ŞEHİR KİTAP VE KÜTÜPHANE


Bekir ŞAHİN


 ‘…
"Sadece betondan, asfalttan, metalden ibaret bir şehir, ruhu olmayan mekanik bir şehirdir. Biz yaşayan bir varlık olarak gördüğümüz şehirlerin ruhu olmasını, kimliği olmasını, özgün olmasını arzu ediyoruz. Amacımız şairlere, ressamlara, bestekârlara ilham verecek şehirler, yerleşim alanları inşa etmektir" …’  
Recep Tayyip Erdoğan


,"Bir iklimin manzarası, mimarisi, halkı arasında ahenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu gözükür.”
 Yahya Kemal
"İnsan, şehri inşa ederken, aslında taşın toprağın arasında kendisini inşa eder. Gönülde her ne var ise, şehir olarak görünür. Gönlü taş olanın şehri taş, gönlü aşk ile dolu olanın şehri gülistan olur"
Hacı Bayram Veli

Medeniyet kavramı, insanların bir arada yaşadıkları şehirleri ve o şehirleri anlamlı kılan yapıları da ifade etmektedir. İnsan, doğanın çehresini değiştirebilecek müdahaleler yapma bilgisine ve iradesine sahip âlemdeki tek varlıktır. Şayet bu müdahale güzele, iyiye, hayırlıya ulaşma yönünde olursa insan, Allah'ın yeryüzündeki halifeliği vasfına uygun davranmış olur.
İçerisinde insanın faaliyet halinde olduğu mekânlar, insanın çevresini düzenleme faaliyetlerini yürütürken kendi kültürel kimliğinin şekillendiği alanlardır. Şehre ruh kazandıran, medeniyet ve kültürdür. İnsan merkezli, estetik anlayışımıza uygun inşa edilen ve harmanlanmış kültürü yansıtan yapılar olduğunda o şehirde ruh var demektir. Aynı zamanda, şehrin ruhu; o şehirde yüzyıllardır yaşayan insanların oluşturduğu anlamlar bütünüdür.
Medeniyetimizde şehir, daha doğrusu binalar, sokaklar, mahalleler insanın yaratıcısına yönelişinin simgeleridir.  Hatta şehri, cennet tasavvurunun bir parçası görenler dahi mevcuttur. İbn-i Haldun'a göre, şehirlerin bir ruhu vardır ve insanlar, zamanla yaşadıkları şehrin ruhuyla özdeş hale gelir. Bir başka ifadeyle, şehirde yaşamaya karar vermek aynı zamanda bir hayat biçimi tercihidir. Bu bakımdan insanla-şehir arasındaki ilişkiyi doğru kurmak çok ama çok önemlidir.

Bizim şehirlerimiz, dünyanın her tarafından alimleri, fazilet ve irfan sahibi insanları adeta kendine çekmiş, cezbetmiştir. Konya bugün, yalnızca geçmişten kalan tarihi yapıları ile değil, İbni Arabî, Sadreddin Konevî, Mevlâna, Bosnevî, Hadimîlerle ilim irfan mektebidir, medeniyetimizin merkez şehridir.   

Medine’yi- Şehri “ahkamın indiği ve tatbik bulduğu belde”

Medine-şehir, “Cuma kılınan-Pazar kurulan” özelliğiyle pazarın üretenlere açıldığı beldedir.


Bir diğer husus da şu: medine-şehir, kardeşlik (ahı-ahî) ilkeleriyle birbirine bağlı toplumun inşa ettiği adalet yurdudur.
“Şehir, İnsanın hayata, kendine ve etrafındaki tüm varlıklara dair tasavvurunun tecessüm etmiş halidir.”
 “Bizim fikir dünyamızda medeniyet şehirdir, şehir de Medine’dir. Medine’de çarşıyla cami, medreseyle pazar yeri, ölümle hayat bir bütündür.”
 “İslam şehirlerinde ihtişam ile sadelik, vakar ile tevazu, yeni ile eski, dünya ile ahiret iç içedir, bir aradadır.”
 “Her şehrin bir karakteri, şahsiyeti ve ruhu vardır.
Bu ruhla şehir, sakinlerini olgunlaştırır ve medenileştirir.”Anadolu’nun Mayalanma mekânları kütüphaneler Mayası Kitaplar.
Aşk olsun Anadolu’daki Mayaya, aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara, aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara, aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara ve can verenlere ve vereceklere.”
Yola düşmeye niyet edenler peşinen bilsinler ki bu bu konferans kitap tavsiye etme konuşması değildir. Böyle yapmanın faydadan hali olduğunu düşünmüyor, aksine yola koyulmak niyetinde olanların yapması gereken daha önemli işler bulunduğuna inanıyorum.
Evvelen bismillah Okumak bir ihtiyaçtı. Bilgi bombardımanı altındaki okura doğru kitapları işaret etmek açısından da okuyamayana neler kaybettiğin göstermek açısından da.. Ama daha önemlisi kitabın haysiyet, mehabet (ihtiram, azamet, hürmete karşılık korku) ve faikıyetinin (Üstünlük,değer) koruma gayretidir ki işte buna soyunmak tam bir serdengeçtiliktir. Ortalık sanal ekran ve içerikleri takdis eden şövalyelerle kaynıyor.  Kitaba, matbuata ve selüloz kokusuna rağbet azaldı. Bu böyle oldu diye dijital dünyanın “miş” gibi yapan ve yaşatan görüntülerine teslim olacak değiliz Biz hayalin değil rüyanın meftunuyuz. Kendisinde kaybolduğumuz sanal gerçekliklerde değil, satır satır, cümle cümle genişlettiğimiz tasavvur dünyamızda yaşayalım istiyoruz. İşte bu yüzden ısrarla ve hala kitap diyoruz. Kitap bizim son adamızdır. İnsan olmak, insan kalmak ve insana ulaşmak kitaplardır. Saadetimiz de felaketimiz de kitaptan geçiyor. O yüzden biz kitabı öneriyor, kitaba çağırıyoruz. Çabamız; kitap eksenli kitap merkezli bir hayatı cazip kılmak içindir.
İnsanların, toplumların ve devletlerin gücü, ürettikleri kültür ve medeniyet değerlerinin varlığıyla ölçülür. İnsanoğlu olarak daha aydınlık bir gelecek inşa edebilmemiz, insanlığın ortak değeri, ortak mirası ve ortak kazanımı olan kültür ve medeniyet değerlerini geliştirebilmemizle mümkündür. Buda ancak kitapla olur kütüphaneyle olur.
Bizler, Selçuklu’dan Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e kadar büyük devletler kuran bir milletiz. Bu büyük devlet geleneğinin arkasında büyük bir medeniyet ve kültür tasavvuru yatmaktadır. Gelecek nesillere karşı en büyük sorumluluğumuz, insan ve âlem tasavvurumuzun temel bileşenlerini oluşturan bu eşsiz mirasın etkin bir şekilde aktarılmasını sağlamaktadır.

