ŞEHİR KİTAP VE KÜTÜPHANE
Bekir ŞAHİN
‘…
"Sadece betondan, asfalttan,
metalden ibaret bir şehir, ruhu olmayan mekanik bir şehirdir. Biz yaşayan bir
varlık olarak gördüğümüz şehirlerin ruhu olmasını, kimliği olmasını, özgün
olmasını arzu ediyoruz. Amacımız şairlere, ressamlara, bestekârlara ilham
verecek şehirler, yerleşim alanları inşa etmektir" …’
Recep Tayyip Erdoğan
,"Bir
iklimin manzarası, mimarisi, halkı arasında ahenk varsa, orada gözlere bir
vatan tablosu gözükür.”
Yahya
Kemal
"İnsan, şehri inşa ederken, aslında
taşın toprağın arasında kendisini inşa eder. Gönülde her ne var ise, şehir
olarak görünür. Gönlü taş olanın şehri taş, gönlü aşk ile dolu olanın şehri
gülistan olur"
Hacı Bayram Veli
Medeniyet kavramı, insanların bir arada yaşadıkları
şehirleri ve o şehirleri anlamlı kılan yapıları da ifade etmektedir. İnsan, doğanın
çehresini değiştirebilecek müdahaleler yapma bilgisine ve iradesine sahip âlemdeki
tek varlıktır. Şayet bu müdahale güzele, iyiye, hayırlıya ulaşma yönünde olursa
insan, Allah'ın yeryüzündeki halifeliği vasfına uygun davranmış olur.
İçerisinde insanın faaliyet halinde olduğu mekânlar,
insanın çevresini düzenleme faaliyetlerini yürütürken kendi kültürel kimliğinin
şekillendiği alanlardır. Şehre ruh kazandıran, medeniyet ve kültürdür. İnsan
merkezli, estetik anlayışımıza uygun inşa edilen ve harmanlanmış kültürü
yansıtan yapılar olduğunda o şehirde ruh var demektir. Aynı zamanda, şehrin
ruhu; o şehirde yüzyıllardır yaşayan insanların oluşturduğu anlamlar bütünüdür.
Medeniyetimizde şehir, daha doğrusu binalar,
sokaklar, mahalleler insanın yaratıcısına yönelişinin simgeleridir. Hatta şehri, cennet tasavvurunun bir parçası
görenler dahi mevcuttur. İbn-i Haldun'a göre, şehirlerin bir ruhu vardır ve
insanlar, zamanla yaşadıkları şehrin ruhuyla özdeş hale gelir. Bir başka
ifadeyle, şehirde yaşamaya karar vermek aynı zamanda bir hayat biçimi
tercihidir. Bu bakımdan insanla-şehir arasındaki ilişkiyi doğru kurmak çok ama
çok önemlidir.
Bizim
şehirlerimiz, dünyanın her tarafından alimleri, fazilet ve irfan sahibi
insanları adeta kendine çekmiş, cezbetmiştir. Konya bugün,
yalnızca geçmişten kalan tarihi yapıları ile değil, İbni Arabî, Sadreddin
Konevî, Mevlâna, Bosnevî, Hadimîlerle ilim irfan mektebidir, medeniyetimizin
merkez şehridir.
Medine’yi- Şehri
“ahkamın indiği ve tatbik bulduğu belde”
Medine-şehir, “Cuma
kılınan-Pazar kurulan” özelliğiyle pazarın üretenlere açıldığı beldedir.
Bir diğer husus da şu:
medine-şehir, kardeşlik (ahı-ahî) ilkeleriyle birbirine bağlı toplumun inşa ettiği
adalet yurdudur.
“Şehir, İnsanın hayata, kendine ve etrafındaki tüm varlıklara
dair tasavvurunun tecessüm etmiş halidir.”
“Bizim fikir
dünyamızda medeniyet şehirdir, şehir de Medine’dir. Medine’de çarşıyla cami,
medreseyle pazar yeri, ölümle hayat bir bütündür.”
“İslam şehirlerinde
ihtişam ile sadelik, vakar ile tevazu, yeni ile eski, dünya ile ahiret iç
içedir, bir aradadır.”
“Her şehrin bir
karakteri, şahsiyeti ve ruhu vardır.
Bu ruhla şehir, sakinlerini olgunlaştırır ve medenileştirir.”Anadolu’nun
Mayalanma mekânları kütüphaneler Mayası Kitaplar.
Aşk olsun Anadolu’daki Mayaya, aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara,
aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara, aşk olsun ve de selam
olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara ve can verenlere ve vereceklere.”
Yola düşmeye niyet
edenler peşinen bilsinler ki bu bu konferans kitap tavsiye etme konuşması
değildir. Böyle yapmanın faydadan hali olduğunu düşünmüyor, aksine yola
koyulmak niyetinde olanların yapması gereken daha önemli işler bulunduğuna
inanıyorum.
Evvelen bismillah Okumak bir ihtiyaçtı. Bilgi bombardımanı
altındaki okura doğru kitapları işaret etmek açısından da okuyamayana neler
kaybettiğin göstermek açısından da.. Ama daha önemlisi kitabın haysiyet, mehabet (ihtiram, azamet, hürmete karşılık
korku) ve faikıyetinin (Üstünlük,değer)
koruma gayretidir ki işte buna soyunmak tam bir serdengeçtiliktir. Ortalık
sanal ekran ve içerikleri takdis eden şövalyelerle kaynıyor. Kitaba, matbuata ve selüloz kokusuna rağbet
azaldı. Bu böyle oldu diye dijital dünyanın “miş” gibi yapan ve yaşatan
görüntülerine teslim olacak değiliz Biz hayalin değil rüyanın meftunuyuz.
Kendisinde kaybolduğumuz sanal gerçekliklerde değil, satır satır, cümle cümle
genişlettiğimiz tasavvur dünyamızda yaşayalım istiyoruz. İşte bu yüzden ısrarla
ve hala kitap diyoruz. Kitap bizim son
adamızdır. İnsan olmak, insan kalmak ve insana ulaşmak kitaplardır. Saadetimiz
de felaketimiz de kitaptan geçiyor. O yüzden biz kitabı öneriyor, kitaba
çağırıyoruz. Çabamız; kitap eksenli kitap merkezli bir hayatı cazip kılmak
içindir.
İnsanların, toplumların
ve devletlerin gücü, ürettikleri kültür ve medeniyet değerlerinin varlığıyla
ölçülür. İnsanoğlu olarak daha aydınlık bir gelecek inşa edebilmemiz,
insanlığın ortak değeri, ortak mirası ve ortak kazanımı olan kültür ve
medeniyet değerlerini geliştirebilmemizle mümkündür. Buda ancak kitapla olur kütüphaneyle
olur.
Bizler, Selçuklu’dan
Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e kadar büyük devletler kuran bir milletiz. Bu büyük
devlet geleneğinin arkasında büyük bir medeniyet ve kültür tasavvuru
yatmaktadır. Gelecek nesillere karşı en büyük sorumluluğumuz, insan ve âlem
tasavvurumuzun temel bileşenlerini oluşturan bu eşsiz mirasın etkin bir şekilde
aktarılmasını sağlamaktadır.
Bugünkü ve yarınki
nesillerimizin gelişimi, geçmişimizden devraldığımız büyük kültür ve medeniyet
mirasının daha iyi idrak edilmesine ve sahiplenilmesine bağlıdır
Kitabımızın indirilen
ilk ayetlerinde “oku” fiili zaten, ilginçtir iki defa geçer. “Yaratan Rabbi’nin
adı ile oku ki O insanı “alaka”dan yarattı” ayetindeki “oku” fiilinde
yaratılışa yapılan atıf okumanın hadiseleri, yaratılışı ve dış dünyayı okumak
şeklindeki nev’inin hissettirirken “Oku, insana bilmediklerini belleten,
kalemle yazmayı öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir” ayeti kalem, kâğıt ve
kitap ile tahsil edilen okumayı çağrıştırır.
İnsanları okumakla ilişkileri bağlamında üçe ayırabiliriz;
Okuyanlar,
okumayanlar, okumayı arzulayanlar.
Okuyanlar bir yola girmiş bahtiyarlardır.
Okumak, yürümeye bir yere ulaşmaya niyet etmek demektir.
Niyet, samimi ve içtense varılacak yerin makbul ve güzel bir yer olduğunun da
umabiliriz.
Okuyanlar, okumaktan mananın ne olduğunun bir şekilde
öğrenmesi muhtemel seçkinlerdir. Zaten okumak denen o serüveni muhteşem kılan
da kişiyi er ya da geç hakikatle buluşturabilecek bir potansiyel taşımasıdır.
