Hz. Mevlâna'nın Etrafındakiler
MÜMİNE SULTAN
(Mevlâna’nın Annesi)
İslâmın büyük Peygamberi “Kadın, Allah yolunda erdir, ona
kadın demek revâ değildir” buyurmuş. Bu sırlı buyruktan aldığımız neş’e ve
Mevlâna’nın annesi olması sebebiyle bu konuya Mümine Sultan’ın özlü hayat
hikâyesiyle başlıyoruz.
Mümine Hatun, Belh Emîri Rükneddin’in kızıdır. Bunlardan
daha önemlisi bir nur kaynağı olmasıdır. Mevlâna gibi Pîri, bir Allah
sevgilisini can evinde besleyip geliştirecek imana ve şansa sahiptir. Seçilmiş,
kutlu bir varlık olduğu için ulu bir zâta, Bahâeddin Veled’e (Sultânu’l-Ulemâ)
zevce olmayı Allah kendisine nasip etmiştir. Belh’te evlenen bu iki bahtlının
ilk çocukları Alâeddin’dir. Muhammed Celâleddin (Mevlâna) ikinci evlat olarak
dünyayı şereflendirmiştir.
Mevlâna, Mesnevî’nin bir beytinde: “Kadın Hak nurudur,
sevgili değil, sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil” buyurur. Bu mübarek kelâm,
Allah’ın Hâlikiyet sıfatının kadında tecelli ettiğinin Pîr’in ağzından
açıklanışıdır. Seçilmişlerden seçilmiş, nurlardan daha nur olan Mümine Sultan çevresini
aydınlatırken, sevgili oğlu, müstesna insan Mevlâna’yı içindeki nur
kaynaklarıyla beslemiş, büyütmüştür.
Sultânu’l-Ulemâ’ya kadın; gönüller sultanı Mevlâna’ya ana
olan evliyalar güzeli Mümine Hatun, ailenin Karaman’da bulundukları dönemde
vefat etmiş ve Karamanlıların Ak Tekke dedikleri zâviyeye defnedilmiştir.
Mevlâna’nın kardeşi Alâeddin de burada vefat etmiş ve aynı türbeye
defnedilmiştir. İki ulu ere hizmet eden Mümine Hatun “Mâder-i Sultân”
(Sultan’ın Annesi) diye ün salmıştır. Ne yazık ki hayatı hakkında çok az şey
bilinir. Fakat veliyye bir kadın oluşunda rivayetler çoktur.
Ak Tekke, diğer adlarıyla Valide Sultan Camii veya Mader
Sultan Türbesi imanlı orta Anadolu kadınlarının, evliyaya gönül verenlerin ve
bilhassa Mevlâna âşıklarının ziyaretgâhıdır.
Valide Sultan Camii oldukça geniş bir avlu içindedir. Tam
bir kavis gibi kemerlenmiş sade ve zarif kapısından içeri girilir. İleri doğru
dikdörtgen şeklinde olan sol taraf, tahta parmaklıkla namaz kılınan kısımdan ayrılmıştır; üstü sandukalarla
örtülü kabirlerle kaplıdır. Mihrap hizasında camiin doğu güney tarafında küçük
bir oda gibi etrafı çevrili olan ve böylece diğer yatırlardan ayrılmış bulunan
sanduka Belh Emiri Rükneddin’in aziz kızı Mümine Sultandır. Bu ulu Hatunun
kabrine yakın “Sır Ebesi” diye anılan fakat kime ebelik yaptığını bilemediğimiz
bir kadın kabri daha vardır. Vaktiyle semâhâne olarak da kullanılan ve bugün
namaz kılınan kısmı ayıran bölmeden geriye doğru, iki sıra hâlinde üstü
sandukalarla örtülü başka kabirler mevcuttur. Bunlar Çelebilere aittir. Müezzin
mahfilinin altındaki yatır ise Mevlâna hazretlerinin kardeşi Alâeddin’indir.
SULTÂNU’L-ULEMÂ (BAHÂEDDİN VELED)
(Mevlâna’nın Babası)
Sultânu’l-Ulemâ diye ülkelere nâmı yayılan Bahâeddin Veled,
Belh bilginlerinden Hüseyin Hatibî’nin oğludur. Annesi ise hükümdar Alâeddin
Muhammed Harezmşah’ın kızı Melike-i Cihan, Emetullah Hatun’dur.
1125’de dünyaya gelen Bahâeddin Veled iki yaşında iken
babasını kaybetmiş, annesi tarafından ihtimamla yetiştirilmişti. Harizmşah
sülâlesinden olan akrabaları kendisini padişahlık tahtına oturtmak istedilerse
de Baha Veled kabul etmedi. Kendini dinî ilimlere adadı. Büyük babası Ahmet
Hatibî’den ve Necmeddin-i Kübrâ’dan feyiz aldı.
Âriflerin Menkıbeleri’ni yazan Ahmet Eflâkî, Baha Veled’e
“Sultanü’l-Ulemâ” unvanının verilme sebebini, Belhli üç yüz âlimin rüyada
Hz.Peygamber’den aldıkları emir ile olduğunu anlatır.
Bu rüyayı gören ünlü âlimler sabahleyin Bahâeddin Veled’e
mürid olmuşlardı. O günden sonra da Bahâeddin Veled “Sultânu’l-Ulemâ” (Âlimlerin
Sultânı) diye anıldı.
Sultânu’l-Ulemâ’nın mânevî büyüklüğü, eşsiz bir müderris
oluşu; ilmi, irfanı, kerametleri Horasan’da yayılınca çekememezlik, kıskançlık
ve dedikodu baş gösterdi. Hasetçiler Sultana kadar gidip;
-Halk, Baha Veled’e çok bağlandı. Yakında tahtınızı
elinizden alır, tarzında bir kışkırtma yaptılar. Bu habere çok üzülen ve çare
arayan Muhammed Harizmşah, elçilerinden birini Bahâeddin Veled’e gönderdi:
-Şeyhimiz Belh ülkesini kabul ederse padişahlık onun olsun.
Bana da başka ülkeye gitmem için müsâde etsin. Bir ülkede iki baş olamaz, diye
haber ulaştırdı.
Baha Veled son derece müteessir olarak;
-Biz dervişiz, dervişlere saltanat münasip değildir. Gönül
hoşluğu ile biz sefer edelim de Sultan kendi dostlarıyla baş başa kalsın, diye
karşılık verdi.
Üç yüz mürid, üç yüz deve yükü kıymetli kitap, ev eşyaları,
azıkları ve bunları taşıyacak kervan hazırlandı. Fakat Bahâeddin’i çok seven ve
ondan ayrılmak istemeyen Belhliler feryada başladılar. Bir kaynaşmanın
başlamasından korkan Harizmşah, Sultânu’l-Ulemâ’ya derhâl haberciler göndererek
özür diledi. Kendisi de bir akşam veziri ile birlikte yatsı namazından sonra
Baha Veled’in huzuruna vardı. Kararını bozması için bizzat yalvardı; lâkin
karar, karardı.
1190 (?) yılında halkın gözyaşları arasında yola çıkan
kervan, her geçtiği yerde sevgi ve hürmetle karşılanıyor, hüzünle
uğurlanıyordu. Bu uzun yolculuğun mühim duraklarından biri Bağdat’tı. Baha
Veled ve kafilesi Bağdat’ta iken Cengiz idaresindeki Moğol ordusunun Horasan
şehirlerini tahrip ve yağma ettiği haberi geldi; Belh de kuşatılmıştı.
Bağdat’tan sonra Hicaz’a giden, oradan Şam’a geçen kafile
yine bir müddet konakladıktan sonra Şam’dan da hareket etti. Artık Rûm’a
(Anadolu) geliyorlardı. Malatya şehrinden çıkıp Erzincan civarından geçerlerken Melik Fahreddin’in âriflerden olan hanımı
İsmetî Hatun bir ata binerek Bahâeddin Veled’i karşılamaya koştu. Şehirlerinde
oturmaları için pek çok yalvardı. Sultânu’l-Ulemâ;
-Bu şehirde bir medrese yaptırırsanız, bir müddet kalmak
mümkün olur, buyurdu.
Uyanık kalpli, âşık gönüllü İsmetî Hatun’un emri ile derhâl
Erzincan‘ın Akşehir’inde bir medrese inşaatına başlandı ve kısa zamanda
tamamlandı. Sultânu’l-Ulemâ dört sene o medresede ders verdi. Sonra yine
yollarına devam ettiler. Konak, konak Lârende’ye (Karaman) geldiler. Lârende
şehrinde yedi sene kalan Bahâeddin Veled, oğlu Mevlâna Celâleddin’i Semerkantlı
Koca Şerefeddin Lâlâ’nın kızı Gevher Bânu ile evlendirdi. Yine Lârende’de pek
üzücü iki mühim hadise oldu: Bahâeddin Veled kıymetli hanımı Mümine Sultan’ı ve
birinci oğlu Alâeddin’i kaybetti. Bu vefatlardan sonra kervan yine hazırlandı.
Kafile, son durakları olan Konya’ya hareket etti. Selçuklular’ın başşehrinde
yer yerinden oynuyor, herkes gelenleri karşılamaya hazırlanıyordu.
Sultan Alâeddin Keykûbad, Bahâeddin Veled’e sarayından bir
yer hazırlatmış orada alıkoymak istiyordu. Fakat ünlü bilgin Altın Aba
Medresesi’ni tercih etti. 1208’de(?) artık menzile ulaşmışlardı.
Sultan Alâeddin Keykûbad;
-İmamlara medrese, şeyhlere hânkâh, emîrlere saray,
tüccarlara han, gariplere kervansaray münasiptir, buyurarak sarayda oturma
teklifini kabul etmeyen Baha Veled’e kırılmamış, maiyeti ile birlikte müridi
olmuştu.
Sultânu’l-Ulemâ, ekseriya halkın gönlündeki sırları
söylerdi; mizacı yumuşak ve nazikti. Çok riyâzet ve çok ibadet ederdi.
Müridlerinden biri, neden kendisine bu kadar ezayı revâ gördüğünü sormuştu.
Aldığı cevap şu oldu :
-Bunların hepsi çocuklarımız ve dostlarımız içindir.
Baha Veled daima mezarlıkları gezer. Ve
-Ey, Rabbim! Bizi güzel huyla huylandır. Iztıraplara
dayanıklı et, diye dûa ederdi.
-Gündüzleri mezarlıkları gezin, geceleri yıldızları
seyredin. Bu, Peygamberimizin vasiyeti ve âdetidir, buyururdu.
Baha Veled :
-Ben yaşadıkça ve mânâ meydanında at koşturdukça benim
gibisi zuhur etmez. Dünyadan göçüşümü bekleyin. Sonra oğlum Celâleddin’in nasıl
bir insan olacağını, benim mertebemden daha yüksek bir mertebeye çıkacağını
görürsünüz, buyururdu.
Konya surları yapılmadan çok evveldi. Şimdiki Yeşil
Kubbe’nin (Kubbe-i Hadrâ) olduğu yerde küçük bir tepe vardı. Bir gün Baha Veled
oraya gitmiş, gezinti esnasında müridlerine ;
-Benim, oğlumun, onun evlâtlarının mezarları burada
olacaktır, demişti. Sözü tahakkuk etti. O tepenin yeri Sultânu’l-Ulemâ’ya
sevgili ve eşsiz oğlu Mevlâna Celâleddin’e torunlarına ve sevgi ile kendilerini
onlara, onların yoluna katanlara hârikûlâde güzel bir türbe oldu.
Baha Veled’in vefatından sonra Selçuklu Sultanı Alâeddin’in
mühim bir sıkıntısı olsa şeyhinin Türbesine koşar mutlaka ferah bularak
dönerdi.
Bugün, Sultânü’l-Ulemâ’nın Yeşil Kubbe altındaki kabrinin
üzerinde Selçuklu tahta işlemeciliğinin şâhâne örneklerinden olan çok heybetli
bir sanduka vardır.