Bugünkü ve yarınki nesillerimizin gelişimi, geçmişimizden devraldığımız büyük kültür ve medeniyet mirasının daha iyi idrak edilmesine ve sahiplenilmesine bağlıdır
Kitabımızın indirilen ilk ayetlerinde “oku” fiili zaten, ilginçtir iki defa geçer. “Yaratan Rabbi’nin adı ile oku ki O insanı “alaka”dan yarattı” ayetindeki “oku” fiilinde yaratılışa yapılan atıf okumanın hadiseleri, yaratılışı ve dış dünyayı okumak şeklindeki nev’inin hissettirirken “Oku, insana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir” ayeti kalem, kâğıt ve kitap ile tahsil edilen okumayı çağrıştırır.
İnsanları okumakla ilişkileri bağlamında üçe ayırabiliriz;
 Okuyanlar, okumayanlar, okumayı arzulayanlar.
Okuyanlar bir yola girmiş bahtiyarlardır.
Okumak, yürümeye bir yere ulaşmaya niyet etmek demektir. Niyet, samimi ve içtense varılacak yerin makbul ve güzel bir yer olduğunun da umabiliriz.
Okuyanlar, okumaktan mananın ne olduğunun bir şekilde öğrenmesi muhtemel seçkinlerdir. Zaten okumak denen o serüveni muhteşem kılan da kişiyi er ya da geç hakikatle buluşturabilecek bir potansiyel taşımasıdır.
Ya kitap okumaya arzulayanlar? Bunların en önemli özelliği nereden başlayacaklarını bilmemeleridir. O yüzden gördükleri her kalem erbabına “nereden başlamalı” sorusuna sorarlar bu gruptakiler.
Yola düşmeye niyet edenler peşinen bilsinler ki; İlk önemli iş şudur: Kitap okumayı arzulayanlar, her şeyden evvel niye kitap okumak istediklerine dair niyetlerini tashih etmeliler. Niçin yola koyulacaklar? Neden okuyacaklar? Okumaktan muratları nedir? Okumakta ne fayda umuyorlar? Okumak fayda umulacak bir şey midir? Yoksa bizahati okumak bir fayda mıdır?
Bu sorularla cebelleşmek kolay değil. Bunun gerekli olmadığının düşünenler de çıkabilir. Sorunların niyetimizi düzeltmek açısından anlamlı olduğuna inanırım. Ama doğrudan okuma serüveninin içine dalmak isteyenler de nasipsiz kalmaz elbet. Öyle ya da böyle başlangıçta yapmamamız gereken şey bellidir. O da emre uymaktır.  Emir ne, yukarıda değindik: “Yaradan Rabbinin adıyla oku!” Madem nedenini, niçinini sorgulamadan okumaya başlamak istiyorsun, o halde seni yaratan, yoktan var eden, kalemle yazmayı öğreten Rabbini anarak, yani yapacağın işi onunla irtibatını raptederek oku!
Her gün üç binden fazla kitabın basıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Kitaplar, kitaplar, kitaplar… Sayfalar dolusu. Hükümle dolu. Ne söyler, kime ne anlatmak isterler, bunu düşünmek gerek. Kitabın satırlar aralarını okumak gerek o yüzden.
NİÇİN OKUYACAĞIZ NE OKUYACAĞIZ
Ortak eser yokluğu ortak ruh mahrumiyeti
Bundan aşağı yukarı bir asır önce Aydınlarımız tartışıyordu: Bizim de klasik eserlerimiz var mıdır? Yok mudur? Aralarında Ahmet Midhat Efendi, Cenab Şehabeddin. Ahmet Rasim, Hüseyin Danış gibi dönemin tanmış kalem erbabı da vardı.
Ahmet Midhat'a göre klasikler en ziyade “temeşşuk ve taaşşuk edilecek şeyler" idi, "Temeşşuk yani meşk etme, benzerini yapmaya kalkışma egzersiz modeli kılma. Ya "taaşşuk işte orada mesele ciddileşiyordu,
Zira "taaşşuk, âşık olma, gönül kaptırma yahut bugünün jargonuyla söylersek, flörtleşme idi.
Ahmet Midyat ve arkadaşları için klasik demek, yalnızca Batının geçmişten bugüne gelen eserleri demekti. Biz Avrupalı olmak ve Avrupa edebiyatıyla meşgul bulunmak "mecburiyetinde " olduğumuz için "bu klasikleri tanımamak büyük bir nakısa"' idi.
Tercüme ve Taklit
O günlerde kalabalık bir edebiyatçılar kadrosu bu konuyu tartışır dururlar. Fakat mesele bir noktaya gelir ki, ibretliktir Ahmet Midyat Efendi, Necip Asım, İsmail Avni ve ikdam gazetesi başyazarı Ahmet Cevdet, dilimizin Batı klasiklerindeki ifade gücünü karşılayacak noktada olmadığını, bizim klasik bir dönemimizin oluşmadığını, bu yüzden Türk edebiyatının klasik eserlerinin bulunmadığını, onun için de tez zamanda ve ayrım yapılmadan Batının klasiklerinin tercüme ve taklit edilmesi gerektiğini söylerler.
İlginçtir ki, her açıdan bir aşağılık psikolojisi ve müstemleke teslimiyetçiliği kokan bu düşüncelere karşı, aklıselim ve zevk-i millîyi savunmak Cenap Şehabettin’e düşer.
 Şair iddia eder ki; “her milletin edebiyatı kendisine özgü bir tarzda gelişir. Bir milletin edebiyatı, diğerinin yerini tutmaz ve örnek olamaz. Taklit çok kötüdür. Batı'nın klasikleri zevk ve hayat yorumu itibarıyla bize yabancıdır, Zevk de, güzellik de "nisbidir, toplumdan topluma değişir. Bir edebi eserin üstünlüğünü ve kalıcılığını içinde oluştuğu kültürün güzellik ölçüleri ve edebî kıyasları belirler.”
Bu minval üzere sürüp giden bu tartışma 1897'de yaşanmıştı. Batılılaşma maceramızın daha başlarındaydık. Aydınlanınız da siyasîlerimiz gibi bu mecrada emekleme dönemini yaşıyorlardı. Zihinler bulanık, görüşler karmaşıktı. Fakat dikkat edilmesi gereken odur ki, tohum sağlam atılıyordu, Ahmet Midhat'ın dediği gibi, mademki Batılılaşacaktık, öyleyse edebiyatta da Batı'nın öncüllerinden başlayarak esastan bir zevk ve düşünce değişimi yapmalıydık. Nitekim bu düşüncenin gelip geçici, yalnızca dönemiyle sınırlı bir düşünce olmadığı elli sene sonra, 1940'larda bir kere daha anlaşıldı.
 Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel de, Türkiye'de bir hümanist kültür yaratmanın ilk adımı ve esaslı programı olarak Batı klasiklerin tercümesini önemsemiş ve bunların tercümesi bakanlık yayınları arasında rafları doldurmuştu.
Arada belki de nazarlık kabilinden ve birer "susturucu" olarak Şark klasiklerinden çeviriler de göze çarpıyordu Mesnevi. Gülistan, Boston, Mantıkut tayr vs. Ancak kahır ekseriyet Antik Yunan ve Latin'den başlayarak, Batı eserleri idi. Bu çeviriler, o günden bugüne. Cumhuriyet Türkiye sinin en büyük çeviri ve hatta kültür hamlesi olarak hafızalarda kaldı ve eserler defolarca basıldı.
Uzun vadede Türk düşünce hayatında derin tesirleri de oldu. XIX. Yüzyılın sonundan bugün bize kalan ibretlik ana mesele, bizce "Bizim de klasiklerimiz var mı ki?  Garabeti oldu. Bir asırdan fasla bir zaman sonra, peki biz bu hayret içeren garip tutumu bütünüyle aydınlar veya ülkenin ortalama okur-yazarları olarak aşabildik mi? Yahut günlük hayatın pratiği içinde o günün bocalamalarını aşıp nerelere gelebildik?
Bu sorulara benim cevabım hiç de ferahlatıcı değil. Meseleye de bu karamsar pencereden bakmayı zorunlu görüyorum.
Fuzuli, Bayburtlu Zihniye Seslenebiliyor. Kitab-ı Hikâye-i Gâribe: 27 varaklık bir eser olup, Bayburt beylerinden Abdullah'ın 18 yıllık hayatının hikâyeleştirilmiş şeklidir. Eser, Saim Sakaoğlu ve Ahmet Sevgi tarafından 1992 yılında yayımlanmıştır. Bu eserin Türk romanına geçiş aşamasında önemli bir yeri vardır.
Koşma
Vardım ki yurdumdan ayak götürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Bu milletin geleneksel hayatı içinde, edebiyat da geleneğin kodları ile teşekkül ediyor, bu büyük ve sarıp sarmalayacağı güvenlik zırhının içinde, o hayatın insan ve varlık algısı çerçevesinde kaleme alınmış, yazılıp söylenmiş eserlerle topluma sesleniyordu.
Bunlar içinde kimileri de oluyordu ki, sesi nesilleri ve devirleri aşıyor, milletin sonraki nesillerini de çatısı altında toplamayı başarıyordu. İşte bizim klasiklerimiz , ‘’ âsâr-ı muhallede miz  ‘’onlardı. Âsâr-ı muhallede yani ölümsüz eserler dediğimizde de, Süleyman Çelebinin Mevlidi' akla geliyordu(Mevlid:
Malûm olduğu üzere Hz.Mevlâna’nın en meşhur eseri, mesnevînin bir nazım şekli olmasına karşın şekildeşleri içinde en muteberi olması hasebiyle Mesnevî adıyla maruftur. 15.yüzyıl ulemasından Süleyman Çelebi’nin 1409’da kaleme aldığı Vesiletü’n-Necâtda, esas olarak Peygamber Efendimiz’in dünyayı teşriflerini anlatmaları sebebiyle mevlid adını verdiğimiz nazım türü etrafında ilk ve en fazla rağbet göreni olmasından ötürü bu isimle meşhurdur. Mevlid nüshalarının sonunda yer alan Geyik, Güvercin, Deve, Kesikbaş, Ejderha gibi küçük hikâyeler de bu eserin ayrılmaz bir parçası olarak okuna gelmişlerdir. Mevlid’in tabiri caizse popülaritesi günümüzde devam etmekte, önemli gün ve gecelerde okunmaya devam etmektedir. )
 meselâ. Yazıcı oğlu Muhammed in Muhammediyesi vardı,
Muhammediyye:
Yazıcıoğlu Mehmed tarafından 1449’da kaleme alınan bu eser, Megâribü’z-Zamân adında Arapça bir kitabın tercümesidir. Değişik konulardaki manzumelerden müteşekkil olan bu kitap temel olarak üç bölümden oluşmaktadır: Yaratılışla ilgili kısım, siyer-mevlid bölümü ve kıyamet ile öteki dünyadan bahseden son bölüm. Türk halk geleneğinin önemli eserlerinden biri olan bu eserde ele alınan konular, Kur’ân-ı Kerîm ve hadis gibi ana kaynaklar yanında eski dinî gelenekler ve çeşitli nitelikteki yerel inançların etkisinde kalınarak yorumlanmıştır. Uzun müddet medrese ve mekteplerde dahi ders kitabı olarak okutulan bu eserin şöhreti Anadolu ve Balkanları aşıp Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte baş köşede yer alan bir kitap hüviyeti kazanmıştır.)