Ya kitap okumaya arzulayanlar? Bunların en önemli özelliği
nereden başlayacaklarını bilmemeleridir. O yüzden gördükleri her kalem erbabına
“nereden başlamalı” sorusuna sorarlar bu gruptakiler.
Yola düşmeye niyet edenler peşinen bilsinler ki; İlk önemli
iş şudur: Kitap okumayı arzulayanlar, her şeyden evvel niye kitap okumak
istediklerine dair niyetlerini tashih etmeliler. Niçin yola koyulacaklar? Neden
okuyacaklar? Okumaktan muratları nedir? Okumakta ne fayda umuyorlar? Okumak
fayda umulacak bir şey midir? Yoksa bizahati okumak bir fayda mıdır?
Bu sorularla cebelleşmek kolay değil. Bunun gerekli olmadığının
düşünenler de çıkabilir. Sorunların niyetimizi düzeltmek açısından anlamlı
olduğuna inanırım. Ama doğrudan okuma serüveninin içine dalmak isteyenler de
nasipsiz kalmaz elbet. Öyle ya da böyle başlangıçta yapmamamız gereken şey
bellidir. O da emre uymaktır. Emir ne,
yukarıda değindik: “Yaradan Rabbinin adıyla oku!” Madem nedenini, niçinini
sorgulamadan okumaya başlamak istiyorsun, o halde seni yaratan, yoktan var
eden, kalemle yazmayı öğreten Rabbini anarak, yani yapacağın işi onunla
irtibatını raptederek oku!
Her gün üç binden fazla kitabın basıldığı bir dünyada
yaşıyoruz. Kitaplar, kitaplar, kitaplar… Sayfalar dolusu. Hükümle dolu. Ne
söyler, kime ne anlatmak isterler, bunu düşünmek gerek. Kitabın satırlar
aralarını okumak gerek o yüzden.
NİÇİN OKUYACAĞIZ NE OKUYACAĞIZ
Ortak eser yokluğu
ortak ruh mahrumiyeti
Bundan aşağı yukarı bir asır önce Aydınlarımız tartışıyordu:
Bizim de klasik eserlerimiz var mıdır? Yok mudur? Aralarında Ahmet Midhat
Efendi, Cenab Şehabeddin. Ahmet Rasim, Hüseyin Danış gibi dönemin tanmış kalem erbabı
da vardı.
Ahmet Midhat'a göre klasikler en ziyade “temeşşuk ve taaşşuk edilecek şeyler" idi, "Temeşşuk yani
meşk etme, benzerini yapmaya kalkışma egzersiz modeli kılma. Ya "taaşşuk
işte orada mesele ciddileşiyordu,
Zira "taaşşuk,
âşık olma, gönül kaptırma yahut bugünün jargonuyla söylersek, flörtleşme idi.
Ahmet Midyat ve arkadaşları için klasik demek, yalnızca
Batının geçmişten bugüne gelen eserleri demekti. Biz Avrupalı olmak ve Avrupa
edebiyatıyla meşgul bulunmak "mecburiyetinde
" olduğumuz için "bu
klasikleri tanımamak büyük bir nakısa"' idi.
Tercüme ve Taklit
O günlerde kalabalık bir edebiyatçılar kadrosu bu konuyu
tartışır dururlar. Fakat mesele bir noktaya gelir ki, ibretliktir Ahmet Midyat
Efendi, Necip Asım, İsmail Avni ve ikdam gazetesi başyazarı Ahmet Cevdet, dilimizin Batı klasiklerindeki ifade gücünü
karşılayacak noktada olmadığını, bizim klasik bir dönemimizin oluşmadığını, bu
yüzden Türk edebiyatının klasik eserlerinin bulunmadığını, onun için de tez
zamanda ve ayrım yapılmadan Batının klasiklerinin tercüme ve taklit edilmesi
gerektiğini söylerler.
İlginçtir ki, her açıdan bir aşağılık psikolojisi ve
müstemleke teslimiyetçiliği kokan bu düşüncelere karşı, aklıselim ve zevk-i millîyi
savunmak Cenap Şehabettin’e düşer.
Şair iddia eder ki; “her milletin edebiyatı kendisine özgü bir
tarzda gelişir. Bir milletin edebiyatı, diğerinin yerini tutmaz ve örnek olamaz.
Taklit çok kötüdür. Batı'nın klasikleri zevk ve hayat yorumu itibarıyla bize
yabancıdır, Zevk de, güzellik de "nisbidir, toplumdan topluma değişir. Bir
edebi eserin üstünlüğünü ve kalıcılığını içinde oluştuğu kültürün güzellik
ölçüleri ve edebî kıyasları belirler.”
Bu minval üzere sürüp giden bu tartışma 1897'de yaşanmıştı.
Batılılaşma maceramızın daha başlarındaydık. Aydınlanınız da siyasîlerimiz gibi
bu mecrada emekleme dönemini yaşıyorlardı. Zihinler bulanık, görüşler
karmaşıktı. Fakat dikkat edilmesi gereken odur ki, tohum sağlam atılıyordu,
Ahmet Midhat'ın dediği gibi, mademki Batılılaşacaktık, öyleyse edebiyatta da Batı'nın
öncüllerinden başlayarak esastan bir zevk ve düşünce değişimi yapmalıydık.
Nitekim bu düşüncenin gelip geçici, yalnızca dönemiyle sınırlı bir düşünce
olmadığı elli sene sonra, 1940'larda bir kere daha anlaşıldı.
Dönemin Milli Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel de, Türkiye'de bir hümanist kültür yaratmanın ilk adımı
ve esaslı programı olarak Batı klasiklerin tercümesini önemsemiş ve bunların
tercümesi bakanlık yayınları arasında rafları doldurmuştu.
Arada belki de nazarlık kabilinden ve birer "susturucu" olarak Şark
klasiklerinden çeviriler de göze çarpıyordu Mesnevi. Gülistan, Boston, Mantıkut
tayr vs. Ancak kahır ekseriyet Antik Yunan ve Latin'den başlayarak, Batı
eserleri idi. Bu çeviriler, o günden bugüne. Cumhuriyet Türkiye sinin en büyük
çeviri ve hatta kültür hamlesi olarak hafızalarda kaldı ve eserler defolarca
basıldı.
Uzun vadede Türk düşünce hayatında derin tesirleri de oldu.
XIX. Yüzyılın sonundan bugün bize kalan ibretlik ana mesele, bizce "Bizim de klasiklerimiz var mı
ki? Garabeti oldu. Bir asırdan fasla
bir zaman sonra, peki biz bu hayret içeren garip tutumu bütünüyle aydınlar veya
ülkenin ortalama okur-yazarları olarak aşabildik mi? Yahut günlük hayatın
pratiği içinde o günün bocalamalarını aşıp nerelere gelebildik?
Bu sorulara benim cevabım hiç de ferahlatıcı değil. Meseleye
de bu karamsar pencereden bakmayı zorunlu görüyorum.
Fuzuli, Bayburtlu
Zihniye Seslenebiliyor. Kitab-ı
Hikâye-i Gâribe: 27 varaklık bir eser olup, Bayburt beylerinden Abdullah'ın 18
yıllık hayatının hikâyeleştirilmiş şeklidir. Eser, Saim Sakaoğlu ve Ahmet Sevgi
tarafından 1992 yılında yayımlanmıştır. Bu eserin Türk romanına geçiş
aşamasında önemli bir yeri vardır.
Koşma
Vardım ki yurdumdan ayak götürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Bu milletin geleneksel hayatı içinde, edebiyat da geleneğin
kodları ile teşekkül ediyor, bu büyük ve sarıp sarmalayacağı güvenlik zırhının
içinde, o hayatın insan ve varlık algısı çerçevesinde kaleme alınmış, yazılıp
söylenmiş eserlerle topluma sesleniyordu.
