Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ İLE MÜLAKAT
Bekir ŞAHİN
Çok değerli bir
konuğumuzla yaptığımız mülakatı sizlerle paylaşacağız. Konya’da yapılan Konevi
Sempozyumuna Türkiye’den Dünyadan çok değerli profesörlerimiz, hocalarımız hem
bilim alanında hem de Konya’yı teşrifleri anlamında gerçekten yoğun bir süreç
yaşandı. Konya’da Konevi Sempozyumu çerçevesinde. Tabi bu sempozyumdan dolayı
da Meram Belediyesinide kutlamak lazım. İkincisi yapıldı ve sempozyum
dolayısıyla Konya’mıza gelen ve Konya’mıza çokta yabancı olmayan Prof.Dr.
Mahmut Erol Kılıç hocamızla konuştuk.
Hocam sizin çok önemli alanlarda
çalışmalarınız var. Üniversitedeki hocalığınız süresince bir taraftan
baktığımızda tasavvuf konusu bir tarafından baktığımızda son süreçte özellikle
İslam Konferansı üye ülkeler parlamentolar birliği genel sekreterliğinde de
aslında biraz devlet işine de girilmiş oluyor yani bürokrasiye girilmiş oluyor.
Farklı süreçlerde yaşayan farklı süreçlerde başarılı olan bir hocamız olarak
öncelikle neler yapıyorsunuz onla başlamak istiyorum çalışmalarınız nasıl
gidiyor oradan da Konevi sempozyumuna gelmek istiyorum.
Prof.Dr. Mahmut Erol Kılıç:
-İnşallah
hocam. Çok teşekkür ederim. Bende aynı şekilde beni Konya’ya davet eden Meram
Belediyesi, Meram Belediyesi’nin çok değerli başkanı Serdar Kalaycı beyefendiye
MEBKAM. Değerli üyelerine bu vesile ile ben de bir kere daha teşekkür etmek
istiyorum. Konya yabancımız değil “Gez Dünyayı Gör Konya’yı” nereye giderse
gidelim pergelin ayağı herhalde hep burada dönüyoruz tekrar Konya’ya geliyoruz.
Evet çünkü Hz. Mevlana’nın türbesi üzerinde biliyorsunuz “Burası Aşıklar Kabesi’dir. Buraya gelen nakıs gelen, noksan gelen
burada tamamlanır.” Benim şahsi faaliyetlerimle ilgili bir soru sorduğunuz
için naçizane onu sizlere anlatmak istiyorum. Üniversite Profesörü iken daha
sonra Türk İslam Eserleri Müzesi Başkanlığı yaptım bir 4 yıl kadar. Ardından
Uluslararası bir Diplomatik Göreve TBMM tarafından aday gösterildim ve
seçildim. Seçimle olan bir görev, Uluslararası bir örgüt. Oda İslam
Konferansı’na üye ülkeler Parlementolar Birliği Merkezi Tahran’da olan, 25
yakın personelin çalıştığı bir yerin Genel Sekreteriyim. Bu görevi 4 yıldır
sürdürmekteyim. Tabi Türkiye içerisindeki bu kimliğim çok bilinmiyor.
Yurtdışında ki faaliyetlerimiz fazla bilindiği için
Türkiye’de bizim ilmi faaliyetlerimiz daha çok bilindiği için sorular o yönde
bize tercih ediliyor. Bizde o yönde cevap veriyoruz. Ama bu yönde de sorulduğu
zaman ona yönelikte söyleyeceğimiz şeyler var.
-Marmara Üniversitesinde
görev devam ediyor mu hocam?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Tabi ki kadromuz hala orada hala Marmara
Üniversitesi profesörüyüm. Kadrom orada. İzinli olarak bu uluslararası görevi
yürütmekteyim. Diplomatik bir görev.
-Derslere mi
giriyorsunuz?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Maalesef derslere giremiyorum.
Toplantılarımız el verdiği oranda da ilmi toplantılardan şuan Sadeddin Konevi
Sempozyumunda olduğu gibi uzaklaşmıyorum da. Yani sadece o diplomatik ve
bürokratik işlere boğulup ilim dünyasından elini ayağını çeken bir insan
değilim. Hala yazıyorum, hala okuyorum pergelimin iğneli ayağı ilimde.