 Hazreti Ali Cenkleri, Battal Gazi Destanları, Fuzuli Divanı, Leyla ve Mecnun, Garibnâme... Garibname, Aşık Paşanın 1329 yılında yazdığı öğretici nitelikte, on İki bin beyitlik tasavvufi, manzum eser.

Aruz vezninin fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbına göre düzenlenen kitap on bölümdür, her bölüm işlenen konuların savısına göre tekrar on küçük bölüme ayrılır. Eserde kanaat, doğruluk, sadakat, marifet, hakikat, şeriat, irfan, ibadet, fazilet gibi değişik konuların din ve tasavvuf deyimleri, bunların önemleri, dereceleri birer hikâye veya fıkra ile açıklanır. Dili oldukça yumuşak ve akıcıdır. Bugün unutulmuş pek çok Türkçe kelimeyi bir araya getiren eser, Türk, dili ve dil tarihi bakımından önemlidir.
Aşık Paşa, eserinde Türkçenin zenginliğini, anlatım gücünü, birçok derin konulan açıklayacak kadar yeterli olduğunu ileri sürer. Eserin istanbul kütüphanelerinde XIV. yy.-dan kalma yazma nüshaları vardır,
 Hatta aynı medeniyetin farklı bir dili ile yazımış bile olsalar Mesnevi, Gülistan, Bostan, Mantıkut tayr. -. Farklı ilgiler ve yönelişlerle de olsa nesilleri sayfalarında toplamış, farklı toplum kesimlerinin buluşma noktası olmuş eserlerdi bunlar. Mehmet Akif in Safahatı bile bu kervanın son temsilcisi olarak listeye ilâve etmek mümkündür. Bu eserlerin kendi çağının fert fert muhataplarında oluşturdukları :
«Estetik terbiye. Eğiticilik, iç derinliği, dil zevki, ifade edebilme gücü. Bilgilenme gibi birçok etki ve faydasının yanı sıra, üzerlerinde oluşturdukları ilgi yığılması ve nesilden nesile devamlılık ile de toplumsal ölçekte ortak bir varlık ve hayat idraki şekillendirmesi, aktarımı ve yorumu, zevk ittifakı, kültür taşıyışlığı, toplumun fertleri arasındaki ortak paylaşımdan doğan bir farkında oluş, diğerini anlayış inceliği, estetik heyecan ve güzellik gözü teşkili gibi birçok işlevinin de olduğu göz önünde bulundurulursa, mevcudiyetlerinin anlamı ve gerekliliği çok daha iyi anlaşılır. Bir toplumun ruhu, okudukları ortak eserlerden de neşet eder. Bu ruh ise, toplulukları “toplum yapan” kalabalıkları anlamlı bir bütüne dönüş türen etkendir.
Bu toplumun geleneksel hayatı içinde bu vardı. Edebiyat da bu misyona hizmet eden önemli alanlardan birisi idi. Temsil gücü yüksek, etkili, klasik eserler ibda ve inşa etmişlerdi atalarımız. Bu eserler vasıtasıyla Tanpınar'ın dediği üzere, fuzuli Âşık Ömer'e, Dehhani Nedim'e, Karacaoğlan Bayburtlu Zihni'ye seslenebiliyor, yine bu eserler üzerinden, Erzurum Valisi İbrahim Paşa tarlada harmanını savuran Kozanlı Ahmet'le, Vefa'da Ekmekçi zade Medresesi'nde müderrisin önünde ders takriri yapan Molla Abdurrahman Mohaç Seferine çıkmış Ermenekli Yeniçeri Hasan'la sesdeş ve duygudaş olabiliyor, aynı hayat tecrübesini, aynı bediî heyecanı» paylaşabiliyordu.
Bugün biz bu paylaşımın neresindeyiz? Sormak zorunda olduğumuz temel soru budur. Geçmişten bugüne taşınması gereken devamlılık bilinci açısından, geçmişin klasik eserleri karşısında konumumuz ve durumumuz nedir? Bugün bizim üzerinde bir heyecan ve estetik zevk ittifakı sağladığımız eserlerimiz var mıdır?
Büyük Eserlere Yabancıyız Birinci sorunun cevabı büyük bir inkisar-ı hayal, ikincisininki ise aynı büyüklükte bir hayıflanma olsa gerektir. Cetlerimizin büyük eserleri karşısında ekseriyet itibarıyla artık birer yabancıyız.
Bu eserler, bu toplumun ortalama okur-yazarları için artık bir Urartu tableti yahut bir Frig mezar taşı kitabesi kadar çetrefil ve düşük; anlamlı birer metin hükmüne "düşüreli epey oldu. Yerine ikame edebildiğimiz ortak eserlerimiz toplumsal ittifak metinlerimiz oldu mu?
Maalesef. Bu günün rağbet gördüğünü ve çok sattığını görüp çok okunduğunu sandığımız edebî ürünleri bunların yerini tutacak m?  yoksa bu metinler, popüler kültürün ve tüketim toplumunun çeşitli yapay ilgi artırıcı mekanizmalarıyla şişirilmiş tirajlara sahip kılınmış. Gelip geçici, muhteva yükü hafif yahut içi tamamıyla boş, yarını inşa etme kabiliyetinden uzak, oyalayıcı, makyajlı, estetik düzeyi sığ ticari metalar mıdırlar? Böyle oldukları için de hitap ettikleri "tüketici zümre" tarafından kullanılıp bir kâğıt peçete gibi. atılıverilmekte midir?
Veyahut her küçük ve bölünmüş "zümre", sesi kısık. Gölgesi güdük bile olsa kendi mensubunun kitabını adedeta bir kült haline mi getirilmektedir?
Bu ve benzeri soruları edebiyat kültür basım ve yayın ortamımız için diri tutmak ne çok şeye uyanmamızı sağlayacaktır.
"Neler okunmalı?'’ ve "Nasıl okunmalı?' soruları etrafında hem kitap okuma adabını hem de kitap okumanın tarihini de konuşmalız.
"kitapların bizi nasıl bir millet yaptığı' na da değinmek gerek
            Nasıl okursunuz?
Her şeyden önce mutlak bir mekân-zamanda yaşamıyoruz; bu nedenle her türlü İnsanî eylem mukayyettir; mekâna-zamana has niteliklerle kayıtlanmıştır, İnsani bir eylemin gerçeklik kazanması da bu niteliklerle, koşullarla ilgilidir.  Bu koşullar eylemin dışına ilişkin olabilir; bizatihi eyleme ilişkin olabilir.
Bir niyetiniz ve amacınız yoksa okuma eylemi de herhangi bir anlam taşımaz. Nitekim ehl-i irfân şöyle der: Niyetinden şüphelenen yola çıkamaz; amacından şüphelenen yol alamaz...
Niyetsiz ve amaçsız çıkılan yol ise, bedelini ödetir. Bu nedenle “Okumak için okumak” hem vakit kaybıdır hem de kapitalizme yarar; kaldı ki, “Düşünmeden yapılan her okuma zaman kaybıdır.
 Okuma özelinde niyet ile amaç, sorun ve soru ile mesafe alır. Başka bir ifadeyle sorununuz yok ise sorunuz da olmaz; sorunuz yok ise, araştırma ve inceleme yapmanızın da bir anlamı bulunmaz; o hâlde tüm bu istidlalin sonucu şudur: Okumanızın da bir anlamı yoktur.
Tüm bu denilenlerin hâsılası sorunuzla bağlantılı olarak şudur: Sorunlarım var; bu sorunları sorulara dönüştürüyorum; akabinde yanıtlarını bulmak için araştırmaya ve incelemeye başlıyorum. Bunun için de okumalar yapıyorum; notlar alıyor, özetler çıkarıyorum. Bu çerçevede okumamın nasıllığı ve niçinliği; zamanı ve sıklığı hep bu sorular tarafından belirleniyor. Okunan, karıştırılan, gözden geçirilen kitap sayısını da bu soruların şiddeti belirliyor.
Bir sorunu, öncelikle varsayımsal bir soruya dönüştürür; akabinde de onu denetlemek, doğrulamak, kanıtlamak için okumalar yaparsınız; notlar alırsınız; özetler çıkarırsınız. Sırf bu nedenle alanınızla ilgili yazılı, basılı, görsel her türlü materyali takip edersiniz; özellikle süreli yayınları, konferans ve sempozyumları...