Bunlar içinde kimileri
de oluyordu ki, sesi nesilleri ve devirleri aşıyor, milletin sonraki
nesillerini de çatısı altında toplamayı başarıyordu. İşte bizim klasiklerimiz ,
‘’ âsâr-ı muhallede miz ‘’onlardı. Âsâr-ı muhallede yani ölümsüz
eserler dediğimizde de, Süleyman Çelebinin Mevlidi' akla geliyordu(Mevlid:
Malûm olduğu üzere Hz.Mevlâna’nın en meşhur
eseri, mesnevînin bir nazım şekli olmasına karşın şekildeşleri içinde en
muteberi olması hasebiyle Mesnevî adıyla maruftur. 15.yüzyıl ulemasından
Süleyman Çelebi’nin 1409’da kaleme aldığı Vesiletü’n-Necâtda,
esas olarak Peygamber Efendimiz’in dünyayı teşriflerini anlatmaları sebebiyle
mevlid adını verdiğimiz nazım türü etrafında ilk ve en fazla rağbet göreni
olmasından ötürü bu isimle meşhurdur. Mevlid nüshalarının sonunda yer alan
Geyik, Güvercin, Deve, Kesikbaş, Ejderha gibi küçük hikâyeler de bu eserin
ayrılmaz bir parçası olarak okuna gelmişlerdir. Mevlid’in tabiri caizse
popülaritesi günümüzde devam etmekte, önemli gün ve gecelerde okunmaya devam
etmektedir. )
meselâ. Yazıcı oğlu
Muhammed in Muhammediyesi vardı,
Muhammediyye:
Yazıcıoğlu Mehmed tarafından
1449’da kaleme alınan bu eser, Megâribü’z-Zamân adında Arapça bir
kitabın tercümesidir. Değişik konulardaki manzumelerden müteşekkil olan bu
kitap temel olarak üç bölümden oluşmaktadır: Yaratılışla ilgili kısım,
siyer-mevlid bölümü ve kıyamet ile öteki dünyadan bahseden son bölüm. Türk halk
geleneğinin önemli eserlerinden biri olan bu eserde ele alınan konular,
Kur’ân-ı Kerîm ve hadis gibi ana kaynaklar yanında eski dinî gelenekler ve
çeşitli nitelikteki yerel inançların etkisinde kalınarak yorumlanmıştır. Uzun
müddet medrese ve mekteplerde dahi ders kitabı olarak okutulan bu eserin
şöhreti Anadolu ve Balkanları aşıp Kur’ân-ı Kerîm ile birlikte baş köşede yer
alan bir kitap hüviyeti kazanmıştır.)
Hazreti Ali Cenkleri, Battal Gazi Destanları,
Fuzuli Divanı, Leyla ve Mecnun, Garibnâme... Garibname, Aşık
Paşanın 1329 yılında yazdığı öğretici nitelikte, on İki bin beyitlik tasavvufi,
manzum eser.
Aruz vezninin fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbına göre düzenlenen
kitap on bölümdür, her bölüm işlenen konuların savısına göre tekrar on küçük
bölüme ayrılır. Eserde
kanaat, doğruluk, sadakat, marifet, hakikat, şeriat, irfan, ibadet, fazilet
gibi değişik konuların din ve tasavvuf deyimleri, bunların önemleri, dereceleri
birer hikâye veya fıkra ile açıklanır. Dili oldukça yumuşak ve akıcıdır. Bugün
unutulmuş pek çok Türkçe kelimeyi bir araya getiren eser, Türk, dili ve dil
tarihi bakımından önemlidir.
Aşık
Paşa,
eserinde Türkçenin zenginliğini, anlatım gücünü, birçok derin konulan
açıklayacak kadar yeterli olduğunu ileri sürer. Eserin istanbul
kütüphanelerinde XIV. yy.-dan kalma yazma nüshaları vardır,
Hatta aynı medeniyetin
farklı bir dili ile yazımış bile olsalar Mesnevi, Gülistan, Bostan, Mantıkut
tayr. -. Farklı ilgiler ve yönelişlerle de olsa nesilleri sayfalarında
toplamış, farklı toplum kesimlerinin buluşma noktası olmuş eserlerdi bunlar.
Mehmet Akif in Safahatı bile bu kervanın son temsilcisi olarak listeye ilâve
etmek mümkündür. Bu eserlerin kendi çağının fert fert muhataplarında
oluşturdukları :
«Estetik terbiye.
Eğiticilik, iç derinliği, dil zevki,
ifade edebilme gücü. Bilgilenme gibi
birçok etki ve faydasının yanı sıra, üzerlerinde oluşturdukları ilgi yığılması
ve nesilden nesile devamlılık ile de toplumsal ölçekte ortak bir varlık ve
hayat idraki şekillendirmesi, aktarımı ve yorumu, zevk ittifakı, kültür taşıyışlığı,
toplumun fertleri arasındaki ortak paylaşımdan doğan bir farkında oluş, diğerini anlayış inceliği, estetik
heyecan ve güzellik gözü teşkili
gibi birçok işlevinin de olduğu göz önünde bulundurulursa, mevcudiyetlerinin
anlamı ve gerekliliği çok daha iyi anlaşılır. Bir toplumun ruhu, okudukları ortak eserlerden de neşet eder. Bu ruh ise,
toplulukları “toplum yapan” kalabalıkları anlamlı bir bütüne dönüş türen
etkendir.
Bu toplumun geleneksel hayatı içinde bu vardı. Edebiyat da bu
misyona hizmet eden önemli alanlardan birisi idi. Temsil gücü yüksek, etkili,
klasik eserler ibda ve inşa etmişlerdi atalarımız. Bu eserler vasıtasıyla
Tanpınar'ın dediği üzere, fuzuli Âşık
Ömer'e, Dehhani Nedim'e, Karacaoğlan Bayburtlu Zihni'ye seslenebiliyor,
yine bu eserler üzerinden, Erzurum Valisi İbrahim Paşa tarlada harmanını savuran
Kozanlı Ahmet'le, Vefa'da Ekmekçi zade Medresesi'nde müderrisin önünde ders
takriri yapan Molla Abdurrahman Mohaç Seferine çıkmış Ermenekli Yeniçeri
Hasan'la sesdeş ve duygudaş olabiliyor, aynı hayat tecrübesini, aynı bediî
heyecanı» paylaşabiliyordu.
Bugün biz bu paylaşımın neresindeyiz? Sormak zorunda olduğumuz
temel soru budur. Geçmişten bugüne taşınması gereken devamlılık bilinci
açısından, geçmişin klasik eserleri karşısında konumumuz ve durumumuz nedir?
Bugün bizim üzerinde bir heyecan ve estetik zevk ittifakı sağladığımız eserlerimiz
var mıdır?
Büyük Eserlere Yabancıyız Birinci sorunun cevabı büyük bir
inkisar-ı hayal, ikincisininki ise aynı büyüklükte bir hayıflanma olsa
gerektir. Cetlerimizin büyük eserleri karşısında ekseriyet itibarıyla artık
birer yabancıyız.
Bu eserler, bu toplumun ortalama okur-yazarları için artık
bir Urartu tableti yahut bir Frig
mezar taşı kitabesi kadar çetrefil ve düşük; anlamlı birer metin hükmüne "düşüreli epey oldu. Yerine ikame
edebildiğimiz ortak eserlerimiz toplumsal ittifak metinlerimiz oldu mu?
Maalesef. Bu günün rağbet gördüğünü ve çok sattığını görüp
çok okunduğunu sandığımız edebî ürünleri bunların yerini tutacak m? yoksa bu
metinler, popüler kültürün ve tüketim toplumunun çeşitli yapay ilgi artırıcı
mekanizmalarıyla şişirilmiş tirajlara sahip kılınmış. Gelip geçici, muhteva
yükü hafif yahut içi tamamıyla boş, yarını inşa etme kabiliyetinden uzak,
oyalayıcı, makyajlı, estetik düzeyi sığ ticari metalar mıdırlar? Böyle
oldukları için de hitap ettikleri "tüketici
zümre" tarafından kullanılıp bir kâğıt peçete gibi. atılıverilmekte
midir?
Veyahut her küçük ve bölünmüş "zümre", sesi kısık.
Gölgesi güdük bile olsa kendi mensubunun kitabını adedeta bir kült haline mi
getirilmektedir?
Bu ve benzeri soruları edebiyat kültür basım ve yayın
ortamımız için diri tutmak ne çok şeye uyanmamızı sağlayacaktır.
"Neler okunmalı?'’ ve "Nasıl okunmalı?' soruları
etrafında hem kitap okuma adabını hem de kitap okumanın tarihini de konuşmalız.
"kitapların bizi nasıl bir millet yaptığı' na da değinmek
gerek
Nasıl
okursunuz?
Her şeyden önce mutlak bir mekân-zamanda yaşamıyoruz; bu
nedenle her türlü İnsanî eylem mukayyettir; mekâna-zamana has niteliklerle
kayıtlanmıştır, İnsani bir eylemin gerçeklik kazanması da bu niteliklerle,
koşullarla ilgilidir. Bu koşullar
eylemin dışına ilişkin olabilir; bizatihi eyleme ilişkin olabilir.
Bir niyetiniz ve amacınız yoksa okuma eylemi de herhangi bir
anlam taşımaz. Nitekim ehl-i irfân şöyle der: Niyetinden şüphelenen yola çıkamaz; amacından şüphelenen yol alamaz...