Bürokratik işler ise Tasavvufçuların tabiri ile “Elden geçen ama gönülde yer
almayan elimizin yaptığı işler” . Onları da kalbimizden yola çıkarak
tanzim etmeye çalışıyoruz. Onda da yardımcı olmaya çalıştığımız hususlar oluyor
tabi ki. Yani Endonezya’dan Moritanya’ya kadar Uganda’dan Arnavutlu’ğa kadar 51
ülkenin üye olduğu, iktidar ve muhalefetiyle beraber bütün parlamentoların üye
olduğu bir teşkilat. İşte İslam Dünyasının geçirmekte olduğu sıkıntılar
özellikle Arap Baharı dediğimiz Tunus’ta başlayıp Kahire, Libya ve ardından
hala devam etmekte olan bu gelişmelerle de aslında tasavvufi eğitim alarak
olaylara bakmanın da çok büyük faydalarını görüyorum. Ben şahsen Siyasal
Bilgiler mezunuyum ancak İslami İlimler de Tasavvuf Anabilim Dalı Hocası
olduğum için tasavvuftan kalkarak, tasavvuftan beslenerek siyaset yapıyor
olmanın da çok büyük faydalarını görüyorum. Çünkü tasavvuf bize siyasi manada
da kullanılacak çok ilginç şeyler öğretiyor. Mesela; bir kere vahdet ve kesret
anlayışında nereye kadar birlik nereden sonra çokluk var diyor. Şimdi çokluğun
yerini ontolojik olarak çokluğun aslında arizi olduğunu, birliğin kalıcı
olduğunu söylüyor biz bu yaklaşımın mesela; Osmanlı’da vahdette kesret
anlayışından yola çıkarak Osmanlı’da ekalliyetler dediğimiz Dini Azınlıklarla
diğer ırkların aynı potada beraber hareket ettiklerini görmekteyiz. Osmanlı
Arap’ı, Osmanlı Türk’ü, Osmanlı Kürt’ü, Osmanlı Arnavut’u vs. hepsinin bir tek
potada aynı hedeflere, devlet ebedi müddet anlayışı altında ilâyı
Kelimetullah anlayışı altında böyle manevi şiyarlar
altında toplandığını görmekteyiz. Çok ilginçtir Diyarbakır valisi
Arnavut’tur.Yemen valisi Boşnak’tır. Arnavutluk İşkodra valisi Kürt
asıllıdır.Liyakat esaslı bir yapıdır.Çoklu bir yapıdır. Binanaleyh tasavvuf
anlayışından kalkarak bizim bu çoklukları tek bir potada,bir şemsiye altında
nasıl tutabileceğimizi de öğrenmekteyiz.Tasavvufi İslam’dan uzaklaşırsak bu
sefer ayırma,parçalamaya,dışlamaya yönelik bir İslam anlayışı oluşturmuş
oluruz.Bugün ki İslam dünyasının en ciddi ve bence en baş problemlerinden bir
tanesi bu.
-Kültürel bir problem
haline dönüştü değil mi?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:
-Kesinlikle. Ama şöyle algılama meselesi çok
önemli.Bugün İslam dünyasında Somali’de Şebap Hareketi diye bir hareket zaten
Somali açlıktan boğuluyor, zaten insanların içmeye suyu yok, öğrencinin ders
göreceği, oturacağı bir sandalyesi olmayan bir yerde gençler denilen bir
hareket daha çok El-Kaide’den ve bazı selifiye akımlardan etkilenmiş gençler
orada İslam Devleti kurduk diye iktidarı ele geçirdikleri zaman çok güzel bir
ümittir oradaki Somali insanına bir çözüm belki getirecek diye zannediyorsunuz.
Fakat bu insanlarda böyle bir proje olmadığı için ders görmüş oldukları
medreselerde sadece ve sadece hadis derslerinden “el bombası nasıl yapılır ?”
gibi sonuçlara vardıklarından dolayı Somali’de o Şebap Hareketi bugün İslam
Devleti ilan etti ertesi sabah 17 gencin kolunu kesti. Şeriatı tatmin ediyoruz
diyerek. Hz. Ömer’in bir sözü vardır malum; “İman ağacı aç mide de yeşermez” .