Hiç kimse bir masanın önünde, en mütevazı ifadeyle, 3-4 saat kesintisiz zevk ile oturup kitap okumaz, okuyamaz; eğer bir derdi, bir sorunu, bir sorusu yok ise elbette... Ve bu dert bir de İlmî ve akademik sorumlulukla birleşir, sizin için bir vazife hâlini alır; hatta ahlâki bir gereklilik olur.
Meraka dayalı sorular için yapılan okumalara gelince, bu tür okumalar bir tür zevk okumalarıdır; çünkü herhangi bir dış dayatma dolayısıyla yapılmazlar. Bu tür okumalar doğrudan öğrenme, en basit ifadeyle haberdar olma maksadıyla yapılırlar. Not almanız; özet çıkarmanız zorunlulukla gerekmez; isteğe bağlıdır. Kanaatimce, yeni bir şey öğrenmenin, merakı gidermenin zevki hiçbir şey ile ikame edilemez. Bu nedenle bir insanın entelektüel seviyesini yeni bir bilgi karşısında duyduğu heyecanın şiddetiyle ölçebiliriz.
 Heyecanlanmıyorsa, gözleri parlamıyorsa, daha derine inmeye çalışmıyorsa, o kişinin bilgi, dolayısıyla kitap ile ilişkisinin mesleki kaygıları aşmadığını, merak makamına çıkmadığını düşünülür.
 Bu nedenle bu tür kişilerle ortak bir şarkı terennüm etmem mümkün olmuyor.
             Başka bir deyişle okumanın saati var mıdır.
İlmî ve akademik okumaların belirli bir saati olmuyor şüphesiz; çünkü görev bilinciyle ne zaman gerekiyorsa o zaman o okumayı yapmak zorundasınız. Ancak meraka dayalı ilmî okumaları genellikle gece yapmayı tercih ediyorlar. Ancak böyle bir ortamda okuyan kişi, okunan kitap ve öğrenilen bilgi arasındaki ayrım alabildiğince kalkıyor, bir ittihâd hâsıl oluyor. Bu hâli edebi olarak şöyle ifade edilir: Gece çayı zifiri karanlıkla demlenir; dert ile tatlandırılır; hüzün ile içilir ve kitap okumakla anlamlandırılır... Gerçekten bu tasvir edilen  bir hâldir; hâl de kâl ile ancak bu kadar ifade edilebilir. Yeri gelmişken şunu belirteyim: Okumaya, kitaba ilişkin en nefret edilen söz “boş zamanlarımda kitap okurum” ifadesidir. Bu sözün sahiplerine şunu söylüyorum: “Boş zamanlarımda kitap okurum” demek ile “ara-sıra insan olurum” demek arasında mefhûm açısından bir fark yoktur.
            Satranç ustaları aynı anda bir kaç farklı kişiyle satranç oynarlarmış, zihinlerini açmak için. Siz de aynı anda birden fazla kitabı okuyanlardan mısınız?
Bir soruyu yanıtlamak için çıkağınız yolda soru soruyu doğurur; en iyi, doğru ve güzel okuma tarzı soruların peşinden koşmak değil, akmaktır, su gibi... Bu şekilde bilgiyi öğrenmezseniz sadece; bilgi sizi ıslatır zaten.  sırılsıklam olursunuz.
Bir insanın entelektüel seviyesi, yeni bir bilgi karşısında duyduğu heyecanın şiddetiyle ölçülür.
Mekânları dikkate alarak bir sınıflandırma kitaplar için mümkündür.... Kitapların zordan kolaya doğru sıralayarak evde, okulda, otobüs beklerken, gemide vb... şeklinde... Kitap okurken, bir sûre sonra dış-dûnya ile irtibat kesildiği için kalabalık mekânlarda kitap okumak ile ilgili bir sorun olmamalı; çünkü kitabı muhatap alındığında okur için diğer her şey gâib mesabesindedir; yani kaybolur gider... Allah’a şirk, okunan kitaba da şerik koşulmaz...
            “Usûl olmadan vusûl olmaz.” demişler. Bu anlamda okumada vuslata ermek, menzile ulaşmak için okuma usulümüz nasıl olmalıdır? Bilhassa okumaya meraklı olan; ama nasıl okuması gerektiğini bilmeyenlere ne tavsiye edersiniz?
Yukarıda işaret edilen niyet ile amaç ilkeleri baki kalmak şartıyla belirli bir konuda başlangıç aşamasındaysak bir giriş kitabı ile başlamak; akabinde o alanın tarihine ilişkin bir kitabı müzakere etmek en doğrusu gibi... Bir konuyu ya dışarıdan, en geniş daireden içeriye, en dar daireye doğru hareket eden bir şekilde ya da içerden, en dar daireden başlayarak dışarıya en geniş daireye doğru ilerleyen bir biçimde okumak sağlıklı geliyor bana... Birincisi bir konuya yeni başlayanların takip etmesi gereken bir tarz iken İkincisi bir uzman okuyuşudur.
Gençlikte yapılan en büyük yanlışlardan biri de bir konuda yayımlanmış tüm kitapları okuyarak nüfuzun artacağı zehabıdır. Edebu’t-talîm eserlerinde dendiği üzere, bir konuda bin kitap okunacağına o konudaki iyi bir kitabın bin kez okunması daha verimlidir. Okurken en genel anlamıyla temel ıstılahları ve ana yargılan tespit etmek kitabın maksadını tahsil için asgarî şarttır. Daha derin bir deyişle, okunan kitabın kendine konu aldığı nesneleri bu nesneler için kullanılan ıstılah ve yargıları (epistemolojik ), kitaba ilişkin olan, yazarın anlam-değer dünyasınıve fikir ile yargıların tarihî sıra düzenini dikkate almalıdır. Anlamlı bir okumanın bu dört şematizme bağlı olduğunu düşünüyorum.
Elbette bilginin bir tür menzil işi olduğunu unutmamalıyız; büyük filozof Taşköprûlüzâde’nin dediği üzere, her bilginin bir menzili vardır; o menzile varmadan, o bilgi nâzil olmaz; çünkü nuzûl, menzile tabidir. Yanıtlar, sorularımız ile birikimimiz arasındaki oranın ritmik ifadesindedir; oran yok ise cevap ile karşılansa bile anlaşılmaz, anlaşılamaz... Bu nedenle bulmak için acele etmek, arananın varlığım tehlikeye atar. Sabır tahammül etmek değil; güç biriktirmektir. Her ne olursa olsun feyz î câbîdir; yeter ki zaman ve zemini gelsin...
            Anadolu özelinde düşündüğümüzde, bu topraklarda yüzyıllar boyunca hangi kitaplar okunmuştur; yani bu toprakların hamurunu hangi kitaplar yoğurmuştur? Kitaplarla birlikte bizi yetiştiren müelliflerimizden, okuma ve yazma serüvenlerinden bahsedebilir miyiz?
Bu güzel bir soru ancak bir döküm ortaya koymak için çok uzun soluklu konuşmayı talep eder. Kültür heremî yani piramidaldir. Her bir katmanının kendine has bir okuma kültürü ve kitapları vardır; aynca konulara göre de kitaplar değişir. Elbette halk seviyesinde bu talep başkadır; istidlâlî bilginin mekânı medreselerde ya da irfânî neşenin yurdu tekke ve konaklarda daha başka... İslâm medeniyeti kendinden önceki tüm ilmî mirası temellük ederek kitaba dökmüş, kitaplaştırmıştır; bu nedenle, bir yazı, bir yazma, bir kitap medeniyetidir. Gerçekte kitabın macerâsı bizâtihi İslâm medeniyetinin, mâcerâsıdır.
İslâm medeniyetinde metin (kitap) en genel anlamıyla üçe ayrılır: Kitâb-i tekvînî yani Evren; kitâb-i tenzih yani Kur'an-i Kerim, nihayet kitâb-i tedvini yani insanların değişik alanlarda kaleme aldıkları metinler ki henüz tam bir envanterine bile sahip değiliz…Ki, bu metinleri kaleme müelliflerin her birinin kitap ile ilgili hikayeleri, serüvenleri üzerine konuşmak apayrı bir iştir.
