının başlarında (1-10 Aralık 1540) yazılıp yürürlüğe
girdi.
Vakfedilmiş
yerde bulunan fukaradan şahit olanlar şunlardır:
Mehmed
b. Hacı Ahmed, Mehmed b. Seyyidî, Musa b. Nasûh, Süleyman b. Mehmed, Bahşayiş
b. İshak, Ahmed b. Bulduk, Hasan b. (okunamadı), Bilal b. Abdullah, Abdülkerim
b. Mustafa, Mehmed b. Çırakçı, Mahmud b, İbrahim, İsmail b. Ali, Edhem b.
Sündük, Mehmed b. Mehmed, Mesnevîhân Mevlâna Osman, Abdüssamed b. Mehmed,
Mahmud b. Mehmed, Mustafa b. Abdi, Mehmed b. Ahmed, İbrahim b. Mehmed, Ali b.
Ahmed.
PİRİ
MEHMED PAŞA ZAVİYESİ
Piri
Mehmed Paşa, ünlü Türk bilgini Cemaleddin-i
Aksarayî’nin ahfâdındandır. Medrese tahsilinden sonra getirildiği
devlet memurluklarında üstün başarı göstererek sadrazamlığa kadar yükselmiş;
Yavuz ve Kanunî’nin padişahlıkları sırasında, beş seneden fazla bu görevde
kalmış; 1532’de vefat etmiş ve Silivri’de bulunan camisinin haziresine defnedilmiştir.
Vakıflar
Genel Müdürlüğü Arşivi Defter no. 747, s.
178-181’de kayıtlı 927/1521 tarihli Arapça vakfiye sûretine göre Piri
Mehmed Paşa, Konya şehri içinde, Siyavuş
mevziinde, herkesin namaz kılabileceği bir mescit, Mevlevi Tarikatı’ndan olanların Konya dışından geldikleri zaman kalabilecekleri müteaddit
odaları bulunan bir hânkahla matbah, kiler, fırın, ahır, odunluk ve bunlara
bitişik, zaviyenin seccade şeyhi için bir ev bina ettirip, aynı mevkide
bulunan hamamla (Resim: 1) birlikte zaviyeye vakfetmiştir.
Zaviyenin Mevlevilere Tahsis Edilmesi
Vakfiyede,
“Şerî’at ile âmil ve ehl-i tarîk olanların” bu zaviyede kalabilecekleri
kaydedilmekle birlikte, Piri Mehmed Paşa’nın bütün vakıflarını ihtiva eden vakfiyesinde bu
zaviyeyi, (ﺍﻫﻞﺍﻟﻂﺮﻳﻘﺔﺍﻟﺠﻼﻟﻴﺔ)
“Mevlevî Tarîkatı’ndan
olanlar”a vakfettiği yazılıdır. Bu durumda
zaviye, aslında Mevlevîler’e tahsis edilmiş olmaktadır. Vakfiyenin bu bölümü, ihtimal daha sonra
Mevlevi olmayan, hatta Mevleviler’e muğber bir mütevelli tarafından tahrif
edilmiş olmalıdır. Bunun gibi mescidin kitâbesindeki “Mevlevî” kelimesinin kazınmaya çalışılmış olması da bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
Vakfiyeye göre zaviyenin ilk şeyhi Mevlevi Sinan Dede’dir. Onun evlâdına da vakıf
gelirlerinden pay ayrılmıştır. Ayrıca Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin ruhuna Kur’ân’dan cüz okunmasının şart olarak konması, bu husustaki
tereddütleri bariz bir biçimde ortadan kaldırmaktadır. Bu durumda zaviyenin
Mevleviler’e tahsis edildiği rahatlıkla söylenebilir.
Mescit
Piri Mehmed Paşa Mescidi, camiler
incelendiğinden burada konuya tekrar girilmeyecektir.
Türbe
Mescidin kuzeydoğusunda yer alan ehrâmî türbe,
Emir Siyavuş’a ait olup XIII. yüzyılın son çeyreğinde yapılmış
olmalıdır. Kuzeybatısındaki Osmanlı klasik türbelerine benzeyen kubbeli yapının mâhiyeti kesin olarak tespit
edilememiştir. Konyalı, buranın, zaviyenin matbah bölümü olduğu kanaatindedir.
Erdoğan’a göre matbah bölümü, Tekke Mahallesi’ne doğru yol açılırken yıktırılmıştır. Tarihî kayıtlar, Erdoğan’ın
yazdıklarını doğrular mahiyettedir. Nitekim 1152/1739 tarihli bir tâmirat
keşfine göre matbah kubbeli değil, damlıdır. Zikredilen bu kubbeli yer, Piri
Mehmed Paşa tarafından, öldüğü
zaman gömülmesi için türbe niyetiyle yaptırılmış olmalıdır. Şöhretli bir
sadrazamın, türbe içinde değil de Silivri’de yaptırdığı caminin haziresine gömülmesi; Konyalılar’ın, özellikle Mevleviler’in Piri Mehmed Paşa’nın türbesinin Konya’daki zaviyesinin ve mescidinin yakınında bulunduğunu iddia
etmeleri bir tesadüf olmayıp, buranın onun adına yaptırılmış bir türbe
olduğunu gösterir. Genelde vakfeden veya adına zaviye yaptırılan kişiye, aynı
yerde türbe de inşa ettirilirdi. Konya’da Şeyh Sadreddin-i Konevî ve Sahib Ata’nın zaviyeleri bitişiğindeki türbeleri buna örnek gösterilebilir.
Piri Mehmed Paşa, herhalde,
emekliliğinde ata yurdu Konya’ya yerleşmeyi; öldüğünde zaviye ve mescidinin bitişiğinde
yaptırdığı bu türbeye gömülmeyi düşünüyordu. Fakat olayların seyri ve siyasî
gelişmeler, Onun düşündüklerinin tahakkukunu engellemiştir. Hiç beklemediği bir
zamanda sadrazamlıktan azledilince, politik gelişmeleri yakından takip ve
sebepsiz yere kaybettiği makamını tekrar elde etmek için, İstanbul’a yakın bir yerde
bulunan Silivri’de ikameti tercih
etmiştir. Bu sırada, Kanunî ile çeşitli vesilelerle görüşmelerde bulunmuş,
bu durum, halefi Makbul İbrahim Paşa’nın telaşlanmasına neden olmuş ve onu
oğluna zehirlettirmiştir. Cenazesi, Silivri’deki camisinin haziresine
gömülmüştür.
Zaviye Bölümü
Caminin kuzeyinde, dışı kâgir, içi tonoz
özengi seviyesine kadar moloz taş, üst tarafı tuğla olan 18 hücreli zaviyenin
inşa tarihi bilinmemektedir. İnşaat malzemelerinin farklı olması cami ve zaviyenin
değişik tarihlerde yapıldığını gösterir. Nitekim 906/1500 tarihli bir tahrirde,
Siyavuş Türbesi yakınında Piri
Mehmed Çelebi’nin bir zaviye yaptırdığı kaydına bakılırsa, zaviyenin inşa
tarihi hiç değilse 1500’lerde yâni camininkinden önce olmalıdır. Öyle ise
zaviye, sadrazamlığından önce, mescit de sonra yapılmış olmaktadır. Piri Mehmed
Paşa Zaviyesi, Hayra Hizmet Vakfı tarafından 1991-1992’de
restore edilmiştir.
Şeyh Evi
Zaviyenin seccade şeyhine mesken olmak üzere
vakfedilen ev caminin kuzeybatısında, sokağın sağ köşesindedir. Mevcut binanın
inşa tarihi fazla eski olmamakla birlikte örnek bir Konya evi olarak muhafaza
edilmesi gerekirken ortadan kaldırılarak yerinden yol geçirilmiştir.
Bahçeler, Şadırvan ve
Çeşme
Cami ve zaviyenin çevresinde biri büyük, diğeri
küçük iki bahçe vardı. Bunlardan biri zaviyeye, biri de mescide ait olup
duvarla çevrili idi. Konyalı’ya göre zaviyenin bahçesine, doğu ve batı yönlerinde
bulunan kemerli kapılardan giriliyordu. Ahmed Tevhid ise, kemerli kapılardan
bahsetmemektedir. Bununla birlikte, bahçenin doğu ve batısından girişler
bulunduğu, bu iki yönde bulunan sokak ve bu sokaklarda yer alan yapılardan
anlaşılmaktadır. Cami ile zaviye arasındaki boşlukta bir şadırvan yer alıyordu.
Ahmed Tevhid, bunun tâmirat tarihini 1300/1883 olarak tespit etmiştir. Mehmed
Önder, Piri Mehmed Paşa Camii’nin bitişiğindeki tekke
yakınında, Konya Mevlâna Dergâhı postnişinlerinden
Hemdem Said Çelebi’nin 1256/1840’de bir şadırvan yaptırdığını yazmaktadır.
Ahmed Tevhid’in tâmirat tarihini tespit ettiği şadırvan bu olmalıdır. Caminin
kuzeydoğusunda, sokağın sağındaki çeşmenin yapım tarihi 998/1590’dir. III.
Murad’ın dârü’s-saâde ağası Mehmed Ağa tarafından yaptırılmıştır.