SEYYİD BURHÂNEDDÎN-İ TİRMİZÎ
(Mevlâna’nın Hocası)
Seyyid Burhâneddîn-i Tirmizî,
Sultânu’l-Ulemâ’nın Horasan’daki müridlerindendi. Bahâeddin Veled’e intisap
ettikten sonra bir müddet kırlara düşüp, tecelli nurlarının çokluğundan
kararsız olmuştu. Riyâzeti pek sever, daima perhiz yapar, nadiren yemek yerdi.
Kalplerdeki sırları söylediği için Horasan, Buhara, Tirmiz ve civarında
“Seyyid-i Sırdân” diye tanınırdı. Baha Veled’in Horasan’dan göç edişinden sonra
Tirmiz’e gitmiş ve orada inzivaya çekilmişti.
Seyyid, günlerden bir gün kuşluk
vaktinde birdenbire; “Eyvah! Şeyhim bu toprak âleminden göçtü” diyerek feryat
ile ağlamaya başladı. Günlerce ıstırabını, kederini teskin edemedi. Sonra bir
gece rüyasında Sultânu’l-Ulemâ’yı gördü. Şeyhi hiddetle bakıyor;
-Burhâneddin, nasıl olur da bizim
Hüdevendigârı (Mevlâna) yalnız bırakır, yanına gitmezsin? Bu atabeklik vazifesine
yakışmaz, diyordu. Uykudan üzüntü ile uyanan Seyyid Burhâneddin hemen
hazırlanıp, birkaç yakını ile birlikte yola koyuldu ve 1211 senesinde Konya’ya
ulaştı. O sırada Mevlâna Celâleddin yedi sene boyunca oturdukları Lârende’ye
bir seyahat yapmıştı. Hüdâvendigâr’ı bulamayan Seyyid-i Sırdan bir mektup
yazarak dönmesini rica etti. Mevlâna mektubu alınca öpüp, gözlerine sürdü ve
derhâl Konya yolunu tuttu.
Kavuşma çok heyecanlı oldu; her
ikisi de kendilerinden geçtiler. Seyyid Burhaneddin, delikanlı Celâleddin’in
bilgide eşi olmadığını görmüş; bâtınında da işlenmemiş mâdenler bulunduğunu
keşfetmişti. Sevgiyle yürüyen hocalık-talebelik devresi tam dokuz yıl sürdü.
Seyyid, Mevlâna’nın büyüklüğünü
çok iyi biliyor, onu çok seviyordu. Bunun için ;
-Benim onun üzerinde hakkım
vardır; ama onun benim üzerimdeki hakkı
binlerce misli fazladır, buyuruyordu. Dokuz sene tamam olduktan sonra
yine bir sevgi havası içinde Seyyid zaman zaman Mevlâna’dan Kayseri’ye gitmek
için izin istemeye başladı. Mevlâna’nın gönlü ise bir türlü gitmesine rıza
göstermiyordu.
Bir gün Mevlâna dostlarından bir
grup Seyyid’i bir katıra bindirerek bağlara götürmüşlerdi. Kayseri yolculuğunu
düşünen Burhâneddîn-i Tirmizî birdenbire hayvanın sıçraması ile yere düştü ve
ayağı kırıldı. Şehre döndükleri zaman sitemli bir tebessümle Mevlâna’ya;
-Ne güzel mürid; mürşidinin
ayağını kırıyor! dedi. Sonra;
-Niçin gitmeme izin verilmiyor?
diye sordu.
Mevlâna bu soruya soruyla
karşılık verdi;
-Neden beni bırakıp gitmek
istiyorsun?
Cevap şu idi:
-Buraya kuvvetli bir arslan
yöneldi (Şems-i Tebrizî); olabilir ki birbirimizle geçinemeyiz. Benim görevim
artık bitti. Bunun için gitmek istiyorum.
Seyyid Burhâneddîn Kayseri’yi
seviyordu. Oraya yerleşecek, inzivaya çekilecek, köşesinde gece gündüz Hak’la
bir olacaktı. Nihayet Mevlâna’nın müsâdesiyle, o zaman Darü’l-Feth denilen
Kayseri’ye yollandı.
Hayatının geri kalan günlerini
Kayseri’de geçiren Burhâneddîn-i Tirmizî, 1220 senesinde bir gün, hizmetine
bakan müridinden bir testi sıcak su getirmesini istedi. Su gelince, müride;
-Kapıyı kapa ve garip Seyyid
göçtü diye dışarda selâ ver, buyurdu. Suyu getiren mürid, çıkar çıkmaz,
efendisi ne yapacak diye, içerisini gözetlemeye başladı. Seyyid abdest almış,
elbisesini giymiş, odanın bir köşesine kıvrılmıştı.
-Ey, bana bir emanet veren hâzır
ve nâzır Allah! Lûtf edip bu emaneti al. İnşaallah beni sabredicilerden
bulursun (Kur’an, XXXVII, 102), âyetini okuyarak ruhunu Hakk’a teslim etti.
Seyyid-i Sırdan’ın vefat haberi
etrafa yayılınca büyük küçük herkesi hüzün ve acı kapladı. Hâfızlar Kur’an
okuyor, şeyhler zikrediyor, selâlar veriliyordu. Seyyid bu şekilde toprağa
verildi.
Sahip Şemseddin, Seyyid’in
Türbesini yaptırdı. Fakat çok kısa zaman içinde türbe harap oldu. Tekrar
yaptırıldı; yine yıkıldı. Bir gece Sahip Şemseddin, Seyyid’i rüyasında gördü;
üzerine türbe yapılmasını istemiyordu. Bir müddet sonra Mevlâna’ya mektup
gönderildi. O zaman otuz dört yaşında olan Hüdâvendigâr dostlarıyla beraber
Kayseri’ye geldi; Burhâneddin-i Tirmizî’nin kabrini ziyaret etti.
Seyyid Burhaneddin'in türbesi
bugünkü şekliyle, 1892'de Mesnevi şarihi ve zamanda Ankara Valisi olan Abidin
Paşa'nın yardımıyla yapılmıştır.
ŞEMS-İ TEBRİZÎ
(Mevlâna’nın Can Yoldaşı, O’nu Aşk Yoluna Düşüren Velî)
Babası Bahâeddin Veled’in
vefatında yirmi dört yaşında olan Mevlâna, sultanın emri ile babasının yerine
oturtuldu. Seyyid Burhâneddin’in Konya’ya gelmesine kadar, dinî ilimleri
öğretme vazifesine devam etti.
Mevlâna’nın ilk mürşidi babası
idi. Sonra dokuz sene Seyyid Burhâneddîn-i Tirmizî’den feyz aldı.
Mevlâna, o zamanın ilim ve irfan
merkezi olan Hâlep ve Şam’da ders görmüş, zâhir
ve bâtın ilimleriyle mücehhez bir âlim, bir zâhit olmuştu. Bilgide,
keşifte, keramette, güzel söz söylemede, güzel huyda eşi yoktu. Akıllara hayret
veren zekâ ve irade sahibi idi. Mollâ-yi Rûm diye nâmı dillere destandı. Bütün
hayatında öğrenmekten ve öğretmekten zevk almıştı. Kitaplarına düşkünlüğü son
derecede idi. Ders verdiği medreseler, hayranları ile dolup taşıyordu.
Bu vaziyet, Tebriz’li Şems’in
Konya’ya vâsıl oluşuna kadar beş sene sürdü; sonra her şey birdenbire değişti.
Bu değişme, Şeyh-i Ekber’in senelerce evvel görüp söylediği gibi Mevlâna’nın
aslında uçsuz bucaksız bir umman oluşunun icabı idi.
O Ne Kutlu Bir Gündü
1224 senesinin bir Cumartesi
günüydü. Mevlâna’nın etrafını talebeleri sarmış, hürmet ve sevgilerinden yaya
yürüyorlardı. Birdenbire önüne kalenderî kıyafetli bir derviş çıktı. İleri
atılarak Mevlâna’nın katırını çevikliği ile durdurdu. Gözleri alev alev
parlıyordu. Sordu :
-Ey, madde ve mânâ altınlarının
sarrafı! Muhammed Mustafa mı büyük, Bayezid-i Bistamî mi?
Mevlâna irkildi :
- Bu nasıl suâldir? Elbette
Muhammed Mustafa bütün enbiyâ ve evliyânın serveri ve lideridir.
Derviş :
-Evet; ama, Muhammed (a.s.);
“Yarabbi, seni tenzih ederim. Biz seni lâyıkı ile bilemedik” buyurdu. Bayezid
ise; “Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, cübbenin içinde Hak’tan gayrı
varlık yok” dedi.
Mevlâna cevaben;
-Bayezid bir Hak tecellisine
mazhar olunca kabının darlığından taştı. Hz. Muhammed ise hangi mertebeye varsa
evvelki makamlardan istiğfar ediyor, “Ey bizim düşünce ve idrâkimizden olan
Allah! Biz seni lâyıkı ile bilemedik.” diyordu, dedi.
Yabancı derviş bir çığlık
kopardı. Mevlâna katırdan aşağı atladı. Ortalığı telâş ve uğultu kaplamıştı.
Birbirlerine büyük bir cezbeyle bir “ân”da bağlanan bu iki ulu zât beraber
Gevhertaş Medresesi’ne geldiler. Bir hücreye girdiler. Bir rivayet; kırk gün,
bir rivayet üç ay kimseyi içeri almadılar. İstiğrak, semâ, Hak sohbeti ve visâl
orucu ile ruhânî günler geçirdiler.
Bu derviş, Şems-i Tebrizî idi.
Mevlâna, vaktiyle Şam’da Hz.Şems’e rastlamış, fakat yüzü kapalı olan Şems’i bir
görüp bir kaybetmişti. Ezel sevgisiyle ruh dostunu şimdi çok iyi tanıyordu ve;
“İyd-i ekber ki Şems-i Tebrizî’dir; o bayramın büyük kurbanı ben oldum”
buyuruyordu.
Mevlâna ile Şems-i Tebrizî’nin
Konya’da birbirlerine kavuştukları yere Marace’l- Bahreyn yani, “İki denizin
kavuştuğu yer” denildi.
Şems-i Tebrizî Kimdir?
Mevlâna’nın ilim, irfan ve aşktan
ibaret hayatından gücümüz nispetinde bahsederken Şems’in sırlı hayatından biraz
olsun söz açmadan geçmek imkânsızdır.
Şems-i Tebrizî, 1164’de Tebriz’de
doğmuştur. Ecdâdının İran Türklerinden olduğu söylenir. Adı Şemseddin Muhammed,
babasının adı Ali’dir. Dedesi ise Melek Dâd-ı Tebrizî’dir.
Şems, çocukluk dönemlerinden
sonra Tebriz şehrinde sepet ören Ebu Bekr-i Zenbilbâf’ın müridi oldu. O günleri
kendisi şöyle anlatır :
-Çocuktum, melekleri ve gayb
sırlarını müşâhede ediyor, bütün insanların bunları gördüklerini zannediyordum.
Sonra görmediklerini anladım. Şeyhim Ebu Bekr beni, onları söylemekten
alıkoydu. Babam;
-Bu, bizim Şemseddin’e tâat ve
riyâzetle değil ezelden beri verilmiştir, derdi. Velâyetleri şeyhimden aldım;
fakat bende şeyhimin ve kimsenin görmediği bir şey vardı. Onu şimdi Mevlâna
gördü.
Ne güzel söylenmiş bir beyit
vardır :
Kadr-i dürr-ü gevheri
âlem bilür
Âdemi amma yine âdem
bilür
(İnci ve cevherin
kıymetini dünya bilir
Ama, insanı ancak insan
bilir)
Hz. Şems’in makamı o dereceye
ulaşmıştı ki şeyhi ile kanaat edemez olmuştu. Aşkı, vecdi hudutsuzdu. Bir yerde
karar kılamazdı. Kara bir keçe giyer, günlerce oruçlu gezerdi. Yedi günde bir,
yarım ekmeği kelle suyuna tirit yapar, yalnız onu yerdi. Senelerce seyahat
etti. Bir kervansaraydan bir kervansaraya konardı. Bu sebeple ve mânâ
âlemindeki seyrinden dolayı kendisine, Şems-i Perende (Uçan Şems) dendi.
