MEVLEVÎ ÇİLESİ: MUTFAKTAKİ İBÂDET
Bekir
ŞAHİN
GİRİŞ
Hz. Mevlana; Sultânü'l-Ulemâ Bahâeddin Veled'in
nezaretinde Belh şehrinden esen, Karaman'da uğrak veren ve Konya'da karar
kılan; güzellikten, iyilikten ve aşktan yana ne varsa etrafa yayan bir bâd-ı sabâdır.
Horasandan alıp getirdiği aşk ateşini Anadolu’nun bağrında Konya’da kemale
erdirmiş bir mutasavvıf ve bir ilim adamı olarak gönüller yapmaya ve yakmaya
dün olduğu gibi bu günde devam etmektedir. İslam tarihi içerisinde yedi yüzyıla
yakın bir süre İslam uygarlığını temsil etmiş olan Mevlevilik medeniyet
dünyamızda silinmez izler bırakmıştır. Taassuba meydan vermeden hayata beşeri
olduğu kadar manada da insanlığa katlılarda bulunmuştur. Ayrıca, insanı manevi
açıdan da ham bulunduğu bir noktada alıp çeşitli eğitim kademelerinden
geçirdikten sonra, yaşadığı toplum içinde ve dünya üzerindeki görev ve
sorumluluklarını anlamış; “âdâb ve erkân” üzere yaşayan erdemli canlar
yetişmiştir..
Tasavvuf, itikâd, ibâdet ve
ahlâk hayatının belli bir şekildeki terkibidir. İbadetler, Allah’a olan sevgi
ve saygının tezahürleridir. Gerçek kulluk; dostluk ve sevgiyi Allah’a has
kılıp, ondan başka hiçbir şeyi ilah kabul etmemek, nefsin bâtıl isteklerine
uymamaktır.
Kul iyi niyetinden ve samimi
maksadından dolayı sevap kazanır. Bu da insanın, akıl ve iradesini kullanarak
imanını tahkike, amelini ihlâsa ulaştırmasıyla mümkündür. İbadet ve taat
hususunda kulun, yaptığının idrakinde olması çok önemlidir. Hakiki kulluk
Allah’ın emirlerine uygun olarak Hakk’a yakınlık taat ve ibadetten geçer.
İbadetsiz yakınlık bir vehimden ibarettir. İslâm’da, bilinçsizce hele gösteriş
ile yapılan ibadetler makbul sayılmamıştır. Kul olmanın bir yönü iman diğer
yönü ibadettir.
Nitekim Kur’an’da; “Secde et ve
yaklaş” (Alak 96/19); “Allah”a ihlâs ile ibadet et”(Zümer, 39/2).
“De ki: Bana, din ve ibadetimi
yalnız Allah’a has kılarak kulluk etmem emrolundu” (Zümer, 39/11).
“De ki: Ben ibadetimi yalnız
ona has kılarak kulluk ederim”. (Zümer, 39/14)
“Kim Allah’a kavuşmayı
umuyorsa, salih ve riyâsız amelde bulunsun ve Rabbine ibadetinde hiçbir şeyi
ona ortak koşmasın” (Kehf, 18/110) Buyrulmaktadır.
Mevlânâ gerçek ibadetlerin
anlamı ve insana ne kazandırması gerektiği hakkında şu yorumları yapıyor:
Dışta
olan namaz, oruç ve sair ibadetler, içteki nura tanıktır.
Bu namaz, oruç ve savaş da
inanışa tanıktır.(Mesnevi 6/183 )[1]
Gönül, Mesnevi’de en çok kullanılan kelimeden
biridir. Gönlün en önemli fonksiyonu muhabbet (aşk) ile mârifettir. Tasavvufî
eğitimde gönlün nihaî hedefi marifete; Hakk bilgisine ermektir. Ancak buna
ermenin üç yolu vardır: Tâat ve ibâdet, riyâzat ve mücâhede ile aşk ve cezbe.
Mevlevilik öğretisinde ibadet,
riyâzat ile aşk ve cezbe yolu “Çile”den ve onun eğitim mekânı olan Matbah-ı
Şerif’ten geçer.
Mevlâna dergâhları asırlar boyu
yaygı eğitim kurumları olarak varlıklarını sürdürüp, kişiyi tasavvuf terbiyesi
ile eğitmeyi ve olgunlaştırmayı, marifete, Hakk bilgisine erdirmeyi
amaçlamıştır.
Ruhi olgunlaşma amacıyla
hücreye yerleşen dervişler, genellikle bir meşguliyet, bazen de bir gelir
kaynağı olarak el sanatları ile uğraşmış; bu sayede Türk sanatına güzel eserler
kazandırmışlardır. Bu günün kütüphanelerimizde, müzelerimizde Mevlevi sanatkârların,
şairlerin, ediplerin eserleri insanlığa ilim, irfan ve ilham vermektedir.
Mevleviler, bununla belli bir
gelir elde ettiklerinden, geçinmeleri hususunda başkalarına ihtiyaç duymamışlar,
aynı zamanda dergâhın giderlerine de maddi olarak katkıda bulunmuşlardır. Mevlana’nın
eğitici, hikmetli veciz söz ve düşünceleri, sohbet meclisleri, vaazları, şiiri,
manevi bir teselli kaynağı olmuş ve daha o zamanlarda atılan kültür ve sanat
tohumları, Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in kurduğu tarikat çerçevesinde
yayılmıştır.
Mevlevihaneler yaygın eğitim
müesseseleri olarak, eğitici ve öğreticilik görevlerini tarih boyunca icra
etmişlerdir. Eğitimci, sanatkâr ve mutasavvıf kimliğiyle Mevlâna'dan ilhamını
alan Mevlevllik, süfilerin yaradana ulaşması için dünyayı terk etmeyi kabul
etmemiş; bilakis, dünyadan çekilmemeyi, herkesin bir işle uğraşmasını, elinin
emeğiyle geçinmesini tavsiye etmiştir. Ataletin, miskinliğin, hodkâmlığın hoş
görülmediği, hatta yasak edildiği Mevlevihaneler, yüzyıllar boyu fikir ve sanat
eğitiminde gerçek birer mektep vazifesi görmüştür.[2]
Hz. Mevlana Celaleddin-i Rûmi'nin
fikirlerinden ilhamını alarak oğlu Sultan Veled tarafından sistemli bir tarikat
haline getirilen Mevlevilik, aşk, şevk, sema ve safa yolu olarak bilinmiş, bu
yolun başlangıcı ise “Çile” olarak belirlenmiştir. Müntesipleri asırlarca
toplumumuza zarafetleri, ince ruhları, sanatkârlıkları ile hizmetlerde
bulunmuşlardır. Mevlevilikte manevi gelişme ve olgunlaşma, ibadet ve riyazetin
yanı sıra itaat ve hizmetle benlikten kurtulma; daimi bir cemiyet ve niyaz
haliyle büyüklerden feyiz alma yoluyla olur. Mevlevilik denince akla gelen en
önemli özelliklerden birisi de, zarafet eğitimidir. Zarafet, Mevlevilikte
hayatın her alanını ve anını kuşatan bir özellik olarak karşımıza çıkar.[3]
Hz.
Mevlânâ’nın dinî-tasavvufî düşüncesinin kaynağı Kur’an ve Sünnettir. “Canım tenimde
oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım…” (Rubâîler, [nşr. Şefik Can],
II, beyit no: 1311) beytiyle bunu dile getirmiş, “Pergel
gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla
yetmiş iki milleti dolaşıyorum” ifadesiyle bir Müslüman olarak insanlığı
kucaklayabildiğini belirtmiştir.[4]
Mevleviler; Çok kibar, zarif,
başkalarının duygularını incitmemeye dikkat eden, konuşmalarında ve
hareketlerinde aşırıya kaçmayan, sabırlı, çalışkan, insan sevgi ve hoşgörüsüyle
dolu, diğer insanlara hizmeti en değerli ibadet olarak kabul etmiştir. "insan-ı kamil"i yetiştirmek
amacını güden bir hayat felsefesi, Mevlevi tekkeleri de bu felsefenin
öğretildiği bir nevi manevi eğitim kademeleri idi.
