KAYBOLMUŞ VE KAYBOLMAYA YÜZ TUTMUŞ MESLEKLERDEN, KAĞITCILIK , AHAR VE MÜHRE, MÜREKKEP YAPIMI



Bekir ŞAHİN
ÖZET
Kaybolan, kaybolmaya yüz tutmuş, eskiyen meslekleri ve sanatkârlarını yakından tanımak tarihi gerçeklik olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik zenginliktir.  Kaybolan mesleklerin pek çoğu bizim kültür hazinelerimizdir. Kaybolan meslekler, kaybolan değerleri de hatırlatmaktadır. Meslekler hayatımızın içinden çekilirken beraberinde neleri götürdüğünü, hangi kültürel değerlerimizi kaybettiğimizi, hangi manevi duyguları da yitirdiğimizi ve hangi sosyal, kültürel problemlere sebebiyet verdiğini düşünmek gerekir. Çünkü uzun süre görülmeyen, duyulmayan, konuşulmayan, dokunulmayan şeyler zamanla unutularak, belleğin karanlık noktalarına gömülür. Bu melekler arasında kitap sanatlarını yakından ilgilendiren kağıtçılık, ahar ve mühre, mürekkep yapımı önemli bir yer işkal etmektedir. Kaybolan, eskiyen meslekleri ve sanatkârlarını yakından tanımak tarihi gerçeklik olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik zenginliktir. 
ANAHTAR KELİMELER:
Kitap Sanatları, Âhar, Mühre, Kağıt, Mürekkep, Meslek, Kültür.

Giriş.

 Teknolojinin akıllara durgunluk verecek şekilde gelişmesi alışkanlıkları, yaşam biçimlerini ve tüketim kalıplarını sürekli değişime zorlamıştır. Gelişen Endüstri ve insanlığın giderek artan talep ve ihtiyaçları zamanla maalesef bazı mesleklerin kaybolmaya yüz tutmasına hatta unutulup yok olmasına sebep olmuştur.
Kaybolan meslekler için seçilen sade mekânlar, bu mekânlarda dökülen göz nuru ve alın teri, yoğun emek, her zaman anılmaya değerdir.  Dün olmadan bugün, bugün olmadan yarın var olamaz. Zarafet, ince işçilik, dikkat ve titizlik isteyen bu meslekler, bizleri kökümüze bağlayan çok önemli bağlardır. Bu meslekler eski kültürümüzün birer birikimidir: İçlerinde çok şeyi saklamaktadırlar. Bu sebeple bu mesleklere karşı nankör olmamalıyız.
Hattatlık, sahaflık, ciltçilik, değirmencilik, şerbetçilik, gazozculuk, dokumacılık, çömlekçilik, demircilik, kalaycılık, tenekecilik, nalıncılık, hancılık, nalbantlık, çulculuk, sepetçilik gibi meslekler değişen ekonomik koşulların bir sonucu olarak seri üretime, robotlara, makinalara yenik düştü. Birer birer tarihteki yerlerini aldılar. Unutulan meslekle den en önemlileri arasında saya bileceğimiz kitap sanatlarıyla alakalı çok önemli meslekler vardır.
            Türk-İslam Medeniyetinde ise kitap sanatlarının önemi tartışılamaz. Bir İslam yazmasının meydana gelmesinde onikiden fazla sanatçı zanaatkâr ve meslek erbabının emeği vardır.
            Bu sanatlar Osmanlı daha sübyan mekteplerinden itibaren çocuklara öğretmeye başlardı. Tanzimat’tan sonra rüşdî ve idâdi mekteplerimizde kitabi sanatlardan hüsnü hat ders olarak mevcuttu. Ayrıca Topkapı Sarayı’nın Endrün-ı Hümayun, Hasbahçe ve benzeri bölümlerinde, Bayazid’deki Eski Saray’da, Edirne Sarayı’nda ve bunun gibi yerlerde hat ve diğer kitap sanatlarının o devirlerdeki en önemli hocalarınca öğretildiğini görüyoruz.
            Medreselerin “hattathane” adıyla bir yazı odasının ve yazı hocasının bulundurulması medrese vakfiye şarlarında yer alırdı. Bununla birlikte Hüsnü Hat’tın gerçek öğretmeni yüzyıllar boyunca hususi ve hasbi olarak üstaddan çırağına meşk yoluyla devam etmiştir. Âhar, mühre, mürekkep ve kağıt yapımı buralarda icra edilmekteydi.