Niyetsiz ve amaçsız
çıkılan yol ise, bedelini ödetir. Bu nedenle “Okumak için okumak” hem vakit kaybıdır hem de
kapitalizme yarar; kaldı ki, “Düşünmeden
yapılan her okuma zaman kaybıdır.”
Okuma özelinde niyet ile amaç, sorun ve soru ile mesafe alır. Başka
bir ifadeyle sorununuz yok ise sorunuz da olmaz; sorunuz yok ise, araştırma ve
inceleme yapmanızın da bir anlamı bulunmaz; o hâlde tüm bu istidlalin sonucu
şudur: Okumanızın da bir anlamı yoktur.
Tüm bu denilenlerin
hâsılası sorunuzla bağlantılı olarak şudur: Sorunlarım var; bu sorunları
sorulara dönüştürüyorum; akabinde yanıtlarını bulmak için araştırmaya ve
incelemeye başlıyorum. Bunun için de okumalar yapıyorum; notlar alıyor, özetler çıkarıyorum. Bu
çerçevede okumamın nasıllığı ve niçinliği; zamanı ve sıklığı hep bu sorular
tarafından belirleniyor. Okunan, karıştırılan, gözden geçirilen kitap sayısını
da bu soruların şiddeti belirliyor.
Bir sorunu, öncelikle varsayımsal bir soruya dönüştürür;
akabinde de onu denetlemek, doğrulamak, kanıtlamak için okumalar yaparsınız;
notlar alırsınız; özetler çıkarırsınız. Sırf bu nedenle alanınızla ilgili
yazılı, basılı, görsel her türlü materyali takip edersiniz; özellikle süreli
yayınları, konferans ve sempozyumları...
Hiç kimse bir masanın önünde, en mütevazı ifadeyle, 3-4 saat
kesintisiz zevk ile oturup kitap okumaz, okuyamaz; eğer bir derdi, bir sorunu,
bir sorusu yok ise elbette... Ve bu dert bir de İlmî ve akademik sorumlulukla
birleşir, sizin için bir vazife hâlini alır; hatta ahlâki bir gereklilik olur.
Meraka dayalı sorular
için yapılan okumalara gelince, bu tür okumalar bir tür zevk okumalarıdır; çünkü herhangi
bir dış dayatma dolayısıyla yapılmazlar. Bu tür okumalar doğrudan öğrenme, en
basit ifadeyle haberdar olma maksadıyla yapılırlar. Not almanız; özet
çıkarmanız zorunlulukla gerekmez; isteğe bağlıdır. Kanaatimce, yeni bir şey
öğrenmenin, merakı gidermenin zevki hiçbir şey ile ikame edilemez. Bu nedenle bir
insanın entelektüel seviyesini yeni bir bilgi karşısında duyduğu heyecanın
şiddetiyle ölçebiliriz.
Heyecanlanmıyorsa,
gözleri parlamıyorsa, daha derine inmeye çalışmıyorsa, o kişinin bilgi,
dolayısıyla kitap ile ilişkisinin mesleki kaygıları aşmadığını, merak makamına
çıkmadığını düşünülür.
Bu nedenle bu tür
kişilerle ortak bir şarkı terennüm etmem mümkün olmuyor.
Başka bir deyişle okumanın saati var mıdır.
İlmî ve akademik okumaların belirli bir saati olmuyor
şüphesiz; çünkü görev bilinciyle ne zaman gerekiyorsa o zaman o okumayı yapmak
zorundasınız. Ancak meraka dayalı ilmî
okumaları genellikle gece yapmayı tercih ediyorlar. Ancak böyle bir ortamda
okuyan kişi, okunan kitap ve öğrenilen bilgi arasındaki ayrım alabildiğince kalkıyor,
bir ittihâd hâsıl oluyor. Bu hâli edebi olarak şöyle ifade edilir: Gece çayı zifiri karanlıkla demlenir; dert
ile tatlandırılır; hüzün ile içilir ve kitap okumakla anlamlandırılır...
Gerçekten bu tasvir edilen bir hâldir;
hâl de kâl ile ancak bu kadar ifade edilebilir. Yeri gelmişken şunu belirteyim:
Okumaya, kitaba ilişkin en nefret edilen söz “boş zamanlarımda kitap okurum” ifadesidir. Bu sözün sahiplerine
şunu söylüyorum: “Boş zamanlarımda kitap
okurum” demek ile “ara-sıra insan
olurum” demek arasında mefhûm açısından bir fark yoktur.
Satranç ustaları aynı anda bir kaç farklı
kişiyle satranç oynarlarmış, zihinlerini açmak için. Siz de aynı anda birden
fazla kitabı okuyanlardan mısınız?
Bir soruyu yanıtlamak için çıkağınız yolda soru soruyu
doğurur; en iyi, doğru ve güzel okuma tarzı soruların peşinden koşmak değil,
akmaktır, su gibi... Bu şekilde bilgiyi öğrenmezseniz sadece; bilgi sizi
ıslatır zaten. sırılsıklam olursunuz.
Bir insanın entelektüel seviyesi, yeni bir bilgi karşısında duyduğu heyecanın şiddetiyle ölçülür.
Mekânları dikkate alarak bir sınıflandırma kitaplar için
mümkündür.... Kitapların zordan kolaya doğru sıralayarak evde, okulda, otobüs
beklerken, gemide vb... şeklinde... Kitap okurken, bir sûre sonra dış-dûnya ile
irtibat kesildiği için kalabalık mekânlarda kitap okumak ile ilgili bir sorun
olmamalı; çünkü kitabı muhatap alındığında okur için diğer her şey gâib
mesabesindedir; yani kaybolur gider...
Allah’a şirk, okunan kitaba da şerik koşulmaz...
“Usûl olmadan vusûl olmaz.” demişler. Bu
anlamda okumada vuslata ermek, menzile ulaşmak için okuma usulümüz nasıl
olmalıdır? Bilhassa okumaya meraklı olan; ama nasıl okuması gerektiğini
bilmeyenlere ne tavsiye edersiniz?
Yukarıda işaret edilen niyet ile amaç ilkeleri baki kalmak
şartıyla belirli bir konuda başlangıç aşamasındaysak bir giriş kitabı ile
başlamak; akabinde o alanın tarihine ilişkin bir kitabı müzakere etmek en
doğrusu gibi... Bir konuyu ya dışarıdan, en geniş daireden içeriye, en dar
daireye doğru hareket eden bir şekilde ya da içerden, en dar daireden
başlayarak dışarıya en geniş daireye doğru ilerleyen bir biçimde okumak
sağlıklı geliyor bana... Birincisi bir konuya yeni başlayanların takip etmesi
gereken bir tarz iken İkincisi bir uzman okuyuşudur.
Gençlikte yapılan en büyük
yanlışlardan biri de bir konuda yayımlanmış tüm kitapları okuyarak nüfuzun
artacağı zehabıdır. Edebu’t-talîm eserlerinde dendiği üzere, bir konuda bin kitap okunacağına o konudaki iyi bir kitabın bin kez
okunması daha verimlidir. Okurken en genel anlamıyla temel ıstılahları ve
ana yargılan tespit etmek kitabın maksadını tahsil için asgarî şarttır. Daha
derin bir deyişle, okunan kitabın kendine konu aldığı nesneleri bu nesneler
için kullanılan ıstılah ve yargıları (epistemolojik ), kitaba ilişkin olan,
yazarın anlam-değer dünyasınıve fikir ile yargıların tarihî sıra düzenini dikkate
almalıdır. Anlamlı bir okumanın bu dört şematizme bağlı olduğunu düşünüyorum.
Elbette bilginin bir tür menzil işi
olduğunu unutmamalıyız; büyük filozof Taşköprûlüzâde’nin dediği üzere, her bilginin bir menzili vardır; o menzile
varmadan, o bilgi nâzil olmaz; çünkü nuzûl, menzile tabidir. Yanıtlar,
sorularımız ile birikimimiz arasındaki oranın ritmik ifadesindedir; oran yok
ise cevap ile karşılansa bile anlaşılmaz, anlaşılamaz... Bu nedenle bulmak için
acele etmek, arananın varlığım tehlikeye atar. Sabır tahammül etmek değil; güç biriktirmektir. Her ne olursa olsun
feyz î câbîdir; yeter ki zaman ve zemini gelsin...
Anadolu
özelinde düşündüğümüzde, bu topraklarda yüzyıllar boyunca hangi kitaplar okunmuştur;
yani bu toprakların hamurunu hangi kitaplar yoğurmuştur? Kitaplarla birlikte
bizi yetiştiren müelliflerimizden, okuma ve yazma serüvenlerinden bahsedebilir
miyiz?