Siz o insana namazı niyazı öğreteceğinize önce bir karnını doyurun ondan sonra
imanı, namazı, haccı, zekatı öğretin diye çok güzel bir yaklaşımıdır 2.
Halifenin. Fakat bazı İslam anlayışları bugün İslam Dünyasında maalesef İslam
imajını da kirletmektedirler. Pakistan’da o camiye bir bomba atmak bomba attığı
zaman diyelim ki kendisi Sünni Şiya Camisine bomba atıyor sonra Şiya Camisinden
bir neferde gidiyor onlara bir bomba atıyor bu teşvik ediliyor. Neden? Çünkü
onlar Kafirdir. O grup kafirdir. Bunları bombalamalısınız veya tam karşıtı
söylenerek yabancı güçler tarafından beslenilerek böyle bir İslam anlayışı icat
edildi. Bu İslam anlayışı tamamen dış kaynaklıdır. Böyle bir İslam anlayışını
biz geleneğimizde köklerini göremiyoruz.
-Özellikle bizde yani
değil mi hocam? Özellikle Osmanlı, Selçuklu geleneğinde kesinlikle yok.
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Kesinlikle. İslam Dünyasındaki bu
gelişmelerde Arap Dünyasındaki bu arayışlarda Türkiye’nin siyasi rolü nasıl
olacak? Türkiye’nin katkısı nasıl olacak? Gibi bazı yazarların görüşleri
bulunmakta. Aslında Arap Dünyasındaki gelişmelerde Arapların Türklerden
beklediği çok ekonomik anlamda reçeteler değil. Belki şuan dile getirilmiyor
ama İslam Dünyasındaki arayışın temeli bir İslam türü aranıyor. Öyle bir İslam
nevi-i aranıyor ki yeniden o Araplara mutluluk getirsin, huzur getirsin. Bu
İslam kendilerinde vardı aslında. Ancak yüzyılın başında bazı projelerle
Osmanlı’yı yıkmak üzere Arap Dünyasının Cezire tü’l- Arap’ta bir köy imamının
başlatmış olduğu bir hareket İngilizlerinde teşvikiyle büyütülerek bir akım
haline getirilmiştir.
-Bedevi bir imam değil mi bu?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Evet. Yani kastımız buradan bir bedevi imam
doğru söylediniz. Bu imamın tabi imam bile denebilir mi bilemiyoruz. İmam
kelimesi bile burada ağır kalıyor zat için. Kullanmış olduğu şeyler o teoloji o
ilahiyat aslında siyasi bir proje haline getirilip Osmanlı’yı yıkmak için
kullanıyor. Anadolu’da Konya’da yaşanılan İslam’a baktığımız zaman, bu
topraklarda yaşanan İslam’a baktığımız zaman Hz. Mevlanaları, Hacı Bektaşi
Velilerin, Sadreddin Konevilerin bugün kendisi için Konya’da toplandığımız
Sadereddin Konevilerin. Onun hem fikir babası hem manevi babası hem de üvey
babası Muhyiddin-i Arabilerin anladığı ve anlattığı İslam’ın hoşgörülü bir
İslam olduğunu, insanlara şefkatle yaklaşılması gerekli olduğu, düşmanını dahi
sevmeye teşvik eden bir İslam anlayışı olduğunu görmekteyiz ki Hz. Mevlana’nın
cenazesine dahi bir gayrimüslimin geldiğini görmekteyiz. Bu anlayıştan bu
kapsayıcı kuşatıcı bir anlayıştan bu anlayışın da merkezi çok enteresandır.
Yani Konyalıların da titreyip yeniden kendine dönmesi gerekiyor. O da Konya’da
yakalanmış olan o yüksek seviyenin ki hala izleri devam ediyor. Çünkü hani
meşhur bir sözdür Yahya Kemal’in “Bir yer bir kere başkent olduysa o ebediyen
başkenttir.” Konya’da bu anlamda manevi başkenttir hala Konya’ya sinmiş olan bu
nefesin kolay kolay silinebileceği kanaatinde değilim. Günlük, anlık, hayat
meşgalelerinden dolayı belki Konyalılar şuan için bundan bir haber olabilirler,
bazı Konyalılar. Ancak kendilerine gösterildiğinde, öğretildiğinde hemen onunla
ülfet peyda edeceklerini çünkü genlerinde sızmış bir şeydir, özünde vardır.