1.     Başka bir haysiyetle ise metin (kitap) yine üç kısımda mütalâa edilebilir: Birincisi kurucu metinler: Kur’an-ı Kerim ve temel hadis külliyatı İslâm medeniyetinin kurucu metinleridir. Kurucu metinler o medeniyetin anlam-değer dünyasının, hayat görüşünün hermeneutik atıf noktalarıdır. Bu işlevleriyle medeniyetin anlam-değer dünyasının asgari/minimal metafiziğin sınırlarını anlam-ufuk yayını belirler ve denetlerler. İkincisi taşıyıcı metinler: Daha kurucu metinlerin yorumlarını ihtiva eden ancak her çağın ruhuna uygun olarak yeniden ifadelendirilmiş metinlerdir. Başka bir deyişle taşıyıcı metinler farklı mekân ve zamanlarda kurucu metinlerin anlamlarını muhtelif kültürler için yeniden ifadelendirirler, kurucu metinleri bir kültürdeki farklı idrak katmanları için güncelleştirmek, anlaşılır kılmak demektir. Bu işlevleriyle taşıyıcı metinler tüm bir medeniyet yapısı için olmasa da o medeniyet içinde varlık kazanan kültürlerin kurucu metni hâline gelebilirler. Üçüncüsü öğretici (talîmî) metinler: Bu metinler hem telif tarzları hem de işlevleri bakımından iki alt kümeye ayrılırlar. Birincisi, daha çok sözlü kültürün imkânları içinde varlık kazanan ve okuma-yazma bilmeyen ya da yüksek kültürün mensubu olmayan insanların beslendikleri, Yazıcı-zâdelerin Ahmediyye ve Muhammediyye adlı eserleri gibi hemen tüm Türkçe konuşulan dünyada mütedâvil (elden ele dolaşan) halk eserleridir. İkincisi ise bir medeniyetin ve kültürün anlam-değer ve bilgi dünyasını nesiller arası aktarıma sokan ya da daha üst seviyede medeniyetin ve kültürün seçkinlerini besleyen ders kitaplarıdır. Medreselerde muhtelif sahalarda tedris edilen talîmi metinler ile muhtelif alanlarda derinlemesine bilgi edinmek isteyen tahsilli sınıfların başvurdukları kaynak kitaplar bu alt-türe örnek olarak gösterilebilir, öğretici metinlerin en önemli özelliği olarak medeniyetin ve kültürün ürettiği bilgiyi kamusallaştırmaları ve toplumsallaştırılmaları gösterilebilir. Böylece bir bütün olarak öğretici metinler süreç içindeki mümarese (el alışkanlığı, alışma, yatkınlık.)  ile birlikte bir kültüre mensup fertlerin farklı seviyelerdeki idrakleri için anlam katmanları oluşmasına imkân verirler.
            Okuma-yazma biçimleri arasında milletler arasında farklar olduğunu söyleyebilir miyiz? Mesela Osmanlı nasıl okur-yazardı? Bugünkü okuma-yazma biçimimizle Osmanlının okuma-yazma biçimi arasındaki farklar nelerdi? Yine bugün mesela bir Türk’ün okuma-yazma biçimiyle İngiliz’in okuma-yazma biçimi arasında ne gibi farklar vardır? Her milletin kitaba yaklaşımı farklı olsa gerek?
            Elbette okuma-yazma biçimlerinde hem farklar var hem de benzerlikler... Ayrıca yine dediğiniz gibi kitaba yaklaşımda da kültürlerin benzerlikleri ile farklılıkları mevcut... Hem geçmişte hem de günümüzde... Bu en genel anlamıyla bilginin o toplum içindeki yeri ile alakalıdır; en dar anlamıyla da maddî koşulların ürettiği imkânlarla... Ayrıca kitabın malzemesi de belirleyicidir; yazma bir kitap ile matbu bir kitabın ürettiği etkinlik aynı değildir. Şimdiye değin söylediklerim genel cümleler; Okuma, yazma ve kitap açısından Osmanlı kültürü için henüz nihaî bir yorum yapmak zor; ayrıca hangi yüzyıldaki Osmanlı ve dahi hangi coğrafyadaki Osmanlı... Balkanlar: Üç mede Bu tür soruların sıfatlarına dikkat etmeliyiz; sıfatsız sorular tehlikelidir; bizi mekân ve zamandan dolayısıyla hareketten uzaklaştırır; mutlak, sabit, hareketin bulunmadığı boş bir uzayda düşünmeye zorlar... Sonuç, tüm yanıtlarımızın tarihî olanı ıskalamasıdır. Osmanlı kitap kültürü için İsmail Erünsal hocamızın çalışmalarına müracaat edilebilir. Osmanlı kitap kültürü ile başka bir kültürü, mesela İngiliz kitap kültürünü mukayese ise uzmanca bilgi ister ki bu uzmanlık bende mevcut değil; câhilim kısaca; genel kültür ile de bu tür konular üzerine konuşmak doğru değildir. İslâm medeniyetinde kitap kültürü için ise yabancı dillerde bazı çalışmalar yapılmış; bunların bir kısmı Türkçeye çevrilmiş; bir kısmı da çevrilmeyi beklemektedir.
            Kitabın malzemesi de belirleyicidir; yazma kitap ile matbu kitabın ürettiği etkinlik aynı değildir.
            Bugün için bu ülkenin okullarında okuyan/okumuş bir gence “Aman bunları okumadan geçme!” diyebileceğiniz kitap isimleri rica edebilir miyiz?
İlkelerim gereği belirli kitap isimleri vermiyorum; ancak genel bazı mülahazalarda bulunabilirim: Her yeni yola çıkan öncelikle her sahadaki kamusal ortalama bilgiyi temsil eden kitapları okuyarak işe başlamalı... Bir kültür, hem vicdânı terbiye eden hem de aklı talîm eden birikimini kendi nesline aktarmak ister; işte kamusal ortalama bilgi bu birikimin hem vicdâni hem de aklî bir ifadesidir.
Bu bilgi de en iyi şekilde ders kitaplarında tecessüm eder, en azından etmelidir. Yeri gelmiş iken soralım: Bu tür ders kitaplarımız var mı?
 Unutmayalım ki, vicdanları terbiye etmeden yalnızca idrâkleri eğiten milletler kendi mensupları tarafından aşağılanmaya hazır olmalıdırlar.
Gençlere sadece akıl yürütmeyi değil gönül yürütmeyi de öğretmeliyiz. Bu süreç belirli bir yaşa kadar sürmelidir; ondan sonra kişilerin bir kuş gibi uçmalarına ve kendi okumalarını yapmalarına fırsat vermeliyiz.
 İnsanlar kendi adımlarını atmalı, kendi yollarını inşa etmelidir.
 Biz terbiye ve talim ile bir genci ancak yola koyabiliriz; yolda yürütemeyiz.
Bu nedenle gençlere sahih bir niyet ve kavi bir amaç vermeliyiz.
Unutmayalım ki, mekânı yola dönüştüren niyet sahibi bir kişinin adım atmasıdır. Bir niyet ile adım atmak da kişiyi basit bir yürüyenden, yolcuya dönüştürür. Bırakalım yolcu, kendi yolunu kendi bulsun, kendi kursun.
            Her Şeyi Okumalı mıyız?     
    Osmanlı’nın son müderrislerinden, aynı zamanda da Cumhuriyetin ilk profesörlerinden Ömer Ferit Kam, Dini Felsefi Sohbetler isimli kitabında dinin insana verdiği mukâvemet gücünü anlatırken 'İnsan her şeyi okumalı mı?’ sorusunu sorar. Cevabı ilginç bir çıkışla verir: “Birader sen de amma zayıf kalpli adamsın. İnsan her şeyi okumalı. Fakat hiçbirinin müfrit taraftan ve mutaassıbı olmamalı. Kararlılık, ihtiyat ve itidali elden bırakmamalı. Fikirleri tarta tarta okumalı.