            Hüsn-i hattınve diğer kitap sanatlarının gerçek öğretimi, yüzyıllar boyunca husûsî ve hasbî olarak, üstâddan çırağına meşk yoluyla sürdürülmüştür. Ancak, XIX. asrın mâlî imkânsızları ve kültürel yozlaşmayla bu gelenek artık eskisi gibi yürüyemez olmuş, çağın şartlarında uyabilen bir öğretim kuruluşu aranır hâle gelmiş; hele tezhîb, cild ve ebrî (ebrû) gibi hüsn-i hatla yakın ilgisi bulunan kitab san’atları, eskeriyâ babadan oğlu geçerek yürütülen birer esnaf zenaati kılığına bürünmüşdü.
İşte, 20 Mayıs 1915’de Bâbıâlî’deki târihî sıbyan mektebinde küşâd olunan Medresetü’l-Hattâtîn isimli kuruluş, hat ve sâir gelenekli san’atlarımızın ihyâsı için burada faaliyet göstermeye başlamış; 1925’de Hattat Mektebi, 1929’da Şark Tezyînî San’atlar Akademesi’ne bağlanana kadar müsbet faaliyetlerini müstakil olarak sürdürmüştür. Ançak gelişen olumsuz şartlar bu müesseninde kapatılmasına sebep olmuştur. Bir bir kapanan, yok olan eğitim kurumlarıyla birlikre kitap sanatlarımız  ve ilgili meslekleri yok olma noktasına gelmiştir. [1]
 Bu yazımızda unutulan, yok olmaya mahkum edilen meslekleri hatırlatmak, yeni nesillere bu tanıtmak adına bu mesleklerden kağıtçılık, ahar ve mühre, mürekkep yapımı sizlere anlatılmaya çalışılacaktır.
AHAR
Âhar (خارآ) kelimesi aslen Türkçe’dir. ”Ak”tan türemiştir;[2]düzgün bir şekilde perdahlama, perdah kolası” anlamına gelir. Âhar, (آهار) imlâsıyla Farsçaya geçmiş ve Türkçede de aynı imlâ ile kullanılmıştır. Farsçada âhar; “Yemek yemek, yiyecek ve yiyinti, kahvaltı ve sofralık kuvvet” anlamına gelir. Bir şeyin yenmesi vücuda kuvvet verir. İşte âhar da sürüldüğünde kâğıda kuvvet ve dayanıklılık verdiği için böyle kâğıtlara “âharlı kâğıt” denilmiştir.[3] Âhar ve cilâ yapan kimseye; saykal (صيقل)denilir.[4] Bu kelime aynı zamanda “mühre” anlamı da taşımaktadır. Türkiye Selçukluları döneminde bu işi verraklar (kâğıtçılar) yapmaktaydı.[5]
Âhar kelimesinin kâğıtçılık ve kitap sanatlarında bir terim olarak kullanılması, âharın kâğıda yedirilmesi yoluyla kâğıdın beslenmesi, takviye edilmesi, su ve rutubet gibi dış tesirlerden korunması, daha dayanıklı hale gelmesiyle ilgilidir. Ayrıca yazı yazarken yapılan yanlışlıkların tashihinde kolaylık olması, silinti ve kazıntının belli olmaması ve iz bırakmamasıyla da alakalıdır.[6] Âharsız kâğıt, mürekkebi kolayca emer veya dağıtabilir. Böyle kâğıtlara yazı yazmak ve gerektiğinde tashih yapmak zorlaşır. Bir de kâğıdın parlak görünmesi, bu sayede pürüzlü, gözenekleri geniş, kısmen kaba, delikli ve kalemin yürümesini zorlaştıran, mürekkebin yayılmasına müsait ham kâğıt ıslah edilmiş ve bu âharlama sayesinde kalemin yürüyüşü ve mürekkebin akışı temin edilmiş olurdu. Bu ameliye yapılmış olan kâğıtlara "âharlı kâğıt" ismi verilir.