Piri Mehmed Paşa Hamamı
Vakfiyede gelirinin tamamı zaviyeye tahsis
edilen ve zaviyenin bitişiğinde gösterilen hamam, Piri Mehmed Paşa tarafından inşa
ettirilmemiş olup önceden mevcut idi. Bu durum, vakfiyede, inşa edilip
vakfedilen ünitelerin isimleri sayılırken bunlarla birlikte hamamdan
bahsedilmemesinden anlaşılmaktadır. Hamam, muhtemelen Karamanoğulları dönemine ait idi. Konyalı, Piri Mehmed Paşa
Hamamı’nın, zaviyenin kuzeydoğusunda bulunduğunu yazmaktadır. Buna
göre aynı mevkide ve birbirine yakın iki hamam bulunuyordu: Piri Mehmed Paşa
Hamamı ve bunun hemen 100-150
m doğusunda, Süleymaniye/Selimiye Camii’nin bitişiğindeki Yusuf Ağa Kütüphanesi’nin batısında Türbe Hamamı. Acaba bu kadar birbirine yakın iki hamam olur mu? Piri Mehmed Paşa
Hamamı’nı biraz daha uzakta aramak isabetli olacaktır. Nitekim bazı belgelerden
Piri Mehmed Paşa Hamamı’nın, zaviyenin kuzeybatısında bulunduğu
anlaşılmaktadır. 13 Receb 1070/25 Mart 1660 tarihli bir berat sûretinde, Piri
Mehmed Paşa evkafının eski mütevellisi Mahmud Efendi için “Evkaf-ı mezbûrenin hammâm ve fukarâ sâkin olıcak hücurâtın fürûhat
itmekle vakıf harâb olub mağdûben katl olundu” dendiğine göre, zikredilen
hamamın daha 1660 yılında satılmış olduğu anlaşılmaktadır. Zaviyeye ait vakıf
dükkânların hemen karşısında bugün de mevcut olan Şeyh Ahmed Efendi Hamamı’nın 1667’de faaliyete geçtiği bilinmektedir. Pîrî Mehmed
Paşa Hamamı’nın satılmasından yedi sene gibi kısa bir süre sonra Şeyh Ahmed Efendi Hamamı’nın ortaya çıkması, tesadüf olarak kabul edilemez. Beratta
satıldığı belirtilen Pîrî Mehmed Paşa Hamamı’nı, muhtemelen Şeyh Ahmed Efendi
satın alarak bazı tadilât ile ihyâsı yönüne gitmiş; belki de kullanılmayacak
kadar harabe olduğundan tamamen yıktırıp yerine bugünkü hamamı yeniden inşa
ettirmiştir.
Mektep
Piri Mehmed Paşa’nın azatlı kölesi Behram ibn Abdullah’ın zaviye yakınında inşa ettirdiği mektebin yeri tespit
edilememiştir. XVII. yüzyılda faal bir mektep idi.
Pîrî Mehmed Paşa Medresesi
Vakfiyede
bulunmamakla birlikte Konya’da XVIII. yüzyılda “Pîrî Mehmed Paşa Medresesi“ adı ile bir medrese tedrisat yapıyordu. 16 R. âhir 1088/18
Haziran 1677 tarihli bir tâmirat keşfinde, her ne kadar “18 bâb hücurât içlerinde hâlen talebe-i ‘ulûm
sâkinler olduğu” tespit edilmiş ise de bu belge, zaviyenin odalarının Konya
medreselerinde tahsil yapmakta olan talebenin ikametine tahsis
edildiğini gösterir. Hâlbuki Piri Mehmed Paşa Medresesi’nin
daha sonraki yıllarda ortaya çıktığını gösteren belgeler bulunmaktadır. Bu
medrese, medreselerdeki üç tahsil derecesinin ilk mertebesi sayılan “İbtidâ-yi
Haric” seviyesine 1139/1726’da, “Mûsıla-ı
Sahn” yâni orta tahsil veren medrese hâline gelmesi ise, 1150/1737 yılında
olmuştur.
Medrese olarak sonradan yapılmış bir bina
tespit edilememiştir. Zaviyenin bazı hücreleri medrese hâline getirilmiş
olabilir.
Zaviyede bir medresenin tedrisat yapması,
XVIII. yüzyılda tarikatların önemini kaybetmeleri ile açıklanabilir.
Tarikatların karşısında medreselerin kaydettiği gelişme, Mevlevilerin dikkatini
çekmiş, bu yolla taraftar yetiştirme yönüne gitmiş oldukları söylenebilir.
Kiler, Odunluk ve Ahır
Vakfiyede
geçen kiler, odunluk, ahır gibi ekler, bugün ayakta bulunmamaktadır. Zaviyenin
batısında bulunan vakıf dükkânlar, yıkılan bu bölümlerin yerine daha sonra
yapılmış olabilir.
Zaviye
faaliyete geçer geçmez yakınına hemen bir mektep, yaklaşık yarım asır sonra
çeşme ve daha sonra şadırvan gibi hayır eserlerinin yapılması; XVIII. yüzyılın
ilk yarısında bir medresenin tedrisata açılması, bu manzumenin zamanla
genişleyerek hizmetini devam ettirdiğini gösterir.
Zaviyenin
Vakıfları
Konya’daki Piri Mehmed Paşa Zaviyesi’nin,
Anadolu’nun değişik yerlerinde vakıfları bulunmaktadır.
Vakfedilenler dört hamam, çok sayıda dükkân, iki han, altı değirmen, dört pazar
yeri, dört köy, beş mezraa, iki bahçe, iki bin dirhem gümüş paradır. Bu
durumuyla zaviyenin vakıfları, büyük bir görünüm arz etmektedir. Bunlar:
Konya’da Piri Mehmed Paşa Zaviyesi’nin
bitişiğindeki hamamın yani Piri Mehmed Paşa Hamamı’nın tamamı,
Yine
Konya’da aynı zaviyenin bitişiğindeki biri büyük, diğeri küçük
iki bahçe. Küçük bahçenin meyvelerini Zaviyeye gelenler yiyecektir.
Konya şehrinde bir dükkân,
Kayseri şehrinde, önünde dükkânları hâvi, Kapan Hanı olarak da kullanılan Yeni Han/Piri Paşa Hanı’nın tamamı,
Kayseri’de Yeni Han’ın kapısı yakınında bir bâb dükkân,
Kayseri’de Hallaçlar Çarşısı’nda bir dükkân,
Niğde kazasına bağlı Gölcük köyü,
Lârende yani Karaman şehrinde, Konya’daki Piri Mehmed Paşa Zaviyesi’nin vakfı
olarak bilinen han ve dükkânlar,
Hamidili yani İsparta vilâyetine bağlı Keçiborlu kasabası içindeki Pazaryeri adıyla anılan dükkânlar,
Tarhala kazasına bağlı Eynez köyü,
Kestel kasabasına bağlı Gürağaç nahiyesinde Pazaryeri denilen yerdeki
dükkânlar ile bu pazar yerinin bac, ihtisab vs. vergileri,
Nazilli Pazarı’ndaki dükkânlar ve hamam,
Şeyhlü kazasına bağlı Kavaklu köyünde, Piri Mehmed Paşa’nın bina ettiği hamam, aynı köydeki pazar yeri ve buradaki
dükkânlar,
Şeyhlü kazası içinde, Piri Mehmed Paşa’nın bina ettiği dükkânlar,
Uşak’a bağlı Banaz köyünün yakınında, vâkıfın bina ettiği dükkânları hâvi Pazar yeri,
Soma’nın içindeki dükkânlar,
Aksaray şehrinde, Kirişhâne mevziinde, bir dam altında beş; yine bu şehrin dışında bir adet
Çolaki Değirmeni,
Aksaray çevresindeki
Karayer/Bekirin ve Çerçi Hızır höyükleri,
Aksaray’a bağlı Tâceddin ve Dânişmendlü köyleri,
PİRİ MEHMED PAŞA ZÂVİYESİ VAKFİYESİ
Resim: 1 Konya, Piri Mehmed Paşa Manzûmesi’nin genel görünüşü. Soldan sağa Piri Mehmed Paşa Zaviyesi, Siyavuş Türbesi, mescit, Piri Mehmed Paşa Türbesi ?, şeyh evi, hamam
(Şeyh Ahmed Efedi Hamamı).
|
AHİ EVRAN ZAVİYESİ
Karatay bölgesinde bulunan Konya Debbağhanesi’ndeki Ahi Evran Zaviyesi’ne aynı zamanda “Debbağhâne Tekkesi” dendiği 1670
yılında görülmeye başlayan ilk kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bundan 12 yıl sonra
yani 1682’de, iki Konya Şer’iye Sicili kaydından
birinde “Debbağhâne Tekkesi”,
diğerinde ise, “Debbağhâne’de vâki Ahî Evran
Zâviyesi” şeklinde
geçmektedir. Şu halde bu zaviye, kuruluşundan itibaren her iki isimle de
anılıyordu. Öyle anlaşılıyor ki, bazı kimseler, debbağ esnafının tekkesi
olduğunu düşünerek “Debbağhâne Tekkesi”, bazıları
da debbağların piri Ahi Evran’a nisbetle “Ahî
Evran Zâviyesi” diyorlardı. Fakat her iki görüşte olanların ifade etmek
istedikleri yer, konumuz olan Ahi Evran Zaviyesi’dir. Bunun böyle olduğuna dair
kanıtlarımız bulunmaktadır. Nitekim belgelerde geçen Debbağhane Tekkesi ile Ahi
Evran Zaviyesi’nin vakıfları, ikisinde de aynı şekilde gösterilmektedir. Ayrıca
1682’de her ikisinin mütevellisi de Ahi Baba el-Hâc Süleyman b. Abdi’dir.
Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’ne daha sonra halkın mahallî şive ile “Ahirvan Tekkesi” dendiği
görülmektedir. Bu nedenle 1926 yılı kadastral çalışmaları sırasında burası
çevrede oturanlarca “Ahirvan Tekkesi” olarak
kaydettirilmiştir.