Mevlevilik; asırlar boyunca
insanlığı âşık, ârif, âlim, kâmil, fazıl ve hakîm mürşidler vasıtasıyla
iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, sevgiye, müsamahaya, kısaca güzel ahlâka, erdemli
olmaya davet etmiştir. Ayrıca bu güzellikleri gerçekleştirecek mekân, düstur ve
icra usullerini mükemmel bir şekilde ortaya koymuştur. Bu mekânlar; gerçekleştirilen
tasavvuf terbiyesinin yanında nazarî ve amelî eğitimle; şâir, hattat, bestekâr ve icrâcıları yanında pek
çok müzehhib, mücellid, nakkaş, ressam yetiştiren bir bakıma, günümüzün Güzel
Sanatlar Fakülteleri ve Konservatuvarları hükmünde olan bir mektep olmuştur.
Sosyal hayatımıza nezâketi,
nezâheti ve zarâfeti yerleştiren Mevlevilik; Konya merkezli olmak üzere
dünyanın pek çok yerinde; sayısız ilim ve sanat eserinin vücut bulmasında ilham
kaynağı, teşvik ve hareket unsuru olmuş ve İslâm Medeniyetini hakkıyla temsil
etmiştir.[5]
ÇİLE
NEDİR?
“Kırk” anlamındaki Farsça çihl
(چهل) kelimesinden gelen çile,
çihle veya çille şeklinde de söylenir. Bazı tarikatlarda çile yerine yine
“kırk” anlamına gelen Arapça “erbain” kelimesi kullanılmıştır. Tasavvuf
kaynakları bazı ayetleri (bk. el-Bakara 2/51; el-Mâide 5/26), özellikle Hz.
Mûsâ’nın vahiy almak üzere kırk gece Tûr’da kalarak ibadet ettiğine işaret eden
ayeti (el-A‘râf 7/142) delil göstererek çile uygulamasını Kur’ân-ı Kerîm’e
dayandırırlar. "Kırk günü Allah için ihlâs ve samimiyetle geçiren kimsenin
dili hikmet pınarlarıyla beslenir" hadisinden hareketle de Hz. Peygamber'e
dayandırdılar. Muhtelif tarikatlarda dervişler çilehane veya halvethane adı
verilen küçük, temiz ve sakin bir yerde kırk gün yeme, içme ve uykuyu azaltarak
ibadet ve riyazetle meşgul olma, anlamına gelmektedir. Başlama ve bitirme de “erbaine girmek”, “erbainden çıkmak”
gibi tabirlerle karşılanır.[6]
Hz. Peygamber ramazan ayının
son on günü içinde mescitte geçirilen bir perhiz döneminden ibaret olan itikâf
uygulamasını başlatmıştı. Ancak bu dönemde sonradan tarikat ve tekkelerde
sistemleştirildiği şekliyle muayyen süreli bir çile uygulaması yoktu. Bununla
birlikte Allah katında makbul bir insan olabilmek için dünya nimetlerinden uzak
durmak ve nefse acı çektirmek gerektiği şeklindeki köklü telakkinin de
etkisiyle Hz. Peygamber döneminde evlenmemeye, sürekli oruç tutmaya veya
geceleri sabahlara kadar namaz kılmaya karar verenler görülmüştür (bk. Buhârî,
“Nikâḥ”, 1). Hatta Osmân b. Maz‘ûn
kendini iğdiş etmeye karar vermiş (Buhârî, “Nikâḥ”,
8; Müslim, “Nikâḥ”, 6, 7), Ebû İsrâil çok sıcak
bir günde güneş altında ayakta durup oruç tutmaya teşebbüs etmişti (Buhârî,
“Eymân”, 31; İbn Mâce, “Keffâret”, 21). Ancak Kur’ân-ı Kerîm dünya
nimetlerinden ölçülü bir şekilde faydalanmayı tavsiye ettiğinden (bk. el-A‘râf
7/33; el-Kasas 28/77) bu tür aşırı hareketler Hz. Peygamber tarafından
engellenmiştir.
Tasavvufta esas olan, "el
kârda, gönül yârda" yani "el günlük maişet teminiyle meşgul iken,
kalb Allah ile beraber olmaktır." Kur’an’da bu husus, şöyle desteklenir: “Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah'ı
anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve
gözlerin döneceği günden korkarlar.”(Nur 24/37)
Mutasavvıflar, mütefekkirler ve gönül ehli
Hakk âşıkları, insan olmanın, insanca yaşamanın, dolayısıyla da ilâhî aşk
yolunda yürümenin ilk düsturu olarak, killet-i taam, killet-i menam ve killet-i
kelami zikretmişlerdir. Yani "az ye, az uyu, az konuş."
Bu konuda, Peygamber Efendimiz
(sav), "Az yiyerek maddi manevi hastalıklarınızı tedavi ediniz",
"Az yiyiniz, sıhhat bulunuz”, “Nefsinizi aç bırakın ki kalbinize irfan
nuru doğsun" buyurmuştur.
Hz. Mevlânâ: (1.265) “Sen
bedenini yağlı ballı yemeklerle besledikçe, asıl varlığın olan, seni diri tutan
ruhunu asla güçlü bulamazsın” derken başka bir Mesnevi beytinde ise: “Canların gıdası aşktır. Bundan dolayı
ruhların gıdası, açlıktır.”(Mesnevi/330)
Fakat tüm peygamberler, mezhep
ve meşrepler bu üç temel prensip üzerinde çok büyük bir dikkat ve hassasiyetle
durmuşlardır.
Abdal mertebesine ulaşmak için
gerekli görülen dört prensip az yeme (cû‘, kıllet-i taâm), az konuşma (samt,
kıllet-i kelâm), az uyuma (seher, kıllet-i menâm), inzivâ (uzlet) şeklinde
sıralanmaktaydı (Ḳūtü’l-ḳulûb, I, 159).
Çeşitli tasavvufî zümrelerde
çile uygulaması biri süresiz ve düzensiz, diğeri muayyen süreli ve düzenli
olmak üzere iki şekilde devam etmiş, ilkinin çok çeşitli uygulama biçimleri
görülmüştür. Süreli ve düzenli olanı ise genellikle kırk (Mevlevîler’de bin
bir) gün sürer. Mevlevilikte bulunmakla birlikte, dede olabilmek, kemali elde
edebilmek için Can’ın (Matbah canı, nevniyaz, salik),matbah-ı şerifte bin bir
günlük çileye soyunması, hizmet etmesi tarikatın rükûnlarından sayılmıştır.[7]
Unutulmamalıdır ki; Hizmetle kastedilen sâdece birinin işlerini görmek,
hizmetçilik etmek demek değildir. Olgun birinin yanında, onun eğitimi altında
bulunmak demektir. Bu tür eğitim daha etkili olur. Öğrenici durumdaki kimse
rehber kişinin hâlini tavrını, davranış biçimini daha yakından görür. Onun
haliyle hâllenmeye, onun boyasına boyanmaya çalışır. Hz. Ali, Enes b. Mâlik
gibi peygamberimize yakın sahâbîler bu yolla eğitilmişlerdir.[8]
Bu süre içinde beden, zihni kontrol ve terbiye edici idmanlar
yapılır; hayatın devamı için gerekli olan yeme, içme ve uyuma gibi ihtiyaçları
en aza indirmek şeklinde nefis haz aldığı şeylerden mahrum bırakılır. Bu
idmanlar insanın nefsine hâkim olması, kendisini disiplin altına sokması, ruh
temizliği, kalp huzuru, keşfin açılması ve keramet sahibi olunması gibi değişik
ahlâkî ve tasavvufî gayeler için yapılabilir.
Tekke, hankah, ribât ve
zâviyelerde dervişlerin çile çıkarması için özel olarak hazırlanan dar ve
karanlık hücrelere çilehâne veya halvethâne denilir. Müridlerin buradaki çile
süresi kırk gün devam eder. Hayatında sadece bir defa çile çıkaran dervişler
olduğu gibi defalarca çile çıkaranlar, hatta ömürlerini çileyle geçirenler de
vardır. Hemen bütün tarikatlarda çile ile birlikte halvet ve erbaîn terimleri
de yaygın olarak kullanılmaktadır. Özellikle Mevlevîlik’te çile teriminin
kullanımı daha yaygın olup bu terimden çeşitli kelimeler türetilmiştir. Meselâ
çileye giren dervişe “ çilenişîn”, çilesini tamamlayana “çilekeş”, çilesini
yarıda bırakana “çileşiken” denir. Çilesini doldurmayan ve yarım bırakan
dervişin yeni baştan çile çıkarması gerekir.
