Yapılacak çok iş var, çoook!
Yapılacak çok iş var, çoook!
İbrahim Demirci Üstadımızın Kitap Postası'nda Endaze başlıklı çok değerli bir köşesi var idi.
Güncelleme: 17:00, 30 Ağustos 2009 Pazar
Kitap Postası’nı bir hatırlayanlar vardır, bir de unutamayanlar. Bu dergide yazı hayatımızın üç değerli isminin köşesi vardı: Rasim Özdenören, İbrahim Demirci ve N. Ahmet Özalp. Böyle muhteşem isimleri bünyesine almayı akledebilecek ufka sahip dergilerimiz olsa keşke!
İşte o üç büyük isimden İbrahim Demirci Üstadın bir yazısını ç-alıntılıyoruz.
Sabah erkenden kütüphaneye gitmek…
On beş yıl önce miydi? Konya’nın soğuk kış günlerinde Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’nin sıcak salonunu mekân tutmuştum. Sanırım, yarı yıl tatilindeydik. Neredeyse her gün, sabah sekiz, akşam beş, orada oturuyor, kütüphaneden aldığım bir kitabı –Celâl Nuri, Kutup Musâhabeleri- önümdeki teksir kâğıtlarına yazmaya çalışıyordum. Kitap matbu, yani matbaada tab’ edilmiş, ‘basılı’ bir eserdi ama bu “yazma eserler” kütüphanesinde ona ve benzerlerine de yer vardı işte.
Kitapların kütüphaneden dışarı çıkarılması yasaktı. Fotokopi imkânı var mıydı, hatırlamıyorum. Ama böyle bir imkân olsa da onu herhâlde kullanmazdım. Çünkü, kütüphanenin sessiz, sâkin, sıcak ortamı, çalışmak için evden daha uygundu. Ayrıca, böyle sabah erkenden işe gider gibi kütüphaneye gitmek, üstelik herhangi bir kişinin ya da kurumun zorlaması, hattâ talebi olmaksızın, sırf canım öyle istediği için, bu işin gereğine içten inandığım için yola düşmek, pek hoşuma gidiyordu.
Kütüphane salonunda genellikle ders çalışmaya gelen üniversite öğrencileri oluyordu. Onlardan bazıları da çalışmak yerine fısıldaşmayı, gevezelik etmeyi tercih ediyorlardı. Kütüphanenin kitaplarını alan, onlardan yararlanmak isteyen pek az kimse vardı. Onlar da tez veya seminer hazırlamak, ödev yapmak gibi zorunlu sayılabilecek sebeplerle oraya gelmekteydiler.
İşsizlik varmış, iş bulamıyorlarmış!
Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’ne gidip geldiğim o süre içinde –bir hafta, on gün- kimsenin yapmadığı veya çok az kişinin yaptığı bir işi yapıyor olmaktan duyduğum sevinç, bu işleri yapabilecek yüzlerce, binlerce, belki on binlerce kişinin varlığını ve yokmuş gibi etkisiz, işsiz duruşlarını düşündükçe duyduğum üzüntünün yanında pek sönük kalıyordu. Kütüphanelerimizi dolduran yazma ve basma bunca kitap, sadece ilgisizlikten ötürü değil, aynı zamanda dil ve yazı farkından dolayı da, hayatımızın dışına düşmüştü. Arapça bilenlerimiz, Osmanlı Türkçesini tanıyanlarımız, onları hayatımızın içine taşımak için bir şeyler yapamazlar mı? İmam-Hatip, Yüksek İslâm, İlâhiyat, Tarih, Arap Fars dili bölümlerinden mezun olmuş insanlar; ömürlerini, yıllarını, aylarını, haftalarını, günlerini, saatlerini hangi önemli işler için harcıyorlar ki, dedelerinden kalan bu büyük mirasla uğraşacak vakitleri kalmıyor? Bu sorunun cevabını ararken karşımıza çıkacak sonuçları tasavvur edebilirsiniz. Bu tasavvurun hepimiz için utanç verici olduğunu itiraf etmeliyiz. Bu utancı gidermek için yapılacak bir şeyler olmalı!