Böylece, âharlanmış kâğıt üzerinde oluşan koruyucu tabaka, kâğıdın sathını düzgün ve kolay yazılabilir hale getirdiği gibi, mürekkebin emilmesine de engel olarak gerektiğinde kâğıda zarar vermeden düzeltme yapılmasına ve yazının kolayca silinerek yeniden yazılmasına imkân verir. Bazan nemli pamuk veya süngerle silerek, çok defa da hafifçe kazımak ve ekseriya yalamak suretiyle gereken düzeltmeler yapılabilir. Bu sebeple hattatlar, müzehhipler ve minyatür ustaları daima âharlı kâğıt kullanmışlardır.[7]
Kitapların el ile yazıldığı, sayısız yazma eserin üretildiği dönemlerde kâğıt âharlamak, bir meslek olarak icra ediliyordu. İstanbul’un Beyazıt semtinde eskiden Müzehhipler Çarşısı’nda âhar ve mühre yapan esnaf da bulunurdu. O dönemde sanatını icra eden Saykalları, “ta‘lik kâğıdı” denilen kâğıtların sol alt köşesindeki soğuk damgalarda görmekteyiz. Kâğıtçılar aharlı kâğıt yapıp hattatlara sattıkları gibi hattatlar kendileri de aharlı kâğıt yaparlar ve yazılarını bunlara yazarlardı.
Şarkta yapılan kâğıtlar ham oldukları için âharlamak zarureti vardı. Bunların üzerine düzgün yazı yazmak kabil değildi. Sonraları fabrikalarda yapılan kâğıtların her ne kadar üzerleri cilâlı ise de bunların üzerlerine yazı yazıldıktan sonra tashih etmek, silmek icap ettiği zaman mürekkebin izi kalır ve bazılarında kâğıdın üzerinde bulunan ince cila tabakası giderdi. Halbuki âharlanmış kâğıtlar birkaç defa silinir ve iz bırakmazdı. Hatta bundan bir asır önce kâğıdın kıt olması sebebiyle mahalle mekteplerinde çocuklara mümarese (alıştırma) için yazdırılan "karalama"lar hoca gördükten sonra süngerle silinir ve tekrar "karalama" yazılırdı. Bu ameliye birkaç defa tekrar edildiği halde kâğıt bozulmazdı.
Âhar kâğıda sürüldükten bir hafta bekletildikten sonra mührelenebilir. Âhar, kitap haline getirilecek kâğıtların iki yüzüne ve birer kat, levha olarak kullanılacak kâğıtların tek yüzüne birkaç kat olarak sünger, gazlı bez veya tülbende sarılmış pamukla sürülür. Hafif olması isteniyorsa bir kat yeterlidir. Buna tek âharlı denir. Ta’lik yazı için kâğıtlara sürülecek âhar tabakasının çok kalın olması gerekir. Ta’lik âharcıları kendi isimlerine mahsus soğuk damga ihdas ederek kâğıtların üzerine basarlardı. Bu damgalarda Kadri, Seyyit Ahmet, Hasan Remzi, Memduh gibi isimler görülmektedir.
Kâğıdın daha kuvvetli olması gerekiyorsa birinci kat âhar kuruduktan sonra, kâğıdın dokusuna iyice işlemesi için ikinci ve diğer katlar öncekinden farklı istikamette sürülmeli ve kâğıda yedirilmelidir. Böyle kâğıda da “çift âharlı” veya “çiftâlî” denilir.[8] Çift âharlamada, nişasta ve un âharı üzerine bir kat da yumurta âharı sürülürse daha iyi olur. Âharlanan kâğıtlar mutlaka gölgede kurutulduktan sonra “çakmak mühre” ile perdahlanmalıdır; buna “kâğıdı mührelemek” denir. Bu şekilde hazırlanan kâğıtlar üst üste konarak bir ağırlık altında en az bir yıl bekletildikten sonra kullanılır. Âharlanan kâğıt eskidikçe daha da güzelleştiğinden kıymeti artar. Bu konuda Kamil Akdik, “İki, üç ay durmakla”, İ. Hakkı Altunbezer ve Necmeddin Okyay, “İki veya üç sene durmakla” kâğıdın güzelliği ortaya çıkar demektedirler.[9]
Hattatlar, kullandıkları kâğıtları, kâğıdın ve mürekkebin özelliklerine göre ekseriya kendileri âharlamayı tercih etmişlerdir.
Kâğıt âharlamanın çok çeşitli yolları, âhar yapmanın da değişik usulleri vardır. Fakat en yaygın olanı yumurta, un ve nişasta âharıdır. Ayrıca çeşitli hattatların denedikleri değişik âhar usulleriyle âharlama tekniklerine ait bilgilere de bazı risâlelerde dağınık bir şekilde rastlanmaktadır.