Matbah-I
Şerif
Matbah-ı
Şerif; Arapça, şerefli mutfak demektir. “Matbah” sözcük anlamı olarak yemeğin
pişirildiği yer anlamına gelir. Bu tabir, özellikle Mevlevilere aittir. Mevlevîler’de
matbahın kutsiyeti vardır. Yemek de bu kutsiyet kadrosuna girer ve yemeğin
pişirilmesi ve yenmesi, hususi törenlere tâbi idi. Yemeklerin helal lokma
olmasına azami dikkat edilirdi. Mevlevî tekkelerinde, bir dervişin ilk terbiye
yeri mutfaktı. Mevlevihanelerin sembolik mutfağı muhtelif hizmetlerin yerine
getirildiği mukaddes bir mekândır. Çilenin ruhu olan bu mekânlarda çiğler pişer,
hamlar olgunlaşır, orası Ateşbaz-ı Veli’nin makamıdır.[9]
Mevlevilikte
Mutfağın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bir aşçıya ilk defa Konya'da
13.yüzyılda bir anıt mezar yaptırılmıştır. Mevlana'nın aşçısı olan Ateş-baz-ı
Veli'ye yaptırılan bu anıt mezar, Mevlevilik kültüründe mutfağın ve aşçının
önemini anlatmaya yeter.[10]
Mevlevi asitanelerinde 1001
günlük çileyi meydana getiriyordu ve tarikate intisab edecek "çileye
soyunacak" genç bekâr can'ın 'dede' oluncaya kadar bu eğitimin büyük
kısmını dergâhın Mevlevilikte manevi eğitim, Mevlevihanelerin mutfağı olan "Matbah-ı Şerif” denen kısmında
gerçekleşmiştir.[11]
Bu yüzden, Mevlevi dervişinin ilk eğitimini geçirdiği merkez olan Matbahı-ı
Şerif'e "Mevlevi dergâhının ruhu" denmiştir. [12]
Matbahta başta aşçı dede olmak üzere kazancı dede, içeri meydancısı ve
bulaşıkçı dedeler, tekkenin mürebbileri idi. Mürebbilik hizmetini gördüğü için
bu makama «Çelebi Hüsameddin» makamı da denirdi.[13] Buras
"Ateşbâz-ı Velî Ocağı" olarak
da adlandırılmıştır. Mutfağın sağ tarafında iki oda vardı. Bunun biri "Can
Odası" denilen büyük bir oda, diğeri de, mutfak takımlarının bulunduğu
"Kazanlık" idi.
Mevlevi
dervişi olmak isteyen “nevniyaz” diye de adlandırılan can “derviş” olana kadar
1001 günlük çileyi, tekkenin matbah bölümünde geçirir; ta ki iyice pişip “dede”
unvanını alsın. Matbahta canlar (nevniyazlar) aşçı dede (Ser-tabbah) halife
dede, kazancı dede ve diğer “dede” rütbesine ulaşmış kişiler tarafından
eğitilerek edep, adap öğretilir. Tüm bunların yanı sıra sema eğitimi de
matbahta verilir.
Bazı
Mevlevi Dergâhlarının giriş kapısında ve mutfak kapısının üzerinde şu beyitler
yazılıdır.
Ka’betü’l
-Uşşak bâşet în makâm
Her
ki nâkıs âmet încâ şot tamâm[14]
Mevlevilikte
İntisap, Manevi Eğitim ve Çile Hayatı
Dervişliğe
niyet etmeye ve başlamaya “ikrar” denilir. Nefs-i arıtmak, gönül huzuru
sağlamak ve olgunluğa erişmek maksadıyla ikrâr verilecek kapı Mevlânâ
dergâhıdır. Çünkü orası gönül hastalıklarının şifa bulduğu yerdir.
Dervişliğe
niyet edip Mevlevî tarikatına girmek (çileye soyunmak) isteyen kişi, Şeyh'ten
izin almak için sabah namazından hemen sonra Dergâha giderdi. Bu ziyaretlere
boş giden boş çıkar endişesi olduğundan, Dergâha bir hediye ile gitmenin daha
uygun olacağı düşünülürdü. Durumu iyi olmayanlar küçük bir Berk i-sebz"
(yeşil yaprak) ile giderlerken, durumu iyi olanlar mangır (para) götürürlerdi.
Bu bir Mevlevî niyâzı (armağanı) idi. Niyâz mevlevînin dedesine götürüp verdiği
bir armağandı. Armağan, bir ihtiyacı karşılamak için değil gönül almak için
verilirdi.[15]
Âşık
gelip kazancı dedeye “soyunacağım” diye müracaat eder. O da tekkenin şeyhine
durumu arz eder ve ikrarını alır.[16]
Kazancı dede; “Dervişlik zordur, çileyi kırmak iyi değildir, dervişlik ateşten
gömlek, demir leblebidir. Aç kalmak, dövülmek, haksız yere söz işitmek vardır.
Dervişlik ölmezden evvel ölmek demektir. Bunlara tahammül edersen gir” der.
Çile Eğitiminin Başlaması
…فَإِنَّمَا نَكَثَ مَنْۚ أَيْدِيهِمْ فَوْقَ اللَّهِ يَدُ اللَّهَ يُبَايِعُونَ إِنَّمَا (Fetih/48/10)... ayetinin[17] sırına erebilmek, Allah dostlarının rızasını
kazanmak, ebedi feyiz ve saadet ocağı olan Matbah'ta çile çekmek isteyen
kimsenin öncelikle ailesi ve soyu araştırılır, hal ve hareketleri incelenir.
Nesebi temiz, kendisi bekâr olduğu, talebinde kararlı olduğu müşahede edilirse
adaylığa müracaatı kabul edilir.
Kendisine çilenin keyfiyeti ve yolun zorluğu tam açıklanır. Hepsini
kabul ettiği takdirde Dergâha geldiği kıyafetle[18] Can
matbah-ı şerîfte nev-niyâz makamı da denilen saka
postunda[19] kendini kontrol etmek için murakabe
vaziyetinde, iki dizi üzerine oturur[20],
diğer canların hizmetini seyreder. Mecburiyet olmadıkça konuşmaz, bir şey de
okumazdı. [21] Bir ihtiyacı olduğunda İçeri
Meydancısı'na bildirmesi gerekirdi.
Üç gün burada oturduktan sonra ikrârı alınmak üzere aşçı dedenin
huzuruna çıkarılır. Şahsa, Mevlevîlik Tarikat’ı hakkında bilgi verilerek; bu
Yol’un aslının edepten geçtiğini, beden temizliğinden daha önemli olan ruh
temizliğinin esas olduğunu, bu sebeple de öncelikle nefsin isteklerini terk
etmek gerektiğini, tam bir niyaz ile dinî gerekleri yerine getirmesi
gerektiğini iyice vurgulanırdı.[22]
Bu gördüklerinden başka ne gibi
sıkıntılarla karşılaşacağı ve ne çileler çekeceği hatırlatılır, bu yolun zorlukları
ifade edilir ve"... İşte üç
günden beridir ki Mevlevî tarikatının namaz, niyaz, hizmet ve meşakkatini
gözlerinle gördün ve nefsinde tecrübe ettin. Hâlbuki bunlar hiçbir şey
değildir. Daha birçok çileler çekmek, mihnet ve meşakkatlere tahammül etmek
gerekir. Bütün bunlara tahammül edeceksin. Sana her kim kötü davranırsa, onlara
zinhar mukabele göstermeyeceksin. Her kimden gelirse gelsin, her türlü kaza,
belâ ve cefaya boyun eğeceksin. Eğer bunları yapabileceksen tarikatımıza girebilirsin.