Ahi
Evran’ın, XIII. yüzyılın ilk
yarısında Konya’da Ahîliği kurarak birçok zaviyeyi denetimi altına
aldığına yukarıda değinilmişti. İncelediğimiz Ahi Evran Zaviyesi, o dönemin
kaynaklarında geçmemektedir. Aynı şekilde Karamanoğulları’nda da böyle bir zaviye
bilinmemektedir. Şu halde Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’nin inşa tarihini daha
sonraki yüzyıllarda aramak gerekmektedir. Bulunduğu yer itibariyle
değerlendirildiğinde bu zaviyenin, Ahi Evran’dan sonra yapılmış olduğu
söylenebilir. Çünkü Konya Ahi Evran Zaviyesi’nin bulunduğu mevkii, Konya’nın
618/1221’den sonra kurulan ikinci debbağhanesindedir. Yani Ahi Evran’ın bu
şehirde bulunduğu sırada debbağların bu işyerleri henüz tam olarak teşekkül
etmemiştir. Bu sebeple Ahi Evran’ın debbağ dükkânı, sûr dâhilinde olup sonradan
İç Debbağhane adını alan yerde bulunuyordu. İkinci debbağhane
Konya kalesinin dışına yapılınca, sûr
içinde kalan bölümüne yenisiyle karıştırılmaması için “İç Debbağhâne“ dendiği görülmektedir. Ayrıca Ahi
Evran Zaviyesi vakıflarının, Osmanlı döneminde, XVII. yüzyılda düzenlenmesi,
bu yapının çok eski olmadığına işaret etmektedir. Bir de Ahi Evran’a, Yeni
Debbağhane’de bir zaviyenin tahsis
edilmesi, I. Alâeddin Keykubad’tan sonraki siyasî gelişmelerden
dolayı pek mümkün görülmemektedir. Bilindiği üzere, bu sırada Ahi
zaviyelerinden bazıları Ahi Evran’a mensup olanların ellerinden alınıp, Mevleviler’e verilmiştir. Üstelik Konya
Debbağhane Tekkesi/Ahi
Evran Zaviyesi’ne dair belgelerin tarihi de çok eski değildir. Tespit
edilebilen en erken belge, 22 R. evvel 1081/l0 Ağustos 1670 tarihli bir Şer’iye Sicil kaydı olup, Hacı Mustafa adlı bir hayırseverin, Debbağhane Tekkesi’ne vakfettiği paranın bu
tarihten yedi sene önce borç olarak verildiğine dairdir. Bu belgeye göre,
Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’nin inşa tarihini 1660’dan öncelerde aramak
gerekmektedir. İhtimal, Konya Debbağhane Tekkesi, XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde
yapılmıştır.
Konya Ahi Evran Zaviyesi’nin yeri, Debbağhane Mahallesi’nde, XIX. yüzyılın ikinci
yarısında tedrisata başlayan Fevziye Medresesi’nin bitişiğinde idi.
Abdülkadir Erdoğan’a göre, Cumhuriyet döneminde, bu medrese ile birlikte
yıktırılarak arsası üzerine İsmet Paşa İlköğretim Okulu yaptırılmıştır.
Ahi
Evran Zaviyesi Konya Debbağhanesi’nde, geniş ve boş bir sahada
yaptırılmış olmalıdır. 2 Şevval 1149/3 Şubat 1737 günü tutulan bir Şer’iye Sicili’ndeki bilgiler, bu görüşü
teyit etmektedir. Söylenen tarihte Konya Debbağhane Tekkesi’nin yakınında “toprak depe” ve “Debbağhâne havlısı” bulunuyordu. Demek ki, Ahi Evran
Zaviyesi, 1221’de ikinci kale duvarı yaptırıldıktan sonra Konya şehrini rahatlatmak maksadıyla
kurulan iş yerlerinden biri olan debbağhânede, XVII. yüzyılın ilk yarısında boş
ve geniş bir arsa üzerine inşa ettirilmiştir.
Ahi
Evran Zaviyesi’nin 1926 yılında yapılan kadastral
çalışmalar sırasında yapılan şehir plânından’nin oturduğu alanla, avlusunun
çapını tespit etmek mümkün olmaktadır. Buna göre zaviye, İsmet Paşa İlköğretim Okulu’nun solundaki boşluğun
kuzeyinde, avlusuyla birlikte 864
m2 genişliğinde bir sahaya oturuyordu.
Aslında çok daha geniş olduğu anlaşılan zaviyenin avlusu üzerine XIX. yüzyılın
ikinci yarısında başka binaların yapıldığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birisi
1877’de inşa edildiği bilinen Fevziye Medresesi olmalıdır. Çünkü Konya Kadastro Heyeti’nin hazırladığı 24.4.1931
tarih ve 495/102 sayılı tutanağa bakılırsa, Ahi Evran Zaviyesi’nin sokağı, 6.
parseldeki Fevziye Medresesi’nin güneyinde, medreseye ait mescidin doğusuna
kadar uzanıyor, buradan Sarı Hafızoğlu Medresesi Sokağı’na çıkıyordu. Demek ki
zaviyenin avlusuna medrese yapılırken, sokağa çıkış için sadece dar bir yol
konmuş, gerisi medreseye alınmıştır. Öyle ise Ahi Evran Zaviyesi olarak bilinen
bina, İsmet Paşa İlkokulu’nun solunda, şu anda mevcut olan elektrik trafosunun
bulunduğu yerde idi (Fotoğraf: 1). Zaviyenin belgelerde geçen avlusu ise, İsmet
Paşa İlköğretim Okulu ve bahçesini içine alacak genişlikte bulunuyordu.
Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi’nin kim tarafından yaptırıldığı tespit
edilememiştir. Tekkenin bitişiğinde Ahî Baba’nın debbağ dükkânının
bulunması, bazı çağrışımlar yapmaktadır. Ahi Evran Zaviyesi, muhtemelen Ahi
Baba önderliğinde, yukarıda zikredilen Ahî Baba dükkânının bitişiğindeki boş arsaya,
debbağ esnafının da maddi destekleriyle yaptırılmıştır. Şu halde bâni olarak
ismini zikredebileceğimiz belli bir kimse bulunmamaktadır. Şayet zaviyenin
bânisi bilinse idi, Osmanlı dönemi vakıf kayıtlarında buna atıfta bulunulurdu.
Oysa Ahi Evran Zaviyesi’ne dair belgelerde bu hususa hiç işaret edilmemektedir.
Bu durum, zaviyenin bir kişi tarafından değil, birçok hayırseverin iştirakiyle
yaptırıldığına işaret olarak kabul edilebilir. Çağatay’ın, Ahi zaviyelerinin o
şehrin Ahi babalarınca inşa ettirildiğini söylemesi, Osmanlı dönemi Ahî
zaviyelerinin inşasına dair genel tutumu göstermektedir. Konya’daki Ahi Evran
Zaviyesi’ne vakıflar tahsisi veya vakfın alacak davalarında Ahî babanın genelde
şahit olarak dinlenmesi; bu zaviyenin vakıf mütevelliliğinin onlar tarafından
yürütülmesi, onların Konya’daki bu Ahi Tekkesi’nin yaptırılması ve buraya
vakıfların tahsisinde de etkili olduklarını göstermektedir.
Konya Ahi Evran Zaviyesi’nin yapısını ayrıntılı
olarak anlatan bir belge şimdilik görülmemiştir. Tekkenin fizikî durumu
hakkında burayı görenlerin söyledikleri kadarıyla bilgi sahibiyiz ki, bina
kerpiçten inşa edilmiş ahşap bir yapı idi. Bunun için XIX. yüzyılın sonlarında
Konya’ya gelip tarihî eserler hakkında bilgi veren Ahmed Tevhid, Debbağhane Tekkesi’nden bahsederken “bayağı binadır’’ demiştir. 1926 yılı
kadastral çalışmaları sırasında da Ahi Evran Tekkesi, kerpiç bina olarak gösterilmiştir. Şu
halde bu tekke, Konya’da Osmanlı döneminde inşa edilen birçok tarikat
binası gibi kerpiç ve kara dam örtülü idi. Konya’da Osmanlı döneminde kerpiçten
yapılmış, toprak damlı birçok mektep, medrese ve tekkenin tarihî eser
denebilecek evsafta kabul edilmediğinden son dönemlerde yıktırıldığı
anlaşılmaktadır. Aslında tarihî hatırası bizce en az, mimarî yönü kadar önemli
olan bu zaviyenin, geniş bir avlu içinde, debbağ dükkânları arasında ve
Selçuklu mabedi
Sırçalı Mescit yakınında bulunması, önemini daha da
artırmaktadır.
Erdoğan, Ahi Evran Zaviyesi’nden başka bu çevrede debbağ
esnafının Ahi babalarına ait olup, 200 yıl önce yaptırılan nakışlı bir salondan
bahsetmektedir. Konya’da resmî nitelikli bazı binaların Lâle Devri’nde nakışla süslendikleri
bilinmektedir. Bu geleneğe uyularak debbağ esnafının sürekli uğrak yeri olan Ahi
Evran Zaviyesi de nakışlarla tezyin edilmiş olabilir.
AHÎ EVRAN ZÂVİYESİ VAKFİYESİ
Fotoğraf:
1 Konya Ahi
Evran Zaviyesi’nin bulunduğu yer. Görülen bina elektrik trafosudur
(Fot. Mustafa Akgöl).
AHİ GÜHERTAŞ TEKKESİ
Ahi Gühertaş Tekkesi, medresesi ile birlikte 1232 yılında Alâeddin
Keykubad (1220–1237)’ın lalası olan Emir Bedreddin Gühertaş tarafından Alâeddin
Tepesi’nin kuzeydoğusunda, Çifte Merdiven Mahallesi’nde yaptırılmıştı.
Mevlâna’nın müderrislik yaptığı Ahi Gühertaş Medresesi’nin yanında “cemaathâne” olarak adlandırılan bir
toplantı ve zikir yeri de vardı. Anadolu Selçuklu kaynaklarında burası tekke
olarak geçmektedir. Osmanlı döneminde bu işlevini sürdürdüğüne dair şimdilik
herhangi bir kayda rastlanmamıştır.
ATABEK ZAVİYESİ
Atabek Zaviyesi medresesi ile birlikte bugünkü Rektörlük binasından
İmam-Hatip Lisesi’ne giderken yolun solunda, Kadı İzzeddin/Karpuzoğlu Camii’nin
tam batısında Ata Petrol’ün bulunduğu yerde idi. Atabek Fahreddin Arslan Doğmuş
tarafından başlangıçta medrese olarak yaptırılan (1256) bu yapının bir de mescidi
bulunuyordu. Bu medreseye Osmanlı devrinde Yavuz Sultan Selim (1512–1520) de
bir çeşme yaptırmıştı.