Âriflerin bâzıları ona Kâmil-i Tebrizî veya Seyfullah (Allah’ın kılıcı) da derlerdi.
Şems, kabına sığamayacak kadar taşkın bir
ruha; hiçbir kayıt ve çerçeveye girmeyen coşkun, sûfiyâne bir cezbeye sahipti.
Sabrının, kararının tükendiği, sırlarına mahrem bir dost aradığı bir gece;
-Ey Rabbim! Kendi örtülü
velîlerinden benim sohbetime tahammül edecek birini karşıma çıkar, diye niyaz
etti. Elbette Hak katında dûası makbul idi. Rûm ülkesine gitmek, Mevlâna
Celâleddin’i bulmak için ilham aldı. Lâkin o mübarek yüze kavuşmanın bir de
şükran borcu olacaktı. Uçan Şems de kendi “başını” şükrâne olarak adadı.
İşte böylece, Mevlâna âleminin
“şemsi” Konya’ya aşk ve ateşle vardı. Şekerciler (Şeker-furûşân) Hanına
yerleşti. Sonra Mollâ-yi Rûm’un yolunu beklemek için, Altın Aba Medresesi’nin
önüne gitti ve daha önce bahsedildiği gibi “iki derya” kavuştu.
Hüdâvendigâr’ın aziz oğlu Sultan
Veled, babasının Şems ile olan karşılaşmasını Hz. Musa ile Hızır’ın buluşmasına
(Kur’ân, XVIII, 64–80) benzetir. Şems’in yüzünü görünce;
-Sırlar ona güneşin doğuşu gibi
açıldı; görülmemişleri gördü, der. Sonra ilâve eder:
-Mevlâna üstad bir şeyh idi,
yeniden mürid oldu. Nihayete ermişti, baştan başladı. Herkes ona tâbî idi, o
Şems’e tâbî oldu.
Mevlâna’nın Şems’e tâbi oluşu ve
en ağır imtihanları geçirişi hiç şüphesiz kabının enginliği icabı idi. Mevlâna,
“Mü’min, mü’minin aynasıdır” hadisine göre bir ayna gibi Hz. Şems’te gördüğü
kendi güzelliğine, aslına âşık olmuştu. Allah Kur’an’da : “Beni sevmek isteyen
sana (Peygambere) muhabbet etsin” buyurmuştu. Velîler, Peygamberlerin vârisi
olduğuna göre velîler velîsi Şems’e aşk, aslında Allah’a olan aşkın bir
tezahürü idi.
Artık Mevlâna kayıtsız şartsız,
her ne bahasına olursan olsun, Hz.Şems’e tâbî idi. Sabrı ile en çetin
imtihanları başarıyordu. İhtimal ki bu sebeple;
-Dost bize zehirle dolu bir kadeh
getirdi; zehir onun elinde olduğu için o zehri zevk ve sevinçle içtik, demişti.
“Aşk şehidi nasıl olur, söyle,
diyen olursa, tıpkı buna benzer diye ona benim canımı göster” buyurmuştu. Aşk
dâvasının elbette ki çetin, nefse ağır gelen imtihanları vardı. Nitekim, insan ruhunu
tam mânâsıyla saf bir hâle getirmek için nefsin gururunun kırılması lâzımdı.
İşte en ağır imtihanların neticesinde Hz.Şems, Mevlâna’nın ayaklarına kapanıp ;
-Başlangıcı olmayan, başlangıcın
sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki, dünyada baştan sona kadar senin gibi
gönül tutan bir sultan, bir Muhammedî yürekli ne gelmiş, ne de gelecektir, dedi
ve o anda baş koyup kendisi Mevlâna’ya mürid oldu.
Bütün Konya şaşkındı. Mevlâna’nın
ne hocalığı, ne vaazı, ne de kitaplarına olan düşkünlüğü kalmıştı. Halk
dedikoduya başladı. Talebeler;
-Şems, Hüdâvendigâr’ımızı bizden
ayırdı, diye kıskançlığa düştüler. Dünya böylesine bir aşkı anlamaz,
kaldıramazdı. Hâlbuki biraz evvel de arz etmek istediğimiz gibi, Şems, Hakk’ın
tecellileriyle dolu Hak velisi idi. Onu sevmek, Hakk’ı sevmekti. Onunla sohbet,
Hak’la sohbetti. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de : “Ey, iman edenler, Allah’tan korkun
ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyordu. “Sâdıklar” velîlerdi. Fakat,
hamlar, ancak zâhiri gören zâhirperestler, insandaki mânâyı göremediler. Bunun
için Mevlâna bir beytinde : “Sabah kuşları onun ziyâsını görmeye tahammül
edemezler, nerde kaldı ki gece kuşları onu görmeye tamah etsinler”
buyurmuştu...
Şems-i Tebrizî’yi ve Mevlâna’yı
anlamayanlar da, gün geçtikçe işi büyüttüler. 1225 yılının bir Perşembe günü
dedikoduların artmasıyla ortadan kayboldu. Mevlâna’nın emri ile her taraf
arandı. Hiçbir iz bulunamadı. Mevlâna, büyük bir keder içinde idi. Kıyafetini
değiştirmiş, mâteme bürünmüştü. Istırabından gazeller söylüyor, muhitinden ayırmadığı
neyzenlere ney üfletiyor, semâ ediyordu. Uyku, durak bilmiyordu. Zaten
Mevlâna’nın istirahat ettiği vâkî değildi.
Şems Konya’yı terk ettikten sonra
doğru Şam’a gitmiş bir han köşesine yerleşmişti. O da Mevlâna’nın hasretiyle
yanıp tutuşmakta idi. Nihayet dayanamayarak Hüdâvendigâr’a bir mektup gönderdi.
Mevlâna, hiçbir kelimenin izah edemeyeceği bir şekilde sevince gark oldu. Semâ
etti ve hemen gazel tarzında bir cevap yazdı; oğlu Sultan Veled’i Şems’i geri
getirmesi için Şam’a gönderdi.
Bir ay sonra Şems-i Tebrizî,
Sultan Veled’in refakatinde Konya şehrine giriyordu. Yol boyunca Sultan Veled,
bütün ısrarlara rağmen, hürmet ve sevgisinden yayan yürümüştü. Mevlâna’ya
müjdeciler koşturuldu. Âşıkların sultanı şükran hisleriyle namaz kılıyor, semâ
ediyordu. Sonra bekleyiş helecanlarına takati kalmadı. Yollara çıktı; kafile
göründü. Konya bayram havası içinde idi. Tebrizli Şems’in büyüklük ve kudretine
inananlar karşılamaya iştirak etmişlerdi. Dedikodu yapanlar ise pişmanlık
hisleri içinde idiler. Şems ve Mevlâna kucaklaştılar. İnsanları çok iyi
tanıyan, Muhammedî-meşrep olan Hz.Şems, pişmanlık duygusuyla önünde eğilenleri
çoktan affetmişti. Nâzikâne muamelesi ve hekîmâne sözleriyle hissiyatının
ulviyetini göstermişti.
Mevlâna, Şems-i Tebrizî’yi bu ikinci
sefer gelişinde kendi çocukları gibi bakıp büyüttükleri güzel Kimya Hatun’la
evlendirdi. Belki de bu evlilikle onu Konya’ya bağlamak istiyordu.
Günler tekrar, sohbet, semâ,
istiğrak ve murâkabe ile geçiyordu.
Şems-i Tebrizî’nin Mevlâna ile
olan mânevî alışverişinin eskisinden fazla, daha derinlerde olduğunu gören
fesat kişiler, kıskançlık ve kötü görüşlerinden ortalığı tekrar karıştırmaya
başladılar. Nihayet 1227 senesinde bir gece Hz.Şems’in ortadan kaybolmasına
sebep oldular.
Menâkıb kitaplarının bazısında
Şems’in, çekemeyenleri tarafından şehit edildiği; bazısında da izinin
bulunmadığı yazılıdır. Bu kayboluş olayının rivayetleri çeşitlidir. Doğrusunu
Allah bilir. Bizce mühim olan, Hz. Şems’in vazifesini tamamlamasıdır.
Şems’in kayboluşundan sonra
Mevlâna yine her tarafı aratmış; bizzat Şam’a gitmiş, boş dönmüştür.
Mevlâna, Şems’in lâfını edenlere,
“Filân yerde gördük” diye konuşanlara üstündeki cübbesini bağışlıyor;
-Bu senin yalanına armağan; doğru
olduğunu bilsem canımı verirdim, diyordu. Güzel gözleri uykusuzluk ve
gözyaşından kan içindeydi. Gazellerinin, rubailerinin en yanıklarını;
“O ebedi dirinin öldüğünü kim söyledi?
Ümit güneşinin söndüğünü kim
söyledi?
O güneş düşmanı dama çıkıp;
İki gözünü kapadı ve güneş
battı...” diye söylüyordu.
SALÂHADDİN-İ ZERKÛB
(Mevlâna’nın Şems’ten sonraki Yakın Dostu, Halifesi ve Dünürü)
Mevlâna’nın kutlu çevresinde
müstesna bir yeri olan Salâhaddin Feridûn Zerkûb, Konya’da bir göl kenarında
kurulmuş olan Kâmile köyündendi. Fakat Şems-i Tebrizî gibi aslen Tebrizli
olduğu söylenirdi. Ümmî idi, yani okuma yazma bilmezdi. Buna rağmen son derece
zeki ve anlayışlı idi. İlim ve irfan âşığı idi. Bu aşkla genç yaşta Seyyid Burhâneddin Tirmizî’nin müridi
olmuştu. Şeyhine hizmet eder, sohbetlerini kaçırmazdı. Seyyid Burhâneddin
Kayseri’ye gittikten sonra Salâhaddin de
gönlünde açılan ayrılık acısıyla Konya’da duramamış, anasını, babasını ziyarete
köyüne gitmiş, orada evlenmişti. Bir müddet sonra yine Konya’ya döndü. Bir gün
Cuma namazına gitmişti. Mevlâna camide ders veriyor, Seyyid Burhâneddin’den
bahsediyordu. Âşık ruhlu Salâhaddin, birdenbire Mevlâna’nın zâtında Seyyid’in
hâl ve nurunu gördü; vecd ve istiğrak içinde feryat ederek minberin önüne
atıldı, Hüdâvendigâr’ın ayaklarına kapandı. O andan itibaren içinde Mevlâna’ya
karşı büyük bir sevgi ateşi belirdi ve dostlarının en bağlılarından oldu.
Şems-i Tebrizî Konya’ya gelip iki
denizin birleşmesi misâli, Mevlâna ile mahrem sohbetlere koyulduğu zaman
Salâhaddin-i Zerkûb, iki ulu zâta kendi hücresini tahsis etmiş, hizmetlerine de
kendisi bakmıştı.
Salâhaddin’in en mühim
hususiyetlerinden biri de dinlemekti. Mevlâna’nın huzurunda daima diz üstü
oturur, kollarını yenlerinin içine sokar, başını kalbinin üzerine eğer, onun
sohbetini dikkatle dinlerdi. Ancak kendisinden bir şey sorulduğu zaman da
ârifâne cevaplar verirdi.
Şems-i Tebrizî’nin gidişinden
sonra bir gün Mevlâna, Konya çarşısında dalgın dolaşmakta idi. Yolu
kuyumcuların olduğu tarafa düştü. Salâhaddin’in bu çarşı içinde bir dükkânı
vardı. Çırakları ile içerde altın dövüyorlardı. Bir çok çekicin âhenkli
vuruşundan öyle bir mûsikî meydana geliyordu ki, dükkanın önünde Mevlâna
durakladı. Sesleri dinledi; heyecanı artıyor, dayanılmaz vecd hâlini alıyordu.