Eğer bunlara razı isen ikrarını alırız." Denilir. Şahıs da bunları
kabul ederse ikrar verirdi.[23]
Başarısızlık durumun da adayın
haysiyeti rencide edilmez, sadece dervişin kapı önündeki pabuçlarının yönü
dışarıya doğru çevrilirdi. İncitici laflar söylenmeden bu zarif hareketle
maksat anlatılırdı.[24] İkrara
yeni gelen nevniyaza “can” tabir olunurdu.
Çileye başlayan kişi, dünya endişelerinden
kurtulmak arzusunu izhar edercesine çileye soyunur. Zira Matbah-ı şerife
soyunmak, çileye ikrar vermek için sathî nazar, cüzî tefekkür kifayet etmez.[25]
Matbahı şerif birlik mekânı
olduğundan, ister padişah, ister fukara çocuğu olsun ayırt edilmeden ilk önce
ayakçılık hizmeti verilir. Daha sonra ihtiyaca ve Can’ın kabiliyetine göre
başka hizmetler verilir. Canın kendisini, tamamen Rıza kapısına teslim etmesi
ve Hak yolunun erlerine hizmete adaması, itiraza kalkışmaması, kendinden
ileride bulunan ihvanın hepsine hürmet etmesi lazımdır. Bilhassa Kazancı
Dede'ye her bakımdan itaatkâr olmalı, asla onun rızasının dışında harekette
bulunmamalıdır. İslam’ın direği olan beş vakit namazı terk etmemeli, dinin
emirlerine uyup yasaklarından kaçınmalı, Cenab-ı Hakk'ın rızasına, Hazret-i Hüdavendigar
yolunun adap ve erkânına aykırı hareketine göz yumulmamalıdır. Her sabah,
namazın akabinde Zikr-i Celâl'e katılmalı, ardından meydan-ı şerifte yapılan içtimaa
gitmelidir.
Diğer canlar gibi öteki
toplantılara da iştirak etmeli ve tarikat adetlerini yerine getirmeli; Kazancı
Dede'nin izni olmaksızın çarşıya çıkmamalıdır. Nefsani arzularını terk edip
görevli olduğu hizmeti yapmayı, feyiz kazanma vesilesi saymalı, hizmetini
nafile ibadetlere tercih etmelidir; ancak farzları ihmal etmemelidir.
Boş vakitlerinde Kur'an ve
Evrad okumalı, anlatanlardan Menakıb-ı şerif dinlemeli ve büyüklerin
sohbetlerine katılmalıdır. İstikamet üzere bulunmak ve çile boyunca bin bir gün
Cenab-ı Hakk'ın bin bir ism-i şerifinin sırra mahzar olmak için gayret sarf
etmeli, bu anlatılanlar çerçevesinde aşk iksirinin potası, ebedi feyiz ve
saadet ocağı olan matbahı-ı şerifte itaatkârlığın feyzi ve Allah dostlarına
hizmet ile pişmelidir. Hz. Pir'in ruhaniyetinin yardımıyla varlık bakırını en
büyük iksirle dönüştürüp çilesini sona erdirmelidir.
Çilesi biten Derviş, adet
olduğu üzere hamama gidip yıkandıktan sonra mebde' ve me’ad sırrına uygun
olarak bir gün daha saka yerinde oturtulur. O gün ikindiden sonra hücre’ ye
çıkmazdan evvel feyiz aldığı şeyhinin huzuruna varıp sikkesini tekbirlettirir.
O gün, Pazartesi veya Cuma gecesine tesadüf ettirilir. O gece meydan-ı şerifte
yemek yenildikten sonra can, usule uygun olarak bütün ihvanlarla görüştürülür.
Meydancı, canı hücresine götürüp orada hücre gülbangını okuyarak geri döner.
Hücreye giren derviş, üç gün odasına kapanır. Bu üç gün zarfında beş vakit
namazdan ve zaruret halinden başka dışarı çıkmaz, meydancı haricinde kimse ile
konuşmaz.
Can, artık üç gün Saka
Postu’nda oturmuş, 1001[26] gün
Çilesini tamamlamış ve 18 hizmeti yerine getirmiştir. Bu rakamların toplamı
1022 etmektedir ve bunun ebced karşılığı da “Rızâyı Hû” yani “Allah’ın kendisinden
razılığıdır.” [27]
Ancak hizmet daha bitmemiştir.
Meydancı Dede akşam üzeri elinde bir şamdanla Can’ı namaza götürür ve
sonrasında da bir yemeğin ardından Dergâhın meydanında niyaz vaziyetinde
dururken Tarikatçı Dede-Meydancı, bu üç gün zarfında onu zaman zaman yoklar.
Ancak bu arada mukabele olursa, derviş ona katılır. Üç gün sonunda Şeyh Efendi
ile görüşür; daha sonra da fırsat buldukça huzuruna varıp kendisinden feyiz
alır, halini arz edip onun bilgisinden istifade eder. Derviş, hücresi
açıldıktan sonra, "Ölmeden evvel ölünüz" hadisi gereğince davranmalıdır.
Nefsani arzularına kapılmamalı, "Allah yolunda nefislerinizle
savaşın" ayeti uyarınca Hak yolda mücahedeyi seçmeli, tam bir istikamet ve
kararlılık içinde gönlünü zikrullah ile cilalamaldır. Dini emirlere uyup yasaklardan kaçınmalı, beş
vakit namazı cemaatle kılmaya gayret etmeli, İsm-i Celale ve Meydan-ı Şerife
katılmalı, kendisine verilen evrad u ezkarı zamanında edaya dikkat etmeli, boş
vakitlerinde Minhâc ve Mesnevi Şerif okuyup onlarda beyan edildiği üzere amel
etmelidir.
Sürekli nefsi ile mücadele
ederek manevi hakikatleri bilgi ve hal olarak idrake çalışmalıdır. Gafletten
kaçınıp daima manen uyanık ve şuurlu bir şekilde, erenlerin mukaddes ruhlarına
karşı tazarru ve niyazda bulunarak benliğini yok etmeli ve onlardan, ebedi
hayat kaynağı olan feyiz, ilham ve manevi keşifler beklemelidir.[28]
Çile
Esnasında Görülen Hizmetler ve Disiplin Kuralları
Çileye
soyunan sâlik kazancı dedeye teslim edilirdi. O da nev-niyaza yapması gereken
hizmetleri gösterir. Yukarıda da ifade edildiği gibi derviş, önce ayakçılık
hizmetini görür, bu esnada her Mevlevî’nin bilmesi gerekli hafî ve devranî
zikir olan semâı çıkarır ve zamanı gelince “pazarcı” olur. Pazarcı; Sabahları
zembille pazara gider, alınacak şeyleri alıp getirirdi.[29]
Verilen görevin dışına çıkmamaya gayret edip oyalanmadan hemen tekkeye dönerdi.
Pazarcı
bu hizmeti gereği gibi yerine getirdikten sonra, yine kazancı ve aşçı dedelerin
tensipleriyle, bin bir günlük çilesi müddetince kendisine görev verilirdi.
Dergâhta
yerine getirilmesi gereken görevler şunlardır:
Sofrayı kurup kaldırma vazifesiyle “somatçı”,
canlara ve dergâha gelip gidenlere kahve yapma vazifesiyle “içeri meydancısı”,
dergâhın kandillerini temizlemek ve yakmak vazifesiyle “içeri kandilcisi”,
dedelerin ve matbahın kahvesini dövüp hazırlama vazifesiyle “tahmisçi” Görevlidir.
