DÜŞÜNCE VE YORUMLARIYLA HZ. MEVLÂNÂ
Prof.Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU
Anadolu’da asırlardır eserleri ve düşünceleriyle her dönemde
diri kalan Mevlânâ, varlığıyla kıtaları ve medeniyetleri buluşturan bir
özelliğe sahiptir. Çocukluğunda ailesiyle Büyük Horasan’dan Anadolu’ya uzanan
yolculuğu ruh dünyasında yaşadığı yolculukla birlikte düşünüldüğünde daha çok
anlam kazanmaktadır. XIII. yüzyılın ilk yıllarında başlayan bu yolculuk,
gerçekte o dönemlerde Anadolu’ya doğru hareketlenen büyük kalabalıkların
yolculuğuyla benzerlik taşır.
Bizzat kendi ifadesine göre doğduğu yerde kalsaydı, Mevlânâ’nın
gündelik hayatla ilgili tercihlerinde farklılık olacaktı. Halka yakın duruşu ve
şiir söylemesi, bunun örneklerindendir.
Yenilik ve yenileşme klasik kültürümüzün ve şiirimizin önemli
temalarındandır. Mevlânâ, hemen Mesnevî’sinin başında sadece dünya için çalışan
akla ve insanı köleleştiren maddi değerlere karşı durarak bu yolun temel
kuralını açıklar, yenileşmeyi arzu edenlere canlı ve çarpıcı örneklerle yol
gösterir. Onun anlattığı aşk, ihtirası ve gururu yok eder, insanı özgürlüğe
götürür. Bu aşk, ferdin ve toplumun yenilenme ve dirilme iksiridir. Bireyin
güzel özellikler kazanıp olgunlaşması, yenileşmesi ve dirilişidir.
Ey oğul! Bağı çöz, özgür ol. Ne zamana kadar gümüşe, altına
bağlı kalacaksın.
Denizi bir testiye döksen, ne kadar alır? Bir günlük kısmet.
İhtiraslıların göz testisi dolmaz. Sedef, kanaatkâr olmadıkça inciyle
dolmaz.
Bir aşkla elbisesi yırtılan kişi, hırs ve ayıptan bütünüyle temizlenir
(I/19-22).
Birey ve toplum açısından önem arz eden hemen her husus;
adalet, hak, hukuk, bilgi, akıl, sevgi, dostluk, merhamet, fedakârlık,
özgürlük, gönül, suret, mana ve benzeri kavramlar, Mevlânâ’nın eserlerinde
yeniden anlam ve canlılık kazanmıştır. Gerek bireyle ve gerekse toplumla ilgili
ruhsal ve sosyal sorunları aşmada günümüz insanına yardımcı olabilecek çözüm
örneklerini, onun eserlerinde görmek mümkündür.
Adalet, toplum düzeni için gereklidir. Mevlânâ adaleti ve
zulmü güzel bir örnekle somutlaştırır:
Adalet nedir? Ağaçlara su vermek. Zulüm nedir? Dikene su
vermek.
Adalet, nimeti yerine koymaktır; su çeken her köke değil.
Zulüm nedir? Yersiz yere koymak. Bu, sadece belaya
kaynak olur (V/1089-1091).
Bireylerin hak ve hukukunu çiğneyen zalim kişiler,
yeryüzündeki en kötü kişilerdir ve yaptıklarıyla şüphesiz yüz yüze
geleceklerdir. Onun Mesnevi’sindeki hikayeler bunun örnekleriyle doludur:
Zalimlerin zulmü,
karanlık kuyu olur. Bütün bilginler böyle dedi:
Daha zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet daha kötüye daha
kötü buyurmuştur.
Ey makamıyla zulmeden sen! Bil ki kendin için bir kuyu kazıyorsun
(I/1310-1312).