Bir eliyle feracesinin yakasını tuttu ve semâ’ya başladı. Çarşı halkı şaşkın
seyrediyordu. Bu hâli gören Kuyumcu Salâhaddin, çekici bıraktı. Kalbinde coşa
gelen aşk ve şevk şûlesiyle çıraklarına;
-Siz devam edin, altınların ziyan
olmasına bakmayın, dedi; dışarı fırladı, koştu, Mevlâna’nın ayaklarına kapandı.
Mevlâna semâ esnasında şu gazeli
söylüyordu :
Yekî gencî pedîd âmed
der în dükkân-ı Zerkûbî
Zihî sûret, zihî ma‘nî,
zihî hûbî, zihî hûbî
(Bu kuyumcu dükkanında bir hazine
göründü.
Ne hoş sûret, ne hoş mânâ, ne
güzellik, ne güzellik...)
O gün öğleden ikindiye kadar
âşıklar sultanı semâ’ya ara vermedi. Öyle ilâhî bir âlemdi ki Mevlâna’nın bu
semâı Kuyumcu Salâhaddin’in gönül gözünden perdeleri kaldırıyor, mânâ
göklerinde uçuyordu. Bir ân geldi, fânî cihanın bütün maddesiyle alâkası
kesildi. Varlığı eridi, gitti; sırf ruh
kaldı. Mânevî hazineye müstağrak oldu. İşte o zaman;
-Yağma, ey ahâli, yağma! diye
seslenmeye başladı.
Pek kısa zamanda dükkânındaki
altınlar kapışıldı. Zahirî varlığını, bulduğu mânevî ve ebedî hazine uğruna
yağma ettiren Salâhaddin’in servetinden ortada eser kalmadı.
Vaktiyle Seyyid Burhâneddin’in
feyzi ile olgunlaşan Salâhaddin, Mevlâna’nın aşk ateşiyle bir anda pişmişti.
Kuyumcu Salâhaddin yukarıdaki
olaydan sonra Mevlâna’ya şöyle diyecektir :
-İçimde nur kaynakları varmış da
haberim yokmuş. Onları öyle bir uyandırdın, coşturdun ki...
Kuyumcu Salâhaddin’in nur
kaynakları coşmuş taşmıştı. Ya Hüdâvendigâr’ın hâli nice idi? Âşıklar sultanı
da Hz.Şems’in yüce mânâsını Salâhaddin’de bulmuş, onu gönül tahtına oturtmuştu.
Erlerin eri olan Salâhaddin’i “Hak velîsi, zamanın Bayezid’i, devrin Cüneyd’i,
Hızır kademli, İsa nefesli, Hak dinin Salâh’ı, iki âlemin Kutbu” diye övüyordu.
Tebrizli Şems’in kayboluşundan
sonra Mevlâna, kendine tâbî olanlarla meşgul olma işini ve irşâd vazifesini
1229 senesinde Salâhaddin-i Zerkûb’a bıraktı ve onu Şeyh yaptı.
Seyyid Burhâneddin, Hz.Şems ve
Mevlâna gibi üç büyük irfan güneşinden feyz alan Şeyh Salâhaddin, dinî usullere
son derece riayet ederdi.
Mevlâna Şeyh Salâhaddin’e olan
sevgisinden oğlu Sultan Veled’i Şeyhin kızı Fatma Hatun’la evlendirmişti. Bu
suretle arada zahirî bir bağ ve akrabalık kurulmuştu. Keramet ehli ve kâmile
bir hanım olan Fatma Hatun’un Hediye isimli bir de kız kardeşi vardı. Mevlâna
onu da pek sever, “Fatma benim sağ, Hediye ise sol gözümdür” derdi. Hediye
Hatun da Nizameddin-i Hattat ile evlendirilmişti.
Böylece on sene geçti. Riyâzet ve
mücahededen pek zayıflayan Şeyh Salâhaddin günün birinde hastalandı. Mevlâna
hemen her gün ziyaretine geliyor, başucunda oturuyordu. Nihayet Şeyh
Salâhaddin;
-Bana müsaade et de dedi, artık
bu dünyadan göçeyim, dedi.
Mevlâna bu yalvarışa boyun eğdi.
Bir gazel yazıp gönderdi ve ziyaretini kesti. 1239 senesinde Şeyh Salâhaddin’in
canı maksuduna erdi.
Cenaze, vasiyet ettiği gibi,
kudümler, defler çalınarak, neyler üflenerek kaldırıldı.
Salâhaddin’in ölümüne son derece
üzülen Mevlâna, onun için şu gazeli söylemiştir.
“Hakikatte sen bir kişi değildin,
yüz cihandın. Dün gece gördüm ki senin gittiğin o cihan bıraktığın bu cihana
ağlıyordu.
...
Yazık, yazık, pek yazık oldu.
Böyle gören göze, şüphe gözü ağlamaktadır.
Ey, Şah Salâhaddin! Ey, çabuk
uçup giden devlet kuşu. Yaydan fırlayan ok gibi uçup gittin. O yay da
ağlamaktadır şimdi.
Salâhaddin’e ağlamayı herkes
bilmez. O ağlamayı, kimlere, hangi insanlara ağlanacağını bilen bilir.”
HÜSÂMEDDİN ÇELEBİ (AHÎ TÜRKOĞLU)
(Mevlâna’nın Hâlifesi, Mesnevî’nin Kâtibi)
Hz. Mevlâna’nın kalbinde ikinci
ayrılık yarası açan Şeyh Salâhaddin’in vefatından sonra, Mevlâna irfan
şûlelerinin âhengini temin etmek vazifesini Çelebi Hüsâmeddin’e tevdi etti.
Hüsâmeddin Çelebi, Hz.Şems ve
Mevlâna tarafından çok sevilmiş şanslı bir kişi, seçilmiş bir mânâ adamıydı.
Hâlifelik sırası Şeyh Salâhaddin’den sonraydı. Fakat Mevlâna Celâleddin’e
sorarsanız, Hz.Şems de dahil, mânâda hepsi BİR’di, hepsi aynı nurdandı.
Hüsâmeddin Çelebi’nin babasının
adı Mehmed, büyük babasının adı Hasan idi. 1204 senesinde Konya’da doğmuş,
çocuk denecek yaşta yetim kalmıştı. Zamanının şeyhleri kendisine pek ilgi
gösterirler, meclislerine davet ederlerdi. Böylece daha çocukken birçok
büyüklerin sohbetlerinde bulundu. Sonra Mevlâna Celâleddin’in huzurunu
kendisine gönül durağı seçti ve bu da son menzili oldu.
Hüsâmeddin Çelebi, bütün
varlığını, Hz.Ebubekir’in malını Hz.Muhammed uğruna feda etmesi gibi, Mevlâna
yolunda, Mevlâna sevgisinde feda etti. Bir gün lalaları geçim vasıtası mal mülk
kalmadı diye kendisine târizde bulundular. O ise evin eşyalarını da satmalarını
emretti. Günün birinde :
-Artık bizden bir şey kalmadı,
diye karşısına gelen lala ve hizmetkârlarına;
-Âlemlerin Rabbine hamd olsun.
Allah’ın elçisine uymak müyesser oldu. Sizleri de Mevlâna’nın aşkı ile âzâd
ettim, dedi.
Mesnevî Yazılıyor
Bir gece Mevlâna ile yalnız
kaldığı saatlerde Çelebi huzuruna gelip dedi ki :
-Feridüddîn-i Attâr’ın
İlâhinâmesi ve Mantıku’t-Tayr’ı gibi bir kitap yazılsa, bütün insanlar arasında
hâtıra olarak kalır. Âşıklara yoldaş ve ulu bir rehber olur. Bu kulunuz ister
ki değerli dostlar, yüzlerini Mevlâna’mızın kutlu yüzüne çevirsinler ve başka
bir şeyle meşgul olmasınlar.
Mevlâna, Çelebi’yi dinliyor ve
gülümsüyordu. Hüsâmeddin Çelebi susunca, mübarek sarığının içinden bükülü bir
kâğıt çıkarıp uzattı. Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti hazırdı .
Böylece Çelebi’nin eline verilen
on sekiz beyitle Mesnevî-i Şerîf başlamış oldu. Sonra, yıllarca sürdü. Sohbet
ederken, semâ ederken, yolda, bağda, medresede, gece sabahlara kadar, hangi
saatte ve nerede olursa olsun Hüsâmeddin Çelebi karşısında, aşkla, şevkle
yazıyordu. Bunu ancak Hüsâmeddin Çelebi gibi sevmesini bilen, Mevlâna’da aşkı
ile yok olan bir bahtlı yapabilirdi. Böylece VI ciltlik dünya edebiyatının bir
şâheseri ve ruhânî hayatın yol göstericilerinden biri olan MESNEVÎ yaklaşık
sekiz yılda tamamlanmış oldu. Bu büyük aşka ve çok şerefli çalışmaya mukabil
Mevlâna, Mesnevî’yi “HÜSÂMÎNÂME” diye sıfatlandırdı ve ciltlerin başında
Çelebi’yi: “Hak ziyası Hüsâmeddin, yıldızların nuru şah Hüsâmeddin, gönüllerin
hayatı Hüsâmeddin” diye övdü.
Yıl 1273’ü gösterdiği vakit Mesnevî’nin söylenip-yazılması
tamamlanmış; Mevlâna da arzuladığı Sevgili’sine kavuşmuştu. Müridler
Mevlâna’nın makamına oğlu Sultan Veled’i geçirmek istiyorlardı; O ise bu makama
Hüsameddin Çelebi’nin lâyık olduğunu ve onun oturması gerektiğini söylüyordu.
Hüsâmeddin Çelebi de ısrarlara dayanamayarak bu makama oturmuş müridleri ve
halkı irşâdla Mevlâna’nın vazifesini devam ettirmeye başlamıştı. Bu mübarek
vazife 10 yıl kadar sürecek ve Çelebi ileride tesis edilecek Mevlevîlik
Tarikatı’nın ilk ve Mevlâna soyundan olmayan tek şeyhi olarak tarihe adını
yazdıracaktı.
Bir gün Çelebi müridleriyle
birlikte Meram’daki bağlara gitmişti. Bir derviş şehirden geldi;
-Mübarek Türbenin alemi düştü ve
bir çatlak açıldı, diye haber getirdi. Çelebi teessüre kapılıp;
-Dönelim, ömür kadehimiz dolmaya
başladı. Göç zamanı yaklaştı. Dost, vuslat müjdesini verince ayaklarımızla
değil, başımızla sürünerek gitmemiz gerekir, diyerek ağlamaya başladı. Böylece
âşıklar mahzûn ve kederli olarak evlerine döndüler.
Hüsâmeddin Çelebi birkaç gün
hasta yattıktan sonra, H. 683 (M.1284)Şaban ayında Allah’ın rahmetine kavuştu.
Yaklaşık yirmi altı bin beyitlik
altı cilt Mesnevî’yi, dünya tarihinde hiç görülmemiş bir şekilde gece gündüz
demeden kaleme alan; on sene irşâd makamında kalan Hüsâmeddin Çelebi, Yeşil
Türbe’nin giriş kapısına yakın bir yerde yatar.
SULTAN VELED
(Mevlâna’nın Oğlu ve Mevlevîliği Tesis Eden Kişi)
Mevlâna ve yakınları tarafından
Bahâeddin diye çağrılan Sultan Veled, 25 Rebîulâhir, 623 de (24 Nisan 1226)
Lârende’de (Karaman) doğdu. Mevlâna sevgili oğluna, babası Sultânu’l-Ulemâ’nın
adını (Bahâeddin Veled) taktı. Sultan Veled’in annesi, bilindiği gibi, Lâlâ
Şerefeddin’in kızı Gevher Banû idi. Küçük yaşta annesiz kalan Sultan Veled,
velîye bir kadın olan dadısı Kirâmana ve üvey annesi Kerra Hatun’un annesi
tarafından büyütüldü. Mevlâna da sevgili oğlu ile pek meşgul olur; onu daima
kucağında uyuturdu. Gençlik çağında ise kendisini görenler, Mevlâna’nın kardeşi
zannederlerdi. Bu benzeyiş için Hz. Pîr oğluna;
-Sen insanların iç ve dış
yaratılışları bakımından bana en çok benzeyenisin, derdi.