Canların yataklarını yapıp kaldırma vazifesi “yatakçı”ya aittir. Dışarıdaki
kandilleri uyandırmak (yakmak) vazifesiyle “dışarı kandilcisi”, bahçeyi ve etrafı
süpürmek, temiz tutmak vazifesiyle “süpürgeci”, matbahın şamdanlarına bakmak
hizmetiyle “çerağcı” ilgilenir. Matbahtaki kapların kalaylanması ve temiz
tutulması hizmetiyle “ dolapçı”, bulaşıkları yıkamak ve yıkatmak hizmetiyle
“bulaşıkçı”, dergâhta lüzum ettikçe şerbet hazırlama vazifesiyle “şerbetçi”,
tuvalet, şadırvan ve muslukların temizlenmesi vazifesiyle “âbrizci”, dedelerin
ve canların elbiselerini yıkamak ve yıkatmak vazifesiyle “çamaşırcı”, hücrede
bulunan dervişlere tarikatçı veya aşçı dedelerin emirlerini bildirmek
vazifesiyle “dışarı meydancısı”, matbaha yeni giren canlara yol göstermek ve
onları yetiştirmek hizmetiyle “halife dede”, canların inzibatına bakarak onlara
nasihat ve rehberlik vazifesiyle de “kazancı dede” görevlidir.[30]
On sekiz hizmetin vazifelileri
belirlenmiş ise de her can, İcabında her hizmeti görmekle mükelleftir. ‘Benim
vazifem değildir’ diyemez serkeşlik yaparsa nasihat edilir, nasihate önem vermez
ve hiçe sayarsa o zaman “serü pâ edilir", yani sikkesi alınıp soyularak
kendisine yol verilir.
“Hücre-nişinden”[31] biri
namaz ve meydana devam etmez ve hücre refikiyle geçinmez ise kendisine bir kere
nasihat edilir. İkincisinde kıdem tenzili yapılır ve daha ağır bir suç
işlerse, hücresinde otuz gün sır edilir.
Bundan başka âmirlerine karşı gelir, vicahi ve gıyabî tefevvühâtı işitilirse
sikkesi alınarak yol verilir.[32]
Ebced
hesabıyla “rızâ” kelimesine denk gelen bin bir günlük çile hizmetinin Son imtihanı olan hücre çilesi
on sekiz gündür. Bu son hücre çilesinden sonra dervişe verilmiş olan muvakkat
sikke geri alınarak derviş sikkesi giydirilir. Bu şekilde “can” 1001 günlük
çilesini tamamlayarak Mevlevîler’e has bir merasimle derviş[33] ve dede[34] unvanını alarak.[35]
“hücrenişîn” olur ve kendisine dergâhta bir hücre tahsis edilir. Dilerse
tekkede oturur, dilerse başka bir tekkeye gider. [36]
Bu tarz yetişen Mevlevî dedeleri
arasından, tekkeden çıkıp bir işle meşgul olup evlenenler olduğu gibi, tekkede
kalıp kabiliyetine göre dervişlere ve muhiplere Mesnevî okumak, musiki dersleri
vermek veya ayin meşk ettirmek gibi hususlarda rehberlik edenler de olurdu.
Mevlevîlik’te
“Muhib” Derecesi
Mevlevilikte
genel çoğunluğu teşkil eden bir de muhib sınıfı vardır. Bir salik tekkede hücre
sahibi olmayıp muhip olabilirdi. Bir muhibbin1001 günlük çile dönemini
tamamlaması gerekmez normal aile yaşantısını sürdürebilirdi.[37]
Bunlar ikrar vermeyip 1001 gün Çile çıkarmadan tarikata intisap edenlere
verilen sıfat olup bu Yol’un ilk halkasını oluşturur.
Muhip
olmak isteyen aday Dergâhın şeyhine müracaat eder, o da eğer reşit değilse
velisinden izin almak şartıyla beden temizliğinden geçip abdest alan adayı
karşısına alır. Daha sonra kendisi de abdestli olduğu halde her ikisinin
yüzleri de kıbleye gelecek şekilde adayı soluna oturur. Şeyh; “Bilerek veya
bilmeyerek işlediğim günahlardan duyup bilen Allah’a sığınırım…” tarzında duada
bulunurken aday da aynını tekrar eder. Bu duanın ardından adayın beraberinde
getirdiği Sikkeyi iki eliyle tutan şeyh üç kez İhlâs Suresini okur ve Sikkenin
her bir yönüne üfleyerek, adayın başı Kıbleye gelecek ve ayakları toplu olacak
vaziyette sol dizine yatırtır ve sikkeyi kıbleye karşı tutarak Mevlânâ’yı tavsif
eden cümleler söyler. Sonra Sikkenin sağ, sol ve ön kısımlarını öper; adaya da
aynı şekilde öptürdükten sonra başına giydirir ve elini sikkenin üzerine koymak
suretiyle; “Allahu ekber, Allahu ekber, lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber,
Allahu ekber ve li’llâhi’l hamd.” der ve adayın sırtını üç kez sıvazlayarak
dizinden kaldırır. Sağ elini iki eliyle tutar, aday da aynı şekilde şeyhin
elini tutar ve bu şekilde aynı anda birbirlerinin ellerini öperler. Artık aday
muhib olmuştur. Muhib bu törenin ardından sırtını şeyhe dönmeden geri geri
giderek kapıdan çıkar; Mevlevî âdâbı, Semâ, mûsıkî, Mesnevî, güzel sanatlar vs.
dersleri almak ve yetenekli olduğu konuda yetiştirilmek üzere ilgili Dedeye
teslim edilirdi.[38]
Çile
Eğitiminin İnsan Davranışlarına Kazandırdıkları
Çile
eğitiminden geçen derviş; bir sabır ve rıza adamı olarak, kendisinden önce
başkalarına hizmet etmeyi, ibadet ve hayatının gayesi görür, benlik duygusundan
arındırmaya gayret eder. İsm-i celâl zikri, ezkâr ve evradını aksatmadan yerine
getirerek manen de terakkisine devam eder ki bu terakki hayatı boyunca
sürecektir.
Bu
dergâhlarda her şey en ince ayrıntılarına kadar belirli kurallara bağlıdır. Hiç
kimsenin bu kuralları bozma ve kuralların dışına çıkma yetkisi yoktur.
Görünmeyen bir otorite dergâhın bütün havasına sinmiştir. Sofrada kaşığın nasıl
tutulacağından, suyun nasıl içileceğine, tennurenin nasıl giyileceğinden,
selâmlaşma, emir alma, pabuç çıkarmaya, oturmaya, kalkmaya kadar, kısaca günlük
hayatın bütün davranışları bu kuralların ışığı altında düzenlenir. Dergâhta
terbiye gören derviş, her şeyden önce, toplum düzenine ve tüm insanlara son
derece saygılı, daima muhatabını ön plana alarak, kendisini arka planda
tutmasını bilen bir kişidir. Konuşması, yürüyüşü, hareketleri, gülüşü, yemek yiyişi
ölçülüdür. Bugün dilimizdeki “çelebi
efendi” terimi, Mevlevî terbiyesinden geçmiş bütün dervişlerin bu sıfatı resmen
kullanamasalar bile davranışlarına sıfat olmuştur.
Mevlevilerin
aldıkları manevi eğitim ve hayatları boyunca tâbi olacakları Mevlevîlik yolu,
davranışlarına aksettirdiği güzellikler kadar, günlük konuşmalarına da birtakım
zarafet ve nezaket kelimeleri yerleştirmiştir. “Agâh olmak”, “aşk-ı niyaz etmek”,
“ganîsi olmak”, “gönül etmek”, “sır olmak”, “Hak vere” gibi kelimeler Mevlevî
zarafetini yansıtan kelimelerden bazılarıdır. Mevlevîlikte, edep telâkkisiyle
söylenen her söze dikkat eldir, yapılan her hareket bir sebep ve hikmete
mebnidir.
Yine
onların dilinde, yakmak, söndürmek, kapatmak, gömmek gibi olumsuzluk ifade eden
kelimelere yer yoktur. Onlar ışığı yakmak yerine “ışığı uyandırmak”, ateşi
söndürmek yerine “ateşi, ocağı ve mumu dinlendirmek”, gömmek yerine “sırlamak”,
kapatmak yerine “sır etmek” demeyi daha zarif bulmuşlardır.
Ben
denmez, «biz», yahut «fakir» denirdi. Sen denmez, «siz», yahut «nazarım»
denirdi.