Cevher değişmez. Arizi olarak şu günkü koşuşturma içerisinde insanlar bazı şeyleri
bilemeyebilir. Sadece onlara hatırlatılması gerekiyor. Hz. Mevlana’nın az evvel
adını saymış olduğum ki sayısı bunlarla da sınırlı değil Büyük Arifler
Kervanı’nın işlemiş olduğu İslam’ın sosyo-ekonomik uzantıları da var. Bugün
Selçukludaki, Osmanlı’daki fütüvvet teşkilatının, ahilik teşkilatının ekonomik
uzantıları da bulunmakta. Yani sayın izleyicilerimiz şöyle bir şey
zannetmesinler; özellikle Sadeddin Konevi’nin eserlerine bakıldığı zaman çok
yüksek bir irfan çok yüksek bir felsefe görmektedirler. Doğrudur. Yani Sadeddin
Konevi Hazretlerinin hemen bu sohbeti okuyanlar gitsinler kitaplarını
bulsunlar, alsınlar, okusunlar demiyorum şahsen. Çünkü herkese ağır olabilir
seviye çok yüksek. Çok aşağılarla ilgilenmemiş bu zat. Nedense başka yazarlarla
mukayese edildiği zaman mesela; babası Muhyiddin-i Arabinin kendisine 500 küsur
eser atfediliyor. Hepsi kendine ait olmayabilir ama çok fazla eser yazmış.
Sadreddin Konevi ile mukayese edildiği zaman o kadar fazla eser geriye
bırakmamış. Neden? O kadar ciddi bir ilim adamı ki mesela hayat hikâyesine dair
çok fazla da bilgi bulamıyoruz. Mesela; İbnü’l- Arabide zaman zaman tarihi
bilgiler var. Mesela bir tanesi; bir kış günüydü Konya’daydık diyor. Fütati
Mekkiyesinde. Şeyh Şehabeddin’in vefat haberi geldi. Darül Beyza’ya gittik,
geldik, döndük diyor Konya’ya. Şimdi Darül Beyza neresi? Tabi Arapça yazıyor.
Darül Beyza tercüme itibarı ile Beyaz Şehir demek. Acaba Akşehir mi diye ben
Akşehir’de Şeyh Şehabeddin’i çok aradım. Çünkü bu o oluyor. Bir Darül Beyza
yanılmıyorsam Erzincan’ın Tercan ilçesinin adı Osmanlı’da. Şimdi İbnül Arabinin
Konya’dan Tercan’a gidip gelmesi mesafe çok uzun. Öyle bir yer ki bu öyle bir
Şeyh Efendiymiş ki bu Konya civarında olsa gerek diye düşünüyorum. Henüz
bulabilmiş değilim ama tahminim Afyon-Bolvadin. Orada bir Şeyh Şehabeddin
Türbesi var. Ola ki tarihte tutuyor kesin konuşamayacağım ama o zatın cenazesi
-Afyon olması daha tabi
yakın…
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Muhtemelen tabi. Ama Bolvadin’in tarihte
Darül Beyza olarak anıldığını bilmiyorum şahsen bakmak lazım araştırmak lazım.
Bu zatlar değişmeyen prensiplere yöneldikleri için günlük mevzuatlarla çok
ilgilenmemişler. Yani şu gün şu tarihte Konya’daydım, hava çok yağmurluydu
şöyleydi böyleydi diye aktüel haber dediğimiz bugün bizim medya diliyle
konuşacak olursak günlük haber dediğimiz şeylerle çok ilgilenmemişler. Yüksek
konuları yazmışlar. Sadreddin Konevi böyle yani Sadreddin Konevi’nin esrelerini
aldığınız zaman muhteşem bir yüksek irfan görüyorsunuz.