Atabek Arslan Doğmuş, yaptırdığı bu medresede müderris ve bilginlere
bizzat hizmet ediyordu. Medresede müderris olacakların da Hanefi Mezhebi’nden
ve mutasavvıf olmasını vakfiyesinin şartları arasına koydurmuştu. Müderrisin
sofi olması, burada zamanla bir de zaviyenin ortaya çıkması sonucunu
beraberinde getirmiştir. Bu nedenle Atabek Zaviyesi’ne Osmanlı döneminde
değişik görevlere atamalar bulunmaktadır. Medrese ile birlikte zaviye de
1930’lu yıllarda yıkılmıştır.
BURHAN DEDE ZAVİYESİ
Anadolu
Selçuklu dönemi tarikat yapılarından, Burhan Dede Zaviyesi hakkında Osmanlı
öncesi kaynak ve belgelerde şimdilik herhangi bir bilgi bulunmamıştır. 1086/
1675’te Burhan Dede Zaviyesi mevcut idi. 1114–1115/ 1702–1703 tarihli Konya Şer’iye Sicili kaydındaki bir hüccette vakfiyesinin 684/ 1285
tarihli olduğuna işaret edilmektedir. Öyle ise zaviye, 1285’ten önce inşa
edilmiş bir Selçuklu eseri olup Osmanlı döneminde faal durumda idi.
FAKİH AHMED PAŞA ZAVİYESİ
Konya’da Hoca Fakıh Zaviyesi’nden başka bir de Fakih Ahmed Paşa Zaviyesi
vardı. Konyalı, Fakıh Ahmed Zaviyesi’nin a Şeyh Alaman Mahallesi’nde
bulunduğunu, Fakıh Ahmed’in torunu Şeyh Ahmed tarafından 687/ 1288’de inşa
ettirildiğini yazmaktadır. Ancak bu zaviyenin vakfiyesinde Fakıh Ahmed’den
bahsedilmemektedir. Osmanlı döneminde “Fakih
Ahmed Paşa Zâviyesi” vakfına mütevelli atamaları bulunmaktadır. Ayrıca “Şeyh Ahmed Zâviyesi” ile ilgili
mütevelli tayinleri de belgelerde yer almaktadır. Bu durumda Fakih Ahmed Paşa
Zaviyesi’nin farklı bir tarikat yapısı olduğu göz ardı edilmemelidir.
HALKABEGÛŞ TÜRBE VE ZAVİYESİ
Zaviyesi ile birlikte belgelerde geçen ve şu anda ayakta bulunan
Halkabegûş Mescidi, Musalla Mezarlığı’nın karşısında, Ankara yolunun
sağındadır. Banisi bilinmemekle birlikte, Eflâkî’de bu yapının adı geçmektedir.
Şu halde bu tarikat yapısı Anadolu Selçuklu döneminde inşa edilmiştir.
Konya’da Selçuklu mescidi örneği olarak kabul edilen Halkabegûş Mescidi,
kare planlı ve iki katlıdır. Duvarları taş, üst tarafı ve kubbesi tuğladır.
Altta mumyalık, üstte mescit bölümü bulunmaktadır. Tonoz örtülü mumyalık
bölümüne kuzey yönünden girilir. Bitişiğinde bir de zaviyenin bulunduğu 1720
tarihli bir vakıf kaydından anlaşılmaktadır.
HÂNKAH-I ZİYA
Konya’da İç Karaarslan Mahallesi’nde, Kara Arslan Mescidi’nin bitişiğinde
idi. XIII. yüzyılın yarısında, Vezir Ziyaeddin Kara Arslan tarafından
yaptırılmıştır. Anadolu Selçukluları döneminde Konya’nın önemli tarikat
yapılarından biri idi. Önceleri Ahi Zaviyesi iken, daha sonra Çelebi Hüsameddin
buraya şeyh olmuş, böylece Mevlevi Tekkesi haline getirilmiştir. Osmanlı
döneminde zaviye olarak işlevini sürdürdüğüne dair şimdilik bir kayda
rastlanmamıştır. Bu durumu, Hânkah-ı Ziya’nın Selçuklulardan sonra yıkıldığını
göstermektedir.
PİR ESAD TÜRBE VE ZAVİYESİ
Pir
Esad Türbe ve Zaviyesi, Konya’da Pir Esad Mahallesi’nde, mescit, tekke ve
türbeden meydana gelen bir Selçuklu eseridir. Sandukanın kitabesinde Pir
Esad’ın 662/1263’de vefat ettiği yazılıdır. Türbe ve zaviye 844/1440’ta
Karamanoğulları dönemi ümerasından Musa Paşa tarafından yeniden yaptırılmıştır.
Duvarları moloz taş ve tuğla, damı ise düzdür. Türbenin içinde çoğu
Karamanoğulları devri meşâyihine ait mezarlar bulunmaktadır.
Pir Esad Zaviyesi’nin mescit ve
türbesinden başka XVIII. yüzyılda bir muallimhanesi ile darülhuffazı da vardı.
Vakıf mütevellileri tarafından XX. yüzyılın başlarına kadar yapılar faal
tutulmuştur.
SADIR SULTAN TÜRBE VE ZAVİYESİ
Aynı
zamanda şair olan Hekim Sadr-ı Konevi’nin türbe ve zaviyesi, Sedirler
Mahallesi’nde, Yanık Cami yakınındaki mezarlık içindedir. Sadr, bu önemli
şahsiyetin lakabıdır. Asıl adı Bekir’dir. Lakabı yattığı mahalleye de ad
olmuştur.
Anadolu Selçuklu devrinin büyük
şairlerinden olan Sadr-ı Konevi, Moğol işgal günlerini görmüş ve o acı günleri
yazdığı mersiyesinde dile getirmiştir. Önceleri kubbeli olan türbesi yıkıldığı
için yerine sonradan kerpiçten basit bir bina yapılmıştır.
Osmanlı döneminde Sadır Sultan
Zaviyesi’nin faal olduğu, buranın vakıflarını idare etmek üzere yapılan
mütevelli ve nazır atamalarından anlaşılmaktadır.
SEYFİYE BUK’ASI/KARASUNGUR TÜRBE VE
ZAVİYESİ
Seyfiye
Buk’ası/Karasungur Türbe ve Zaviyesi, Selçuk Üniversitesi Rektörlük binasından
Şems-i Tebrizi Cami ve Türbesi’ne giden yolun solundadır. Türbenin kuzey
tarafındaki zaviye ve medresesi yıkılmıştır. Selçuklu devlet adamlarından
Seyfeddin Karasungur adına yapılmıştır. Bilindiği gibi bu devlet adamı Celaleddin
Karatay’ın kardeşlerinden birisidir. Bütün bakımsızlığına rağmen türbe bölümü
ayaktadır.
Osmanlı döneminde “Seyfiye Buk’ası”
olarak geçen tarikat yapısına buk’adar tayini ile ilgili belgelere çok sık
rastlanmakta olup, XX. yüzyıl başlarına kadar faal olduğu diğer vakıf
kayıtlarından anlaşılmaktadır.
ŞEMS ZAVİYESİ
Şems
Zaviyesi, Şerafeddin Camii’nin kuzeyinde, eskiden mezarlık olan Şems Parkı’nın
içinde idi. Şu anda ayakta bulunan mescit ve türbenin kim tarafından ve hangi
tarihte yaptırıldığı bilinmemekle birlikte XIII. yüzyıldan kaldığı tahmin
edilmektedir. Karamanoğulları döneminde, Konya’nın önemli Mevlevi
zaviyelerinden biri idi. İlk şekli hakkında malumat bulunmayan yapının XVI.
yüzyılın başlarında önemli değişikliğe uğradığı, Abdürrezzak oğlu İshak Bey’in
evâil-i Zilkade 915/10–20 Şubat 1510 tarihli Arapça vakfiyesinden
anlaşılmaktadır. Bununla birlikte mescidi XVII. yüzyılda bile kubbeli bir yapı
idi. Evliya Çelebi’nin şu andaki düz tavanlı ve çatılı mescidinden söz etmeyip “Kubbe-i ‘âlî olup anda dahi âyîn-i Mevlâna
sürülür” demesi bunu gösterir.
Mescidin kapısı doğuya bakmaktadır.
İçte, kalın bir kemerle ortasından bölünmüştür. İshak Bey vakfiyesine göre bu
kemerin güneyindeki bölüm, sonradan genişletilmiş olmalıdır. Türbenin
kuzeyindeki minarenin yapım tarihi eski değildir.
Mescidin batısındaki Şems’in türbesi,
Sille taşından yapılmıştır. İshak Bey vakfiyesine göre türbe, eskiden kara dam
örtülü idi. Şimdi ise, sekizgen pramidal kurşun bir külahla örtülüdür. Tavanı
düz olup geometrik motiflerle süslüdür. Önder’e göre, döşemeyi kaplayan
tahtaların altı mumyalıktır.
İshak Bey, Şems Zaviyesi’ne bazı
ilaveler yaptırmıştır. Bunlardan biri mescidin kuzey-doğusundaki kendisine
mahsus türbedir. Buranın aynı zamanda darülhuffaz olarak kullanılmasını şart
kılmıştır. Bu türbe, kubbeli olup hâlen mevcuttur. Diğer ilaveler ise, batı
yönünde, evi olmayanlara misafirlerin kalmaları için iki hücre; mektep olarak
iki oda, bir salon; bir helâ ve bir gölgelikle, kuzeyde yer alan bu gölgeliğin
altında bir musluktur. İshak Bey Mektebi ile musluk, XVIII. yüzyılda faal
durumda idi.