Derviş
lisanında menfi tabirler kullanmaz, insanı kötü düşünceye üzüntüye, keder sevk edecek,
bunları hatırlatacak, kalbe kasvet verecek tabirlerden kaçınır. Mü ’minin
konuşmasının dua gibi olduğunu bilir. “Düşersin, yanarsın, hastalanırsın…”
şeklinde ikazlarda bulunmaz. Bunun yerine “dikkat et yanmayasın, şöyle yap ki
hastalanmayasın düşmeyesin” gibi ifadeler kullanır.[39]
Olayları
daima hayra yormaya, hayır söylemeye ve hayır üzerinde olmaya mecburdur. Onlara
göre, bütün yaratılmışların sorumluluğunu üzerinde taşıyan insan, hadiselere
olumlu yaklaşırsa olumlu sonuçlar alır. Bu Hz. Peygamber’in, “Ya hayır söyle,
ya sus” hadisinin hayata geçirilmesidir. Bu sebeple Mevlevilerin dilinde,
“Düşeceksin, hasta olacaksın, kaybedeceksin, pişman olacaksın” olumsuz
ifadelerinin yerini “Düşmeyesin, hasta olmayasın, kaybetmeyesin, pişman
olmayasın” gibi olumlu ifadeler almıştır.
Mevlevilerin
davranışlarında ve lisanlarında ortaya çıkan bu incelik ve zarafet aynı
zamanda, her Mevlevî’nin yine ruh inceliği gerektiren, şiir, hat, musiki,
tezhip, minyatür, oymacılık, nakkaşlık, çiçekçilik, camcılık gibi sanatlara ve
zanaatlara yöneltmiştir.
Mevlevî
dergâhlarındaki eğitim yönteminin temel hedefi, her yönüyle huzurlu, kendi iç
dünyasında barışık ve sükûneti temin etmiş ve bunu topluma yansıtabilme
kabiliyeti kazanmış model insanlar yetiştirmektir. Bu da ancak sağlıklı bir
beden, sakin bir ruh yapısı, sağlam bir sinir sistemiyle mümkündür. Bunu
Mevlevîliğin ilim ve amele dayalı mânevî eğitim sistemi ortaya koymuştur. Bu
sistemin el kitabı Mevlânâ’nın en önemli eseri Mesnevî, arınma ve kendini bulma
vasıtası da mûsiki ve semâ olmuştur.[40]
Ayrıca bu güzellikleri
gerçekleştirecek mekân, düstur ve icrâ usullerini mükemmel bir şekilde ortaya
koymuştur. Bu mekânlar; gerçekleştirilen tasavvuf terbiyesine paralel olarak,
nazarî ve amelî eğitimle devrinin en büyük şâir ve hattatları, Türk musikisinin
en kudretli bestekâr ve icrâcıları yanında pek çok müzehhib, mücellid, nakkaş,
ressam yetiştiren bir bakıma, günümüzün Güzel Sanatlar Fakülteleri ve
Konservatuvarları hükmünde olan bir mektep olmuştur.
Sosyal hayatımıza nezâketi,
nezâheti ve zarâfeti yerleştiren; Konya merkezli olmak üzere özellikle Anadolu,
Balkanlar, Kıbrıs, Arabistan Yarımadası ve Kuzey Afrika'da büyük gelişme
gösteren; pek çok devlet adamı, âlim ve sanatkârı müntesipleri arasına alan;
sayısız ilim ve sanat eserinin vücut bulmasında ilham kaynağı, teşvik ve
hareket unsuru olan Mevlevîlik, İslâm Medeniyetini hakkıyla temsil etmiştir.[41]
Mevlevilikte Manevi Eğitimin
Esasları
Yukarıda verilen bilgilerden
hareketle Mevlevilikte manevi eğitimin esasları şöyle özetlenebilir:
1. Dini, tasavvufî ve zaruri bilgileri edinme;
2. Dini emirlere, yasaklara, sünnet-i seniyyeye
uyma;
3. Teslimiyeti, itaati, disiplini ve hizmeti
öğrenme;
4. Tarikat usulünü, zarif davranmayı, sema,
sohbet, kurs, ders vs. adabını öğrenme;
5. Mesnevi, Minhacü'l-fukara, Menakıb gibi tarikatın
temel eserlerini mütalaa ederek kendini geliştirme;
6. Az yeme, az uyuma, az konuşma vs. ile nefis
terbiyesini sağlama, gönlü temiz tutma, hüsn-i zan sahibi olma;
7. İsm-i celal zikirlerine katılma, evrad u ezkar
ile meşgul olma;
8. Murakabe ve daimi sürette niyaz hali ile
erenlerden feyiz alma;
9. Bütün bunlarla birlikte “mevt-i iradî” prensibi ile aşk iksirini elde etmeye çalışma. (Ayrıca
dervişin kabiliyetine göre ve mukabele-i şerifte yahut özel zaman ve yerlerde
icraya yarayacak sazendelik, hanendelik, şiir, hat, el sanatları gibi bir sanat
dalıyla iştigal etme.[42]
Mevlevî mürşitleri, feyz
kaynağı olan kuvvetli nazarlarıyla, müritlerin iç dünyalarında mükemmel bir inkılap
meydana getirirler ve âdeta toprağı altına dönüştürürler. Onlar hakikî aşkın
mazharı, muhabbet sırrının mahremidirler.
Mevlevîlerin
yaşamı “âdâb ve erkân” üzerinedir. Çok kibar, zarif, başkalarının duygularını
incitmemeye dikkat eden, konuşmalarında ve hareketlerinde aşırıya kaçmayan,
selam verirken sağ eli kalp üzerine koyup başını hafifçe eğerek karşısındakine
‘gönlümdesin’ mesajını veren Mevlevîlerin tokalaşmaları dahi kendilerine
özgüdür.
Mevlevilikte çilenin hizmetle
devam ettiğini söylemiştik. Hizmet, en ger çekçi eğitim vasıtalarının başında
gelir. "Hizmet" kelimesi tam da etkili eğitimi sağlayacak bir yoldur.
Hizmet kendini aşmanın, nefsi alt etmenin, kibri kırmanın, şefkatin, sevginin
başlıca yollarından biridir. Tasavvufta "himmet hizmetledir" ve
"halka hizmet Hakk'a hizmettir" gibi düsturlar geçerlidir.
SONUÇ
Tasavvuf kurumlarının temel
fonksiyonu, insanı eğitmek ve olgunlaştırmaktır. Burada kültür, adap-erkân ve
zarif davranış biçimleri canlı örneklerden öğrenilir. Çile ise amelî/pratik
olarak, nefsin boyun eğdirilmesini, eğitilmesini ve olgunlaşmasını sağlar. Yaradılışımızdan
getirdiğimiz bir takım aşırılıklarımız vardır. Bunların toplamına "nefs" denir. Nefsin başıboş
bırakılması, makul çizgiye çekilmemesi insanı aşağı seviyede bırakır. Nefsi
eğitmenin çeşitli yolları mevcuttur. Mevlevîlikte bu iş, arzu edenler için 1001
günlük "çile" uygulamasıyla çözülmüştür.
Sofrada kaşığın nasıl
tutulacağından, suyun nasıl içileceğine, tennurenin nasıl giyileceğinden,
selamlaşma, emir alma, pabuç giyip çıkarma, oturma, kalkmaya kadar her şey,
kısaca günlük hayatın bütün davranışları bu kuralların ışığı altında
düzenlenir. Dergâhta terbiye gören derviş, eğitiminin sonunda, Mevlevi
üslûbunun topluma sunmaya çalıştığı insan tipinin özelliklerini taşır hale
gelir.
Kendisiyle barışık hale gelen
can etrafındakileriyle de uyum içinde yaşamını idame ettirtir. Huzur ve
mutluluk katsayısı tavan yapmış durumdadır.
Üç yıllık çile müddetince maddî
ve dünyevi ruhi-manevi gelişme de sağlanırdı. Manevi tekâmül için can, hangi
sahada yetenekli ise o alanda yetiştirilirdi. Her şeyden önce Mesnevi okumaları
yapılırdı. Bu vesileyle merakı ve yeteneği olanlar Farsça ve Arapça dillerinde
ilerlerdi. Türk kültür ve edebiyatına dair bilgisi artar, bu arada geniş bir
genel kültür malûmatına sahip olurdu. Kabiliyeti olan musikiye yönelir; ney,
kudüm ve başka saz aletlerini öğrenirdi. Hattatlık, tezhip, cilt işleri gibi
güzel sanatlarda ilerlemek de söz konusuydu. Kuyumculuk da Mevlevilerce pek
makbul bir meslek sayılırdı.