Sultan Veled de bu alâka ve
benzeyişten asla şımarmaz, kibirlenmez; bilâkis tevâzunun timsali bir insan
olduğunu her hâliyle gösterirdi.
Oğlunun yetişmesine âzami dikkati
sarf eden Mevlâna, diğer oğlu Alâeddin’le birlikte Sultan Veled’i Şam’a tahsil
için gönderdi.
Sultan Veled, Mevlâna’nın
sevdiklerine son derece sevgi ve hürmet gösterirdi. Yirmi yaşında iken Şems-i
Tebrizî’ye mürid olmuştu. Sonradan babasının emri ile Şems’i alıp Konya’ya
getirmek için Şam’a gitmiş, dönüşte bütün yol boyunca yürümüştü. Şems’in ısrarlarına
rağmen;
-Padişah at üzerinde, kul at
üzerinde nasıl olur? diyerek yaya kalmayı tercih etmişti. Hiç şüphesiz bu bir
Velî terbiyesi idi.
Sultan Veled, kayınpederi olan
Salâhaddin Zerkûb’a da aynı hürmet ve muhabbeti gösterirdi. Velîler velîsi
Şems’in kayboluşundan sonra, Salâhaddin Zerkûb’a tâbî olmuştu.
Mevlâna, evlat sevgisinin yanı
sıra mânâ birliği ile de sevdiği oğluna;
-Bahâeddin, daima cennette olmak
istersen herkesle dost ol. Hiç kimseye kin gütme, buyururdu. Sultan Veled,
mayasındaki aşk, iman, şefkat ve tevazû gibi güzel hasletlerden başka bu
nasihat ve görenekle yetişiyordu. Âşıkların, âriflerin sultanı, biricik
babasının kıymetini ise pek iyi biliyordu. Bunun için;
Mevlâna’dır evliya kutbu bilin
Ne kim ol buyurdise anı kılın
Allahdan rahmettir anın sözleri
Körler okusa açıla gözleri
diyordu.
Bir bahar günü, Meram bağlarına
gidilmiş, semâ edilmişti. Mevlâna vecd içinde gazeller söylemişti. Bir aralık
Sultan Veled coşkunlukla;
-Sübhanallah ! Konya’nın ne hoş
manzarası var. Rahmet nurları ışıldıyor, dedi. Mevlâna;
-Evet, vallahi Konya mübarek bir
şehirdir; onu sana bağışladım. Bizim mübarek Türbemiz, büyük Mevlâna
Bahâeddin’in kemikleri, çocuklarımız, bizden sonra gelenler, muhiplerimiz bu
şehirde oldukça bu şehir zevâl bulmayacak. Boş da kalmayacak. Şehir halkı emin
olacak, buyurdu.
Mevlâna’nın vefatından sonra yedi
gün geçmişti ki Çelebi Hüsâmeddin Sultan Veled’in önüne gelerek;
-Mevlâna’mız cemâl ve visâl
âlemine gitti. Biz yetimleri de size tevdî etti. Buyurunuz, pederinizin makamına
geçiniz. Hâiz olduğunuz irfan ve kemal ile bu makâmın ehlisiniz, dedi.
Sultan Veled de Çelebi
Hüsâmeddin’in ellerine sarılarak;
-Pederimin hâlifesi ve dostların
ulusu sizsiniz. Hüdâvendigâr’ın yadigârısınız. Pederim, bütün ashâb ve
evlâtlarının umurunu size tevdî etmişti, diye cevap verdi.
Böylece Sultan Veled, babasının
makâmına Çelebi Hüsâmeddin’i geçirdi ve senelerce Çelebi’ye tâbi oldu.
Çelebi’nin vefatından sonra pek çok kişinin yalvarıp yakarmasıyla ancak
Mevlâna’nın makâmına geçti.
Sultan Veled de babası
Mevlâna’nın Seyyid Burhaneddin’e, Hz.Şems’e, Salâhaddin Zerkûb’a ve Hüsâmeddin
Çelebi’ye bağlanması, onları övmesi gibi Çelebi’den sonra Bektemüroğlu Şeyh
Kerimeddin’e bağlanmıştı.Yedi yıl sonra, 691 yılı Zilhicce ayında (M.1284) Şeyh
Kerimeddin vefat etti ve Mevlâna Türbesi’ne defnedildi.
Sultan Veled, açık üslubuyla
babasının sözlerini açıklar, Hadisleri, Âyetleri tefsirde fevkalâde başarılar
gösterirdi. Mevlevî semâına âyin şeklindeki düzeni, Sultan Veled vermiş; ayrıca
Mevlevîliği yaymak için birçok şehirlere seyahat etmişti.
Sultan Veled, irfan dolu
hayatının son deminde, Kasım 1312 Cumartesi gecesi ağlayan yakınlarına şöyle
demişti :
-Kılıç kınından sıyrılmadan
kesmez. Siz de bizim kılıf gibi olan vücudumuzun harap olmasından müteessir
olmayın. Biz her ne kadar gözü perdeli olanlardan gizli kalırsak da mânevî
dostlarımızın yanındayız. Sizin hareketlerinizi idare etmekten geri durmayız.
Mevlâna’nın velî oğlunu sevgili
ve eşsiz babasının yanına defnettiler. Halk, yedi gün Türbenin üzerinden bir
nurun yükseldiğini gördü.
Sultan Veled’in üç mesnevisi,
divanları ve bir de Ma’ârif adlı mensûr tasavvufî eseri vardır. Mesnevilerinin
isimleri de İbtidânâme (Velednâme), Rebâbnâme ve İntihânâme’dir.
Sultan Veled’in, Şeyh Salâhaddin
Zerkûb’un kızı Fatma Hatun’dan Emir Ârif Çelebi, Mutahhara Âbide Hatun ve Şeref
Ârife Hatun, sonradan aldığı Nusret ve Sünbüle Hatunlardan Şemseddin Emir Âbid,
Salâhaddin Emir Zâhid, Hüsâmeddin Emir Vacid isimli çocukları olmuştur.
Mevlâna’nın kutlu nesli Sultan Veled’den devam etmiş ve bu sülâleye “Çelebiler”
denmiştir.
ULU ÂRİF ÇELEBİ
(Mevlâna’nın Torunu, Mevlevîliği Anadolu’nun Birçok Yerine Yayan Kişi)
Sultan Veled’in ışıklı hayatının nihayet
bulmasından sonra, yerine oğlu Ulu Ârif Çelebi geçti.
Sultan Veled’in eşi Fatma
Hatun’un daha önce doğan çocukları yaşamamıştı. Bu hamileliğinde de yine bundan
korkuyordu. Fakat, Mevlâna’nın gönderdiği müjdeli bir haber Fatma Hatun’un
korkularını giderdi.
Ârif Çelebi, 1272 de dünyaya
geldi. Bu mesut haberi alan Mevlâna, hemen Fatma Hatun’un yanına koştu;
gelininin başına paralar serptikten sonra, çocuğu istedi. Mübarek feracesine
sararak alıp götürdü. Epey bir zaman sonra geri getirdi. Yavruya kendi adı ile
anne tarafından dedesinin adı olan Muhammed Celâleddin Feridun adını verdi.
Sonra;
-Bu çocuğu Emir Ârif diye
çağırın. Bana da babam, “Hüdâvendigâr” derdi, adımı söylemezdi, buyurdu ve şu
gazele başladı :
Feridun kutlu olsun bize; din
padişahı olsun,
Gökteki ay gibi parlasın, aydın
bir hâle gelsin.
Şekerlerle dopdolu mısır tarlası
gibi tatlılaşsın,
Kutluluk meydanından topu çelsin;
Eyeri vurup yağız devlet atına
binsin.
Ay gibi ikbal burcundan doğan bu
Feridun baştanbaşa sevgidir.
Hamd olsun Allah’a; devlet
köşkünde rütbesi, mansıbı artar.
670 yılında bir Salı günü
anasından doğdu.
Zilkade’nin sekiziydi; öğleyi iki
saat geçmişti.
Hüsrevler soyundandır.
Şirin gibi sevgili olur elbet.
Ana tarafından da soylu bir
padişahtır ;
Baba tarafından da.
Kara gözleri huriler gibi
cennetten gelmiştir.
Ergenlik çağına gelip yetişince
bu şiirimi görür, beğenir.
Dilerim, binlerce yıl yaşasın.
Feridun, sen de bu dûaya candan
âmin de.
Bir gün de Mevlâna bu kutlu
torununu sevip okşarken, Sultan Veled’e;
-Bahâeddin, bu çocukta yedi
velînin nurunu görüyorum : Babam Bahaeddin’in, Seyyid Burhâneddin’in, Şems-i
Tebrizî’nin, Şeyh Salâhaddin’in, Çelebi Hüsâmeddin’in, benim ve senin, buyurdu.
Şimdi, Ulu Ârif Çelebi’nin
çocukluk günlerini düşünürken Menâkıbu’l-Ârifîn’den şu satırları aktaralım :
“Ârifin beşiğini Mevlâna’nın yanına
getirdikleri zaman Mevlâna mübarek eliyle üzerindeki örtüyü kaldırıp inayet
nazarları ile mütemadiyen beşiğin içine baktı. Bu kundak çocuğu da Hakk’ın
inayeti ile büyük babasına karşı bir takım hareketler yapmaya başladı. Mevlâna,
Ârif, “ALLAH” de, buyurdu. Hemen söylemek kudretini veren Cenab-ı Hakk’ın dile
getirmesiyle İsa’nın dili gibi fesahatle “Allah” demeye başladı. Öyle ki
çevredekilerin hepsi bunu işitip feryat ettiler. Bir kısmı o hâlin dehşetinden
bayıldı...”
Ulu Ârif Çelebi büyüdükçe hâli,
tavrı, yürüyüşü, semâı velhâsıl her şeyi Mevlâna’ya çok benziyordu. Fakat
meşrebi Şems-i Tebrizî gibi celâlli idi. Kendisine hürmet ve aşk derecesinde
sevgi gösterenlerden biri de babası Sultan Veled’di. “Velî’yi velî bilir, ârifi
ârif anlar” gereğince gerçeği görüyor, oğlunu evlat sevgisinin çok fevkinde
seviyordu.
Emir Kayser-i Tebrizî’nin kızı
Devlet Hatun’la evlenmiş olan Ulu Ârif Çelebi çok seyahat ederdi. Hemen bütün
Anadolu’yu gezmiş, Irak ve Tebriz’e kadar gitmişti. Sohbetlerinde;
-Peygamber ve velîler mucize ve
keramet için değil, insanları Hakk’a davet için bu âleme gelmişlerdir. Fakat
bedbahtların inkârları sebebiyle olağanüstü şeyler gösterirler ki başkaları
ibret alsın, buyururdu. Yine buyururdu ki :
-Mevlâna’nın kutsî ruhunun hakkı
için söylüyorum, ben kendimi göstermeyi asla sevmem. Keramet de hiç hoşuma
gitmez; ama bazı zaman vâkî olan şeyler dostları teşvik içindir.
Âriflerin menkıbelerini toplayıp
Menâkıbu’l-Ârifîn’i, yazan Ahmed Eflâkî de Ulu Ârif Çelebi’nin müridlerinden
idi. Mevleviliğin ilk dönemleri hakkında bizleri aydınlatan bu güzel kitabı,
Ârif Çelebi’nin emri ile yazmıştı.
Bir gün Ulu Ârif Çelebi
Lârende’den Aksaray kazasına gitmişti. Semâ meclisleri tertip ediliyor,
kendisine türlü ikramlarda bulunuluyordu. On gün kadar kaldıktan sonra bir gece
uykusunda pek çok ağladı. Sabahleyin sebebini soranlara bir çardakta oturduğunu
ve görülmemiş bir bahçeyi seyrettiğini, bahçede dedesi Mevlâna Celâleddin’i
gördüğünü anlattı. Mevlâna yedi velînin nurunu taşıyan torununu davet ediyordu.