-Mevlana’yla ters mi hocam bu anlamda?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Hayır. Bir kere şunu bilmemiz gerekiyor. Sufi
bilgelerin, düşünürlerin yaklaşım metodunun temel prensipleri aynıdır. O da
nedir? Vahdet-Kesret diyalektiği, bu diyalektik içerisinde Kesret dili ile
nasıl konuşulabilir. Vahdet dili burada konuşulamaz. Çünkü Vahdet makamında
değiliz vs. Temel prensipler bütün Sufilerde aşağı yukarı aynıdır. Ancak bunun
içerisinde tabi ki bu içinde bulunduğumuz alemin yapısı gereği şuan biz
cennette değiliz yeryüzü çokluk alemi vahdet alemi değil burada çokluk olacak,
burada siyah var beyaz var, burada erkek var dişi var, burada Türk var, Arap
var, Çerkez var, Kürt var ,burada Müslüman var, gayri müslim var. Burada
görüldüğü gibi İbnül Arabi öyle söylüyor burada gece var gündüz var, hastalık
var şifa var, burada zıtlar var. Dinamizm bir bakıma bundan sağlanıyor,
hareketlilik bundan sağlanıyor. Ayeti Kerimede Cenabı Allah “Eğer isteseydim
ben sizi tek bir ümmet kılardım” Demek ki tek bir ümmet olunmaması Allahın
isteği ile olan bir şey “İstedim ki yarışasınız hanginizin daha hayırlı olduğu
bu şekilde ortaya çıksın.” Burada felsefecinin diliyle bir tür diyalektik var
yani bu zıtlıkların devinimi içerisinde hareket ortaya çıkıyor. Elektrikte artı
eksi kutuplar bile bir araya geldiğinde biliyorsunuz enerji açığa çıkar.
Binanaleyh Hz. Mevlana’nın doğudan kalkarak Hz Mevlana İranlıdır yok Hz.
Mevlana Türk’tür yok Hz Mevlana Afkanlı’dır yok Hz Mevlana Tacikli’dir böyle
tartışmalar var. Bu tartışmaların hepsi sunî tartışmalardır. Ariflere bu manada
bir sadece ırki mensubiyete onları hapsetmek onları öldürmek demektir. Tabi ki
onlar elbet bir annede bir babadan bir soydan doğmuşlardır tabi ki ancak Hz.
Peygamber Efendimizin kızı Fatımaya “Kızım sen benim kızımsın bir Peygamberin
kızısın ama bir yanlış yaptığın da bir hırsızlık yaptığın da senin dahi elin
kesilir” denilmesi bir imtiyaz bir ayrıcalık olmadığını gösterir. Sosyolojik ve
Antropolojik bir vaka olarak söylemekte bir mahsur yoktur. Bu açıdan Hz.
Mevlana’nın o meşhur sözü “Herkes beni kendine benzetmeye çalışıyor. Herkes
beni bir tarafa çekiyor ama hiç kimse benim içimdeki esrarı araştırmıyor.”
Zatın derdi bu o kendi esrarını elde ettiği seviyeyi araştırın diyor. Bize bunu
tavsiye ederken biz onu yok İranlıydı yok Türk’tü yok şöyleydi böleydi diyoruz.
Ben şahsen Hz. Mevlana bütün milletlere mâl olabilecek bir insanlık bilgesi
olduğu kanaatindeyim.
-Öle olduğu anlaşılıyor zaten hocam.
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Tabi ki. Ancak buradan yola çıkarak şunu
söylemek istiyorum bir doğudan kalkıp buraya gelmiş. Konya’yı kendine vatan
bilmiş bir insan. Çıktığı bölgede konuşulan ilmi dil Farsça. Farsça her konuşan
Fars demek değildir. Selçuklu’nun resmi dili Farsça’dır. Yavuz Sultan Selim’in
Divanı Farsça’dır. Bu onun Fars olduğu anlamına gelmez. Pürzerinli Kosova’da ki
Pirizlen Şem-i Farsça şiirler yazmıştır. Dolayısıyla o dönemin ilmi ve edebi
dili olarak Farsça tercih edildiği için insanlar Farsça yazabilmişlerdir.
Bundan dolayı bazı İranlı arkadaşlarımız özellikle nasyonolizm tesiri altında
kalan İranlı arkadaşlarımız her Farsça yazanı Fars ilan etmişlerdir.