Yumurta âharı: Birkaç taze tavuk yumurtasının yalnız akları küçük ve derin bir kâseye konur. Yumurta büyüklüğünde bir şap parçası, bu kâsenin içinde dairevî bir tarzda elle çevrilerek yumurta akının şeffaflığını ve yapışkanlığını kaybetmesi sağlanır. Bu harekete devam edildiğinde kaptaki sıvı önce yoğurt gibi koyulaşır, sonra da tamamen su haline gelerek üstü köpük bağlar. Bundan sonra kâse biraz eğilerek bir yere konur. Satıhta toplanan köpüğün sertleşip kabın kenarına yapışması ve su kıvamına gelmiş yumurta akından ayrılması için birkaç saat öylece bırakılır. Daha sonra sertleşen köpük tabakası delinerek dipteki sıvı bir başka kaba alınır. Bu sıvı, kâğıda sürülmeye hazır hale gelmiş âhardır.[10]
Nişasta âharı: Bir kapta soğuk su ile ezilen yeterli miktarda nişasta kaynar su içine atılır ve karıştırılarak ağır ağır pişirilir. Daha iyi netice alınmak isteniyorsa bir parça jelâtin de katılır. Süzüldükten sonra kâğıda sürülmeye hazır hale gelir. Necmeddin Okyay’ın anlattığna göre, Özbekler Şeyhi Edhem Efendi (1829 -1903), nişastanın pişmesini, içine soktuğu yanmış ve külsüz bir kömür parçası ile anlarmış. Kömür sönerse, nişasta daha pişmemiştir, sönmezse pişmiştir.
Gomalak âharı: Cilacıların kullandığı gomalak, ispirtoda eritilerek gaz bezine sarılı pamukla âharlanacak kâğıda sürülür. Eski bir kâğıt tomarı içinde gördüğümüz ve üstündeki tarihe nazaran 1296 Hicride âharlandığı anlaşılan bir kâğıtta “Bu kâğıdın âharı gomalak ve ispirtodan yapılmıştır” kaydı vardı. Eski kitaplarda, bu âhar tertibine rastlanmıyor. Bugün, tinerle inceltilmiş “Selülozik vernik” de alaminüt bir âhar olarak kullanılabilir.[11]
Pirinç âharı: Pirinç unundan yapılan âhardır. Eskiden hat ve resim için en iyi kâğıdın ince, kuvvetli ve pirinç nişastasıyla âharlanmış kâğıt olduğu söylenirdi.[12]
Un âharı: Nişasta yerine un kullanılarak aynı şekilde yapılır. Yalnız buna jelâtin katılmaz.
Âhar yapma usul ve maddeleri yukarda anlatılan klasik yöntemlerin dışında muhtelif şekiller de arzetmektedir. Burada "boya, mürekkep, âhar, ebru mecmuasındaki (Millet kütüphanesi el yazması nüsha No. 809 ) âhar yapma usullerinden bahsetmektedir.[13]
Yazılanların kazınıp yalanarak tahrife uğramaması için Osmanlı’da ferman, berat gibi önemli resmî kayıtlarda âharlı kâğıda yer verilmemiş, sadece mührelenmiş kâğıt kullanılmasına dikkat edilmiştir. Çünkü âharsız ham kâğıtların üzerine yazılanları silmek imkânsızdır. Gerektiği gibi âharlanmış ve mührelenmiş bir kâğıt yüzlerce sene bozulmadan durur, her şart altında başka kâğıtlarla ölçülmeyecek kadar fazla dayanır. Arşivlerimizde altı-yedi yüz senelik vesikaların dün yazılmış gibi yeni bir halde durması ve yüzlerce sene böyle durmağa elverişli oluşları iyi âhar ve mühre görmüş olmalarındandır. Bunun bir faydası da yanlış yazılan bir yazının âharlı ve mühreli kâğıttan kolaylıkla ve hiç iz bırakmadan silinip yerine doğrusunun yazılabilmesidir. Eskiden en başarılı âhar ve mühre Türk üstadları tarafından İstanbul’da yapılırdı.[14] Bu sanat, bugün tekrar gelenekli sanatlarla uğraşan meraklıları tarafından yapılmaya ve onların himmeti ile diriltilmeye başlanmıştır. Konya’da Güzel Sanatlar Fakültelerinde  ve Lalezar gibi özel sanat merkezlerinde Ahar yapımı, eğitimi ve uygulaması yapılmaktadır. Ayrıca  aharcılığı  ve mühreciliği Emine Dudu KARANLIK     hanım gibi kendine meslek edinen ustalara da rastlanmaktadır.