Mevlevihaneler musiki
konservatuvarı hizmeti görmüştür. Pek çok musikişinas ve bestekârımız buralarda
yetişti. Şiir ve edebiyatımız bu bereketli ortamdan beslendi. Maddeten ve manen
buralarda âtıl durmak menedilmiştir. Bu sebeple Mevlevihaneler fikir, sanat ve
irfan ocakları olarak vazife gördü.
Unutmamalı ki, Mevlevi
dergâhları asırlarca gönül medeniyetini ihya ettiler. Gönül medeniyetinin
unsurları; irfan, hikmet, estetik ve sanat duygusudur. Mevlevilik Canları
zarif, ince ruhlu, sanata meyyal bir kişiliğe büründürmüşlerdir. Burada gıybet, dedikodu gibi kötü huylar
görülmez. Hizmetler de sohbetler de Allah için, ibadet niyeti ve aşkıyla yapılmıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Açık, Nilgün, “Mevlana ve
Mevlevî Tarikatının Eğiticiliği”, III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi
Bildiriler, 5-6 Mayıs 2003.
Barihüdâ Tanrıkorur, "Bir
Eğitim Mimarisi: Mevlevi Matbah-ı Şerîfı", I. Milletlerarası Mevlânâ
Kongresi (Tebliğler), Selçuk Üniversitesi, Konya, 1988.
Can, Şevik, “Konularına Göre
Açıklamalı Mesnevi Tercümesi”, İstanbul
1997.
Çıtlak, M. Fatih, Kırk Mektup
Sırlı Şeyhten Seyr u Sulûku Adım Adım Anlatan Mektuplar, İstanbul 2010.
Çıpan, Mustafa, “Mevlevîlikte
Seyr-i Sülûk (Mevlevîlik Terbiyesi”, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi-İnsanlığın
Aynası, Konya 2004.
Çıpan, Mustafa, Mevlevîlik
Şehrâhında Seyr u Sülûk, Kültür: Üç Aylık Kültür, Sanat, Araştırma Dergisi (Hz.
Mevlânâ Özel Sayısı), S. 5, İstanbul, Kış 2006.
Demirci, Mehmet, “Bir Eğitim
Aracı Olarak Mevlevî Çilesi”, Marife Dergisi, C. 7, S. 3, Konya 2007.
Demirci, Mehmet. “Bir Eğitim Aracı Olarak Mevlevî
Çilesi”. Marife 7, no. 3 (Aralık 31, 2007): 105-122. Erişim Nisan 29, 2020.
https://www.marife.org/marife/article/view/109.
ERAYDIN, Selçuk, “Çile” DİA, VIII, İstanbul, 1993. Can Şefik
Konularına Mesnevi Tercümesi
Erol, Erdoğan, “Mevlevî
Dergâhına Nalı Girilirdi? Seyyah Nasıl Verilirdi?”, Ankara 2013.
Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra
Mevlevilik, İstanbul, 1983.
Gölpınarlı, “ Abdulbâkî Mevlevî
Âdâb ve Erkânı”, İstanbul 1963.
Koşay, Hamid Zübeyir,
"Mevlevilikte Matbah Terbiyesi", Türk Yurdu, C.V, S.27, s.280-286
(Man 1927).
Koşay, Hamit Zübeyir
“Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi” (Yeni harflere
Çev. A. Sefa Odabaşı) Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi-İnsanlığın Aynası,
Konya2004.
Küçük, Sezai, “Mevleviyye,
Türkiye'de Tarikatlar: Tarih ve Kültür”, (Editör: Semih Ceyhan), İstanbul,
2014.
Levis, Faranklin, “Mevlânâ
Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı”, İstanbul 2010.
Öngören, Reşat, “Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî”, DİA, XXIX, Ankara 2004.
Rıza Duru, Mevleviname (Çeviri
Metinler ve Resimlerle Batılı Seyahatnamelerinde Mevlevilik), Konya, 2012,
Selçuk Eraydın, “Çile”, TDV
İslâm Ansiklopedisi, VIII, İstanbul 1993.
Şafak, Yakup“ Mevlevilik Yolu
ve Çile “Mevlana Ocağı Yılına Armağan, Konya 2007.
Şahin, Bekir, “Mevlevîlikte
Yemek Adabı”, Bilgi Yolu Mesleki Sosyal Kültürel Sanat ve Edebiyat Dergisi,
Türk Kütüphaneciler Derneği Konya Şubesi Başkanlığı, Yıl: 5, S. 8, Konya,
Aralık 2005.
Şimşekler Nuri, “1001 Günlük
Mevlevî Çilesi Mutfakta Pişen Canlar Sûfî,
Araştırmaları” - Sufi Studies Cilt/Volume: 1 Sayı/Issue: 2 Yaz/Summer 2010.
Yakup Şafak, "Mevlevilerde
Çile Esnasında Yapılan Hizmetler", Akademik Sayfalar (Merhaba Gzt.), C.VI,
Yıldız, İ, Özkan, A. "Türk
Tasavvuf Öğretisi Olarak Mevlevilikte Manevi Eğitim". Uluslararası Türk
Kültür Coğrafyasında Sosyal Bilimler Dergisi 2 (2017).
[2]
Açık, Nilgün, “Mevlana ve Mevlevî
Tarikatının Eğiticiliği”, III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi Bildiriler,
5-6 Mayıs 2003, s. 99-100.
[3]
Şafak, Yakup Mevlevilik Yolu ve Çile
Adabı, Mevlana Ocağı, Konya, 2007,
s.120.
[4]
Öngören, Reşat, “Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî”, DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 445.
[5] Çıpan, Mustafa, “Mevlevîlikte
Seyr-i Sülûk (Mevlevîlik Terbiyesi”, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi-İnsanlığın
Aynası, Konya 2004.s.189
[6]
ERAYDIN, Selçuk, “Çile” DİA, VIII,İstanbul1993, s.315.
[7]
Rıza Duru, Mevleviname (Çeviri Metinler ve Resimlerle Batılı
Seyahatnamelerde Mevlevilik), Konya 2012, s.17.
[7]
Demirci, Mehmet. “Bir Eğitim Aracı Olarak Mevlevî Çilesi”. Marife 7, no. 3
(Aralık 31, 2007): 105-122. Erişim Nisan 29, 2020.
https://www.marife.org/marife/article/view/109.
[9]
Rıza Duru, Mevleviname (Çeviri Metinler ve Resimlerle Batılı Seyahatnamelerinde
Mevlevilik), Konya 2012, s.11.
[10] Şahin, Bekir, “Mevlevîlikte
Yemek Adabı”, Bilgi Yolu Mesleki Sosyal Kültürel Sanat ve Edebiyat Dergisi,
Türk Kütüphaneciler Derneği Konya Şubesi Başkanlığı, Yıl: 5, S. 8, Konya,
Aralık 2005, s. 45.
[11] Yıldız, İ, Özkan, A .
"Türk Tasavvuf Öğretisi Olarak Mevlevilikte Manevi Eğitim".
Uluslararası Türk Kültür Coğrafyasında Sosyal Bilimler Dergisi 2 (2017 ), s.
48-55.
[12]
Barihüdâ Tanrıkorur, "Bir Eğitim Mimarisi: Mevlevi Matbah-ı Şerîfı",
I. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Selçuk Üniversitesi, Konya,
1988 s.271
[13]Gölpınarlı,
Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1983,s.396.
[14]Anlamı: Bu makam âşıkların Kâbesi’dir. Buraya eksik
gelen tamamlanır.
[15]
Erol, Erdoğan, Mevlevî Dergâhı’na Nalı
Girilirdi? Seyyah Nassıl Verilirdi, Ankara 2013,s.50
[16]
Demirci, Mehmet. “Bir Eğitim Aracı Olarak Mevlevî Çilesi”. Marife 7, no. 3
(Aralık 31, 2007): 105-122. Erişim Nisan 29, 2020. https://www.marife.org/marife/article/view/397.
[17]
“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah´a biat etmektedirler. Allah´ın eli
onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş
olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat
verecektir.”
[18]
Bkz. Hamid Zübeyir, "Mevlevilikte Matbah Terbiyesi", Türk Yurdu, C.V,
S.27, s.280-286 (Man 1927).