Ulu Ârif Çelebi o davetin tesirinden ve bahçenin güzelliğinden ağlamıştı. Bu
rüyadan sonra hemen Konya’ya hareket etti. Şehre varınca kendisinde bir
kırıklık, bir keyifsizlik peyda oldu. 719 Hicrî (M.1320) yılının Zilkade ayında
bir Cuma günü güneş doğarken Türbenin kapısında Mevlâna’nın şu sözlerini
söyledi :
“ Bu dünyadan kurtulmanın zamanı
geldi. Burada bana hem-derd kalmadı. Benim hem-derdim babam ve Hüdâvendigâr
idi. Hüdâvendigâr’ın yüzünü arzuluyorum. Mutlaka gideceğim.”
Rahatsızlığına aldırmayarak o gün
Cuma namazına gitti. Baba ve dedesini ziyaret etti. Şimdi gömülü olduğu yere
uzanıp yattı. Bir zaman sonra kalkıp buyurdu ki :
-İnsanın toprağı gömüldüğü yerden alınmıştır.
Beni buraya gömün...
Ertesi gün rahatsızlığı biraz
daha arttı. Etrafında ağlayanlara;
-Gelişimiz sizin için olduğu
kadar gidişimiz de sizin içindir, diyordu. “Bütün hâllerinizde sizinle
beraberim. Tam bir huzurla beni yolcu edin.”
Ulu Ârif Çelebi’nin hastalık
müddeti bir ay sürdü. Mevlâna’nın dünyadan göçüşünden evvel olduğu gibi yine o
günlerde Konya’da deprem oluyordu. Zilhicce ayının yirmi dördüncü Salı günü
çocukları Şahzâde Bahaaddin Emir Âlim ve Muzaffereddin Emir Âdil yanında
idiler. Onların Hüdâvendigâr’a ait olduklarını, vasiyete ihtiyaçları olmadığını
söyledi. Ahmet Eflâkî’ye Türbesi’nin hizmeti ile meşgul olmasını, menkıbeleri
toplayıp yazmasını tembih etti. Öğle ile ikindi arası Kur’an okuyarak kırk
dokuz yaşında aslına göçtü (M. 5 Kasım 1320).
Tam kış ortasıydı. Konya’nın
meşhur soğukları ortalığı kırıp geçiriyordu. Yerler ve sular donmuştu. Buna
rağmen hâlkın ekseriyeti cenazede bulundu. Çelebi, yanık bir merasimle baba ve
dedesinin yanına Yeşil Türbe’ye defnedildi.
SADREDDÎN KONEVÎ
(Kaddesallahu Sırrahulaziz)
İsmi Muhammed bin İshâk, künyesi
Ebü'l-Meâlî, lakabı Sadreddîn'dir. 1210 (H.606) târihinde Malatya'da doğdu.
1274 (H.673) târihinde Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Konya'da kendi adı
ile anılan câminin bahçesindedir.
Sadreddîn-i Konevî'nin babası
İshâk Efendi, Anadolu Selçukluları nezdinde
yüksek makam sâhibi biriydi. Küçük yaşta babası İshâk Efendi vefât etti.
Üvey babası Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî'nin terbiyesi ve yetişmesiyle
meşgûl oldu. Çok iyi bir tahsîl gördü. Kelâm ve tasavvuf ilimlerine âit birçok
kıymetli eserler yazdı.
Muhyiddîn-i Arabî , Sadreddîn-i
Konevî'nin terbiyesi ile çok yakından meşgûl oldu. Yetişmesine özel ihtimâm
gösterdi. Muhyiddîn-i Arabî'den Konya'da ilim ve feyz alan ve çok istifâde eden
Sadreddîn-i Konevî, hocası ile Halep ve Şam'a gitti.
Muhyiddîn-i Arabî Sadreddîn-i Konevî'ye nefsini terbiye
yollarını öğretti. Sadreddîn Konevî
günlerini riyâzet ve mücâhede ile nefsiyle uğraşmakla geçirdi. Nefsiyle
uğraşması öyle bir dereceye ulaştı ki, uyumamak için Muhyiddîn-i Arabî onu alır, yüksek bir yere çıkarır, o da
düşme korkusuyla uyumaz tefekkürle meşgûl olurdu.
Bir gün annesine birkaç hanım
gelip; "Sen zengin, îtibârlı bir kişinin hanımı iken şimdi bir Pîr-i
Mağribî'ye vardın. Hâlin nasıl, hayâtından memnun musun?" dediler. O da;
"Hâlimden memnunum. Geçimim de iyidir. Lâkin gözümün nûru oğlum büyük
sıkıntılar içindedir. Gecesi de gündüzü de yoktur. Efendim Muhyiddîn-iArabî
kendisi kuş eti yer, ballı şerbetler içer, lâkin ciğerpâreme bir arpa ekmeği
dahi vermez. Yememek ve içmemekten bir deri bir kemik kaldı. Üstelik onu da
göremez olduk. Onu kimseye göstermez. Uykusu gitsin diye zenbile koyup bir yere
asar." dedi. Bu şikayetlenme sözlerinden Muhyiddin-i Arabî haberdar olunca Sadreddîn Konevî'nin
annesi özür diledi ve cân-u gönülden
istiğfâr etti. Sonra oğlu Sadreddîn-i Konevî
mânevî dereceleri geçip büyük velîler arasına girdi.
Sadreddîn-i Konevî anlatır: "Hocam Muhyiddîn-i Arabî
hayatta iken, benim maneviyat aleminde yüce makamlara kavuşmam için çok
uğraştı. Lâkin hepsi mümkün olmadı. Vefâtından sonra bir gün, kabrini ziyâret
edip dönüyordum. Birden kendimi geniş bir ovada buldum. O anda Allah'ın
muhabbeti beni kapladı. Birden Muhyiddîn-i Arabî'nin rûhunu çok güzel bir
sûrette gördüm. Tıpkı sâf bir nûrdu. Bir anda kendimi kaybettim. Kendime
geldiğimde onun yanında olduğumu gördüm. Bana selâm verdi. Hasretle boynuma
sarıldı ve; "Allah'a hamd olsun ki, perde aradan kalktı ve sevgililer
kavuştu, niyet ve gayret boşa gitmedi. Sağlığımda kavuşamadığın makamlara,
vefâtımdan sonra kavuşmuş oldun." buyurdu.
Yine kendisi anlatır: 1255 senesi
Şevvâl ayının on yedisine rastlayan Cumartesi gecesi, rüyâmda şeyhim
Muhyiddîn-i Arabî'yi gördüm. Aramızdaki uzun konuşmalardan sonra, ona, Cenâb-ı
Hakk'ın Esmâ-ül Hüsnâsı ile ilgili kalbime doğan bilgileri arz ettim. O da; "Çok
doğru, pek güzel!" deyince, ona; "Efendim! Hakîkatte güzel olan
sizsiniz. Çünkü bu ilimleri bana siz öğrettiniz. Siz olmasaydınız, bu ilimleri
bana kim öğretirdi?" dedim. Mübârek ellerini öptüm ve; "Efendim!
Bütün mahlûkâtı, her şeyi unutup Allah'ı dâimî olarak hatırımda tutabilmem için
bu fakîre duâ ve himmetlerinizi istirhâm ediyorum." diye yalvardım. O da,
benim bu arzuma kavuşacağımı müjdeledi ve uyandım."
Sadreddîn Konevî
, bundan sonra çok büyük mânevî derecelere yükseldiğini, mânevî
âlemlerin kendisine seyrettirildiğini, hiçbir zaman Allah'ı hatırından
çıkarmadığını, bir an bile unutmadığını Nefehât isimli eserinde bildirdi.
Sadreddîn-i Konevî hocası Muhyiddîn-i Arabî'nin vefâtından
sonra evliyânın büyüklerinden Evhadüddîn-i Kirmânî'nin sohbetlerine kavuştu.
Ondan da yüksek mânevî bilgiler tahsîl etti. Sonra hac dönüşü Konya'ya gelip
yerleşti. Orada güzel halleri ve kerâmetleriyle çok meşhûr oldu.
Sadreddîn-i Konevî Konya'ya geldiğinde, Çeşme Kapısı içindeki
bir mescidde imâmlık yapmaya başladı. O günlerde kendisini kimse tanımaz ve
îtibâr etmezdi. O da tanınmayı istemezdi. Selçuklu Sultanı Alâeddîn şahidi
olduğu bazı kerametlerini görünce Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi fazlalaştı
ve O'na karşı büyük bir hürmet ve itibar gösterdi.
Sadreddîn-i Konevî Konya'da binlerce talebeye ders verdi.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa'îdeddîn-i Fergânî, Müeyyedüddin Cendi gibi birçok hikmet ve tasavvuf ehli kimseler
yetiştirdi. Zamânının en büyük âlimlerindendi. Kelâm ilmindeki yeri eşsizdi. Bu
ilimde birçok ince meseleleri açıklığa kavuşturdu. Muhyiddîn-iArabî'nin
"Vahdet-i vücûd" hakkında söylediklerini ve yazdıklarını dîne ve akla
uygun olarak îzâh etti.
Nasîruddîn-i Tûsî ile hikmete âit
bâzı meselelerde mektuplaşmaları oldu ve aralarındaki uzun süren münâzaralardan
sonra, Nasîruddîn-i Tûsî aczini îtirâf ederek, onun üstünlüğünü kabûl etti.
Sadreddîn-i Konevî'nin hayâtı, zühd ve takvâ içerisinde geçti. Haramlardan çok
sakınır, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasından kaçardı. Hiç kimsenin kalbini
kırmaz, dünyâ malına aslâ meyletmezdi.
Sultan Alâeddîn zamânında Hâce
Cihân adında Konya'da çok zengin biri vardı. Malının hesâbı bilinmezdi. Bu
zenginin oğlu Sara hastalığına tutuldu. Derdine çâre bulunamadı. Zenginin ona
çâre için başvurmadığı tabîb kalmadı. Bunun için çok para sarf etti. Lâkin
hiçbir çâre bulamadı. Hâce Cihân'ın yolu bir gün Sadreddîn-i Konevî'nin
dergâhına uğradı. Derdini ona açtı. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî ona oğlunun adını sordu. Hâce Cihân;
"İsmi Alican, vâlidesinin ismi de Hân'dır." dedi. Sadreddîn hizmetçiden kâğıt kalem istedi ve Eûzü
besmele okuyup; "Bismillahillezî lâ yedurru maasmihî şey'ün fil erdı velâ
fis semâî ve hüvessemîul alîm. Eûzü bi kelimâtillah-it-tâmmâti küllihâ min
nefsihî ve ikâbihî ve şerri ibâdihî ve min hemezât-iş şeyâtîn." yazdı ve
duâlar etti. Hâce Cihân eve gittiğinde oğlunun hastalıktan tamâmen kurtulmuş olduğunu gördü. Allah'a
şükürler etti ve bunun kerâmet olduğunu anlayıp, Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi
arttı.
Horasan'dan bir derviş birçok
yerler dolaşarak Şam'a gelmiş ve orada Sadreddîn-i Konevî'nin yüksek hal ve
kerâmet sâhibi birisi olduğunu işitmişti. Bunun üzerine görmeden ona âşık oldu
ve Konya'ya geldi. Sadreddîn-i Konevî'nin dergâhına uğradı. Derviş dergâhta
misâfir edilip, kendisine her gün nefis yiyecekler ve içecekler ikrâm edildi.
Derviş, Konevî'nin sofrasının böyle zengin olmasına hayret etti. Oraya kim
gelirse, sofra hazır olur ve istediği yiyecekler önüne gelirdi. Herkes ihtiyâcı
kadar yedikten sonra giderdi. Bu yiyecek ve içeceklerin eksik olduğu bir gün
görmedi.