Ferit Kam İnsanın her şeyi okuması gerektiği kanaatinde olmasına rağmen cevabının devamında baştaki mülâhazasından biraz farklı bir görüş serdeder: “Gerçekten bu gibi kitapların (mesela cevabının bulamadığı sorularla intihara sürüklenen Schopenhauer’ın Fragman Düşüncesi gibi kitapların okunması insanı, özellikle gençleri tabii biraz sarsar. Ben bunları okurum da sarsılmam demek boş lakırdıdır.” Nasıl dişimize kaçan ufak bir kırıntı, çıkarıncaya kadar rahat vermezse aynen dimağımıza giren bir takım fikirler de cevabı bulununcaya kadar huzurumuzu bozar. O yüzden aykırı fikirlerle uğraşmak herkesin kârı değildir; ihtiyatlı yaklaşmak gerekir, zira "o fikirlerin içinde öyle helâk edici, öyle zehirli fikirler vardır ki insanı bir anda yere serip öldürür*’
                       Süheyl Ünver’in okuma usulünü anlatan bir konferansından;
            “Efendim biz bir aileyiz. Birbirimize hesap vermek zorundayız. Hangi aydayız? Mart değil mi? Bu ay biliyorsunuz vergi ayı da. Ben de sizlere vergi vermek zorundayım. Yani kütüphanelerden çalışmamın hesabı.
            Efendim, konumuz kitap.
            Ben ömrümde kitap, mecmua okumam. Ya ne yaparım? Karıştırırım. O gün ilgilendiğim kısımları not alırım. Kitabın mahiyetini anlamak için okumaya lüzum yok. Okuduklarından not alan kimse ilim yapar. Kitap okumakla boş zamanlarınız heder edersiniz.
            Bugün sizlere arz edeceğim konu metin harici bahisler:            Metin harici denildiği zaman akla ne gelir? Kitabı yazan, kâğıdı, cildi, bahis harici küçük notları, tezhibi, v.s. Bazı yazarlar bir kitabı incelediği zaman bunlara hiç dikkat etmezler, ele almazlar. Bunların hepsini bir araya getirdiniz mi o kitabın dili olur.
                       Kitap karıştırma hevesine daha küçük yaşlarda heves ettim. Bu 20 yaşımda başladı. O zaman Tıbbiye ilk sınıflarında idim. Eski harfleri bildiğim için Arapça ve Farsça kitapları karıştırarak kolayca not alıyordum. Şimdiye kadar 55 sene zarfında 60.000 kitap karıştırdım. Ne yazık ki halen mevcut 250.000 kitabımızdan ancak bu kadarını görebildiğim için üzgünüm. Yani beşte birini görmüşüm. Kitap karıştırmakla insan çok şey öğreniyor. Bunu da tecrübelerime dayanarak sizlere tavsiye ediyorum.  Efendim, bizim vaktimiz yok bu kadar kitap görmeye, diye mazeretleriniz de olur.  O zaman size derim ki: Madem istiyorsunuz, vakit ayırın. Ne kadar boş vakitlerimizi heder ediyoruz.  Bunun telafisi yok arkadaşlar.  İnsan istese günde en az on kitap karıştıramaz mı? Hesap edin, ayda, yılda ve senelerde bu rakam ne olur?
            Efendim ben kitaplardan öğrendiğimi küçük not kâğıtlarına kaydederim.  Sonra onlar birikir ve bir dosya meydana getirir. Bazılarını defter haline sokarım. Bunların miktarını söylemeye utanıyorum. Keza defterler ve dosyalar hepsi de emrinize amadedir.
            Eskiden dedelerimizin, babalarımızın cebinde bir not defteri vardı. Onlar öğrendiklerini oraya kaydederdi. Şimdi ki nesilde bunu göremiyorum. Hep şifahilik. Memleketimizin bilinmeyen ne noktalarını bu yüzden kaybediyoruz. Tarih olup gidiyor. Neden? Hep bu kaydetmeme yüzünden. Neden hiçbirimizin bir not defteri yok. Efendim böylece kendimizi de kontrol etmiş oluruz. Biz bizi öğrenmeliyiz, tanımalıyız ve dünyaya tanıtmalıyız. Bu hepimizin ödevi. Kendi kararımızca, kendi ölçümüzce bir şeyler yapacağız. Biz bu dünyaya boş durmaya gelmedik.”  (Süleymaniye Kütüphanesi Saat- 16.00 29.03.1973)
Okuma Diyetine mi Girilmeli?
Ferit Kam Hoca’nın aykırı fikirlerle dolu diye bahsettiği kitapları okumamalı mı o zaman? Öyle ya, madem zehirlenmek ve helâk olma ihtimali var, bir okuma diyetine mi girmeli? Bu diyeti de ‘yapılabilirler’ değil, yapılamazlar' temelinde mi oluşturmalı? Ne okumalı sorusu yanında ne okumamalı sorusunu da mı sormalı?
Doğrusu her kitabın bir kaderi var. Kitapların kaderinden kaderimize izler düşer etkilendim dediğimiz kitap ile böylece kaderdaş oluruz. Aynı kaderi paylaşacak olmamız muhtemel ki ortak bir akıbete uğurlar bizi, bu yüzden satırları nereye akıyor, dikkat etmek gerekir, Ne düşer yazarın gönül ufkundan o satırlara? Nereden çıkar o söz ki, tam da gider bizde yerim bulur? İçimizde, nereyi sular harflerin sağanağı? Nereyi yeşillendirir? Neleri gürleştirir? İçimizde büyüyen, kabına sığmayan o şeyler dışımıza nasıl taşar? Öfke, şevinç, hüzün, nefret, muhabbet, Ne taşar?
Madem zehirlenmek ve helak olma ihtimali var, bir okuma diyetine mi girmeli? Bu diyeti de ‘yapılabilirler’ değil, 'yapılamazlar' temelinde mi oluşturmalı? Ne okumalı sorusu yanında ne okumamalı sorusunu da mı sormalı?
            Yüzlerce Kişiyi intihar Ettiren Kitap
Ferit Kam Hoca’nın baştaki hükmüne uymalı ve her şeyi okumalı. Aykırı fikirlerle dolu, insanı bir anda yere serip öldürecek kitapları dahi okumak. “Ateş topraklarından başka bir şey değil" diye nitelenen Goethe’nin Genç Werter'in Acıları adlı kitabını okuyan yüzlerce kişinin intihar ettiğini biliyoruz. Eleştirmen “Bütünleşmek için kendisinden başkasında yaşamın anlamını ve varolmanın değerini bulamayan sınırsız aşk, aynı zamanda trajik olma tehlikesini de içinde taşır” şeklinde özetliyor Werter'in yaşadıklarını, insan vakıası değil mi? "Rabbim affetmezsen bunlar senin kulların, affedersen sen Gafûr-ur-Rahimsin" yakarışına konu olmuş insanların hikâyeleri ise söz konusu olan bunları okumaktan niye geri kalalım?
Evet, her şeyi okumalı. İnsana dair, yaratılmışa, O’nun kullarına dair her şey bizi alâkadar etmeli. O’nun kullarının eserlerinden O'nun eserlerine yol bulmalı. Kitapların kaderlerinden kendi kaderimize giden yolu en güzel şekilde kat edebilmek için. Kitaplarla yorulmalı, kitaplarla dinlenmeli. Her kitabın yorgunluğunu yeni bir kitapla gidermeli Her kitabın dinginliğiyle başka zor bir kitabın iklimine açılmalı. Hayatımızda kitaplara dair bir boşluk olmamalı. “İşlerinden boşaldığın vahit tekrar çalış ve yorul. Rabbine rağbet et (O’na yönel ve boş durma.)" Kitaptan kitaba koşmalı. Her kitapta güzelliklerin izini sürmeli.
Evet, her şeyi okumalı, ama hep bir bilincin maiyetinde, kaderimizin kitabına düşecek izlerin endişesini hissederek yapmalı bunu. Bu bilinci kuşandı mı da insanı bir anda yere serip öldürecek kitap olmadığını bilmeli. Bu bilincin eşliğinde olduk mu derin denizler bizi yutamayacaktır, dipsiz vadiler bizi yitiremeyecektir; bu itimadı yaşamalı. Her yeni kitabın, sadece besmelesinde değil, belki her satırında bu bilinç halini muhâfaza edip etmediğimize dikkat ederek ama.  Bir de niyetimize. Kitaplarla çıkacağımız yolculukla onlardan ne bekleyeceğimizi de iyi hesap etmeli. Çünkü bu yolculukla ancak umduğumuzu buluruz. Bilgi isteyene bilgi. Kariyer isteyene kariyer. Kendi hakikatine varmak isteyene kendi hakikati. Sadece umduğumuzu buluruz.