Bilgi, görgü ve birikim, toplumda güzel uygulamaların
gerçekleşmesine imkân sağlar. Bilgi ve birikim bu nedenle önemlidir:
Her şeyin yararı ve zararı yerine göredir. Bu nedenle ilim
zorunlu ve yararlıdır (VI/2599).
Gerçekte ilim ve bilgi hayata anlam ve canlılık katacak
özellikler taşımaktadır. Toplumumuzda bilgiye ve birikime verilen değer, Mevlânâ
ve benzeri şahsiyetlerin vurgulamalarıyla bu denli büyük olmuştur:
İlim Süleyman’ın saltanat mührüdür. Bütün âlem suret, ilim
candır (I/1031).
Uyku bilgiyle olunca uyanıklıktır. Bilgisizle oturan uyanık
kişiye yazık!(II/39)
Bilgiyle dürüstlük ve içtenliğin buluşması, güzellikler
oluşturur. Ruhun ve aklın yönelişi bu yöndedir. Aksi yöndeki beraberlikler ise
birey ve toplum için üzüntü vericidir:
Ruh ilimle ve akılla dosttur. Ruhun Arapça ve Türkçe ile
ne işi vardır? (II/56)
Canın meyli, hikmete ve ilimleredir; bedenin arzusu bağa,
çayıra ve üzümedir.
Canın meyli yükselmeye ve şerefe; bedenin arzusu
kazanca ve otlaradır (III/4436-4437).
Mevlânâ günlük hayatla ilgili öğütlerle, zihinsel sorunların
çözümlerini aynı eserde, hatta aynı hikâyelerde şaşırtıcı bir şekilde bir arada
sunabilmektedir. Onu günümüze ve bütün dünyaya taşıyan özelliklerinden biri de
bu olmalıdır. Özendirdiği kişilik, bilgili ve görgülü olmaktır:
Biri, bir kuşu hile ve tuzakla yakaladı; kuş ona dedi: “Ey
ulu efendi!
Sen çok inekler ve koyunlar yedin; sen birçok deve kurban ettin.
Sen zamanında onlardan doymadın; benim parçalarımla da doymazsın.
Beni bırak, sana üç öğüt vereyim; zeki miyim, ya da aptal mıyım bilirsin.
Birinci öğüdü senin elinde, ikincisini saman ve çamur kapladığın damının
üstünde;
Üçüncü öğüdü ağacın üzerinde sana vereceğim. Bu üç öğütle talihli olacaksın.
Eldeyken -verilecek- olan öğüt şu sözdür: “Kimsenin olmayacak sözüne
inanma.”
Avucunda ilk büyük öğüdü söyleyince özgür oldu ve o duvarın üzerine
gitti.
Diğerini söyledi: “Geçmiş olana üzülme; bir şey başından geçince, ona
hasret duyma.”
Ondan sonra ona dedi: “Bedenimde gizli on dirhem ağırlığında değerli
bir inci var.
Senin canın hakkı için, o inci senin talihin ve çocuklarının bahtıydı.
İnciyi yitirdin; çünkü rızkın değildi. Varlık içinde o inci gibisi yoktur.”
Adam, hamilenin doğum vaktinde inlediği gibi feryada başladı.
Kuş ona dedi: “Sana, dün geçene üzüntün olmasın” diye nasihat etmedim
mi?
Madem geçip gitti, nasıl üzülürsün? Ya öğüdümü anlamadın, ya da sağırsın.
İkinci öğüt olarak sana, “Sapıtıp olmayacak söze sen hiç inanma” dedim.
Ey aslan! Ben kendim üç dirhem ağırlığında değilim, on dirhem ağırlık
içimde nasıl olur?”
Efendi kendine geldi, “Haydi! O güzel üçüncü öğüdü açıkla” dedi.”
-Kuş- dedi: “Evet! Onlarla iyi iş yaptın da, üçüncü öğüdü bedava söyleyeyim.
Uykulu cahile öğüt vermek, çorak toprağa tohum atmaktır.