Burada belki şöyle bir soru akla gelebilir: “Bu işin kime ne faydası olacak ki?” Faydayı para, kazanç, maddî gelir anlamında düşünürseniz, doyurucu olmak şöyle dursun, kayda değer bir fayda bile bulamayabilirsiniz. Ama, atalarımızın (yanlışlıkla ‘atlarımızın’ yazmıştım, düzelttim. Düzeltmesem de olurmuş!) ve atlarımızın yaşayışları, düşünüşleri, yürüyüşleri, koşuşları, konuşuşları, susuşları, kişneyişleri, kılıkları ve donları hakkında bilgilenmek, yeni şeyler öğrenmek, başlı başına önemli bir fayda değil midir?
*
Aman da ne büyük iş!
Eski yazımızla kaleme alınmış eserlere ilgisizliğimizin, uzaklığımızın tuhaf sonuçlarından biri de, bu alanda yapılan basit ve çok kolay çalışmaların bile büyütülebiliyor, abartılabiliyor olmasıdır. Geçenlerde bir gazetede bilmem hangi üniversiteden bir araştırmacının Ermeni sorununa ilişkin “yeni” bilgilere nasıl ulaştığını anlatan bir haber okudum. Bilim adamımızın ‘bulduğunu’ ve ‘hocalarıyla birlikte okuduğunu’ bildirdiği eser, Ahmet Refik’in Kafkas Yollarında adlı, sade bir dille yazılmış ve okunaklı hurufatla basılmış gezi-izlenim kitabıydı.
Bulunuşundan ve içindeklerden heyecanla söz edilen kitap, daha önce benim gördüğüm kadarıyle üç ayrı yayınevince –Fikir Yayınları, Öncü Kitap, Kültür Bakanlığı- basılmıştır ve en azından yirmi yıldır piyasadadır. Konuyla mesleği gereği uğraşan bir kimsenin bu durumu bilmemesi, hele aynı yazarın, yani Ahmet Refik’in aynı konunun bir başka yönünü anlattığı İki Komite, İki Kıtal adlı eserinden –Fikir Y.- hiç söz etmemesi çok üzücü göründü bana.
*
Yapılacak çook iş var çook!
Eski yazılı eserlerin yeni yazıya aktarılması ve hele dillerinin sadeleştirilmesi, yalınlaştırılması sırasında ortaya çıkan yanlışlıklar, yetersizlikler, zorluklar ve tuhaflıklar da meselenin bir başka önemli boyutudur ve üzerinde uzun uzadıya durulmayı hak eden çeşitli yönleri bulunmaktadır.
*
On beş yıl önce yaptığım o zevkli çalışmadan sonra Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’ne pek az yolum düştü. Bir kez, Hattat Hüseyin Öksüz’ün ve talebelerinin hat sergisini görmeye gitmiştim. O zaman orada ebrû sanatının da öğretilmekte olduğunu görüp sevinmiştim.
Son yıllarda kütüphanenin yeni müdürü Bekir Şahin Bey’in yaptığı çalışmalar, işini bir yük değil de, zevkli bir görev saymanın örneklerini oluşturuyor. Onun çalışmalarını işittikçe veya okudukça, içim saygı ve minnetle doluyor.
Kitapların korunması için gerekli fizik şartların ve teknik donanımın sağlanması, bütün kitapların bilgisayar ve CD ortamına aktarılması, ilçelerde ve komşu illerde bulunan kitapların ve kütüphanelerin perişan durumlarından kurtarılması, yıpranmış eserleri onarmak için atölye kurulması, vârisler elinde dağılıp gitmesi muhtemel birçok özel kitaplığın kütüphaneye kazandırılması, mevcut eser ve belgelerin taranarak gün yüzüne çıkarılması… Bunların her biri, alkışlanmayı ve desteklenmeyi hak eden önemli ve büyük işler.