MÜHRE (مهره)
Aslı Farsça olan mühre kelimesi, (مهره) lugatte: “Her nev’i yuvarlak şey, topçuk, cam boncuk, deniz kabuğu (denizkulağı),  kâğıt ve saire cilalamak için kullanılan billurdan top” manalarına gelir[15].
Istılah olarak; billur, akîk taşı, midye, istiridye veya deniz böceği kabuğu gibi malzemelerden yapılan, âhârlanan kâğıtta âhâr tabakasının kâğıda tespitini sağlamak, yazı ve tezyinatın altınlı olan kısımlarını parlatmak ve pürüzleri gidermek için kullanılan âlet. Buna muhrag[16], mehrak, minkâf, mıskala, şüne[17] denir. Mührelerle kâğıtlar cilalanır ve buruşukluklar, pürüzler düzeltilir. Buna bir nev’i “el presi” denilebilir.[18]
İstanbul’da ve İmparatorluğun diğer kültür merkezlerinde kâğıt terbiye dükkânları bulunurdu. Yapılan işleme göre bunlar üç türlüydü. Mühreciler, âharcılar ve boyacılar. Bu işlemlerin en basiti ve ucuzu kâğıdı yalnız mührelemekti. Çünkü ne olursa olsun kâğıdı mühresiz kullanmak mümkün değildi.[19] Bu mesleği icra eden, kâğıtların üzerine mühre vuran sanatkâra, mühre-bâz, mühreci, cilâcı veya mühre-zen, mühreleyen, cilalayan denilirdi. Sicilli Osmanî’de, “Ahmed Bey, Mührezenbaşızade: Enderûnîdir. Zilhicce 1240 (Temmuz/Ağustos 1825) da mâbeynci oldu. Sonra vefat eylemişlerdir” diyerek mühre-zenden meslek olarak bahsetmektedir. [20]
Âharlanan kâğıt, bir hafta içinde mührelenmezse daha sonra yapılacak mühreleme esnasında çatlamaya başlar ki, o zamana kadar verilen emekler böylece boşa gider. Bunun için, nemli bir yerde muhafaza edilen kâğıtlar üzerlerindeki taze âharın yerine tespiti için mührelemeye tabi tutulurlar.[21]
Mührelenecek kâğıtlar, ıhlamur ağacından yapılmış, sathı pürüzsüz “mühre tahtası” veya "pes-terek" denilen ortası bir parça çukurca olan geniş bir tahta üzerine konulurdu.  Yağlı insan cildine veya kuru sabuna sürülen kalın bir bez parçası, kâğıdın üstünde dolaştırılarak kayganlık sağlandıktan sonra ve mühre iki ucundan tutularak kâğıdın üzerine kuvvetle bastırılmak suretiyle ileri-geri hareketler yapılır. Bu esnada kâğıt serbest bırakılıp elle tutulmaz. Eğer kâğıdın iki yüzüne de yazılacaksa iki taraf ayrı ayrı mührelenir. Bu kâğıda, mühreli, cilâlı anlamında “mühredar” kelimesi kullanılırdı.[22]
Basım dışında elle gerçekleştirilen bütün yazı işleri için kullanılan kâğıtlar âharlanmış olsun veya olmasın mutlaka önceden mührelenmeye tâbi tutulur. Kâğıdın dışında Bizanslılar, Hintliler ve İslam dünyasında yazı yazmak için az da olsa kullanılan ipek de önce ağaç zamkına daldırılır,  kuruduktan sonra da mührelenirdi.[23]
Osmanlı devrinde, İstanbul’da, Beyazıt-Vezneciler arasında yer alan müzehhip ve mücellitler çarşısının bodrum katlarında âhârcılardan başka hususiyetle bulundurulan “mührezen esnafı”, kâğıt terbiyesinin bu son merhalesini tamamlamakla geçimlerini sağlardı.