Mescidin doğusunda, XX. yüzyılın
başlarında dervişlerin kaldıkları dört hücreli bir daire ile bunun yakınında,
Şems Dedesi ve ailesinin oturduğu bir de ev vardı. Konyalı’ya göre bu ev tek
katlı, kerpiçten ve kara dam örtülü idi. Safevi Tarikatı’na karşı Mevlevilik’e
destek veren I. Selim, Mevlâna Dergâhı’na olduğu gibi Şems Zaviyesi’ne de ilgi
göstermiş; zaviyenin yakınına bir çeşme yaptırmıştır. Osmanlı döneminde birçok
defa tamir edilen manzumenin şu anda mescit, türbe ve İshak Bey Türbesi
dışındaki yapılarının tamamı yıkılmıştır. Şems Zaviyesi’nin çevresi zamanla
mezarlık haline gelmiş, Cumhuriyet döneminde ortadan kaldırılarak parka
dönüştürülmüştür.
Şems Zaviyesi’nin Mevlâna
Dergâhı’ndan sonra Konya’nın en önemli Mevlevi Tekkesi olduğunu ve daha Karamanoğulları
döneminde burada sema yapıldığını Sakıp Dede, yazmaktadır. Osmanlı devrinde de
önemini koruduğu belgelerden anlaşılmaktadır. Nitekim buraya XVII. yüzyıl
ortalarında mesnevihan tayini bulunmaktadır. XVIII. yüzyılda ise bu zaviyede
görevli şeyh burada Mesnevi okur; “mukabele
günleri”nde sema yaptırırdı. Belgelerde çok sık “Âstâne” olarak geçmesi de buranın Mevlevihane olduğunu
göstermektedir. Çünkü âstâne, çile çıkarılan Mevlevihane olup dervişler bu
tekkelerde yetişirdi. Şu halde Şems Zaviyesi, Konya’da Âstâne-i Aliyye de denen
Mevlâna Dergâhı gibi dervişlerin ikamet ettiği önemli bir tarikat yapısı idi.
ŞERAFEDDİN TÜRBE VE ZAVİYESİ
Konya’da
Şerafeddin Camii’nin güneyinde, XIII. yüzyılda yaşadığı bilinen Şeyh
Şerafeddin’e ait Anadolu Selçuklu Türbesi bulunuyordu. 1925 yılında yıktırılan
bu türbenin Osmanlı döneminde zaviye bölümünün de bulunduğu anlaşılmaktadır.
XX. yüzyıl başlarında bile Şerafeddin Zaviyesi’ne atamalar bulunmaktadır.
Türbe, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından aslına uygun şekilde 2009’da yeniden
yaptırılmıştır.
ŞEYH ALAMAN SULTAN TÜRBE VE
ZAVİYESİ
Şeyh
Alaman Türbe ve Zaviyesi, Konya’da Şeyh Alaman Mahallesi’ndedir. Mescidi halen
mevcut olan Şeyh Alaman Türbe ve Zaviyesi’ni, Şeyh Alaman’ın mürşidi Fakih
Ahmed adına inşa ettirdiği tahmin edilmektedir.
Kitabesinden Selçuklu mescidi olduğu
anlaşılan yerin bitişiğine Şeyh Alaman vefat edince gömülerek türbe haline
getirilmiştir. Kare plan üzerine duvarları taştan, kubbesi tuğladan
yapılmıştır. Zaviye bölümü ise 687/1287’de inşa ettirilmiştir.
Osmanlı döneminde mektebi de bulunan
Şeyh Alaman Sultan Zaviyesi’nin vakıflarına mütevelli tayinleri bulunmaktadır.
SARI YAKUB ZAVİYESİ
Sarı Yakub Zaviyesi, belgelerde Katırcıoğlu Mahallesi’nde
gösterilmektedir. Bânisi, Karamanoğulları ulemâsından Sarı Yakub olmalıdır.
Sarı Yakub, Osmanlı eğitim kurumlarında yetişmiştir. Konyalı, onun Yıldırım Bâyezid’in
bilginlerinden Mevlâna Şemseddin Fenârî’nin öğrencisi olduğunu yazmaktadır.
Sarı Yakub adıyla bir mescidin Konya’da bulunduğu ve hâlen aynı adla anılan bir
mescidin mevcudiyeti bilinmektedir. Bu iki hayır eseri, Sarı Yakub tarafından
inşa edilmiş olmalıdır. Belgelere göre bu iki yapının vakıfları, aynı mütevelli
tarafından idare ediliyordu.
ŞEYH BURHANEDDİN ZAVİYESİ
Şeyh Burhaneddin, Konya’da Fakıh Dede olarak bilinmektedir. Konyalı, bu
nedenle onun türbesini, “Fakih Dede
Türbesi” başlığı altında incelemiştir. Türbe’nin kitâbesinde Şeyh
Burhaneddin Fakih Paşa’nın ölüm tarihi 860/1456 olarak gösterilmiştir.
Şeyh Burhaneddin Zaviyesi, Osmanlı Döneminde faal olan tarikat
yapılarından biri idi. Şeyh Burhaneddin Zaviyesi, türbe ile birlikte Konya’nın
Fakıh Dede Mahallesi’nde idi. Konyalı türbenin bitişiğinde, zaviyeden başka
namazgâh, mescit ve çeşmenin bulunduğunu, tarihi değeri olmadığı gerekçesiyle
yıktırıldığını yazmaktadır.
AHİ TARÎK/AHİ TARÎK NURULLAH MERKADİ ZAVİYESİ
Ahi Tarîk Zaviyesi, Ahmed Fakih Mahallesi’nde idi. 15 Zilkade 1085/12
Şubat 1575 tarihli bir evin satışında sınır olarak gösterilen “Ahî Tarîk
Vakfı”,
zaviyenin bulunduğu yer olmalıdır. Bazı belgelerde Ahi Tarîk, bazılarında ise
Ahi Tarîk Nurullah Merkadi Zaviyesi şeklinde geçmektedir. Zaviyenin ismine
bakılırsa, XVI. yüzyıl başlarında, bu zatın kabrinin de bulunduğu yerde Ahi
Zaviyesi olarak kurulmuş olmalıdır.
Ahi Tarîk Zaviyesi’ne XVIII. yüzyılın ilk yarısından bu
yüzyılın sonlarına kadar zaviyedâr; vakfına ise mütevelli atamaları
bulunmaktadır.
ÇİFTÇİLER TEKKESİ
Konya’nın
hangi mahallesinde bulunduğu tespit edilememiştir. Adından da anlaşılacağı
üzere çiftçi esnafının tekkesi idi. Evâhir-i Safer 1088/ Mayıs başı 1677’de
Çiftçiler Tekkesi’nde Süleyman şeyh iken, azlini gerektirecek bir durum
olmadığı halde Seyyid Ahmed kendisini buraya şeyh tayin ettirmiş;
Süleyman’ın başvurusu üzerine tekrar kendisine şeyhlik beratı verilmiştir. Bu
tekke ile ilgili başka belge şimdilik bulunamamıştır.
EZELÎ-ZADE ZAVİYESİ
Ezelî-zade el-Konevî demekle meşhur eş-Şeyh Abdurrahman b. İbrahim (ö. 1565)’in Mevlâna Dergâhı civarındaki kabrinin bulunduğu yerin, daha
sağlığında iken zaviye haline getirildiği belgelerden anlaşılmaktadır.
Hayırsever olarak da bilinen Ezelî-zade Zaviyesi’nin Konya Kirişhânesi’nde vakıfları bulunuyordu.
Ezelî-zade Zaviyesi, Halvetiye Tarikatı’na ait bir tekkedir. Ezelî-zade,
Halvetîye meşayihinden İshak-ı Karamanî’nin Konya halifesi olup, yıllarca Sahib Ata Zaviyesi’nde şeyhlik yapmıştır.
XVIII. yüzyılda
faal durumda olan zaviyede bulunan Ezelî-zade Türbesi’ne cüzhan tâyinleri
bulunmaktadır.
İSHAK BEY ZAVİYESİ
İshak
Bey Zaviyesi, Şems-i Tebrizî Türbe ve Mescidi’nin kuzeydoğusundadır.
Muntazam kesme taşla yapılmış, kubbeli bina, belgelerde eskiden İshak Bey Türbesi olarak
gösterilirken, 1211/1796’den sonra “İshak Bey Zâviyesi” şeklinde
de geçmeye başlamıştır. Şu halde Şems Zaviyesi’ne 915/1510’de ek binalar
yaptırıp zengin vakıflar tahsis eden İshak Bey adına XVI. yüzyılın ilk
yıllarında inşa edilen türbe, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru zaviyeye
dönüştürülmüştür. “Şems Merkadi karşısındaki zâviye”de Mevlevî şeyhlerinin ilişkisi olduğuna dair
belgeler, buranın yakınındaki Şems Zaviyesi gibi, İshak Bey Zaviyesi’nin Mevleviler’in denetiminde olduğuna
işaret etmektedir.
NAKŞBENDİYE-İ HÂLİDİYE ZAVİYESİ
Nakşbendiye-i Hâlidiye Zaviyesi,
Şems-i Tebrizî Mahallesi’nde idi. Konya Valisi
Ebubekir Paşa’nın
para vakfettiği bu zaviyenin tespit edilen ilk görevlisi buranın hatibi Hoca-zade
es-Seyyid Mehmed Efendi ibn Ali olup, atanma tarihi 22 Muharrem 1263/10 Ocak
1847’dir. Onun ölümü üzerine oğlu Ali Efendi, aynı zaviyeye 1300/1883’de
hatip olmuştur. Zaviyeye 5 Safer 1279/2 Ağustos 1862’de postnişin olarak ilk
atanan görevli ise Nakşbendiye-i Halidiye hulefasından es-Seyyid eş-Şeyh Mehmed Efendi ibn es-Seyyid eş-Şeyh Muhsin’dir. Bu zatın vefatından sonra
Zilhicce 1337/5 Eylül 1919’da oğlu Zeynelabidin Efendi’nin muvafakatıyla oğlu Ziya
Efendi zaviyeye şeyh olmuştur.
Nakşbendiye-i Halidiye Zaviyesi’nin de 1925 yılında tekke ve
zaviyeler kapatılıncaya kadar açık olduğu vakıf kaynaklarından anlaşılmaktadır.