Sünbüle başak mı
Geçenlerde Muallim Nâcî’nin Sünbüle adlı kitabı içinde yer alan ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca ilköğretim öğrencilerine önerilen 100 Temel Eser’den biri olan Ömer’in Çocukluğu’na ulaşmak için Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’ne gittim. Oraya vardığımda mesai bitmişti. Ama müdür bey, yerindeydi. Birkaç misafiri vardı. Odasına girmeden “Yazar” kataloğu M harfine baktım. Kutu neredeyse tıka basa doluydu, kartları aralayıp okumakta zorlandım. Muallim Nâcî’yi buldum. Eserlerinin fişleri, alfabetik sıraya göre dizilmişti. “Bütün bu kitapları kim, ne zaman, okuyacak, değerlendirecek?” sorusu havada asılı kaldı. Üç tane Sünbüle nüshası vardı bu kütüphanede. Numaralarını zihnime yazdım.
Müdür Bey’in “yeni” haberleri vardı. Şehrin bir mahallesine adını veren Hoca Cihan ile ilgili yeni belgeler bulmuştu. Bu belgeler, şimdiye kadar bilinenleri değiştirip düzeltecek nitelikteydi. Daha önemli bir haber de şuydu: Yıllardır Mevlânâ Dergâhı’nda –şimdi müze- çuvallar içinde bekleyen belgeleri alabilmiş ve araştırmacılara sunulacak hâle getirmişti. Ama neredeydi o araştırmacılar? Bekir Bey, emekli ve boş gezen bir arkadaşını çağırıp bunlarla uğraşmasını söylemiş. Uğraşacak mı acaba? O belgelerin fotokopilerinden yapılmış derleme, masasının üstünde duruyordu, bana da gösterdi. Kerkük, Hama, Halep Mevlevîhânelerine ilişkin gelir gider kayıtları, falan mevlevîhâne şeyhinin vefâtından sonra yerine kimin geçeceği… Mektuplar… Tarihimiz, hayatımız, dünkü biz… Burada ne zenginlikler vardı! Onları orada bırakırken hayıflandım.
Kitapların numaralarını alan Bekir Bey, ertesi gün öğleyin CD’nin hazır olacağını söyledi. Teşekkür edip ayrılırken “Yapılacak çok iş var.” dedim. Bekir Bey de “Çoook!” dedi.
“Sünbüle” başak mı demek? O başağın içindeki tane çürüyüp gidecek mi? Hayır, çürümemeli. Çürütmemeliyiz!
İşte o üç büyük isimden İbrahim Demirci Üstadın bir yazısını ç-alıntılıyoruz.
Sabah erkenden kütüphaneye gitmek…
On beş yıl önce miydi? Konya’nın soğuk kış günlerinde Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’nin sıcak salonunu mekân tutmuştum. Sanırım, yarı yıl tatilindeydik. Neredeyse her gün, sabah sekiz, akşam beş, orada oturuyor, kütüphaneden aldığım bir kitabı –Celâl Nuri, Kutup Musâhabeleri- önümdeki teksir kâğıtlarına yazmaya çalışıyordum. Kitap matbu, yani matbaada tab’ edilmiş, ‘basılı’ bir eserdi ama bu “yazma eserler” kütüphanesinde ona ve benzerlerine de yer vardı işte.
Kitapların kütüphaneden dışarı çıkarılması yasaktı. Fotokopi imkânı var mıydı, hatırlamıyorum. Ama böyle bir imkân olsa da onu herhâlde kullanmazdım. Çünkü, kütüphanenin sessiz, sâkin, sıcak ortamı, çalışmak için evden daha uygundu. Ayrıca, böyle sabah erkenden işe gider gibi kütüphaneye gitmek, üstelik herhangi bir kişinin ya da kurumun zorlaması, hattâ talebi olmaksızın, sırf canım öyle istediği için, bu işin gereğine içten inandığım için yola düşmek, pek hoşuma gidiyordu.
Kütüphane salonunda genellikle ders çalışmaya gelen üniversite öğrencileri oluyordu. Onlardan bazıları da çalışmak yerine fısıldaşmayı, gevezelik etmeyi tercih ediyorlardı. Kütüphanenin kitaplarını alan, onlardan yararlanmak isteyen pek az kimse vardı. Onlar da tez veya seminer hazırlamak, ödev yapmak gibi zorunlu sayılabilecek sebeplerle oraya gelmekteydiler.