Fent Kam Hoca haklı, insan her şeyi okumalı.
Roman okurlarının sayısının her geçen gün kitap satışlarının artış oranlarıyla doğru orantılı olarak arttığını görüyoruz. Peki, nicelikteki artış niteliğe, yani nitelikli okur sayısına da yansıyor mu?
Her ne kadar ister istemez niceliğe bağlı bir artış görülse de bu soruya evet diyebilmek hayli zor.
İçine doğduğumuz 21. Yüzyıl tüketimin hemen her şeyin önünde olduğu bir yapıda. Evlerimizde kullandığımız mobilyalardan cebimizde taşıdığımız telefonlara kadar çoğu eşyamızın ömrü bir yıla kadar düşmüş vaziyette. Yaşadığımız zamanın bu tüketici, harcayıcı karakteri ister istemez kitaplara haliyle romanlara yansıyor. Genel okur kitlesinin büyük çoğunluğunu tüketici okur tipi kaplıyor. Bu yargıya çok satanlar listelerine bakarak rahatlıkla varabiliyoruz. Listelerdeki romanların büyük çoğunluğunun ortak özelliği hızlı ve kolay tüketilebilir olmaları. Otobüste ya da uyumadan önce yatakta kolayca okunabilecek, yormayacak, eğlendirecek basit dilli romanlar.
Tüketici okurun, romanları tüketilecek nesne, birkaç gün hatta birkaç saat kendisini oyalayacak eğlenceler olarak telakki ettiğini bu romanların ortak özelliklerine bakarak söyleyebiliriz. Böyle bir anlayış bir insanın okey oynaması, futbol maçı seyretmesi ya da bir komedi filmi izlemesi kadar anlaşılabilir bir durum.
Bir diğer okur karakteri ise idealist okurdur. İdealist okur, ne kadar çok roman okursa kendisini o kadar çok geliştireceğine inanır ve romanları bitirmek için okur. Bu okur karakterinin tüketici okura nispeten daha iyi romanları daha verimli okuduğunu söyleyebiliriz. Fakat idealist okur Milan Kundera’nın Roman Sanatı kitabında “romanın ruhu” diye tanımladığı şeyi kaçırır.
Edebiyat Mesajını Direk Vermez
Roman bir edebi tür, edebiyat bir sanat dalı, sanat ise bir iletişim yöntemidir. Fakat sanatın bilhassa edebiyatın iletme yöntemi diğer iletişim araçlarından farklıdır. Edebiyatın iletme yöntemini Manzaradan Parçalar kitabındaki “Okumak Üzerine” başlıklı yazısında Orhan Pamuk güzel anlatır: “Çünkü kelimeler ve edebiyat, karıncalar ya da su gibidir: Çatlaklara, deliklere, görünmez aralıklara her şeyden önce ve en iyi şekilde kelimeler girer. Hayat hakkında, dünya hakkında asıl merak ettiğimiz şey de, önce bu görünmez çatlaklarda belirir ve onu her şeyden önce iyi edebiyat görür.” Çoğu zaman düştüğümüz hatalardan birisi, edebiyatın çatlaklara sızdığını unutmak ve bize mesajını direk verdiğini düşünmek, hatta ondan bunu beklemektir.
Roman üzerinden gidersek, bir romanı okuyup bitirdiğimizde ondan beklentimiz iyi ya da kötünün, doğru ya da yanlışın kesin olarak ayrıldığını görmek olabilir. Fakat bu bir yanılgıdır. Romanın ilettiği mesaj tek merkezli değil, çoğu zaman çok merkezlidir. Bunu görebilmek ise menzile, sona, sonuca bakarak değil, yola bakarak mümkün olabilir.
Kitaba ilgi hep artacak
Yazı yazmak hiç kuşkusu yok ki bir iz bırakma gayesinden doğar kültürün maddi şartlarının tekliğinin bilimsel sürekliliğini yazıya borçludur insanoğlu söz uçar yazı kalır denir doğrudur. Yazmak sözün mührüdür. Sözünü ve dilin konuşmanın sesi varsa yazının da hükmü ve kalıcılığı vardır.
 Kitabı sesli okur musunuz?
Çok ilginçtir ki bu ikisi yani söz ve yazı bundan 500 yıl öncesine kadar çokta aykırı şeyler olarak görülmüyordu. Ortaçağ Avrupa'sında yazılı eserler sesli okunurdu. Bu adeta bir zorunluluktu. Bir kitabı elinize aldığınız zaman onu çevrenizdekilerin duyacağı şekilde sesli biçimde okumanız gerekiyordu. Bunun çeşitli nedenleri vardır elbette ama bunlardan en önemlisi kitabın basım teknikleri ile alakalıydı. Kitap bir ekonominin ürünü değildi kitle iletişiminde çok dar bir yer kaplıyordu. Kitabın az olduğu herkesin okuma yazma bilemediği dönemlerde bunlar dolayısıyla bir kişinin sesli okumasını da dinleyen herkesi kitaba ya da yazıya ortak ediyordu. Aynı dönemlerde İslam coğrafyası içerisinde kitaplar hattatların kalemlerinden çıkıyordu. Bugün eşsiz güzellikte eserler olarak bir kültür hazinesi olan yazma eserler aslında o günlerde kitap üretiminin geniş imkânlara sahip olmadığına işaret ediyordu. Okur azdı yayın teknikleri gelişmemişti. Kitap insan emeğiyle vücut buluyordu. Bu nedenle kitapları kopyalanması meşakkatli bir işti. Üstelik böylesi zorlu bir işin ardından kitap pahalı bir ürün oluyordu.  ağaç oyma kalıplar 1500 yıl önce Çin'de dolmuştu dünyanın pek çok noktasında bu teknik uygulanıyordu hatta Avrupa bu tekniği Araplardan almıştı ne var ki bunların hiç birisi kitabı bir ekonomik bir ürün haline getiremezdi getiremedi de. Yayın dünyasında yazıyı bir ekonomik bir yere ya da kitle iletişiminin odağı haline getiren şey malumunuz matbaacı Gutenberg ile başladı. Harfler metal kalıplarla buluştuğunda kitap daha seri ve daha ucuz olarak piyasaya sunulabildiği. Modernleşme ile birlikte adım okuma yazma kültürünün yayılmasıyla birlikte bu iş tam bir sektör haline geldi. İşte kitap ve pazar kelimelerini yan yana getiren kırılma noktası bu iki temel değişim oldu.
Teknik devrim ve okuma alışkanlığı
Bugün bir kitap pazarından söz edebiliyorsak ilk olarak işte teknik devrin ve ikinci olarak da okuma alışkanlığının Kültür hayatına işlenmesi sayesindedir. Bu süreci neden anlattım? Sadece tarihi bir geçersiz gerçeği sizinle paylaşmak amacında değilim elbette. Amacım bu süreç üzerinden Türkiye'deki kitap pazarına ilişkin olarak iki temel meseleyi gözler önüne sermek. İlk nokta; doğrudan doğruya kitabın bir pazar ürünü olarak Türkiye'deki konumuyla gücü ile ilgili. Türkiye'deki teknik altyapı kitabı kitlesel bir ürün haline getirmekte zorlanmıyor. Bugün matbaacılık imkânlarımız kalite ve verimliliği sağlayacak düzeyde. 2015 yılında Türkiye’de 621 milyon aşkın kitap üretildi 56.000'i aşan başlıkta hemen her konudaki kitap piyasadaki yerini aldı. Özellikle edebiyat teknoloji ve uygulamalı bilimler tarih eğitim ve din konularındaki kitaplara yoğun bir talep var. ifade ettiğim bu konulardaki kitapların ağırlıklı rolü bulunuyor sektörde. Ayrıca 6000 kitap evi, 150 dağıtım şirketi kitabı okurla buluşturuyor. 2016 yılı rakamlarını merakla beklediğimizi de belirteyim.