SİNAN DEDE ZAVİYESİ
Yeri
tespit edilemeyen Sinan Dede Zaviyesi, muhtemelen Konya’da Mevlâna Dergâhı yakınında Sinan Dede’nin kabrinin bulunduğu
yere yaptırılmıştır. III. Murad’ın 984/1576’deki tahriri sırasında kayıtlara geçen
zaviyenin 17 görevlisi olup, bunlar kendi paralarıyla zaviyeyi sürekli
onarmaları şartı ile her türlü vergiden muaf tutulmuşlardır. Şu halde XVI.
yüzyıl başlarında zaviye haline getirilmiş olmaktadır. Sinan Dede Zaviyesi’ne zaviyedâr
atamaları 1117/1705’den biraz önce başlamıştır. Daha önceki durumu hakkında
bilgi bulunamamıştır.
Konya’nın Karahüyük köyünden Sinan Dede, Mevlâna Dergâhı’nda uzun yıllar mesnevihanlık yaptığına göre, burasının Mevleviler’e ait bir zaviye olduğu
söylenebilir.
Sinan Dede Zaviyesi’ne XVIII. yüzyıl başlarından
itibaren zaviyadâr ve mütevelli atamalarına dair berat suretleri bulunmaktadır.
MESCİD-İ MERACE’L-BAHREYN BUK’ASI
Mescid-i Merace’l-Bahreyn Buk’ası Konya’da şimdiki Babalık Sokağı’nda idi.
Sakıp Dede’ye göre Mescid-i Merace’l-Bahreyn Buk’ası Mevlâna ile Şems’in ilk
buluştuğu yere inşa edilmiştir. Sadece mescitten meydana geldiği anlaşılan bu
tarikat yapısı zamanla yıkılmış; Osmanlı döneminde Karaman Valisi Derviş
Mustafa Paşa eski şekline uygun olarak tekrar yaptırmıştır. Daha sonra bu yapı
da yakılmış: yerine evler yapılmıştır.
MEVLÂNA’NIN ŞEMS’LE İLK BULUŞTUĞU MERAC’EL-BAHREYN’İN
YERİ*
Şems, bir hakikat ehli, bir gönül eri arıyordu. Bu amaçla uzun uzun
yolculuklar yapmaktaydı. Gittiği yerlerde hanlarda, kervansaraylarda
konaklıyordu. Bazı memleketlerde bir süre oturduğu da oluyordu. Fakat çabuk
tanınıyor, etrafını bir sürü mürid sarıveriyordu, O zaman, orada durmanın
tehlikeli olduğunu anlıyor, bir fırsatını bulup kaçıyor, başka bir memlekete
göçüyordu.
Yaşı altmışa ulaşmış, siyah sakalını beyaz teller bezemişti. Sırtında
keçeden bir cübbe, elinde bir âlem, başında da kalpağa benzer bir külah vardı.
Bazı hallerde işçilik yapar, sırtında taş çeker, birkaç mangır alır, maişetini
temin ederdi. Kimseden bir şey talep etmez, kimseye yük olmazdı. Çoğu zaman aç
kalır, nefsiyle alay ederdi.
Anadolu'yu bu halle gezen Şems Konya’ya gitmeye niyetlendi.
Onun bu niyeti sebepsiz değildi. Her gittiği yerde kendisine Mevlâna’dan
bahsedilmiş, onun Konya'ya yerleştiği
söylenmişti. Bir defasında:
Allah’ım, beni dostlarımla
buluştur, görüştür, diye sabahlara dek niyazda bulunmuş, bu hal ile
uyuyakalmıştı. Rüyasında bu arzusunun yerine getirildiği, ancak Anadolu
illerine gitmesi gerektiği bildirilmiş, buna karşılık kendisinin ne
bağışlayabileceği sorulmuştu. Şems:
Başımı !.. Diye cevap vermiş; uyanınca, hemen yola düşmüştü. Anadolu'yu
gezdikçe, Mevlâna'nın adını, şöhretini duyuyordu. Kararını verdi. Konya'ya
gidecekti. Eğer aradığını bulursa mesele tamamdı. Bu niyetle yola düştü.
Şems 1244 yılının Kasım ayında Konya'ya gelmişti. Konya'da Şekerciler Hanı’na
indi. Ertesi gün 30 Kasım ikindiye doğru, ana cadde üzerinde müderris olduğu
halinden belli birisinin, sağında solunda talebeler olduğu halde, bir katırla
geçtiğini görmüştü. Herkes:
“Mevlâna Celâleddin geliyor!”
diye ayağı kalkıyor, hürmetle selâmlıyorlardı. Demek yıllardır adını işittiği,
Mevlâna buydu. Şu katır üzerindeki kısa siyah sakallı, yanık buğday benizli,
mütebessim insan. Hoşuna gitti hali. Yerinden kalktı, kalabalığı yara yara
ilerledi. Tam karşılaştıkları zaman katırın dizginlerini sımsıkı tuttu. Biraz
sert ve kısa, sorular sordu. Aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştü ki,
dayanamadı, düşüp bayıldı.
Şems'le Mevlâna'nın ilk defa buluşup görüştükleri bu yere Mevleviler
sonradan Rahman Sûresinin 19. âyetinden alınan ve "iki denizin buluştuğu yer" anlamına gelen “Merace’l-Bahreyn” adını vermişler ve
bir çevrikle işaretlemişlerdi. Selçuklular devrinde, Şekerfurûş Hanı'nın önüne
isabet eden bu yer, evvelce bir parmaklıkla çevrilmiş ve ziyaretgâh haline
getirilmişti.
Şimdiki Selçuk Otel’in Maarif Evlerine bakan köşesine rastlayan bu yer,
zeminden yükseltilmiş, önü parmaklıkla ayrılmıştı. Oraya akşamları, türbeden
kandil yollanır ve bir mezar gibi orada kandil yakılır, bilhassa Mevleviler
tarafından ziyaret edilirdi. Bugün oradan hiçbir eser kalmamış ve o tarihi yer,
bilenlerin hafıza ve hatıralarına intikal etmiştir.
İbrahim Hakkı Konyalı, “bu iki ilim
ve mana denizinin kavuştukları yer için çok güzel seçilmiş bir addır. Burasının
neresi olduğu hakkında ihtilâf vardır. Büyük Türk ve İslâm Âlimi üstadım Şeyh
Zâde Ziya Efendi merhum burasının eski Paşa dairesiyle Çumralı Salim Efendi'nin
evlerini ayıran sokağın içinde Ağazâde Tevfik'in eski evinin önünde olduğunu
söylerdi. Bu yol Hatuniye'ye, Şems-i Tebrizi'ye, Seyfiye Medresesi'ne ve Akıncı
Mescidi'ne giden yolların başıdır.
Bazıları da burasının Selçuk
Oteli’nin yanına rastladığını söylerler. Burada Selçuk ve Sincari Mescitleri,
eski kabristan, İbrahim Bey İmareti’nin odun ambarları vardı. Gerçi bu yol da
Akıncı Mescidi’ne ve Kız Öğretmen Okulu'na çıkar. Amma biz; bildiğini iyi bilen
ve güvenilir bir ilim otoritesi olan Ziya Efendi merhumun rivayetini tercih
etmek istiyoruz” demektedir.
Ancak yıllarca mum yakılan, ziyaret edilen yer olarak Selçuk Otelin
bulunduğu Babalık Sokağının girişindeki sol köşe olduğu bilinmektedir. O günden
bugüne şehir planlarındaki değişiklikler düşünülürse nokta bir yer tayin etmek
zor olacaktır.
Cumhuriyetten sonra, tekke ve türbelerin kapatılmasıyla çevriğe kandil
gönderilemez olmuş, 1927 yılında Alâeddin Caddesi üzerinde Maarif Evlerinin
yapılması ile çevrik de kaldırılmıştır.
Merace’l-Bahreyn Mevlâna Dergâhı’ndan kandil getiren Mevlevi
dervişlerinden biri de Mevlâna Müzesi ziyarete açıldıktan sonra kendisine
müzenin derviş odalarında bir hücre verilen ve 1957 yılındaki ölümüne kadar bu
hücrede oturan Ankaralı Mehmet Dede idi. 1953 yılında M. Muhlis Koner'in
başkanlığında, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmet Önder ve Belediye Turizm Müdürü
Konyalı yazar Celaleddin Kişmir'in üyesi olduğu bir komisyon kurdu. Komisyon,
anıt üzerine yazılacak kitabeyi hazırlayacak, ayrıca çizilecek anıt projesinin
fikrî yapısını oluşturacaktı. 1953 yılı Ekim ayında bu konuda toplantılar
yapıldı. Konya Lisesi'ni, Atatürk Heykeli'nin kaidesini yapan tanınmış mimar
Muzaffer'in oğlu, mimar Mukadder projeyi çizdi. Abdülbaki Gölpınarlı anıt
üzerine yapılacak metinleri hazırladı. Bir dosya halinde Belediye Başkanı Rüştü
Özal'a verildi, Belediyenin ödenek
yokluğu yüzünden bu anıt gerçekleştirilemedi. Rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı bir
kitabe hazırladı. 1953 yılında, Konya'da Mevlâna ile Şems'in ilk buluştukları
yer için hazırlanan kitabe metni şöyledir:
“Büyük bilgin ve mutasavvıf Mevlâna
Celâleddin ile Onun gönül dostu Şemseddin-i Tebrizî 30 Kasım 1244 günü ilk defa
burada buluştu, görüştüler. Bu buluşmadan sonra, burası
"Mecma’ul-bahreyn" yani "İki denizin buluştuğu yer" olarak
adlandırılırdı. Bu anıt, bu buluşmanın anısına dikildi.”
III- TÜRBELER
GİRİLECEK
* Bu kısım
Emine YENİTERZİ tarafından yazılmıştır.
* Bu kısım
Adnan KARAİSMAİLOĞLU tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Adnan KARAİSMAİLOĞLU tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Nuri ŞİMŞEKLER tarafından hazırlanmıştır.