İşsizlik varmış, iş bulamıyorlarmış!
Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’ne gidip geldiğim o süre içinde –bir hafta, on gün- kimsenin yapmadığı veya çok az kişinin yaptığı bir işi yapıyor olmaktan duyduğum sevinç, bu işleri yapabilecek yüzlerce, binlerce, belki on binlerce kişinin varlığını ve yokmuş gibi etkisiz, işsiz duruşlarını düşündükçe duyduğum üzüntünün yanında pek sönük kalıyordu. Kütüphanelerimizi dolduran yazma ve basma bunca kitap, sadece ilgisizlikten ötürü değil, aynı zamanda dil ve yazı farkından dolayı da, hayatımızın dışına düşmüştü. Arapça bilenlerimiz, Osmanlı Türkçesini tanıyanlarımız, onları hayatımızın içine taşımak için bir şeyler yapamazlar mı? İmam-Hatip, Yüksek İslâm, İlâhiyat, Tarih, Arap Fars dili bölümlerinden mezun olmuş insanlar; ömürlerini, yıllarını, aylarını, haftalarını, günlerini, saatlerini hangi önemli işler için harcıyorlar ki, dedelerinden kalan bu büyük mirasla uğraşacak vakitleri kalmıyor? Bu sorunun cevabını ararken karşımıza çıkacak sonuçları tasavvur edebilirsiniz. Bu tasavvurun hepimiz için utanç verici olduğunu itiraf etmeliyiz. Bu utancı gidermek için yapılacak bir şeyler olmalı!
Burada belki şöyle bir soru akla gelebilir: “Bu işin kime ne faydası olacak ki?” Faydayı para, kazanç, maddî gelir anlamında düşünürseniz, doyurucu olmak şöyle dursun, kayda değer bir fayda bile bulamayabilirsiniz. Ama, atalarımızın (yanlışlıkla ‘atlarımızın’ yazmıştım, düzelttim. Düzeltmesem de olurmuş!) ve atlarımızın yaşayışları, düşünüşleri, yürüyüşleri, koşuşları, konuşuşları, susuşları, kişneyişleri, kılıkları ve donları hakkında bilgilenmek, yeni şeyler öğrenmek, başlı başına önemli bir fayda değil midir?
*
Aman da ne büyük iş!
Eski yazımızla kaleme alınmış eserlere ilgisizliğimizin, uzaklığımızın tuhaf sonuçlarından biri de, bu alanda yapılan basit ve çok kolay çalışmaların bile büyütülebiliyor, abartılabiliyor olmasıdır. Geçenlerde bir gazetede bilmem hangi üniversiteden bir araştırmacının Ermeni sorununa ilişkin “yeni” bilgilere nasıl ulaştığını anlatan bir haber okudum. Bilim adamımızın ‘bulduğunu’ ve ‘hocalarıyla birlikte okuduğunu’ bildirdiği eser, Ahmet Refik’in Kafkas Yollarında adlı, sade bir dille yazılmış ve okunaklı hurufatla basılmış gezi-izlenim kitabıydı.
Bulunuşundan ve içindeklerden heyecanla söz edilen kitap, daha önce benim gördüğüm kadarıyle üç ayrı yayınevince –Fikir Yayınları, Öncü Kitap, Kültür Bakanlığı- basılmıştır ve en azından yirmi yıldır piyasadadır. Konuyla mesleği gereği uğraşan bir kimsenin bu durumu bilmemesi, hele aynı yazarın, yani Ahmet Refik’in aynı konunun bir başka yönünü anlattığı İki Komite, İki Kıtal adlı eserinden –Fikir Y.- hiç söz etmemesi çok üzücü göründü bana.
*
Yapılacak çook iş var çook!