Daha küçük ve az sayıdaki mühreleme işlerinde deve kuşu yumurtası iriliğinde bir cam mühre kullanılabilir; bu da iki ucundan kavranıp kâğıdın üstünde bastırılarak yürütülür. Denizkulağı denilen deniz böceğinin, üstü benekli sert ve parlak kabuğundan da aynı maksatla faydalanılabilir. Bu küçük mühre çeşidi, “minkaf, mıskale (mazgala), halezon, senc” isimleriyle de bilinir. Âhârlı veya âhârsız kâğıtlar mührelenirse eczası birbirine sıkışır, yüzündeki pürüzler gidip düzlenir. Kâğıt çeşitleri arasında görüldüğü üzere, kayıcı bir hal alır. Âhârların, kâğıtların fazla dayanmasına ve yazarken kalemin kolayca hareket etmesine, kâğıda takılmamasına çok faydası olur. Harfler keskin çıkar, kalemin hakkını vermek ve cereyanını kolayca sağlamak mümkün olur. Mühre yalnız kâğıtları değil, yazıları, yazılmış ve sürülmüş altını parlatmak için de kullanılır.
            Her birine mahsus mühreler vardır, şöyle ki;
1-Çakmak Mühre: Her iki tarafında el ile tutabilmek için birer kol bırakılmış olan ağaçtan ibaret olup ellerin arasına gelen kısım oyulmuş ve içine boyu 10-12 cm, eni 4-5 cm ve kalınlığı 1,5 cm olan bir çakmaktaşı konulmuştur.
2-Cam Mühre: Yumurta biçiminde ve avucu doldurabilecek büyüklükte cam bir yuvarlaktan ibarettir. İki başından iki avuç arasında tutulur.
3-Deniz Kulağı: Büyük deniz böceğinin sert ve parlak bir kabuğu olup, içi boş ve hafif olduğundan o kadar makbul değildir. Diğer mührelerin bulunmadığı zaman mühre olarak kullanılır. Buna Minkaaf,  Halezon, derler.[24]
4-Bâd mühre: Yılan mühresidir ki engerek tabir olunan yılanın kafasından hâsıl olur. Yarım fındık kadar tûlânî, gül renginde bozumtırak ve bazı siyah olur. Efdali odur ki bir siyah veyahut gök suf üzere sürülse ağarta ve her ne kadar boyasalar zayi olmaz.[25]
            5- Zermühre: Ezilmiş varak altının kâğıt, deri vb. bir zemine sürüldükten sonra mat sarı rengi yerine altın görünüşü alması için kullanılan alete “zermühre” adı verilir. Bunun bir adı da mıskaledir. Zermührenin parlatma ameliyesinden önce yüz veya başa sürülerek cilt yağıyla kaygan hale getirilmesi şarttır.[26] Kalemtıraş kabzasının ucu dahi bu işte kullanılırdı.
Tezhîblerde altınla yapılan yaprak damarlarını, tezyînâtın girintili, çıkıntılı yerlerini parlatmak için kullanılan mühreye “tırnak mühresi” de denir, Har mühre (katır boncuğu), tırnak mühre[27] gibi çeşitleri de vardır.
Bügün kitap sanatlarıyla uğraşanların pek çoğu kağıtlarını kendileri mührelemekle beraber bunu zanaat haline getiren sanatkarlarımızda bulunmaktadır.


MÜREKKEP YAPIMI
            Mürekkep, lügatte; yazı yazmada kullanılan boya anlamına gelen, günümüzde yazı yazmak veya yazılı malzemeleri basmak için muhtelif maddelerden meydana gelen çeşitli renkteki sıvılara verilen isimdir. Birkaç maddenin karışımından oluştuğu için bu isim verilmiştir. Buna midâd, mısmağ, hazâz, naks, liyâk, ikâs, şicâb ve hıbr da denir[28] Farsça'da siyâhi, zâkâb, zekâb, zikâb, zügülâb veya zükülab tabirleri kullanılır.[29]
            Mürekkebin yazı kadar ve belki de ondan daha eski olduğu görülür. Hatta yazıdan evvel binaları boyamak, resim yapmak için mürekkep kullanılmıştır. Mısırlılar, Romalılar, Yunanlılar papirüs üzerine mürekkeple yazmışlardır.  Tevrat’ta mürekkepten bahs olunduğu gibi Pompei harabelerinden çıkan yazılar da çok güzel mürekkeplerle yazılmıştır. Mürekkebin ne zaman bulunduğu kesin olarak bilinmemekle beraber M. Ö. 1000 ile 2000 yılları arasında Girit’te kullanılmıştır. Orta Asya Türkleri çok eski zamanlardan beri mürekkep kullanırken, Asurlular, Mısırlılar, Yunanlılar ve Romalılar da mürekkep kullanmışlardır.