-Sadreddin Konevinin yazı dili nedir hocam?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Konevi çok enteresan derslerini Farsça
yapıyor. Bu açıdan da iki farklı görüş var Konevi’nin de kökleri anlamında
biliyorsunuz babası Mecdüddin İshak Efendi Malatya’dan Konya’ya gelmiştir. Onun
da kökenleri Şiraza dayandığına dair rivayetler vardır. Yani Şirazdan buraya
gelmiştir. Fakat yakın zamanda bulunan bir iki kitapta Konevinin amcasının yani
Mecdüddin İshak Efendinin kardeşinin yazdığın bir hadis kitabındaki bir derkenardan
ilginç bir şey gördük bunu da sizlerle bu vesile ile paylaşmak istiyorum. Bu
çokluluğu göstermek açısından yalnız kesinleşmiş bir şey değil bu. Kesin
konuşamayacağım. Fakat Sadreddin Konevi’nin köklerinin Endülüs’e dayandığı gibi
bir şey de var. Dedelerinin Endülüs’ten kalkarak bu topraklara gelmiştir.
-Olası ama değil mi hocam?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Yani efendim niye olmasın. Bizim şuan modern
zamanlardaki yaklaşımımız ile eski zamanlardaki yaklaşımlar çok farklıydı. İlim
adamları ilmin olduğu yerlere akarlardı. Yani tıpkı nehir kendi mecrasını arar
gibi. Bakıyorlar ki Konya diye bir yer var. Sultan ilim adamlarının, medyunu,
meftunu onlara bütün kolaylıkları sağlıyor. Onlara hatta izzeti ikramda
bulunuyor. Hz. Şeyhi Ekber Konya’ya geldiğinde ona Konya’nın en güzel konağını
hediye etmesi hadisesinde olduğu gibi ilim adamı baş tacı ediliyor, arifler baş
tacı ediliyor. Şehrin dışına protokol olarak çıkılıyor sultan hem de. Yani
sultan şehrin dışına kadar çıkıyor gelen bir zat. Kim bu zat? Falanca başka bir
ülkenin kralı gelmiyor. Gelen bir arif bir bilge Muhyiddin-i Arabi çıkıyor
hatta atından iniyor “Siz ata binin ben yürüyeceğim” diyor. Bu muhteşem bir
şey. Yani ben siyaset erbabıyım diyor bürokratım diyor aslında ben ilim adamına
niyabeten ona vekaleten buradayım diyor. Siz bana nefes verirseniz ben halka
hizmet edeceğim.
-Devletin büyüklüğü de bundan mı kaynaklanıyor
bilmiyorum.
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Kesinlikle. Devleti Aliyyeyi Osmaniyye ‘nin
arkasında nefesi çok iyi görmemiz gerekiyor. O nefese her zaman hürmet
etmişleridir.
-Selçuklu’da da aynısı bu
gelenek devam etmiş yani Ulemaya saygı sevgi.
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:- Tabi ki. Ulema derken tabi ki genel
anlamıyla konuşuyorum. Burada hususi bir çıkma yapacağım. “Alimi Billah” dediğimiz
ulemanın Allah’ı tanıyan o ariflere o büyük mutasavvıf alimlere çok hürmet
edilmiş.
-Evliya diyebilir miyiz?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Evliya diyebiliriz, eren diyebiliriz. Zaten
nefesinde onların arkasında olduğu görüyoruz. İbnül Arabinin 10 yıl Malatya’da
yaşayıp sultanın çocuğunu eğittiğini görüyoruz. O sultan daha sonra İzzeddin
Key Hüsrev tahta çıkmıştır biliyorsunuz. Yani arkalarında nefesi bulunmakta
onların kendileri siyasete girmiyor.
-Osmanlı Padişahlarının da neredeyse tamamına yakının
da aynı olaylar görüyor.