Aşılmayı bekleyen problemler var
 Altyapı konusunda yapılan yatırımlar bu sektördeki adımlarımızı sağlıklı bir şekilde atmamızı sağlıyor. Yayınların sağlıklı bir şekilde tasnifi ve takibi için 2007 yılında kurulan online ısbn sistemi, sektörün dinamiklerini daha iyi görmemizi sağladı. Kentleşme, genç nüfus ve iş yaşamında giderek artan uzmanlaşma ile birlikte sosyal yaşamdaki zenginleşme kitaba olan ilgiyi daha da artıracak. Ama hala bu konuda ciddi sıkıntılarımız var belki de bunların en başta okuma alışkanlığı geliyor. Ülkemizde 2015 yılı itibari ile kişi başına düşen kitap sayısı 8,1. Bu rakam gelişmiş ve bazı gelişmekte olan ülkelere göre çok az dolayısıyla Türkiye’de kitabın kitle iletişiminin ayrılmaz bir parçası yapan yazar yayıncı Okur arasındaki zincir, yeterli bir sayı ya yani pazar büyüklüğüyle desteklenmiyor. Matbaanın icadını tamamlayan Okur kitlesinin deki artıştı. Bir yandan kitap ucuzlarken, diğer yandan okuma yazma oranı artıyordu. Kitabı ekonomik bir sektörünün parçası yapan süreç buydu. Bugün okul sayısı konusunda, Türkiye'deki problemler açılmayı bekliyor. Türkiye'deki kitap pazarına ve genel olarak Dünya kitap piyasasına ilişkin olarak öne çıkan ikinci nokta da şu; bugün 500 yıldan uzun bir süre önce Kunt En Berk ile yaşanan değişime benzer bir gelişmeye şahit oluyoruz. En iyisini yapmak zorundayız kitap, artık elektronik dünyanın bir ürünü olma yolunda. Mürekkep, kâğıt, kalem ortadan kalkmalı elbette. Onlar da olacak. Ama şunun altını da özenle çizmek gerekiyor. Kitabı internetle, elektronik ile yeni bir kitle iletişim yöntemi ile buluşturabilen yayıncılar, yeni denizlere yelken açacak. Kitap gerçeği, yayın hayatımızın ve sektörün geleceğini belirleyecek. Bu sektöre ayakta kalmak, küresel rekabette bende varım diyebilmek buna bağlı. Bugün Türkiye’de kitap genel olarak yayın pazarı, gelişme yolunda ilerleyen ama henüz yeterli güce de erişmemiş bir niteliğe sahip. 2015 yılında 10.000 kitap yayınlandı. Ama daha yürümemiz gereken çok yol var. Ben öyle düşünüyorum ki uluslar arası fuarlar kültürel çaplı organizasyonlar da bu konuda yayın dünyamızın temsilcileri için bir deneyim kazanma vesilesi oluyor küresel eğilimlerin ve teknolojik yenilikleri burada takip edebiliyor, gereken dersleri çıkarabiliyoruz. Osmanlı'daki ilk sistemini matbaa açılalı getiren İbrahim müteferrika denizciliğinin geliştirilmesi için kâtip Çelebi tarafından yazılan bir kitabı tuhfetül kibar fi esfar el bihar-ı yayınlamıştı.
1729 yılında yayınlanan bu kitapta kâtip Çelebi bugün de önemli olan gafleti bir tarafa koyup yine elinden geleni yapmaktır. Diyordu bizlerde sektörünün geleceği ve gelişmesi adına gafleti bertaraf edip, elden gelenin en iyisini yapmak zorundayız.
Kitle tablet ve akıllı telefonlardan okunabilecek çok ucuz fiyatlara e kitap satılıyor. Ücretsiz olarak pek çok kitabın PDF sine ulaşmak mümkün. Dijitalleşen Çağ'da kâğıdın kokusu ne kadar dayanabilecek?
Türkiye olarak bu konuda pek çok yeniyiz. E kitabının hâlâ dünya çapında çözülmeyi bekleyen büyük sorunları var.
Telif hakları vesaire gibi birçok meselenin halledilmesi gerekiyor. Bunun tam olarak oturması uzun sürecektir. Şimdilik bir şey demek çok doğru olmaz.
E kitaplar bizi istila edecek gibi manşetler atmak için daha çok erken.
Osmanlıca bir takım Matbu kitapların Kütüphanelerce taranıp internet arşivinin yapılması bu tür kitapların satışını bir nebze de olsa yavaşlatmıştır.
 Mesela İstanbul büyükşehir belediyesinin Atatürk kitaplığındaki Osmanlıca kitapların hepsinin taranıp okuyucunun hizmetine sunulmuş olması araştırmacıların kolaylıkla indirebilmesi büyük rahatlık. (Okur Dergisinin  1., 2., 3 , sayılarından faydalanılarak hazırlanmıştır.)Ek:
KÜTÜPHANE VE KİTAP SAYILARI
İLÇE ADI KÜTÜPHANESİ OLAN KURUM
SAYISI
KÜTÜPHANE
SAYISI
KİTAP
SAYISI
2016-2017 EĞİTİM ÖĞRETİM YILINDA KURULAN Z KÜTÜPHÜNE SAYISI 2017-2018 EĞİTİM ÖĞRETİM YILINDA KURULACAK Z KÜTÜPHANE SAYISI
AHIRLI 4 4 6.173 1  
AKÖREN 4 4 6.629 1  
AKŞEHİR 33 33 40.024 3  
ALTINEKİN 4 4 3.910 2  
BEYŞEHİR 44 44 34.907 5  
BOZKIR 18 19 23.261 1  
CİHANBEYLİ 37 37 22.418 1  
ÇELTİK 7 7 3.318 1  
ÇUMRA 35 35 18.716 2  
DERBENT 3 3 2.113 1  
DEREBUCAK 8 8 8.217 1  
DOĞANHİSAR 14 14 14.777 1  
EMİRGAZİ 4 4 3.820 1  
EREĞLİ 57 60 56.878 4  
GÜNEYSINIR 5 5 5.125 1  
HADİM 9 9 10.060 2  
HALKAPINAR 2 2 5.305 1  
HÜYÜK 14 14 14.390 1  
ILGIN 28 29 21.948 2  
KADINHANI 28 28 22.256 2  
KARAPINAR 18 18 14.943 2  
KARATAY 89 94 126.829 17  
KULU 25 26 14.240 1  
MERAM 114 118 135.061 19 15
SARAYÖNÜ 14 15 11.756 1  
SELÇUKLU 167 170 225.479 39  
SEYDİŞEHİR 37 38 22.802 2  
TAŞKENT 9 9 6.273 1  
TUZLUKÇU 4 4 3.674 1  
YALIHÜYÜK 1 1 730 1  
YUNAK 12 12 16.934 2  
Genel Toplam 848 868 902.966 120 15
Not: Kütüphane ve kitap sayıları 2016-2017 eğitim öğretim yılına aittir.





Yorumlar

Unknown dedi ki…
Ezel Bahar Yaz ayları doğunca
Her çiçek açılır gülden ziyade
Ben eski yarimdan ayrı düşünce
Şimdi bir yar sevdim ondan ziyade

Selam verse selamını alırım
El bağlayıp divanına dururum
Eni sonu yar yolunda ölürüm
Armağanım yoktur candan ziyade

Bir kuşak kuşanmış saçağı dizde
Öz imanım kaldı şöyle bir kızda
Yarısı gerdanda yarısı yüzde
Sayılmaz beni var binden ziyade

Karacaoğlan der ki ne salınırsın
Altın pas mı tutar ne silinirsin
Ey kız gözüme huri görünürsün
Anam seni sevmez Benden Ziyade

Karacaoğlan

https://youtu.be/XoX2ko2cl3s

Popüler Yayınlar