Bu güzel bir soru ancak bir döküm ortaya koymak için çok uzun
soluklu konuşmayı talep eder. Kültür
heremî yani piramidaldir. Her bir katmanının kendine has bir okuma kültürü ve
kitapları vardır; aynca konulara göre de kitaplar değişir. Elbette halk
seviyesinde bu talep başkadır; istidlâlî bilginin mekânı medreselerde ya da
irfânî neşenin yurdu tekke ve konaklarda daha başka... İslâm medeniyeti
kendinden önceki tüm ilmî mirası temellük ederek kitaba dökmüş,
kitaplaştırmıştır; bu nedenle, bir yazı, bir yazma, bir kitap medeniyetidir.
Gerçekte kitabın macerâsı bizâtihi İslâm medeniyetinin, mâcerâsıdır.
İslâm medeniyetinde metin (kitap) en
genel anlamıyla üçe ayrılır: Kitâb-i tekvînî yani Evren; kitâb-i tenzih yani
Kur'an-i Kerim, nihayet kitâb-i tedvini yani insanların değişik alanlarda
kaleme aldıkları metinler ki henüz tam bir envanterine bile sahip değiliz…Ki,
bu metinleri kaleme müelliflerin her birinin kitap ile ilgili hikayeleri,
serüvenleri üzerine konuşmak apayrı bir iştir.
1.
Başka bir
haysiyetle ise metin (kitap) yine üç kısımda mütalâa edilebilir: Birincisi
kurucu metinler: Kur’an-ı Kerim ve temel hadis külliyatı İslâm medeniyetinin
kurucu metinleridir. Kurucu metinler o medeniyetin anlam-değer dünyasının,
hayat görüşünün hermeneutik
atıf noktalarıdır. Bu işlevleriyle medeniyetin anlam-değer dünyasının
asgari/minimal metafiziğin sınırlarını anlam-ufuk yayını belirler ve
denetlerler. İkincisi taşıyıcı metinler: Daha kurucu metinlerin yorumlarını
ihtiva eden ancak her çağın ruhuna uygun olarak yeniden ifadelendirilmiş
metinlerdir. Başka bir deyişle taşıyıcı metinler farklı mekân ve zamanlarda
kurucu metinlerin anlamlarını muhtelif kültürler için yeniden ifadelendirirler,
kurucu metinleri bir kültürdeki farklı idrak katmanları için güncelleştirmek,
anlaşılır kılmak demektir. Bu işlevleriyle taşıyıcı metinler tüm bir medeniyet
yapısı için olmasa da o medeniyet içinde varlık kazanan kültürlerin kurucu
metni hâline gelebilirler. Üçüncüsü öğretici (talîmî) metinler: Bu metinler hem
telif tarzları hem de işlevleri bakımından iki alt kümeye ayrılırlar.
Birincisi, daha çok sözlü kültürün imkânları içinde varlık kazanan ve
okuma-yazma bilmeyen ya da yüksek kültürün mensubu olmayan insanların
beslendikleri, Yazıcı-zâdelerin Ahmediyye
ve Muhammediyye adlı eserleri gibi hemen tüm Türkçe konuşulan dünyada mütedâvil (elden ele dolaşan) halk
eserleridir. İkincisi ise bir medeniyetin ve kültürün anlam-değer ve bilgi
dünyasını nesiller arası aktarıma sokan ya da daha üst seviyede medeniyetin ve
kültürün seçkinlerini besleyen ders kitaplarıdır. Medreselerde muhtelif
sahalarda tedris edilen talîmi metinler ile muhtelif alanlarda derinlemesine
bilgi edinmek isteyen tahsilli sınıfların başvurdukları kaynak kitaplar bu
alt-türe örnek olarak gösterilebilir, öğretici metinlerin en önemli özelliği
olarak medeniyetin ve kültürün ürettiği bilgiyi kamusallaştırmaları ve
toplumsallaştırılmaları gösterilebilir. Böylece bir bütün olarak öğretici
metinler süreç içindeki mümarese (el alışkanlığı, alışma, yatkınlık.) ile birlikte
bir kültüre mensup fertlerin farklı seviyelerdeki idrakleri için anlam
katmanları oluşmasına imkân verirler.
Okuma-yazma biçimleri
arasında milletler arasında farklar olduğunu söyleyebilir miyiz? Mesela Osmanlı
nasıl okur-yazardı? Bugünkü okuma-yazma biçimimizle Osmanlının okuma-yazma
biçimi arasındaki farklar nelerdi? Yine bugün mesela bir Türk’ün okuma-yazma
biçimiyle İngiliz’in okuma-yazma biçimi arasında ne gibi farklar vardır? Her
milletin kitaba yaklaşımı farklı olsa gerek?
Elbette
okuma-yazma biçimlerinde hem farklar var hem de benzerlikler... Ayrıca yine
dediğiniz gibi kitaba yaklaşımda da kültürlerin benzerlikleri ile farklılıkları
mevcut... Hem geçmişte hem de günümüzde... Bu en genel anlamıyla bilginin o
toplum içindeki yeri ile alakalıdır; en dar anlamıyla da maddî koşulların
ürettiği imkânlarla... Ayrıca kitabın malzemesi de belirleyicidir; yazma bir kitap ile matbu bir kitabın
ürettiği etkinlik aynı değildir. Şimdiye değin söylediklerim genel
cümleler; Okuma, yazma ve kitap açısından Osmanlı kültürü için henüz nihaî bir
yorum yapmak zor; ayrıca hangi yüzyıldaki Osmanlı ve dahi hangi coğrafyadaki
Osmanlı... Balkanlar: Üç mede Bu tür soruların sıfatlarına dikkat etmeliyiz;
sıfatsız sorular tehlikelidir; bizi mekân ve zamandan dolayısıyla hareketten
uzaklaştırır; mutlak, sabit, hareketin bulunmadığı boş bir uzayda düşünmeye
zorlar... Sonuç, tüm yanıtlarımızın tarihî olanı ıskalamasıdır. Osmanlı kitap
kültürü için İsmail Erünsal hocamızın çalışmalarına müracaat edilebilir.
Osmanlı kitap kültürü ile başka bir kültürü, mesela İngiliz kitap kültürünü
mukayese ise uzmanca bilgi ister ki bu uzmanlık bende mevcut değil; câhilim
kısaca; genel kültür ile de bu tür konular üzerine konuşmak doğru değildir.
İslâm medeniyetinde kitap kültürü için ise yabancı dillerde bazı çalışmalar
yapılmış; bunların bir kısmı Türkçeye çevrilmiş; bir kısmı da çevrilmeyi
beklemektedir.
Kitabın
malzemesi de belirleyicidir; yazma kitap ile matbu kitabın ürettiği etkinlik
aynı değildir.
Bugün için bu ülkenin okullarında okuyan/okumuş bir gence
“Aman bunları okumadan geçme!” diyebileceğiniz kitap isimleri rica edebilir
miyiz?
İlkelerim gereği belirli kitap isimleri vermiyorum; ancak
genel bazı mülahazalarda bulunabilirim: Her yeni yola çıkan öncelikle her
sahadaki kamusal ortalama bilgiyi temsil eden kitapları okuyarak işe başlamalı... Bir kültür, hem vicdânı terbiye eden
hem de aklı talîm eden birikimini kendi nesline aktarmak ister; işte kamusal
ortalama bilgi bu birikimin hem vicdâni hem de aklî bir ifadesidir.
Bu bilgi de en iyi şekilde ders kitaplarında tecessüm eder,
en azından etmelidir. Yeri gelmiş iken soralım: Bu tür ders kitaplarımız var mı?
Unutmayalım ki, vicdanları terbiye etmeden yalnızca idrâkleri eğiten
milletler kendi mensupları tarafından aşağılanmaya hazır olmalıdırlar.
Gençlere sadece akıl
yürütmeyi değil gönül yürütmeyi de öğretmeliyiz. Bu süreç belirli bir yaşa kadar
sürmelidir; ondan sonra kişilerin bir kuş gibi uçmalarına ve kendi okumalarını
yapmalarına fırsat vermeliyiz.
İnsanlar kendi
adımlarını atmalı, kendi yollarını inşa etmelidir.
Biz terbiye ve talim
ile bir genci ancak yola koyabiliriz; yolda yürütemeyiz.
Bu nedenle gençlere sahih bir niyet ve kavi bir amaç
vermeliyiz.
Unutmayalım ki, mekânı yola dönüştüren niyet sahibi bir
kişinin adım atmasıdır. Bir niyet ile adım atmak da kişiyi basit bir
yürüyenden, yolcuya dönüştürür. Bırakalım yolcu, kendi yolunu kendi bulsun,
kendi kursun.
Her Şeyi
Okumalı mıyız?