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Kesinlikle. Yani düşünebiliyor musunuz siz
bugün bu akşam sultan ilan edildiniz ve yarın göreve başlayacaksınız. İlk
yapılacak olan şey Ebaibel Ensari Türbesi’ne gidilerek orada Taklidi Seyf
Töreni’nde bulunmak. Taklidi Seyf Töreni yani kılıç kuşatma töreni yapılmadan
sizin sultanlığınız daha meşru değil. Kim size kılıç kuşatıyor? Yani sultanın
kılıcını kim takdis edecek ki ondan sonra artık o. Şimdi biz bunları bazı
Batılıların çevirdiği Orta Çağ İngiltere’sinin filmlerini, Kral Arthur
şövalyeleri filmlerini gördüğümüz zaman bakıyoruz. Bizim kendi tarihimizde ki
takdis törenlerini bilmiyoruz. Kendi tarihimizde var bunlar.
-Gerçekten muhteşem
törenler aslında.
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Evet muhteşem. Nakibül Eşraf? Kimdir Nakibül
Eşraf Osmanlı seyyidlerinin başı. Alim ve seyyid kişinin önünde diz çöküyor
sultan. O seyyid kılıcı ona kuşatıyor. Allah bir dua ediyor kendisine ondan
sonra devletin ikbal bulsun diye ondan sonra meşru oluyor.
-Müthiş bir şey
değil mi hocam burada ulemaya, alime, ilme.
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:-Kesinlikle. Yani biz niyabeten sizin adınıza
hükümet ediyoruz, gerçek sultanlar sizlersiniz yaklaşımı. Sultanlarda her zaman
bu edebi de muhafaza etmişler ariflere karşı, ariflerde onlara karşı çok özür
dileyeceğim belki tabiri maruz görün yılışma onlara bazı menfaatler için
onların önünde eğilme gibi bir hareketlerde de bulunmadığını görüyoruz. Yani
hiçbir menfaat ilişkisi yok alimle sultan arasında.
-Tam İmam Gazali’nin bahsettiği alim yani değil mi?
İlmiyle bütünleşmiş bir alim. Merak ettiğim için sormak istiyorum size. Mevlana
ve Konevi. Çünkü Konevi Hazretleri bir fıkıh alimidir kendisi aynı zamanda bir
sufi.
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:- Hayır burada itiraz ediyorum. Şimdi dini
ilimler sıralaması içerisinde kaplayan ilimlerden ameli ilimlere doğru bir
geçiş vardır. Ameli ilimler içerisinde fıkıh, hadis, tefsir, akait bunlar
bulunmaktadır. Fakat bunlar esas kimlik değildir. Hiçbir yerde İbnül Arabinin
veya Konevinin ben fakiyhim dediğini görmemekteyiz. Zaten kendilerini böyle
tanımlamıyorlar ama ilim olarak tabi ki fıkıhla da iştikal ediyorlar, hadisle
de iştikal ediyorlar. Ama burada ana kimlik irfan, alim olmaları.
-Sufilik mi yani?
Prof.Dr.Mahmut Erol Kılıç:
-İrfan. Fıkıh nedir? Neticede hukuki bir mevzuattır.
Namaz kılacağım, nasıl kılacağım, elimi nerede tutacağım? Siz aşkla gözyaşıyla
namaz kılmadığınız sürece elinizi şöyle tutun böyle tutun ne anlamı var? Ama
size fıkıhçı bunun gözyaşıyla nasıl kılınacağını öğretemez ki. Size şeklini öğretir
ve onun vazifesi biter orada. Dolayısıyla fıkıh ihtiyacımız var ancak özellikle
çağımızda İslam’ın başına gelen en büyük problemlerden bir tanesi yüce İslam
dinini eşittir hukuk mevzuatı haline indirgedik. Fıkıh mevzuatına indirgedik.
İslam’da bunun çok ötesi var. Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman hukuk menşeyi
veya hukuğa zemin teşkil edecek ayetler %10 civarı iken düşünceye, teemmüle,
tefekküre teşvik edecek ayetlerin %80-%90 olduğunu görmekteyiz. Günümüzde İslam
dini bir hukuk kitabı haline indirgendi. Burada el-Kaide’de elinde mekanik bir
kitap haline getirdi. Şablon var, bakıyor. O şablona uymadığınız zaman “Siz
kafirsiniz” diyor. Münafıksınız, zındıksınız elinde şablonlar var çünkü. Hemen
sizi katledebiliyor Allah Rızası için.
Yorumlar