Ahmaklık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez.
Ey nasihat söyleyen! Ona hikmet tohumu verme (IV/2244-2264).
Bilgi ve akıl sahiplerinin birliği yol açıcıdır. Aksi yöndeki
tercihler ve buluşmalar, kişiler ve insanlık için acı sonuçlar doğurur:
Akıl başka akılla iki kat olur; ışık çoğalıp yol belli
olur.
Nefis başka nefisle güldüğünde, karanlık artıp yol
gizlenir (II/26-27).
Dostun, yarın uzaklaşmasını istemiyorsan akıllıyla ve
akılla dostluk edin (III/2691).
Çünkü akıllı kişiden bir cefa gelse, cahil kişilerin
vefasından daha iyidir bu.
Peygamber, “Akıllının
düşmanlığı, cahilden gelen sevgiden daha iyidir” dedi (II/1866-1867).
Sevgi ve dostluk, Mevlânâ’da bir başka güzellikte dile
gelmiştir. Onun dizeleri insanlığın büyük ihtiyaç duyduğu, sığınağı, korunağı
sevgi için etkileyici anlamlar taşımaktadır:
Sevgiyle acılar tatlılaşır; sevgiyle bakırlar altın olur.
Sevgiyle tortular berraklaşır; sevgiyle dertler, şifa verici olur.
Sevgiyle ölü dirilir; sevgiyle padişah köle yapılır.
Bu sevgi de bilgi sonucudur. Böyle bir tahta yersizce kim oturabilir?
(II/1521-1524).
Dost edinmek, dostlarla birlikte olmak çok kazançlıdır. Güven
ve huzur ortamı bu beraberliklerle oluşmaktadır, aksi takdirde durum çok
acıdır:
Dostlarıyla birlikte oturan, külhanda olsa da bahçe ortasındadır.
Zamanda düşmanlarıyla oturan, bahçede olsa da külhandadır.
Biz ve benle dostu incitme; dost, sana düşman ve hasım olmasın.
Halka Allah için veya kendi canının rahatı için iyilik yap.
Böylece bakarken daima dost görürsün; gönlüne kin yüzünden nahoş
suretler gelmez.
Düşmanlık yaptığında sakınıp kaçın. Sevindirici dosta danış
(IV/1975-1980).
Dostların mutluluğuyla sevinirsen, bu dünya sana gül
bahçesi görünür (IV/2371).
Sevgi ve dostluğun önündeki engel, benlik ve menfaat
düşüncesidir. Dost ve arkadaş olan, bu tavırdan uzaktır. Mesnevî’deki güzel bir
örneği şöyledir:
Biri geldi, arkadaşının kapısını çaldı. Arkadaşı, “Ey güvenilir kişi!
Kimsin?” dedi.
“Ben” dedi. -Arkadaşı- ona dedi: “Git, zamanı değildir. Böyle bir sofrada
ham kişiye yer yoktur.
Ham kişiyi ayrılık ve hicran ateşinden başka kim olgunlaştırır? İki
yüzlülükten kim kurtarır?”
O zavallı gitti. Bir yıl yolculukta dostunun ayrılığında alevlerle
yandı.
O yanmış, olgunlaştı. Sonra geri döndü. Yine arkadaşının evinin
etrafında dolaştı.
Dudağından edepsizce bir söz çıkmaması için yüz korku ve edeple kapının
halkasını vurdu.
Dostu seslendi: “Kapıdaki kimdir?” O, “Kapıda da sensin, ey sevgili”
dedi.
-Arkadaşı- dedi: “Şimdi benim gibisin, ey ben! Gir. Evde iki bene sığacak
yer yok (1/3055-3061).”
İyi niyetle ve dostlukla geçmeyen yılların üzüntüsü, sağlıklı
düşünüldüğünde çok açık görülecektir, görülmektedir. İnsanoğlu, uyum ve
yakınlık arzusuyla toplumda yaşadığında imkânlar çoğalacak, hayat anlam
kazanacaktır:
Kötü niyetler dostluğu
karartır. Niçin onları gönülden kovmuyoruz.