            Klâsik tarzdaki mürekkebin bileşiminde siyah hâlis is, zamk, zaç ve mazı suyu vardır. Türklerde mürekkebin kullanılışı Orta Asya Medeniyeti'ne kadar ulaşmaktadır.[30] X ve XI. asırların meşhur hattatlarından olan İbn-i Mukle ve İbn-i Bevvab, kara keçi kılını yakıp kömür haline getirmiş, zamk ve zâc ilavesi ile karıştırarak oluşan mürekkebi kullanmışlardır.[31] Yakut el-Musta'sımî'nin neft yağından elde edilen mürekkebi kullandığı bilinmektedir. Mürekkep elde etmede değişik metot ve malzemeler kullanılmış, sürekli arayış içerisinde olunmuştur. Siyah mürekkep yapımında iki ana metot göze çarpmaktadır. Biri, temel maddesi is olan mürekkep, diğeri ana malzemeleri mazı ve zâc'ı kıbrîs (demir sülfat) olan kimyevi mürekkeptir. Bu mürekkeplere birçok madde ilave edilmiş ve değişik işlemler uygulanmıştır.[32]
                  Hat, tezhip, minyatür vs. sanatlarda genellikle is mürekkebi kullanılır ki asıl maddesi; beziryağı, neftyağı, çıra, gaz yağı, zeytinyağı, ban yağı, menekşe yağı veya bal mumundan elde edilen is, Arapzamkı ve saf sudur. Eskiden is mürekkebi yapılmasında, isten başka safran, efsintin, sabr-ı sükotara, nöbet şekeri, sirke, jengâr, milh-i enderûnî, lâhur çividi, anzurut kâfuru, öküz kuyruğu çiçeği, sarı zırnık, musul mazısı, misk, şap, rastık, sığır ödü, zağ toprağı, meyan balı, mazı suyu, nişadır, karaduz; akıcılığı sağlamak için gül suyu, kına suyu, nar kabuğu suyu, katırtırnağı çiçeği suyu, asma yaprağı suyu, koruk suyu, mersin ağacı meyvesi suyu gibi maddeler kullanılmıştır.[33]
            İran ve Buhara’da kehrübâdan, Arabistan’da kınadan is elde edilmiştir. İs, kumlu ve çiğ renkli olmamalıdır. En güzeli devetüyü renginde olanıdır.
Yakut ül Musta’sami tarafından siyah mürekkep için icat edilen tertip;
On dude (is) miktarı ıslanmış ve süzülmüş asel (bal) kıvamında zamkı Arabi ile zikrolunan dudeyi havan içine koyalar. Mazı suyun ve nar kabı suyun ve zacı kıbrısi (bakır sülfat) suyun bir yere cem’edip bir miktar demir hurdesiyle mühkem kaynatalar ta ki mürekkep gibi şerbet ola. Ol şerbet ile havanda olan dude ve zamkı tedric ile bir hafta mikdarı sahkedeler. Badehu gülâb (gül suyu) ve zağferan (safran) ve abı as (mersin ağacı yemişinin suyu)  haltedib süzeler, bir şişe içine koyup hıfzedeler, gayet ala midad ola.

Bu formülde de görüldüğü üzere uzun süre Avrupa’da kullanılan demir gallos mürekkebinin bu karışıma girdiği görülmektedir.
En basit demir gallos mürekkebi tertibi:
Mazı meşesi
Demir
Sudur.
Demir gallos mürekkebinin pigmenti mazı meşesinde bulunan tannik asit ve göztaşı (FeSO4) arasındaki reaksiyon sonucu oluşur.
Pigmentin oluşturmak için tannik asitin bileşenlerinden olan gallik asit açığa çıkarılmalıdır.
Ezilen mazı meşeleri su ile hidroliz edilerek gallik asite açığa çıkarılır. Maksimum gallik asit eldesi ezilen mazı meşeleri (-ki bundan sonra diğer bileşenleri göz ardı edilerek içerdiği %60-70 tanninden solayı tanin olarak söz edilecektir.) suda kaynatıldıktan sonra 10 gün güneş altında fermentasyona bırakılması ile elde edilir.