Acem diyârından bir derviş birçok
yerler dolaşıp birçok kimseler görüp Konya'ya gelmiş ve Sadreddîn-i Konevî 'nin
dergâhına misâfir olmuştu. Sadreddîn-i Konevî 'nin mal ve mülkünü,
hizmetçilerinin çokluğunu görünce, içinden; "Keşke bu kişinin bu malları
kendisine ayak bağı olmasaydı da hak yolda bulunaydı. KeşkeAcem diyârına bir
gidip de oradaki evliyâ ile münâsebeti olsaydı. Kendisi için bu ne iyi
olurdu." diye geçirdi. Bir zaman sonra bu düşüncesini Sadreddîn-i Konevî
'ye açtı ve; "Ey Efendi! Siz bir Acem diyârına gitseniz oradaki âlim ve
velîlerle görüşseniz bu dünyâya bağlılığı terk edip Cenâb-ı Hakk'a
kavuşursunuz." dedi. Sadreddîn-i Konevî
i dervişin bu sözleri üzerine; "Ey derviş! Pekâlâ, bu dediklerini
kabûl ettim. Gel gidelim." buyurdu ve birlikte Acem diyârına doğru yola
çıktılar. On beş gün kadar yol gittikten sonra derviş, hırkasını Konya'da
unuttuğunu hatırlayıp, aklı başından gitti ve yüzü üzerine yere düştü.
Sadreddîn-i Konevî dervişin yüzüne su
serpip ayılttı. Derviş; "Ey arkadaşım! Ben dergâhınızda abdest almak için
hırkamı çıkarmıştım. Onu unutmuşum. Şimdi hatırıma geldi de ondan
fenâlaştım." dedi. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî ona tebessüm edip; "Ey Acem dervişi!
Dünyâ sevgisi bütün günâhların başıdır. Biz bunca mal ve mülkü hizmetçileri
geride bıraktık. Lâkin birisi hatırımıza gelmedi. Sen ise iki paralık hırkanı
terk ettiğinde aklın başından gitti." buyurdu. Sonra o dervişi yolda
bırakıp Konya'ya döndüler.
Sadreddîn-i Konevî i bir gün,
Allah'a yalvarıp; "Yâ Rabbî! Sana lâyıkı ile ibâdet, kulluk yapamadım ve
seni hakkıyla tanıyamadım. Senin lutf ve ihsânına güveniyorum. Cennet'teki
makâmımı görmek arzu ediyorum." dedi. O gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında
kıyâmet kopmuş ve insanlar kabirlerinden kalkıyordu. Bu durumu kendisi şöyle
anlatır:
"Beni de Rabbimin huzûruna
götürdüler. Allah meleklere emredip;
"Alın Cennet'e götürün." buyurdu. Beni alıp Cennet'e götürdüler.
Orada türlü türlü köşkler ve bahçeler vardı. Onları seyrettim. Bir bahçe vardı
ki, onun meyvesi miskti. O esnâda bir elma mikdârı misk almak istedim ve aldım.
İşte o esnâda rüyâdan uyandım. Uyandığımda sağ elimde bir avuç misk duruyordu.
O miskin kokusu da her tarafı kaplamıştı. Bu miskin kokusu hocam Şeyh
Muhyiddîn-i Arabî'nin bana hediye ettiği hırka-i şerîfe sirâyet etti."
buyurdu. Sadreddîn-i Konevî vefât
ettiklerinde kefenine bu miskten konulmuştur.
Bir zaman Sadreddîn-i Konevî, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî ve Kâdı Sirâcüddîn ve başka âlim ve sâlih zâtlar Konya'nın
Meram Bağlarına gittiler. Mevlânâ
oradaki bir değirmene girdi ve uzun bir süre kaldı. Kâdı Sirâcüddîn
değirmene girdi. Sonra da Sadreddîn-i Konevî geldi. Değirmen taşını dinlediler.
Sadreddîn-i Konevî ; "Ben de bu taşın Allah'ı zikrettiğini, Sübbûhun
Kuddûsün, dediğini işittim." buyurdular.
Şems-i Tebrizî Konya'ya gelince, Mevlânâ devamlı bununla sohbet edip, hiç dışarı
çıkmaz oldu. Konya'nın ileri gelen diğer âlimleri buna üzülüp, hep birden şehri
terk ederek Denizli'ye gittiler. Bunu duyan Selçuklu Sultânı çok üzüldü. Çünkü
âlimleri seven, onları koruyan biriydi. Bir Cumâ günü Sadreddîn-i Konevî'den
ricâda bulunup; "Ben âlimler arasındaki şeylere karışamam. Bu iş,
pâdişâhların karışacağı bir iş değildir. Ancak Cumâ namazında âlimlerin
bulunmaması şânımıza noksanlık verir. Lütfen bunları bulup getirin!" dedi.
Sadreddîn-i Konevî hemen katırına
binerek yola çıktı. Bir anda kendisini Denizli'de buldu. Orada âlimleri bulup;
"Cumâ namazı vakti geçmeden Konya'ya dönmemiz lâzımdır. Sultânın kalbini
kırmayınız; pâdişâhlar, Allah'ın emrini îfâya memur kişilerdir. Onlara karşı
gelmek, onları üzmek hiç uygun değildir. Sonra Allah'ın gazâbına
uğrarsınız." buyurdu. Daha buna benzer birçok iknâ edici sözler söyledi.
Yanında evliyâdan Ahî Evren de vardı. Âlimler iknâ olur gibi oldular. Dediler
ki: "Biz teklifinizi kabûl edip gelecek bile olsak, Cumâ vakti Konya'da
bulunmamız imkânsızdır." Sadreddîn-i Konevî de; "Siz kabûl edin,
Allah müslümanları sevindirenleri mahcûb
etmez." buyurdu. "Âlimler teklifi kabûl edip, hemen yola çıktılar. Birkaç
günlük yolu bir anda kat edip, Cumâ vaktinden evvel Konya'ya vardılar. Sultan
Alâeddîn buna çok memnun oldu. Sadreddîn-i Konevî 'ye olan sevgi ve muhabbeti
daha da arttı. İslâm âlimlerine dâimâ yardımcı oldu.
Sadreddîn-i Konevî anlatır: "Rüyâmda Fahr-i kâinât
Efendimizi gördüm. Yanlarında Ashâb-ı kirâm olduğu halde medreseyi teşrif
etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de
oraya gelip, uygun bir yere oturdu. Rasulullah efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât
ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben, Celâleddîn ile,
diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği
amelin feyz ve nûru ile, ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur."
buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Rasulullah efendimiz bu rüyâ
ile talebelerinden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular. Bu
durumu diğer talebelere anlattım ki, onun hatırını gözetip ilminin yüksekliğini
anlasınlar."
Bir gün büyük bir ilim meclisi
kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu.
Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ;
"Sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl
verebilirim?" dedi. Sadreddîn-i Konevî
de; "Senin oturmada fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz."
deyip, seccâdeyi oradan kaldırdı. Mevlânâ, Sadreddîn-i Konevî'den önce vefât
etti. Vasiyeti üzerine, cenâze namazını Sadreddîn-i Konevî kıldırdı.
Ömrünü Allah'ın kullarına hizmet
etmekle, ilim ve edep öğretmekle geçiren Sadreddîn-i Konevî duâlarında:
"Yâ Rabbî! Kalbimizi senden
başka şeye yönelmekten ve senden başkasıyla meşgûl olmaktan temizle. Bizi
bizden al, bizim yerimize bizi kendinle doldur. Bizi başkalarına ve şeytana
oyuncak yapma. Bize nûr bahşet. Duâlarımızı çabucak, kendi istediğin şekilde
kabûl buyur. Sen işitensin. Sen bize yakınsın. Sen duâlara icâbet
edensin." buyururdu.
Sadreddîn-i Konevî vefât ettiğinde cenâze namazı büyük bir
kalabalık tarafından kılındı. Vasiyetine uyularak kabri üzeri kapatılmayıp,
açık bırakıldı.
Sadreddîn-i Konevî'nin kabrini
ziyâret edenler, onun feyzlerinden istifâde ederler. Onu vesîle ederek yapılan
duâlar, bi-iznillah kabûl olur. Sıkıntıda kalanlar ondan yardım isteseler,
Allah'ın izniyle rûhâniyetleri imdâda yetişir.
1899 senesinde Sultan İkinci
Abdülhamîd Hân, şahsî parasıyla, Sadreddîn-i
Konevî'nin câmiini ve türbesini îmâr ve ihyâ edip canlandırdı.
Türbesine hizmet edenlerden biri
rivâyet etti: "Zamânın devlet erkânından yüksek rütbeli bir subay türbeyi
ziyârete geldi.Câmide namazı kıldıktan sonra, Sadreddîn-i Konevî'nin nefsini
terbiye etmek için yaptırdığı çilehânesini ziyâret etmek istedi. Kapısını
açtık. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği büyüklükteki, feyz, bereket, huzûr
ve saâdet mekânı olan çilehâneye girdi. Uzun bir secdeden sonra Cenâb-ı Hakk'a
yalvarmaya başladı. Daha sonra kabr-i şerîfin yanına Sadreddîn-i Konevî'nin
huzûruna gelip, Allah'a, O'nu vesîle ederek uzun bir duâ etti. Biz de âmin
dedik. Duâ bitince bize dönerek; "Bizler, ellerimizdeki silâhlar ve diğer
askerî güçlerimizle, memleketimizin görünürdeki bekçileriyiz. Fakat huzûrunda
bulunduğumuz Sadreddîn-iKonevî ve onun emsâli olan büyükler, bu memleketin
hakîkî kumandanlarıdır. Allah'ın yardımı ve bunların mânevî destekleri
olmadıkça, bizim görünürdeki güç ve kuvvetimizin hiçbir tesiri olamaz. Onun
için biz, bir memlekete vardığımız zaman, önce o memleketin mânevî
kumandanlarını ziyâret ederiz." dedi.
Konevî Câmiine devamlı gelenlerden biri anlatır:
"Sadreddîn-i Konevî'yi iki defâ rüyâmda gördüm. İlk gördüğüm gecenin
gündüzünde, bir iş yüzünden birçok kimsenin kalblerini kırmış, onları çok
üzmüştüm. Rüyâmda heybetli bir şekilde görünüp bana buyurdu ki: "Kimseyi
üzme, kimsenin kalbini kırma, kalb kırmaktan çok sakın." Bu ihtar bana çok
tesir etti. Bundan sonra kimsenin kalbini kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye
çalıştım.
İkinci rüyâm da şöyle oldu: İlk
rüyâmdan sonra artık devamlı onun kabrinin bulunduğu câmiye gitmeye başladım.
Câminin ve türbenin tâmiratı, bakımı ve temizliği ile uğraşıyordum. Bir gece
rüyâmda bana güler yüzle görünüp; "Hizmetlerinden memnunum. Allah bu hizmetlerini karşılıksız bırakmaz."
buyurdu. Bu ikinci rüyâdan sonra Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgi ve
muhabbetim daha da arttı. Bütün günümü, câmi ve türbenin işleriyle geçirmeye
başladım.
Sadreddîn-i Konevî'nin Nüsûs,
Hukûk, En-Nefehât-ül-İlâhiyye, Mefâtîh-ül-Gayb, Fâtiha Tefsîri, Şerh-i Ehâdîs-i
Erbaîn gibi eserleri vardır.
FAKR NEDİR?
Bir defâsında Mevlânâ Sadreddîn-i Konevî'nin dergâhına gitmişti.
Karşılıklı durmuşlar, hiç konuşmuyorlardı. Bu sırada Sadreddîn Konevî'nin
hizmetini gören dervişlerden olan Hacı Mâruf Kâşifî içeri girdi. Bu hizmetçi
defâlarca yaya olarak hacca gitmişti. Pekçok velînin sohbetinde bulunmuştu.