Eski yazılı eserlerin yeni yazıya aktarılması ve hele dillerinin sadeleştirilmesi, yalınlaştırılması sırasında ortaya çıkan yanlışlıklar, yetersizlikler, zorluklar ve tuhaflıklar da meselenin bir başka önemli boyutudur ve üzerinde uzun uzadıya durulmayı hak eden çeşitli yönleri bulunmaktadır.
*
On beş yıl önce yaptığım o zevkli çalışmadan sonra Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’ne pek az yolum düştü. Bir kez, Hattat Hüseyin Öksüz’ün ve talebelerinin hat sergisini görmeye gitmiştim. O zaman orada ebrû sanatının da öğretilmekte olduğunu görüp sevinmiştim.
Son yıllarda kütüphanenin yeni müdürü Bekir Şahin Bey’in yaptığı çalışmalar, işini bir yük değil de, zevkli bir görev saymanın örneklerini oluşturuyor. Onun çalışmalarını işittikçe veya okudukça, içim saygı ve minnetle doluyor.
Kitapların korunması için gerekli fizik şartların ve teknik donanımın sağlanması, bütün kitapların bilgisayar ve CD ortamına aktarılması, ilçelerde ve komşu illerde bulunan kitapların ve kütüphanelerin perişan durumlarından kurtarılması, yıpranmış eserleri onarmak için atölye kurulması, vârisler elinde dağılıp gitmesi muhtemel birçok özel kitaplığın kütüphaneye kazandırılması, mevcut eser ve belgelerin taranarak gün yüzüne çıkarılması… Bunların her biri, alkışlanmayı ve desteklenmeyi hak eden önemli ve büyük işler.
Sünbüle başak mı
Geçenlerde Muallim Nâcî’nin Sünbüle adlı kitabı içinde yer alan ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca ilköğretim öğrencilerine önerilen 100 Temel Eser’den biri olan Ömer’in Çocukluğu’na ulaşmak için Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’ne gittim. Oraya vardığımda mesai bitmişti. Ama müdür bey, yerindeydi. Birkaç misafiri vardı. Odasına girmeden “Yazar” kataloğu M harfine baktım. Kutu neredeyse tıka basa doluydu, kartları aralayıp okumakta zorlandım. Muallim Nâcî’yi buldum. Eserlerinin fişleri, alfabetik sıraya göre dizilmişti. “Bütün bu kitapları kim, ne zaman, okuyacak, değerlendirecek?” sorusu havada asılı kaldı. Üç tane Sünbüle nüshası vardı bu kütüphanede. Numaralarını zihnime yazdım.
Müdür Bey’in “yeni” haberleri vardı. Şehrin bir mahallesine adını veren Hoca Cihan ile ilgili yeni belgeler bulmuştu. Bu belgeler, şimdiye kadar bilinenleri değiştirip düzeltecek nitelikteydi. Daha önemli bir haber de şuydu: Yıllardır Mevlânâ Dergâhı’nda –şimdi müze- çuvallar içinde bekleyen belgeleri alabilmiş ve araştırmacılara sunulacak hâle getirmişti. Ama neredeydi o araştırmacılar? Bekir Bey, emekli ve boş gezen bir arkadaşını çağırıp bunlarla uğraşmasını söylemiş. Uğraşacak mı acaba? O belgelerin fotokopilerinden yapılmış derleme, masasının üstünde duruyordu, bana da gösterdi. Kerkük, Hama, Halep Mevlevîhânelerine ilişkin gelir gider kayıtları, falan mevlevîhâne şeyhinin vefâtından sonra yerine kimin geçeceği… Mektuplar… Tarihimiz, hayatımız, dünkü biz… Burada ne zenginlikler vardı! Onları orada bırakırken hayıflandım.
Kitapların numaralarını alan Bekir Bey, ertesi gün öğleyin CD’nin hazır olacağını söyledi. Teşekkür edip ayrılırken “Yapılacak çok iş var.” dedim. Bekir Bey de “Çoook!” dedi.
“Sünbüle” başak mı demek? O başağın içindeki tane çürüyüp gidecek mi? Hayır, çürümemeli. Çürütmemeliyiz!
Yorumlar