Osmanlı’nın son
müderrislerinden, aynı zamanda da Cumhuriyetin ilk profesörlerinden Ömer Ferit
Kam, Dini Felsefi Sohbetler isimli kitabında dinin insana verdiği mukâvemet
gücünü anlatırken 'İnsan her şeyi okumalı mı?’ sorusunu sorar. Cevabı ilginç
bir çıkışla verir: “Birader sen de amma
zayıf kalpli adamsın. İnsan her şeyi okumalı. Fakat hiçbirinin müfrit taraftan
ve mutaassıbı olmamalı. Kararlılık, ihtiyat ve itidali elden bırakmamalı.
Fikirleri tarta tarta okumalı.
Ferit Kam İnsanın her şeyi okuması gerektiği kanaatinde
olmasına rağmen cevabının devamında baştaki mülâhazasından biraz farklı bir
görüş serdeder: “Gerçekten bu gibi kitapların (mesela cevabının bulamadığı
sorularla intihara sürüklenen Schopenhauer’ın Fragman Düşüncesi gibi kitapların
okunması insanı, özellikle gençleri tabii biraz sarsar. Ben bunları okurum da
sarsılmam demek boş lakırdıdır.” Nasıl dişimize kaçan ufak bir kırıntı,
çıkarıncaya kadar rahat vermezse aynen dimağımıza giren bir takım fikirler de cevabı
bulununcaya kadar huzurumuzu bozar. O yüzden aykırı fikirlerle uğraşmak
herkesin kârı değildir; ihtiyatlı yaklaşmak
gerekir, zira "o fikirlerin içinde öyle helâk edici, öyle zehirli fikirler
vardır ki insanı bir anda yere serip öldürür*’
Süheyl Ünver’in okuma usulünü anlatan bir konferansından;
“Efendim biz bir aileyiz. Birbirimize hesap vermek zorundayız. Hangi aydayız?
Mart değil mi? Bu ay biliyorsunuz vergi ayı da. Ben de sizlere vergi vermek
zorundayım. Yani kütüphanelerden çalışmamın hesabı.
Efendim, konumuz kitap.
Ben ömrümde kitap, mecmua okumam. Ya ne yaparım? Karıştırırım. O gün
ilgilendiğim kısımları not alırım. Kitabın mahiyetini anlamak için okumaya
lüzum yok. Okuduklarından not alan kimse ilim yapar. Kitap okumakla boş
zamanlarınız heder edersiniz.
Bugün sizlere arz edeceğim konu metin harici bahisler:
Metin harici denildiği zaman akla ne gelir? Kitabı yazan, kâğıdı, cildi, bahis
harici küçük notları, tezhibi, v.s. Bazı yazarlar bir kitabı incelediği zaman
bunlara hiç dikkat etmezler, ele almazlar. Bunların hepsini bir araya
getirdiniz mi o kitabın dili olur.
Kitap karıştırma hevesine daha küçük yaşlarda heves ettim. Bu 20 yaşımda
başladı. O zaman Tıbbiye ilk sınıflarında idim. Eski harfleri bildiğim için
Arapça ve Farsça kitapları karıştırarak kolayca not alıyordum. Şimdiye kadar 55
sene zarfında 60.000 kitap karıştırdım. Ne yazık ki halen mevcut 250.000
kitabımızdan ancak bu kadarını görebildiğim için üzgünüm. Yani beşte birini
görmüşüm. Kitap karıştırmakla insan çok şey öğreniyor. Bunu da tecrübelerime
dayanarak sizlere tavsiye ediyorum. Efendim, bizim vaktimiz yok bu kadar
kitap görmeye, diye mazeretleriniz de olur. O zaman size derim ki: Madem
istiyorsunuz, vakit ayırın. Ne kadar boş vakitlerimizi heder ediyoruz.
Bunun telafisi yok arkadaşlar. İnsan istese günde en az on kitap
karıştıramaz mı? Hesap edin, ayda, yılda ve senelerde bu rakam ne olur?
Efendim ben kitaplardan öğrendiğimi küçük not kâğıtlarına kaydederim.
Sonra onlar birikir ve bir dosya meydana getirir. Bazılarını defter haline
sokarım. Bunların miktarını söylemeye utanıyorum. Keza defterler ve dosyalar
hepsi de emrinize amadedir.
Eskiden dedelerimizin, babalarımızın cebinde bir not defteri vardı. Onlar
öğrendiklerini oraya kaydederdi. Şimdi ki nesilde bunu göremiyorum. Hep
şifahilik. Memleketimizin bilinmeyen ne noktalarını bu yüzden kaybediyoruz.
Tarih olup gidiyor. Neden? Hep bu kaydetmeme yüzünden. Neden hiçbirimizin bir
not defteri yok. Efendim böylece kendimizi de kontrol etmiş oluruz. Biz bizi
öğrenmeliyiz, tanımalıyız ve dünyaya tanıtmalıyız. Bu hepimizin ödevi. Kendi
kararımızca, kendi ölçümüzce bir şeyler yapacağız. Biz bu dünyaya boş durmaya
gelmedik.” (Süleymaniye Kütüphanesi
Saat- 16.00 29.03.1973)
Okuma Diyetine mi Girilmeli?
Ferit Kam Hoca’nın aykırı fikirlerle dolu diye bahsettiği
kitapları okumamalı mı o zaman? Öyle ya, madem zehirlenmek ve helâk olma
ihtimali var, bir okuma diyetine mi girmeli? Bu diyeti de ‘yapılabilirler’
değil, yapılamazlar' temelinde mi oluşturmalı? Ne okumalı sorusu yanında ne
okumamalı sorusunu da mı sormalı?
Doğrusu her kitabın bir kaderi var. Kitapların kaderinden
kaderimize izler düşer etkilendim dediğimiz kitap ile böylece kaderdaş oluruz.
Aynı kaderi paylaşacak olmamız muhtemel ki ortak bir akıbete uğurlar bizi, bu
yüzden satırları nereye akıyor, dikkat etmek gerekir, Ne düşer yazarın gönül
ufkundan o satırlara? Nereden çıkar o söz ki, tam da gider bizde yerim bulur?
İçimizde, nereyi sular harflerin sağanağı? Nereyi yeşillendirir? Neleri
gürleştirir? İçimizde büyüyen, kabına sığmayan o şeyler dışımıza nasıl taşar?
Öfke, şevinç, hüzün, nefret, muhabbet, Ne taşar?
Madem zehirlenmek ve helak olma ihtimali var, bir okuma
diyetine mi girmeli? Bu diyeti de ‘yapılabilirler’ değil, 'yapılamazlar'
temelinde mi oluşturmalı? Ne okumalı sorusu yanında ne okumamalı sorusunu da mı
sormalı?
Yüzlerce Kişiyi
intihar Ettiren Kitap
Ferit Kam Hoca’nın baştaki hükmüne uymalı ve her şeyi
okumalı. Aykırı fikirlerle dolu, insanı bir anda yere serip öldürecek kitapları
dahi okumak. “Ateş topraklarından başka
bir şey değil" diye nitelenen Goethe’nin Genç Werter'in Acıları adlı
kitabını okuyan yüzlerce kişinin intihar ettiğini biliyoruz. Eleştirmen
“Bütünleşmek için kendisinden başkasında yaşamın anlamını ve varolmanın
değerini bulamayan sınırsız aşk, aynı zamanda trajik olma tehlikesini de içinde
taşır” şeklinde özetliyor Werter'in yaşadıklarını, insan vakıası değil mi?
"Rabbim affetmezsen bunlar senin kulların, affedersen sen
Gafûr-ur-Rahimsin" yakarışına konu olmuş insanların hikâyeleri ise söz
konusu olan bunları okumaktan niye geri kalalım?
Evet, her şeyi okumalı. İnsana dair, yaratılmışa, O’nun
kullarına dair her şey bizi alâkadar etmeli. O’nun kullarının eserlerinden
O'nun eserlerine yol bulmalı. Kitapların kaderlerinden kendi kaderimize giden
yolu en güzel şekilde kat edebilmek için. Kitaplarla yorulmalı, kitaplarla
dinlenmeli. Her kitabın yorgunluğunu yeni bir kitapla gidermeli Her kitabın
dinginliğiyle başka zor bir kitabın iklimine açılmalı. Hayatımızda kitaplara
dair bir boşluk olmamalı. “İşlerinden boşaldığın vahit tekrar çalış ve yorul. Rabbine
rağbet et (O’na yönel ve boş durma.)"
Kitaptan kitaba koşmalı. Her kitapta güzelliklerin izini sürmeli.