İçeri girince, Mevlânâ Celaleddin'e; "Fakr nedir?" diye bir suâl
sordu. Fakat hiç cevap vermedi.Bunun üzerine tekrar; "Fakr nedir?"
diye sordu. Yine cevap vermedi. Tekrar tekrar sorunca, Mevlânâ kalkıp gitti. Bunun üzerine Sadreddîn-i
Konevî huzursuz olup; "Ey pîr-i
ham! Neden vakitsiz suâl sorarsın? Sordun cevap verdiler. Tekrar neden
sordun?" deyince, derviş; "Ne cevap verdiler?" dedi.
"Fakrın târifini yaptı. O; "Allah'ı tanıyınca, dil tutulur."
hadîs-i şerîfi gereğince cevab verdi. Şimdi lâyık olan şudur ki, derviş, şeyhi
huzûrunda tam bir teslimiyetle bulunmalıdır..."
VASİYYETNAMESİ
Rahmân ve Rahîm olan Allah
(c.c.)'ın adıyla
Allahü Teala'nın rahmet,
hoşnutluk özel af, lütuf ve mağfiretine muhtaç olan ve bu vasiyeti yazan kulu
Ali oğlu Yusuf oğlu Muhammed oğlu İshak oğlu Muhammed, yanında bulunsun
bulunmasın, bu vasiyete vakıf olan müminleri kendisine şahit tutarak tasdik ve
itiraf eder ki; şüphesiz Allah (c.c.) teala birdir. Zatında, sıfat ve
fiillerinde tektir. Herkes O'na muhtaçtır. O, kimseye muhtaç değildir.
Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç kimse O'na denk değildir.
Yine Allah (c.c.) teala'nın kendi
lütuf ve iyiliğinden seçip temizlediği, saflığa erdirdiği, bazıların
peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v.) de olduğu gibi [Allah, O'na, ailesine, kendisine
tabi olanlara salât ve selam etsin.] umumî olarak bütün yaratıklarına, diğer
peygamberlerinde olduğu gibi bazılarını da hususî olarak bazı kabile ve
topluluklara gönderdiği doğru ve gerçektir.
Ben, yine yakînen inanıyorum ki
cennet ve cehennem hak'tır. Amellerin derlenip toparlanacağı ve Allah katma
kabul edilecekleri ve ilahi terazi ile tartılacakları, yani" mizan"
haktır.
Bütün peygamberler, vazifeleri
gereği Allah teala'dan ne getirmiş ve ümmetlerine haber vermişlerse, bunların
hepsi doğrudur. Ve onlar, bunların hepsini doğru olarak naklet-mişlerdir. Kendi
şeriatları yani tebliğ ettikleri dinleri nesh edilmeden sonra gelen bir din ile
hükümleri kaldırılmadan önce o dinin hükümleri ile hükmedip amel etmişlerdir.
Hükmettikleri herşey de de doğru hükmetmişlerdir. Yakînen haber verdikleri
kıyamet de haktır. Anlayış ve idrak yönünden inanç esaslarının şeklinde
değişiklik olsa da inanç esaslarının aslı birdir ve haktır. Gerek hissî ve
manevi olsun cennet ve cehennem haktır ve gerçektir, sırat haktır. Dünya ve
ahireti birbirine bağlayan berzah yani kabir hayatı da haktır.
Peygamberimizden bizi intikal
eden, O'nun ahiret, cennet ve cehennem ile ilgili haller, Allah (c.c.)'ın fiil
ve sıfatlarına dair verdiği bütün tafsilat hak'tır. Ben, bu düşünce ve inançla
yaşadım ve bu inançla ölüyorum.
Dostlarım ve bana mensub olan
müridlerim, talebelerim, beni müslümanların umumî kabristanına defnetsinler.
Ölümümün ilk gecesinde Allah'ın beni, her türlü azabından ve cezalandırmasından
uzak tutarak beni bağışlaması ve Allah (c.c.)'ın kabul etmesi niyetiyle yetmiş
bin kelime-i tevhid (Lailahe İllallah) diyerek tevhid hatmi yapsınlar. Yine
ölümümde hazır bulunanlardan her biri kendi kendine aynı niyetle ağır başlılık
ve kalb huzuru içinde yetmişbin "Lailahe İllallah" diyerek zikirde
bulunsunlar.
Ayrıca beni fıkıh kitaplarmdaki
gibi değil de hadis kitaplannda belirtildiği şekilde yıkamalarım istiyorum.
Kefen olarak beyaz bir izar sarsınlar ve Şeyh-i Ekber MuhyidDin Arabi'nin
elbiseleri ile kefenlesinler. Kabrime Şeyh EvhadüdDin Kirmani’nin seccadesini
yaysınlar. Cenazemi hiç bir cenaze okuyucusunun takip etmemesini, kabrimin
üstüne ne bir bina, türbe, ne de bir tavan yapılmasını vasiyet ediyorum. Sadece
kabrimi sağlam taşlar ile örüp yapsınlar. Fakat başka bir şey yapmasınlar.
Böylece, hem kabrimin örtülmesi kolay olur, hem de yıkılıp yeri kaybolmaz.
Defnedildiğim gün, kadın, erkek,
fakir ve kimsesiz düşkünlere ; özellikle de kör ve kötürüm olanlara bin dirhem
dağıtılmasını bundan yüz dirhem'in ŞehabüdDin Ebrari'ye ve yüz dirheminin de
Şeyh Muhammed En-Nahcuvanî'nin meclisine devam eden Kemal'e verilmesini ve
bunların uygun gördükleri şekilde kendi dostlarına dağıtılmasını vasiyet
ediyorum. Ayrıca ZiyaüdDin Mahmud ve BedrüdDin Ömer'e selamınım ulaştırılmasını
ve hatıra olarak kendilerine namaz kıldığım seccadelerimden birer tanesi ile,
birer elbisemin verilmesini vasiyet ediyorum.
Felsefe ile ilgili kitaplarım
satılıp parası sadaka olarak dağıtılsın. Tıp, Fıkıh, Tefsir gibi diğer
ilimlerle ilgili kitaplarımı da Şam'a vakfediyorum. Onların hepsi orada bulunan
ve Allah (c.c.) için ilim tahsil edenlere verilsin. Kendi yazdığım kitaplarım
da benden bir hatıra olarak Afifüd-Din'e ulaştırılsın. Ve ehli olan kimselere
onları okutması söylensin.
Kızım Sekine'ye de [Allah (c.c.)
onu muvaffak kılsın] namaza ve diğer farzlarla birlikte istiğfar etmeye, Allah
(c.c.) 'tan mağfiret dilemeye devam etmesini, Allah (c.c.) a itaatta
bulunmasını vasiyet ediyorum.
Dostlarıma da ancak yaşanılmak
sureti ile bilinebilen zevki marifetlere, anlaşılması güç ve kapalı olan
bilgilere dalmamalarını ister benim, ister şeyhim'in Allah (c.c.) ( Allah ondan
razı olsun) sözleri olsun, onların sadece sarih ve açık olanları ile
yetinmelerini bunların dışında kalan açık ve sarih olmayanların tevilini
düşünmemelerini vasiyet ederim. Benden sonra bu yol kapatılmıştır. Onlar hiç
kimsenin kendi sözleri olarak söyleyip naklettikleri sözlere itibar etmesin.
Sadece onlardan kim İmam Muhammed Mehdi’ye yetişirse O'na benim selamımı
ulaştırsın. Ve başkasının değil, yalnızca O'nun haber verdiği şeyleri,
bilgileri alsın.
Şimdilik sadece ve sadece benim
ve şeyhimin yazdığı eserlerle onların içindeki sarih ve açık olan bilgilerle
yetinsin. Kitap, sünnet ve müslümanların icmai ile sabit olan şeylere sarılsın,
zikre de devam etsin. Kenilerine yol gösterici olarak yazdığım
"Er-Risalet-ül Hadiye vel-Mürşide" adlı risalemde olduğu gibi Cenab-ı
Hakk'ın huzurunda başka şeyleri kalbinden çıkarmakla meşgul olsun. Ve
Allah(c.c-) hakkında hüsn-ü zanda bulunsun. Gerek nazari ve gerek lüzumsuz
başka ilimlerle meşgul olmasın.Aksine zikirle ve Kur'an okumakla meşgul olsun
ve görevlendirildiği virdlere devam etsin. Yukarıda işaret edildiği üzere, açık
ve sarih beyanları mütalaa etsin.
"Bekâr olanlarınız Şam'a
hicret etmeye çalışsın . Çünki; yakında buralarda da bir takım fitneler zuhur
edecek, çoğunuzun rahatı kaçacak ve size söylediğimi hatırlayacaksınız. Ben,
sizi Allah (c.c.)'a havale ediyor, ona bırakıyorum." Doğrusu Allah (c.c.)
kullarının ne yaptığını görür. Allah (c.c.) sakınan ve onun doğru olarak
gösterdiği yola giren kimselere yeter. Dostlarım, dualarında beni hatırlasın ve
her türlü haklarını bana helal etsinler. Benim bıraktığım bilgiler de onlara
helal olsun.
Daha önce benim üzerimde meşru
bir hakkı olduğunu iddia eden kimse, kızım Sekine'ye müracaat etsin. O'da onun
razı olacağı şekilde hakkını ödesin.
Allah (c.c.)dan kendim ve sizin
için mağfiret diliyorum.
Allah'ım Seni her türlü noksan
sıfatlardan tenzih eder, Sana hamd ederim, Senden başka ilah yoktur, Sana tevbe
eder; Senden mağfiret dilerim. Beni bağışla ve bana merhamet et. Şüphesiz Sen
çok bağışlayıcı ve merhamet edensin.
Rahmetullahi
Aleyh
Tasavvuf ve Sufiler sitesinden
alınmıştır.
ÂTEŞ-BÂZ-I VELÎ
(Mevlâna’nın ve Dergâh’ın Aşçısı)
Konya’da Âsitane ve Huzûr-ı Pîr
diye anılan Mevlâna Dergâhı’ndan başka merkeze bağlı beş Mevlevî Tekkesi daha
vardı. Bunlardan en önemlisi Şems ve Âteş-bâz Zâviyesi idi. Mevlevî Tekkeleri
Âsitâne ve Zâviye olarak iki kısma ayrılırdı. Zâviyeler, Âsitâneden daha küçük
sayılırdı. İşte hayatından ancak birkaç çizgi ile bahsedebileceğimiz Âteş-bâz-ı
Velî Konya’da, Meram tarafında, kendi adını taşıyan Zâviyenin civarındaki
Türbede medfûndur.
Rivayetlere göre, Âteş-bâz-ı
Velî, Mevlâna hazretlerinin aşçısı idi. Mutfak, Mevlevîlikte pek mukaddes bir
yerdi. Dervişliğe “ikrâr” veren hamlar orada olgunlaşır; çiğler orada pişer,
kemâle ererdi.
Mevlevîler arasında
nakledildiğine göre, Âteş-bâz bir gün odun kalmadığını Hz.Pîr’e arz etmiş.
“Kazanın altına ayaklarını koy” cevabını almıştı. Emre uyan, madem ki böyle
dendi, olmaz olmaz, diye düşünen Âteş-bâz iki baş parmağından çıkan alevle
kazanı kaynatmıştı.Ve ondan sonra ismi ateşle oynayan mânâsında “Âteş-bâz”
kalmıştı. Asıl adı Şemseddin Yusuf idi. Mevlâna’nın sevgili babası
Sultânu’l-Ulemâ ile Horasan’dan geldiği söylenirdi.
Âteş-bâz-ı Velî, Sultan Veled
zamanında dünyadan göç etmişti. Meram civarında, Âşıkan(Aşkan) durağında,
bahçeler ve iğdelikler arasından geçilerek gidilen Türbesinin cephesindeki
kitabenin Türkçe’si şöyledir :
“Bu kabir, kutlu şehit rahmetli
İzzeddin oğlu, milletin ve dinin Şemsi, Yusuf Âteş-bâz’ın kabridir. Altı yüz
seksen dört yılı Receb’in yarısında Allah rahmetine ulaştı. Allah yarlıgasın.”
Yorumlar