* Bı kısım
Muammer ULUTÜRK tarafından hazırlanmıştır.
[1]
Şahabettin Uzluk, Mevlevilikte Resim
Resimde Mevleviler, TTK Bas., Ankara, 1957.
[2]
Süheyl Ünver, Hz. Mevlâna’nın Resimleri Hakkında”, Konya Halkevi Aylık Kültür Dergisi, Mevlâna Özel Sayısı, Mart- Haziran 1943, S. 53-56, s. 77.
[3] Rumî tabirinden bu ressamın Anadolulu olduğunu anlıyoruz.
Rum, Anadolu demek olduğundan Rumî de Anadolulu manasına gelir. Bu resim renkli
olarak, Süheyl Ünver – Türk Minyatüründe Tarihi Simalarımız, Güzel Sanatlar No:
2, 1940 adlı çalışmaya ileve edilmiştir (Ünver’in notu.)
[4]
Şahabettin Uzluk’un tetkiklerine göre Gürcü Hatun, II. Gıyasettin Keyhüsrev’in
kızı ve Muinüddün Pervane’nin haremi idi (Ünver’in notu).
[6]
Uzluk, “Mevlâna’nın Ressamları”, Konya
Halkevi Aylık Kültür Dergisi, S. 63, (1944), s. 25-33.
[7] Ünver, aynı makale, s.79.
[8] Uzluk, aynı makale, s. 32-33.
* Bu kısım Ayşe
DEĞERLİ tarafından hazırlanmıştır.
[9] Yusuf
KÜÇÜKDAĞ, “Konya Mevlâna Dergâhı ve Türbe Hamamı’na Dair İki Mevlevî
Vakfiyesi”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya,
2005, s. 73-74.
[10] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul,
1953, s. 19, 29; Asaf Halet Çelebi, Mevlâna
ve Mevlevilik, İstanbul, 1957, s. 155, 196-199; Mehmet Önder, “Mevlevîliğin
Sistemleşmesi, Sultan Veled ve Diğer Postnişinler”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevilik, Konya, 2002, s. 131-133.
[11]
İskender Pala, “Edebî Çehresiyle Mevlevihaneler”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları ve
Enstitüsü, S. 2, (Mayıs 1996), Konya, s. 55; Gülgûn Yazıcı, “Gelibolu
Mevlevîhanesi’nden Yetişen Sanatkârlar”, Uluslararası
Mevlâna Mesnevî Mevlevihâneler Sempozyumu Bildirileri (19-21 Aralık 2005),
Manisa, 2006, s. 490.
[12]
Ekrem IŞIN, “Mevlevîliğin Tarihsel Temelleri: Sultan Veled ve Çelebilik
Makamının Kuruluşu”, III. Uluslar Arası
Mevlâna Kongresi, Bildiriler, (5-6
Mayıs 2003), Konya, s. 95.
[13] Kemalpaşazâde,
Risâle-i fî tahkîki lafzı çelebî,
Süleymaniye Ktp., Amcazâde Hüseyin, nr. 241, vr. 91-92; Hasan Kâfî, Risâle-i fî lafzı çalâb, Süleymaniye
Ktp., Esad Efendi, nr. 3814’den naklen Mehmet İPŞİRLİ, “Çelebi”, TDV İslam
Ansiklopedisi, VIII., İstanbul 1993, s. 259.
[14]
Ettore ROSSI, “Çelebi Kelimesi Hakkında
Ebü-s-Su'ûd'a Atfedilen Bir Fetva”, Türk
Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1954,
Ankara, 1988, s. 13.
[15] İbn
Battuta, Seyahatname, II., (Çev.
Mehmed Şerif Paşa), İstanbul, 1333, s. 270.
[16] Lehce-i Osmanî, Tab-ı Cedid, I.,
İstanbul, 1306, s. 482.
[17]
İsmail PARLATIR, “Veled Çelebi’nin Türk Dili Adlı Sözlüğünde Mevlâna İle İlgili
Sözleri ve Yorumları”, Uluslararası Mevlâna
Bilgi Şöleni Sempozyumu Bildirileri (15-17
Aralık 2000), Ankara, 2000, s. 195.
[18]
İsmet KAYAOĞLU, “Sultan-Mevlevî İlişkilerine Genel Bir Bakış”, X.
Millî Mevlâna Kongresi, Tebliğler I, (2-3
Mayıs 2002), Konya, s. 37.
[19] İPŞİRLİ, aynı
yer.
[21] ÇELEBİ, aynı madde, s. 261-262.
[22] Abdülbâki GÖLPINARLI, Mevlâna’dan Sonra
Mevlevilik, (2. Baskı), İstanbul, 1983, s. 367; ÇELEBİ, aynı madde,
s. 262.
[23] GÖLPINARLI, aynı yer; ÇELEBİ, aynı yer.
[24] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 278.
[25]
Sakıb Dede, Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân,
I., Kahire, 1283, s. 524.
[26] Mehmet ÖNDER, “Tarih Boyunca Mevlâna Soyu-Fatih
Sultan Mehmed Mevlâna’nın Altıncı Göbekten Torunudur”, III. Uluslar Arası
Mevlâna Kongresi – Bildiriler, Konya, 2004, s. 71-72.
[27] Ö.Rıza Doğrul, İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf,
İstanbul, 1948, s.123; B. Fürûzanfer, Mevlâna Celâleddin, (nşr. F.N.
Uzluk), İstanbul, 1963, s. 235; Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da
Türkler, (nşr. Y. Moran), İstanbul 1994, s. 341.
[28] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 244-247.
[29] Ekrem IŞIN, “Modernleşme Çağında Mevlevilik: Siyaset,
İdeoloji ve Örgütlenme”, X. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler-I),
Konya, 2002, s. 227-230.
[30]
GÖLPINARLI, aynı eser, s. 269.
[31] Nejat GÖYÜNÇ, “Mevlevilik ve Sosyal Hayat”, II.
Milletlerarası Mevlâna Kongresi, Konya, 1991, s. 96-97.
[32]
Halil İnalcık, The Ottoman Empire The
Classical Age, 1300-1600, London, 1973, s. 201.
[33]
Karamani Mehmed Paşa, II. Mehmed’le birlikte veraset kanununun da kurucusu
olmuş, teşrifat usulünü ortaya çıkan yeni şartlarla belirleme yönüne gitmiş,
kazaskerliğin birden ikiye çıkartılması için padişahı ikna etmiş, maliye
işlerini yeniden düzenlemiş ve usulsüz yollarla mülk ya da vakıf arazisi haline
getirilen toprakları tekrar mîrî toprağa çevirmiştir. Devlet işlerindeki
tavizsiz tutumu padişah tarafından takdir ve onay görse de, devrin önde gelen
tarihçileri şiddetle Karamani Mehmed Paşa’yı eleştirmiştir. Hatta adı
Mevlevîler arasında dahi anılmaz hale gelmiş, Sakıp Dede eserinde, Paşa’yı
Mevlevî listesine dâhil etmemiş, biyografisine yer vermemiştir. Daha fazla
bilgi için bk. Yusuf KÜÇÜKDAĞ, “Yükselme Döneminin Temellerini Atan Konyalı
Devlet Adamı Karamanî Mehmed Paşa”, Vizyon
Konya, S. 7, (Şubat, 2011), s. 40-42.
[34]
KAYAOĞLU, aynı makale, s. 38.
[35] Yusuf KÜÇÜKDAĞ, Türk Aleviliği Araştırmaları, Konya,
2010, s. 111-113.
[36] IŞIN, aynı
makale, s. 230-231.
[37] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 247, 248, 254-256, 258-260.
[39]
KÜÇÜKDAĞ, aynı eser, s. 111-112,
132-133.
[40]GÖLPINARLI, aynı eser, s. 249; Barihüda
TANRIKORUR, “Mevleviyye”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXIX., Ankara,
2004, s. 470.
[41]
Ahmet ATALAY, “Mevlevîlerin
Merkezî Hükümetlere Etkileri ve Bozkır Zeynelâbidin İsyanı Hakkında Postnişîn
Abdülhalim Çelebi’nin Merkezî Hükûmete Gönderdiği Bir Mektup”, Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları ve Enstitüsü, S. 8,
(2000), s. 101.
[42]
Nejat GÖYÜNÇ, “Mevlâna Müzesi Arşivi”, II.
Milli Mevlâna Kongresi, Tebliğler, Konya, 1987, s. 103-104.
[43]
Caner ARABACI, “Balkan Harpleri Sırasında Mevlevihaneler”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları ve
Enstitüsü, S. 2, (Mayıs 1996), s. 252.
[44]
ARABACI, aynı makale, s. 253.
[45] Nuri
KÖSTÜKLÜ, Vatan Savunmasında
Mevlevîhaneler (Balkan Savaşlarından Milli Mücadeleye), Konya, 2005, s.
65-91.
[46] KÖSTÜKLÜ, aynı eser, s. 129-143.
[47] Yusuf ÇETİN, “Mustafa Kemal Atatürk Döneminde (1920-1938) Müze
ve Eski Eserler Konusunda Yapılan Çalışmalar”, Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi, S. 12,
(2007), s. 119.
* Bu
kısım Barihüdâ TANRIKORUR tarafından hazırlanmıştır.
[48] Yazar, burada Manisa’da geçerdiği
çocukluk hatıralarını anlatırken, Manisa Mevlevihanesi semahanesinde Abdülhalim
Çelebi Efendi’nin idare ettiği tesirli sema âyinlerini tarif etmiştir. 1907’de
Abdülhalim Çelebi Manisa Mevlevihanesi postnişînliğinden Konya Mevlâna Dergâhı’nın 30. çelebisi olarak atanmış,
üç ayrı zamanda çelebilik makamına oturmuş, Türkiye Cumhuriyeti ilân edilince
TBMM’in reisi olmuştur.
49 Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, Anamın Kitabı, (5.