[19]
Manevî makama işarettir. Dede ve Şeyh, post sahibidir. Matbahtaki post, iradeyi
mürşide teslim makamına işaret sayılır; bu posta «Saka Postu» denir. Su, hayata sebeptir; XXI. surenin 30. ayetinde
bildirdiği gibi her şey, sudan dirilmiştir, suyla diridir. Bu bakımdan âşıkta,
suya muhtaçtır, susamıştır. Kendisi suya kanacaktır, sonra o da, âşıkları
kandıracaktır. Bu posta, «Saka Postu»
denmesi, bu yüzdendir. (Abdulbâkî Gölpınarlı: Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul
1963, s. 38.)
[20]
Erol, Erdoğan, Mevlevî Dergâhına Nasıl Girilirdi? Seyyah Nasıl Verilirdi?, Ankara
2013,s.52.
[21]
Koşay, Hamit Zübeyir “Mevlevîlikte Matbah
Terbiyesi” (Yeni harflere Çev. A. Sefa Odabaşı) Mevlâna Celâleddîn-i
Rûmi-İnsanlığın Aynası, Konya2004, s.203.
[22]
Şimşekler Nuri, “1001 Günlük Mevlevî
Çilesi Mutfakta Pişen Canlar Sûfî,
Araştırmaları” - Sufi Studies Cilt/Volume: 1 Sayı/Issue: 2 Yaz/Summer 2010, s.112.
[23]
Çıpan, Mustafa: “Mevlevîlikte Seyr-i
Sülûk Mevlevîlik Terbiyesi”, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi-İnsanlığın Aynası,
Konya2004, s.189.
[24]
Demirci, Mehmet, “Bir Eğitim Aracı Olarak Mevlevî Çilesi”, Marife Dergisi, C.
7, S. 3, Konya 2007, s. 105-122.
[25]
Çıpan, Mustafa: “Mevlevîlikte Seyr-i
Sülûk (Mevlevîlik Terbiyesi)”, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi-İnsanlığın Aynası,
Konya2004, s.191.
[26]
Mevleviler 1001 sayısını, Hz. Mevlânâ'nın hayatı boyunca çıkarmış olduğu
halvetlerin (tenhaya çekilme, yalnız kalma) toplamının 1001 gün etmesine ve
Cenâb-Hakk'ın isimlerinin toplamının 1001 olmasına bağlarlar. Bu isimlerden 99
adedi "Kur'an-ı Kerim" de ve "Hadis-i Şeriflerde" geçmekte
ve bu isimlere "Esmâü'l -
Hüsna" (En güzel isimler) denilmektedir. Allah'ın 1001 isminin içinde
en tanınanı "Allah", en
kısası ise" Hû" dur. Mevleviler, Allah'ın en kısa ismi olan "Hû" yu, gülbank denilen
dualarının sonunda "Hû diyelim Hûûû"
şeklinde uzatarak, bazı kelimelerin başında "Hû
Erenler" şeklinde, bazı kelimelerin sonunda da "Eyvallahu" şeklinde kullanmışlardır. Elbette ki
Mevlevilerin Allah'ın bu ismini kelimelerinin başında ve sonunda
kullanmalarının asıl sebebi, "Sözlerine
Allah'ın ismiyle başlamak ve bitirme istekleridir". Ancak Mevlevilerin
Allah'ın 1001 isminin içerisinde "Hú"
ismini daha sık kullanmalarının bir diğer sebebinin de, Allah'ın "Hu" isminin kısa ve aynı
zamanda uzatmaya daha uygun olmasıdır diyebiliriz.
[27] Şimşekler Nuri,
“1001 Günlük Mevlevî Çilesi Mutfakta
Pişen Canlar “, Sûfî, Araştırmaları - Sufi Studies Cilt/Volume:
1 Sayı/Issue: 2 Yaz/Summer 2010, s.114.
[28]
Bkn. Şafak, Yakup“ Mevlevilik Yolu ve Çile “Mevlana Ocağı -Mevlana’nın
Doğumunun 800. Yılına Armağan-, Konya 2007, s.103-122.
[28]
Erol, Erdoğan, “Mevlevî Dergâhına Nalı
Girilirdi? Seyyah Nasıl Verilirdi?”, Ankara 2013,s.56.
[30]
Bkn. Koşay, “Mevlevîlikte Matbah Terbiyesi”, s. 384-385; Gölpınarlı, Mevlevî
Âdâb ve Erkânı, s. 45-46.
[31]
HÜCRE-NİŞÎN: Farsça, hücrede oturan demektir. Mevlevî tabiridir. Mevlevîlikte
hücreye yerleşebilmek için, çile denilen 1001 günlük bir hizmet süresi
gerekliydi. 1001 günlük hizmet bitince, mürit törenle hücreye çıkar (yerleşir)di.
Hücre-nişîn (hücrede kalanlar) ler her sabah namazından sonra, murakabe
yaparlar, ardından toplanıp beraberce zikir çekerlerdi. O bitince, hücrelerine
gidip, evrâd-ı şerif ve zikirle meşgul olurlardı. Hücre-nişînler zorunluluk
olmadıkça, mesela ibadet, ziyaret gibi bir vesile söz konusu olmadıkça,
tekkeden dışarı çıkamaz, mutfakta 1001 hizmet gününün başlarında bulunan yeni müritlerle,
kalpten kalbe zulmanilik yansımasına engel olmak üzere, ihtilât etmezlerdi.
Zaruret olmadıkça, halk ile de ihtilât etmezler, ihtiyaçlarını pazarcılar
vasıtasıyla aldırırlardı.
[32]
Bkn. Yakup Şafak, "Mevlevilerde Çile
Esnasında Yapılan Hizmetler", Akademik Sayfalar (Merhaba Gzt.), C.VI,
s.l33-135.
[33]
Derviş, kelimeyi oluşturan dal, râ, vav, ye ve şın harflerinin sembolize ettiği
(dünya, riya, varlık, yalan ve şehvet) unsurlardan kendini arındıran insandır.
[34]
DEDE: Türkçe bir kelime olup Mevlevîlikte, muhiblikten sonraki mertebedir.
Muhib, derviş olmaya ikrar verip çilesini tamamladıktan sonra, kendisine bir
hücre verilir ve dede diye anılır. Dede, yeni muhibleri kendi liyakatine ve
kabiliyetine göre "Mesnevî" okutarak, âyin meşk ederek, ney üflemeyi,
usûl tutmayı belletmek suretiyle, kudüm-zen olarak yetiştirerek terbiye etme
görevini icra eder. Dedelik, Alevîlerde, soydan gelenlere mahsustur. Yani, Hz.
Peygamber'in(Cebeci)
[35]
Selçuk Eraydın, “Çile”, TDV İslâm
Ansiklopedisi, VIII, İstanbul 1993.s. 315-316,
[36]
Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik,
s. 394-395.
[37]
Levis, Faranklin, “Mevlânâ Geçmiş ve
Şimdi, Doğu ve Batı”, İstanbul 2010.s.515.516.
[38]
Şimşekler, s.116.
[39]
Çıtlak, M. Fatih, Kırk Mektup Sırlı Şeyhten Seyr-u Sulûku Adım Adım Anlatan
Mektuplar, İstanbul 2010,s.212.
[40]
Küçük, Sezai, “Mevleviyye, Türkiye'de Tarikatlar: Tarih ve Kültür”, (Editör:
Semih Ceyhan), İstanbul, 2014,s.525-531.
[41] Çıpan, Mustafa: “Mevlevîlikte Seyr-i Sülûk
(Mevlevîlik Terbiyesi”, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi-İnsanlığın Aynası, Konya2004,
s.187-194, 2004. Çıpan, Mustafa, Mevlevîlik Şehrâhında Seyr-u Sülûk, Kültür: Üç
Aylık Kültür, Sanat, Araştırma Dergisi (Hz. Mevlânâ Özel Sayısı), S. 5,
İstanbul, Kış 2006, s. 24-31.
[42]
Mevlevilik Yolu ve Çile Adabı / Yakup Şafak., Konya, 2007.
Mevlana Ocağı -Mevlana’nın
Doğumunun 800. Yılına Armağan-, s.118
Yorumlar