Evet, her şeyi okumalı, ama hep bir bilincin maiyetinde,
kaderimizin kitabına düşecek izlerin endişesini hissederek yapmalı bunu. Bu
bilinci kuşandı mı da insanı bir anda yere serip öldürecek kitap olmadığını
bilmeli. Bu bilincin eşliğinde olduk mu derin denizler bizi yutamayacaktır,
dipsiz vadiler bizi yitiremeyecektir; bu itimadı yaşamalı. Her yeni kitabın,
sadece besmelesinde değil, belki her satırında bu bilinç halini muhâfaza edip
etmediğimize dikkat ederek ama. Bir de
niyetimize. Kitaplarla çıkacağımız yolculukla onlardan ne bekleyeceğimizi de
iyi hesap etmeli. Çünkü bu yolculukla ancak umduğumuzu buluruz. Bilgi isteyene
bilgi. Kariyer isteyene kariyer. Kendi hakikatine varmak isteyene kendi
hakikati. Sadece umduğumuzu buluruz.
Fent Kam Hoca haklı,
insan her şeyi okumalı.
Roman okurlarının
sayısının her geçen gün kitap satışlarının artış oranlarıyla doğru orantılı
olarak arttığını görüyoruz. Peki, nicelikteki artış niteliğe, yani nitelikli
okur sayısına da yansıyor mu?
Her ne kadar ister istemez niceliğe bağlı bir artış görülse
de bu soruya evet diyebilmek hayli zor.
İçine doğduğumuz 21. Yüzyıl tüketimin hemen her şeyin önünde
olduğu bir yapıda. Evlerimizde kullandığımız mobilyalardan cebimizde
taşıdığımız telefonlara kadar çoğu eşyamızın ömrü bir yıla kadar düşmüş
vaziyette. Yaşadığımız zamanın bu tüketici, harcayıcı karakteri ister istemez
kitaplara haliyle romanlara yansıyor. Genel okur kitlesinin büyük çoğunluğunu
tüketici okur tipi kaplıyor. Bu yargıya çok satanlar listelerine bakarak
rahatlıkla varabiliyoruz. Listelerdeki romanların büyük çoğunluğunun ortak
özelliği hızlı ve kolay tüketilebilir olmaları. Otobüste ya da uyumadan önce
yatakta kolayca okunabilecek, yormayacak, eğlendirecek basit dilli romanlar.
Tüketici okurun, romanları tüketilecek nesne, birkaç gün
hatta birkaç saat kendisini oyalayacak eğlenceler olarak telakki ettiğini bu
romanların ortak özelliklerine bakarak söyleyebiliriz. Böyle bir anlayış bir
insanın okey oynaması, futbol maçı seyretmesi ya da bir komedi filmi izlemesi
kadar anlaşılabilir bir durum.
Bir diğer okur karakteri ise idealist okurdur. İdealist okur,
ne kadar çok roman okursa kendisini o kadar çok geliştireceğine inanır ve
romanları bitirmek için okur. Bu okur karakterinin tüketici okura nispeten daha
iyi romanları daha verimli okuduğunu söyleyebiliriz. Fakat idealist okur Milan
Kundera’nın Roman Sanatı kitabında “romanın ruhu” diye tanımladığı şeyi
kaçırır.
Edebiyat Mesajını Direk Vermez
Roman bir edebi tür, edebiyat bir sanat dalı, sanat ise bir iletişim
yöntemidir. Fakat sanatın bilhassa edebiyatın iletme yöntemi diğer iletişim
araçlarından farklıdır. Edebiyatın iletme yöntemini Manzaradan Parçalar
kitabındaki “Okumak Üzerine” başlıklı yazısında Orhan Pamuk güzel anlatır:
“Çünkü kelimeler ve edebiyat, karıncalar ya da su gibidir: Çatlaklara,
deliklere, görünmez aralıklara her şeyden önce ve en iyi şekilde kelimeler
girer. Hayat hakkında, dünya hakkında asıl merak ettiğimiz şey de, önce bu
görünmez çatlaklarda belirir ve onu her şeyden önce iyi edebiyat görür.” Çoğu
zaman düştüğümüz hatalardan birisi, edebiyatın çatlaklara sızdığını unutmak ve
bize mesajını direk verdiğini düşünmek, hatta ondan bunu beklemektir.
Roman üzerinden gidersek, bir romanı okuyup bitirdiğimizde
ondan beklentimiz iyi ya da kötünün, doğru ya da yanlışın kesin olarak
ayrıldığını görmek olabilir. Fakat bu bir yanılgıdır. Romanın ilettiği mesaj
tek merkezli değil, çoğu zaman çok merkezlidir. Bunu görebilmek ise menzile,
sona, sonuca bakarak değil, yola bakarak mümkün olabilir.
Kitaba ilgi hep artacak
Yazı yazmak hiç kuşkusu yok ki bir iz bırakma gayesinden
doğar kültürün maddi şartlarının tekliğinin bilimsel sürekliliğini yazıya
borçludur insanoğlu söz uçar yazı kalır denir doğrudur. Yazmak sözün mührüdür. Sözünü
ve dilin konuşmanın sesi varsa yazının da hükmü ve kalıcılığı vardır.
Kitabı sesli okur
musunuz?
Çok ilginçtir ki bu ikisi yani söz ve yazı bundan 500 yıl
öncesine kadar çokta aykırı şeyler olarak görülmüyordu. Ortaçağ Avrupa'sında
yazılı eserler sesli okunurdu. Bu adeta bir zorunluluktu. Bir kitabı elinize
aldığınız zaman onu çevrenizdekilerin duyacağı şekilde sesli biçimde okumanız
gerekiyordu. Bunun çeşitli nedenleri vardır elbette ama bunlardan en önemlisi
kitabın basım teknikleri ile alakalıydı. Kitap bir ekonominin ürünü değildi
kitle iletişiminde çok dar bir yer kaplıyordu. Kitabın az olduğu herkesin okuma
yazma bilemediği dönemlerde bunlar dolayısıyla bir kişinin sesli okumasını da
dinleyen herkesi kitaba ya da yazıya ortak ediyordu. Aynı dönemlerde İslam
coğrafyası içerisinde kitaplar hattatların kalemlerinden çıkıyordu. Bugün eşsiz
güzellikte eserler olarak bir kültür hazinesi olan yazma eserler aslında o
günlerde kitap üretiminin geniş imkânlara sahip olmadığına işaret ediyordu.
Okur azdı yayın teknikleri gelişmemişti. Kitap insan emeğiyle vücut buluyordu.
Bu nedenle kitapları kopyalanması meşakkatli bir işti. Üstelik böylesi zorlu
bir işin ardından kitap pahalı bir ürün oluyordu. ağaç oyma kalıplar 1500 yıl önce Çin'de dolmuştu
dünyanın pek çok noktasında bu teknik uygulanıyordu hatta Avrupa bu tekniği
Araplardan almıştı ne var ki bunların hiç birisi kitabı bir ekonomik bir ürün
haline getiremezdi getiremedi de. Yayın dünyasında yazıyı bir ekonomik bir yere
ya da kitle iletişiminin odağı haline getiren şey malumunuz matbaacı Gutenberg
ile başladı. Harfler metal kalıplarla buluştuğunda kitap daha seri ve daha ucuz
olarak piyasaya sunulabildiği. Modernleşme ile birlikte adım okuma yazma
kültürünün yayılmasıyla birlikte bu iş tam bir sektör haline geldi. İşte kitap ve
pazar kelimelerini yan yana getiren kırılma noktası bu iki temel değişim oldu.
Teknik devrim ve okuma alışkanlığı
Bugün bir kitap pazarından söz edebiliyorsak ilk olarak işte
teknik devrin ve ikinci olarak da okuma alışkanlığının Kültür hayatına işlenmesi
sayesindedir. Bu süreci neden anlattım? Sadece tarihi bir geçersiz gerçeği
sizinle paylaşmak amacında değilim elbette. Amacım bu süreç üzerinden
Türkiye'deki kitap pazarına ilişkin olarak iki temel meseleyi gözler önüne
sermek. İlk nokta; doğrudan doğruya kitabın bir pazar ürünü olarak Türkiye'deki
konumuyla gücü ile ilgili. Türkiye'deki teknik altyapı kitabı kitlesel bir ürün
haline getirmekte zorlanmıyor. Bugün matbaacılık imkânlarımız kalite ve
verimliliği sağlayacak düzeyde. 2015 yılında Türkiye’de 621 milyon aşkın kitap
üretildi 56.000'i aşan başlıkta hemen her konudaki kitap piyasadaki yerini
aldı. Özellikle edebiyat teknoloji ve uygulamalı bilimler tarih eğitim ve din
konularındaki kitaplara yoğun bir talep var. ifade ettiğim bu konulardaki kitapların
ağırlıklı rolü bulunuyor sektörde. Ayrıca 6000 kitap evi, 150 dağıtım şirketi
kitabı okurla buluşturuyor. 2016 yılı rakamlarını merakla beklediğimizi de
belirteyim.