Baskı), İletişim Yayınları, İstanbul, 1986, s. 56-58.
[50] Gelibolu Mevlevihanesinde
âyin-i şerîf günleri Çarşamba, Antep Mevlevihanesi’nde ise Perşembe idi.
* Bu kısım
Nuri ŞİMŞEKLER tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Hasan ÖZÖNDER tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım
Naci BAKIRCI tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Yusuf
KÜÇÜKDAĞ tarafından hazırlanmıştır.
[52] Konya’daki Mevlevî zaviyelerinden Şems, Cemel Ali (Bkz.
Küçükdağ, Les Zaviyas Mevlevites, s. 123, 124) ve Pîrî
Mehmed Paşa
(Yusuf Küçükdağ, “Konya’da Bir Mevlevî Manzumesi (Pîrî Mehmed Paşa Zaviyesi)”,
IX. Vakıf Haftası
Kitabı, Ankara 1992, s.
160; aynı yazar, Les Zaviyas
Mevlevites, s. 126) zaviyelerinde de şeyhlerin ikametlerine tahsis
edilmiş evler bulunuyordu.
* Bu kısım
Gülgün ATALAY- H. İbrahim KUNT tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Naci
BAKIRCI tarafından hazırlanmıştır.
* Bu kısım Ayşe
DEĞERLİ tarafından hazırlanmıştır.
[53]
Ahmed Eflâki, Âriflerin Menkıbeleri,
(Çev. Tahsin Yazıcı), I., İstanbul, 1973, s. 177, 192, 202, 235, 254; Devletşâh, Tezkire, (çev. Necati Lugal), Ankara,
1963, s. 312.
[55]
Eflâki, aynı eser, s. 202-203.
[56]
Sultan Veled, Maarif, (Çev. Meliha
Tarıkâhya), İstanbul, 1985, s. 127; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul, 1983, s. 34-42.
[57]
Yusuf Küçükdağ, “Antep Mevlevîhanesi ve Vakfiyeleri”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya, 2005, s. 245.
[58] BOA,
C. EV., gömlek: 16185.
[59]
Bahaeddin Yediyıldız, “Vakıf”, İslâm
Ansiklopedisi, (Kısaltma: İA),
XIII., İstanbul, 1986, s. 162, 163.
[60]
İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve
Kitâbeleri ile Konya Tarihi, Konya, 1964, s. 641-644.
[61] Ekrem Işın, “Modernleşme Çağında Mevlevîlik: Siyaset,
İdeoloji ve Örgütlenme”, X. Millî Mevlâna
Kongresi (Tebliğler-I), (2-3 Mayıs 2002), Konya, 2002, s. 231.
[62] BOA, Kamil Kepeçi Defteri, No: 2538, varak: 24b-25a.
[63] KŞS, no: 67, s. 166, 167 tarih: Muharrem 1212; s. 169, tarih: 9
Safer 1212.
[64] Christoph K. Neumann,
“19’uncu Yüzyıla Girerken Konya Mevlevî Asitanesi ile Devlet Arasındaki
İlişkiler”, Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, S. 2, (Mayıs 1996), Konya, s. 174.
[65] Fatih Devrinde Karaman Eyâleti Vakıfları Fihristi,
(Tapu ve Kadastro Umum Müdürlüğü Arşivi’ndeki Deftere Göre Hazırlayan: Feridun Nâfiz Uzluk), Ankara, 1958, s. 9, 10.
[67] Yılmaz
Önge, “Konya Mevlâna Dergâhının Kaybolan Bir Yapısı: Türbe Hamamı“, 5. Millî Mevlâna Kongresi (Tebliğler), 3-4 Mayıs 1991 Konya, Konya 1992, s. 75-80.
[69] Yusuf Küçükdağ, “Konya
Mevlâna Dergâhı ve Türbe Hamamı’na Dair İki Mevlevî Vakfiyesi“,Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya,
2005, 79. sayfada 35 nolu dipnot: Konyalı, aynı eser, s.
1068-1069’da Cemaleddin Çelebi’nin vakfiyesinden bahseder fakat nerede olduğunu belirtmez.
Arşiv kayıtlarında da Âbid Çelebi ile Cemaleddin Çelebi’nin vakıf köyleri, birçok defa birlikte gösterilmiştir (KŞS. no. C20, s. 2611).
Bundan anlaşılacağı üzere Cemaleddin Çelebi’nin de düzenlenmiş bir vakfiyesi
bulunmaktadır.
[70] Küçükdağ, aynı eser, s. 80, dipnot no. 36: A. Saim Ülgen, Cemaleddin Çelebi’nin oğlu Âbid Çelebi’yi, Sultan Veled (1227-1312)’in oğlu
olarak göstermektedir (Bkz. Önge, aynı tebliğ s. 78). Bazı belgelerdeki
“Konya’da vaki’ Hz. Mevlâna evlâdından Veled Bey ve Âbid Çelebi Vakfı” gibi kayıtlar (VAD. no. 148, sıra: 2070), Veled
Bey’in Sultan Veled, Âbid Çelebi’nin de onun oğlu gibi zannedilmesine sebep
olmuştur.
[71]
Küçükdağ, aynı eser, s. 84, 95-96.
[72] VGMA, 148(9/1) nolu esas defteri, sıra: 2095; Anonim,
Tevârîh-i Âl-i Osman, İzzet Koyunoğlu
Kütüphanesi, no. 13590, vr. 45b; Nişancı Mehmed Paşa, Târîh, İstanbul 1290, vr. 111a, s. 191.
[73] VGM,
defter no: 1111, vr. 13a; Karaman Ahkâm
Defteri, no. 14, s. 885.
[74]
Yusuf Küçükdağ,”Konya’da Bir Mevlevî Manzumesi: Piri Mehmet Paşa Zaviyesi ve
Vakfiyesi”, Türk Tasavvuf Araştırmaları,
Konya, 2005, s. 117-118.
[75]
Küçükdağ, aynı eser, s. 126-129.
[76] KŞS, no. 8, 3001-3011,
evâsıt-ı Receb 984.
[77] KŞS, no. 46, s. 2541, 20
Şevval 1125.
[78]
VGMA, 152 (9/2) nolu defter, sıra: 751; 624 nolu defter, s. 331, 357.
[79] Suraiya Faroqhi, “XVI ve
XVII. Yüzyıllarda Orta Anadolu"da Şeyh Aileleri”,Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Metinleri,
Ankara 1975, s. 211-213.
[80]
Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmalar Merkezi Arşivi’nin 137 numaralı
envanterinde kayıtlı olan mecmua, (Ayşe Değerli, “Türk Klâsik Halk Eğitim
Kurumlarından Mevlevîliğe Dair Bir Mecmuanın Transkripsiyonu”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2006). Bu mecmua ile ilgili
sayfa numaraları metinde parantez içinde verilecektir.
[81] Yusuf Küçükdağ, “Seyyid
Abdülkadir Efendi Vakfiyesi”, Türk
Tasavvuf Araştırmaları, Konya 2005, s. 169.
[82] Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul
1953, s. 417-419.
[83] Yusuf Küçükdağ, “Konya’da
Mevlevî Tekke ve Zaviyeleri”, Bilgi Yolu,
S. 9 (Aralık 2006), s. 161.
[84] KŞS, no. 2, s. 1806, evasıt-ı Ramazan 978.
[85] KŞS, no. 20, s. 1132, 14 Zilkade 1085.
[86] KŞS, no. 42, s. 552.
[87] KŞS, no. 56, s. 772, sene
1155.
[88] KŞS, no. 56, s. 1244, sene
1156.
[89] KŞS, no. 43, s. 871, 3
Cemaziyelevvel 1119.
[90] KŞS, no. 46, s. 373, sene
Safer 1125.
[91] KŞS, no. 46, s. 1471, 14
Cemaziyelahir sene 1125.
[92] KŞS, no. s. 642, 25
Cemaziyelahir 1203.
[93] KŞS, no. 52, s. 1661.
[95] KŞS, no. 46, s. 192, 28 Safer
1125.
[96] KŞS, no. 43, s. 851.
[97] KŞS, no. 43, s. 1361.
[98] KŞS, no. 25, s. 461.
[99] KŞS, no. 44, s. 412, 19 Safer
1122.
[100] KŞS, no. 49, s. 1202, 28
Rebiülevvel 1136.
[101] KŞS, no. 65, s. 422.
[102] KŞS, no. 47, s. 1671, 1702,
20 Zilhicce 1128.
[103] KŞS, no. 45, s. 1233-1241,
Gurre-i Zilhicce 1126.
[104] KŞS, no. 65, s. 292, 26
Zilhicce 1201.
[105] KŞS, no. 51, s. 681, 12 Safer
1141.
[106] KŞS, no. 52, s. 633, sene
1143.
[108] KŞS, no. 20, s. 701, 27 Şaban
1085.
[109]
Yusuf Küçükdağ, “1251 H/1835 M Tarihli Mevlâna Türbesi ve Çelebi Efendi Konağı
Tamir ve İnşası Defteri”, Türk Tasavvuf
Araştırmaları, Konya 2005, s. 181-182.
[110] KŞS, no. 12, s. 2343, sene 23
Rebiülevvel 1075; KŞS 17, s. 285; KŞS 18, s. 344.
[111] KŞS, no. 64, s. 1421.
[112] KŞS, no. 47, s. 2611, 24
R.evvel 1129.
[113] KŞS, no. 64, s. 922; 67, s.
146; 68, s. 1363.
[114]
BOA, Cevdet Belediye, no. 560, sene 1212.
[115] KŞS, no. 67, s. 1951, 1981,
2081, 2092.
[116] KŞS, no. 33, s. 2771,
Evahir-i Rebiülevvel 1096.
[117] KŞS, no. 33, s. 2801, Evail-i
Rebiülahir 1096.
* Bu kısım Yusuf KÜÇÜKDAĞ tarafından
hazırlanmıştır.
*
Bu kısım Bekir ŞAHİN tarafından hazırlanmıştır.
Yorumlar