Öldüğümde beni hoşça anacaksın,
niçin ölü severiz de diriye düşmanız?
Mademki ölümden sonra barış
yapacaksın, niçin ömür boyu senin üzüntünle sıkıntı içindeyiz (Dîvân, Gazel
1535).
Dostuyla hoş geçinen
dostsuz kalmaz. Müşteriyle iyi anlaşan iflas etmez.
Ay geceden ürkmediği için böyle
parlak kaldı. Gül de dikenle uyuştuğu için bu kokuyu elde etti (Rubai:
211).
Bireyin öncelikle kendisiyle ilgilenmesi ve eksikliklerini
gidermesi gerekir. Bunu yapmaksızın başkasının eksiklik ve yanlışlarıyla meşgul
olması kazançlı bir yol değildir. Hatta bu tür bakışlar, kişinin düşünce dünyasını
kirletebilir:
Dört Hintli bir camiye girdi; namaz için rükû ve secde
ettiler.
Her biri bir niyetle tekbir alarak âcizlik ve dert hâliyle namaza
başladı.
Müezzin geldi. Birinin ağzından, “Ey müezzin! Ezan okudun mu? Vakit
var mı?” diye bir söz çıktı.
Diğer bir Hintli niyazla, “Hey! Konuştun ve namazın bozuldu” dedi.
Üçüncüsü ikinciye, “Ey amca! Onu niçin kınıyorsun? Kendine söyle”
dedi.
Dördüncüsü, “Elhamdülillah, ben o üçü gibi kuyuya düşmedim” dedi.
Neticede her dördünün namazı yok oldu; ayıp söyleyenler yollarını daha
çok kaybetti.
Kendi ayıbını gören cana ne mutlu! Ayıp söyleyen, ayıbı kendine satın
alır (II/3013-3020).
Çalışmak, çaba göstermek zorunludur. Her akıllı kişi için
şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak her nedense, toplumda bu zorunluluğun her
zaman hatırlatılması gerekmektedir:
Zahmet gören, hazine bulur; çaba gösteren, devlete erişir
(V/2047).
Hamalların, yük için savaşını gör; iş görenin çalışması
böyledir.
Zahmetler rahatın esasıdır; acılar da nimetin öncüsüdür(II/1825).
İnsanın kılavuzu derttir. Bulunduğu her işte o işin derdi,
arzusu ve aşkı, içinde doğmazsa, o işe yönelmez. O iş, dertsiz ona kolay olmaz;
ister dünya, ister ahiret; ister ticaret, ister padişahlık; ister bilim, ister
astroloji ve diğerleri (Fîhi Mâ Fîh, s. 20).
Öğreticiler, rehberler ve yöneticiler görevlerini
yapıyorlarsa bu unvanların ve özelliklerin sahibidirler. Aksi takdirde her
türlü eleştiriye açıktırlar. Mevlânâ, bu hususta çok cesurdur. Onun dilinde
sorumluluğunu taşımayan zahit, bilgin ve sultan için kınayıcı sözler vardır:
Mal ve makam elde eden, insan olmayan kişi kendisinin
rezilliğini istemiş olur.
Ya cimrilik eder, bağış vermez; ya da cömertlik eder, yersiz yere bağış
yapar.
Şahı, piyadenin yerine kor; ahmağın verdiği bağış böyledir.
Yetki bir sapığın eline geçince makam sanır, kuyuya düşer.
Yol bilmez, kılavuzluk eder; onun çirkin canı dünyayı yakar
(IV/1443-1447).
Mevlânâ öğrenen, dinleyen veya yönetilen kişilerin
sorumluluğundan da söz açmaktadır:
Dinleyici susuz ve istekli olursa, öğüt veren ölü de olsa
söyleyici olur.