Aşılmayı bekleyen problemler var
Altyapı konusunda
yapılan yatırımlar bu sektördeki adımlarımızı sağlıklı bir şekilde atmamızı
sağlıyor. Yayınların sağlıklı bir şekilde tasnifi ve takibi için 2007 yılında
kurulan online ısbn sistemi, sektörün dinamiklerini daha iyi görmemizi sağladı.
Kentleşme, genç nüfus ve iş yaşamında giderek artan uzmanlaşma ile birlikte
sosyal yaşamdaki zenginleşme kitaba olan ilgiyi daha da artıracak. Ama hala bu
konuda ciddi sıkıntılarımız var belki de bunların en başta okuma alışkanlığı
geliyor. Ülkemizde 2015 yılı itibari ile kişi başına düşen kitap sayısı 8,1. Bu
rakam gelişmiş ve bazı gelişmekte olan ülkelere göre çok az dolayısıyla
Türkiye’de kitabın kitle iletişiminin ayrılmaz bir parçası yapan yazar yayıncı
Okur arasındaki zincir, yeterli bir sayı ya yani pazar büyüklüğüyle
desteklenmiyor. Matbaanın icadını tamamlayan Okur kitlesinin deki artıştı. Bir
yandan kitap ucuzlarken, diğer yandan okuma yazma oranı artıyordu. Kitabı
ekonomik bir sektörünün parçası yapan süreç buydu. Bugün okul sayısı konusunda,
Türkiye'deki problemler açılmayı bekliyor. Türkiye'deki kitap pazarına ve genel
olarak Dünya kitap piyasasına ilişkin olarak öne çıkan ikinci nokta da şu;
bugün 500 yıldan uzun bir süre önce Kunt En Berk ile yaşanan değişime benzer
bir gelişmeye şahit oluyoruz. En iyisini yapmak zorundayız kitap, artık
elektronik dünyanın bir ürünü olma yolunda. Mürekkep, kâğıt, kalem ortadan
kalkmalı elbette. Onlar da olacak. Ama şunun altını da özenle çizmek gerekiyor.
Kitabı internetle, elektronik ile yeni bir kitle iletişim yöntemi ile
buluşturabilen yayıncılar, yeni denizlere yelken açacak. Kitap gerçeği, yayın
hayatımızın ve sektörün geleceğini belirleyecek. Bu sektöre ayakta kalmak,
küresel rekabette bende varım diyebilmek buna bağlı. Bugün Türkiye’de kitap
genel olarak yayın pazarı, gelişme yolunda ilerleyen ama henüz yeterli güce de
erişmemiş bir niteliğe sahip. 2015 yılında 10.000 kitap yayınlandı. Ama daha
yürümemiz gereken çok yol var. Ben öyle düşünüyorum ki uluslar arası fuarlar
kültürel çaplı organizasyonlar da bu konuda yayın dünyamızın temsilcileri için
bir deneyim kazanma vesilesi oluyor küresel eğilimlerin ve teknolojik
yenilikleri burada takip edebiliyor, gereken dersleri çıkarabiliyoruz.
Osmanlı'daki ilk sistemini matbaa açılalı getiren İbrahim müteferrika denizciliğinin
geliştirilmesi için kâtip Çelebi tarafından yazılan bir kitabı tuhfetül kibar
fi esfar el bihar-ı yayınlamıştı.
1729 yılında yayınlanan bu kitapta kâtip Çelebi bugün de
önemli olan gafleti bir tarafa koyup yine elinden geleni yapmaktır. Diyordu bizlerde
sektörünün geleceği ve gelişmesi adına gafleti bertaraf edip, elden gelenin en
iyisini yapmak zorundayız.
Kitle tablet ve akıllı telefonlardan okunabilecek çok ucuz
fiyatlara e kitap satılıyor. Ücretsiz olarak pek çok kitabın PDF sine ulaşmak
mümkün. Dijitalleşen Çağ'da kâğıdın kokusu ne kadar dayanabilecek?
Türkiye olarak bu konuda pek çok yeniyiz. E kitabının hâlâ
dünya çapında çözülmeyi bekleyen büyük sorunları var.
Telif hakları vesaire gibi birçok meselenin halledilmesi
gerekiyor. Bunun tam olarak oturması uzun sürecektir. Şimdilik bir şey demek
çok doğru olmaz.
E kitaplar bizi istila edecek gibi manşetler atmak için daha
çok erken.
Osmanlıca bir takım Matbu kitapların Kütüphanelerce taranıp
internet arşivinin yapılması bu tür kitapların satışını bir nebze de olsa
yavaşlatmıştır.
Mesela İstanbul
büyükşehir belediyesinin Atatürk kitaplığındaki Osmanlıca kitapların hepsinin
taranıp okuyucunun hizmetine sunulmuş olması araştırmacıların kolaylıkla
indirebilmesi büyük rahatlık. (Okur Dergisinin
1., 2., 3 , sayılarından faydalanılarak hazırlanmıştır.)Ek:
KÜTÜPHANE VE KİTAP SAYILARI | |||||
İLÇE ADI | KÜTÜPHANESİ
OLAN KURUM SAYISI |
KÜTÜPHANE SAYISI |
KİTAP SAYISI |
2016-2017 EĞİTİM ÖĞRETİM YILINDA KURULAN Z KÜTÜPHÜNE SAYISI | 2017-2018 EĞİTİM ÖĞRETİM YILINDA KURULACAK Z KÜTÜPHANE SAYISI |
AHIRLI | 4 | 4 | 6.173 | 1 | |
AKÖREN | 4 | 4 | 6.629 | 1 | |
AKŞEHİR | 33 | 33 | 40.024 | 3 | |
ALTINEKİN | 4 | 4 | 3.910 | 2 | |
BEYŞEHİR | 44 | 44 | 34.907 | 5 | |
BOZKIR | 18 | 19 | 23.261 | 1 | |
CİHANBEYLİ | 37 | 37 | 22.418 | 1 | |
ÇELTİK | 7 | 7 | 3.318 | 1 | |
ÇUMRA | 35 | 35 | 18.716 | 2 | |
DERBENT | 3 | 3 | 2.113 | 1 | |
DEREBUCAK | 8 | 8 | 8.217 | 1 | |
DOĞANHİSAR | 14 | 14 | 14.777 | 1 | |
EMİRGAZİ | 4 | 4 | 3.820 | 1 | |
EREĞLİ | 57 | 60 | 56.878 | 4 | |
GÜNEYSINIR | 5 | 5 | 5.125 | 1 | |
HADİM | 9 | 9 | 10.060 | 2 | |
HALKAPINAR | 2 | 2 | 5.305 | 1 | |
HÜYÜK | 14 | 14 | 14.390 | 1 | |
ILGIN | 28 | 29 | 21.948 | 2 | |
KADINHANI | 28 | 28 | 22.256 | 2 | |
KARAPINAR | 18 | 18 | 14.943 | 2 | |
KARATAY | 89 | 94 | 126.829 | 17 | |
KULU | 25 | 26 | 14.240 | 1 | |
MERAM | 114 | 118 | 135.061 | 19 | 15 |
SARAYÖNÜ | 14 | 15 | 11.756 | 1 | |
SELÇUKLU | 167 | 170 | 225.479 | 39 | |
SEYDİŞEHİR | 37 | 38 | 22.802 | 2 | |
TAŞKENT | 9 | 9 | 6.273 | 1 | |
TUZLUKÇU | 4 | 4 | 3.674 | 1 | |
YALIHÜYÜK | 1 | 1 | 730 | 1 | |
YUNAK | 12 | 12 | 16.934 | 2 | |
Genel Toplam | 848 | 868 | 902.966 | 120 | 15 |
Not: Kütüphane ve kitap sayıları 2016-2017 eğitim öğretim yılına aittir. |
Yorumlar
Her çiçek açılır gülden ziyade
Ben eski yarimdan ayrı düşünce
Şimdi bir yar sevdim ondan ziyade
Selam verse selamını alırım
El bağlayıp divanına dururum
Eni sonu yar yolunda ölürüm
Armağanım yoktur candan ziyade
Bir kuşak kuşanmış saçağı dizde
Öz imanım kaldı şöyle bir kızda
Yarısı gerdanda yarısı yüzde
Sayılmaz beni var binden ziyade
Karacaoğlan der ki ne salınırsın
Altın pas mı tutar ne silinirsin
Ey kız gözüme huri görünürsün
Anam seni sevmez Benden Ziyade
Karacaoğlan
https://youtu.be/XoX2ko2cl3s