Dinleyici canlı ve diri olursa, dilsiz söz söylemekte yüz dilli olur.
(1/2379-2380)
Mevlânâ yardımcı olacak, yol gösterecek kişilere yakın
olmanın, kılavuzlarla beraberliğin önemine değinirken ikna edicidir:
Hasta tabibe düşman olursa ve çocuk öğretmene düşmanlık yaparsa,
Gerçekte kendi canlarının yol kesicileridirler; kendi akıl ve canlarının
yolunu kesmişlerdir.
Çamaşırcı güneşe öfkelenirse, balık suya öfkelenirse,
Sen birine bak, kimin ziyanı olur? Sonuçta kim, bununla bahtsız olur?
(II/795-798)
Her varlığa acıma duygusuyla ve özveriyle yaklaşma
kararlılığı, insana yakışan bir özelliktir. Hayatı anlamlandıran, bireye ve
topluma değer kazandıran bu gibi özellikleri taşımak herkes için amaç
olmalıdır:
Akarsu olan yerde yeşillik olur. Gözyaşı
olan yerde rahmet olur.
İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol, can meydanında
yeşillik yeşersin.
Gözyaşı istersen, ağlayana acı. Merhamet istersen, zayıflara merhamet
et (I/821-823).
Mevlânâ diyor ki:
İnsanda iki büyük nişan
vardır: Birincisi bilgi, ikincisi fedakârlıktır. Bazısında bilgi var,
fedakârlık yok. Bazısında fedakârlık vardır, bilgi yoktur. Her ikisine de sahip
olana ne mutlu (Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 331).
Yaşadığımız fiziki dünyadan ayrı, ancak sonuçta yine ona
değer kazandıran düşünce ve bakış alanlarımız vardır. Mevlânâ insanoğlunun
belki de daha gerçekçi olan bu imkânları kullanması gerektiğini hatırlatır. Bu
imkânlar yurdunun onun dizelerindeki adı “gönül”dür:
Bu dünya küptür, gönülse ırmak gibi; bu dünya odadır,
gönülse şaşılacak şehir (IV/810).
Gönül ovasına adım atmak gerekir, çünkü toprak ovada
ferahlık yoktur.
Ey dostlar! Gönül, güven yurdudur; orada pınarlar, gül bahçesi içinde
gül bahçesi vardır.
Ey yürüyen! Kalbine yönel ve yürü; orada ağaçlar ve akan pınarlar
vardır. (III/514-516).
Tohumdan yeşeren gül bahçesi bir anlıktır; akıldan yeşeren
gül bahçesi canlıdır.
Topraktan yeşeren gül bahçesi, yok olur; gönülden yeşeren gül bahçesi
ne hoştur!
Bizim bildiğimiz tatlı ilimleri, o gül bahçesinden bir iki üç çiçek demeti
bil (VI/4647-4649).
Gönülde dünyasını oluşturan, bir düzene ve huzura kavuşan,
yolunu ve hedefini belirleyen insan için dünya hayatı daha anlamlıdır, dertleri
ve çaresizlikleri de çözümlüdür. Bu hissiyatın ve bakış tarzının günlük
hayatımıza ait gerçekçi, ikna edici örnekleri vardır:
Tadın
yolunu içten bil, dıştan değil; köşk ve kaleler aramayı ahmaklık bil (VI,
3418).
Açlık derdi, sermayesi olan kişinin bütün parçalarına yenilik
gelir.
Tat açlıktandır, yeni yiyecekten değildir; aç hâlde arpa ekmeği şekerden
daha tatlıdır (VI/4293-4294).
Gereksiz ve yersiz sorular, sorunlar oluşturmak ve ardından
da bunların cevapları için zaman ve emek harcamak gelişme derdi, diğer bir
ifadeyle aşkı olmayan kişilerin işidir. Akıl ve aşk sahipleri bu gibi sonuçsuz
kalacak uğraşlara kapılmaz:
Sakalına kır düşmüş bir adam aceleyle iyi bir berbere
geldi.
“Ey yiğit! Sakalımdaki beyaz kılları temizle; yeni gelin aldım”
dedi.
Sakalını kesti ve hepsini önüne dökerek “Sen seç, benim
işim çıktı” dedi.
Bu soru, o da cevaptır; onu seç; bunların başında din
derdi yok.
Biri, Zeyd’e bir sille vurdu; o da karşılık olarak ona saldırdı.
Tokat vuran dedi: “Sana soru soracağım, sonra bana cevap
ver ve o zaman bana vur.
Kafana vurdum, “Şak” diye ses geldi. Burada iyi niyetle
bir sorum var.
Ey padişahın övüncü! Bu şak benim elimden miydi, yoksa
senin kafandan mıydı?
-Zeyd- dedi: “Sillenin acısından kurtulmadım ki bu düşünce
ve düşünmede bulunayım.
Sen dertsizsin, bunu düşün; dert sahibinin bu düşüncesi yoktur,
kendine gel! (III/1375-1384)
Suret ile mananın, sözcük ile anlamın, şekil ile içeriğin uyumsuz olma
ihtimali söz konusudur. Özellikli birey olma arzusu taşıyanların, bu ikilikten
uzak durmaya çalışması gerekir. Söz ve davranış birliği kişiler ve toplum için
başarı, huzur ve güven kaynağıdır:
Kelimeyi bu beden gibi bil, manasını da içteki can gibi.
Beden gözü daima beden görür; can gözü hüner dolu can görür
(VI/653-654).
Ey surete tapan! Git, manaya çalış. Zira mana, suret bedenine
kanattır (I/711).
Sonuçta bil ki, kötü tabiatlı güzel ve iyi suret, bir para
etmez.
Suret, çirkin ve nahoş ama ahlakı iyiyse, ayağı dibinde öl
(II/1014-1015).
Ne zamana kadar testinin suretiyle aşk oynayacaksın? Testinin
suretini geç, su ara (II/1017).
Ey dostlar! Sureti aşarsanız, cennet vardır ve gül bahçesi
içinde gül bahçesi.
Kendi suretini yıkıp yakınca, bütün sureti de kırmayı öğrenirsin
(III/578-579).
Kimi zaman farklı bakış veya görünüşün arkasında gizemli bir
gerçek bulunduğunu hatırlatır Mevlânâ:
Halife Leyla’ya dedi: “O, sen
misin? Mecnun senden dolayı mı perişan oldu ve kendini
kaybetti?
Sen diğer güzellerden üstün değilsin!” -Leyla- dedi: Sus! Zira sen
Mecnun değilsin” (I/408-409).
Mevlânâ’nın düşünce dünyasında insanlar, coğrafyalar ve
bakışlar arasındaki farklılığın ve ayrılığın giderilmesine yönelik çözümler
vardır. Onun ancak birkaçı bu satırlara yansıyan öğüt ve uyarılarının âdeta tek
bir yönü, yakınlaşma ve toplum olma amacı bulunmaktadır. Onun şu sözleri
günümüzde dünyada bir çağrı olarak kabul edilmelidir:
Yol arkadaşlarını ziyareti gerekli say, kim olursa; ister
yaya, ister atlı.
Düşmanın da olsa bu ihsan, yine iyidir; çünkü güzel davranışla nice
düşman dost olmuştur.
Dost olmazsa kini azalır. Çünkü güzel davranış kine merhem olur.
Ey iyi dost! Bunun dışında nice faydaları vardır; fakat uzamasından
korkuyorum.
Sözün özü şudur: Topluma dost ol; heykeltıraş gibi taştan arkadaş
yont.
Çünkü kervanın kalabalıklığı ve çokluğu, yol
kesicilerin belini ve mızrağını kırar (II/2139-2144).
Yorumlar