Elde edilen gallik asit göztaşı ilavesi ile kimyasal reaksiyona girerek saf siyah renk pigment oluşturur.



Demir gallos mürekkebinin olumsuz tarafı zamanla silinmesi ve asitliğinin yüksek olmasından dolayı kağıdın yapısını oluşturan selülozu hidrolizini-parçalanmasını hızlandırarak evrakların delinmesine yol açmasıdır.
13. yüzyılın ünlü hattatı Yakut’un formülünü tekrar yorumladığımızda; Zacı kıbrısi ve demir hurdası, demir sülfat yani göztaşını oluşturmakta, mazı suyu tannin kaynağını vermektedir. Nar kabuğu pigment olarak kahverengi- kızıl arası bir renk vermekte ve mazıdan gelen siyah pigment ile karışarak sanatımızda sevilen deve tüyü rengi oluşturmaktadır.
Bir haftalık bekleme süresi pigmentin tam oluşu için gereken fermentasyon süresini vermektedir.
Havanda karıştırıp beklettiği is ve zamk başlı başına bir mürekkep olup demir gallos mürekkebi ile birleşerek tam siyah ve parlak bir mürekkep oluşturmaktadır.
Avrupa formülüne üstünlüğü isin karbon bileşiminin ve zamkın bağlayıcılığının demir gallosun korozifliğini yani kağıda verdiği zararı azaltmasıdır.[34]



Eskiden mürekkep yapımında Zaç-ı Kıbrıs denilen bakır sülfat da kullanılırdı; fakat zamanla kâğıda zarar verdiğinden terk edilmiştir. İlk zamanlar mürekkep yapımında kullanılan öd ve sirke kâğıtta ve yazılarda bozulmalara sebep olduğundan zamanla terk edilmiştir.
İs ve zamk nisbetleri: Eskiçağlarda  kullanılan mürekkebin terkibinde %25 zamk ve % 75 is bulunmaktaydı. Bizde ise bir kısım is için, dört kısım Arap zamkı konur. Zamk, beş kısım olursa bu mürekkeple yazıldığında parlak görünür; fakat akıntısı eksilir, zor yazılır. Zamanla çatlama ihtimali de vardır. Dört kısımdan az zamk konarak yapılmış mürekkeple yazılan yazılara el sürüldüğünde çıkar, siyahlık verir. Konulan zamk miktarı zamkın cinsine göre değişir. Eğer zamk Sudan’dan gelen Arap zamkı ise dört misli, geç hallolan katı cinsten ise iki-iki buçuk misli konulur.[35]
            Mürekkep yapılırken, süzülmüş ve bekletilmiş boza kıvamındaki Arap zamkı mahlûlü havana konup içine azar azar is atılarak tokmak yardımıyla zamk yedirilir. İs havalandığı için birden konulmayıp yavaş yavaş karıştırılır ve tokmakla dövülmeye başlanır. Koyulaştıkça su ilâvesiyle daima boza kıvamı muhafaza edilir. Tokmak öyle vurulmalıdır ki, paf paf ses çıkarmalıdır. Mürekkebin kalitesi, isin iyice ezilip zamkın içinde hallolmasına bağlıdır. Bu da günlerce dövmekle sağlanır. Kadim kaynaklarda mürekkep yapımıyla ilgili pek çok tarife rastlamak mümkündür.
Osmanlı saray sanat teşkilatı olan Ehl-i Hıref'i oluşturan sanat gruplarından biri de Cemaat-i Mürekkepçiyân-ı Hâssa'dır. Mürekkepçiler anlamına gelen bölüğün görevi saray için mürekkep hazırlamaktı. Ehl-i Hıref defterlerinde, Osmanlı saray sanat teşkilatında, mürekkepçiler bölüğünde görev alan mürekkepçilerin sayıları hatta pek çok belgede isimlerine bile rastlamak mümkündür.[36]
Mürekkep çeşitleri: Eskiden gülgûnî, lâcivert, âsumanî, yeşil gibi çok değişik renklerde mürekkep yapılmıştır. Ancak bunlardan en çok kullanılanları, zırnık, la‘l ve surh, üstübeç ve zer mürekkepleridir.
Zırnık mürekkebi: Zırnık adıyla bilinen tabiattaki arsenik sülfür taşının ezildikten sonra Arap zamkı mahlûlü ile karıştırılmasıyla sarı renkli, ancak çabuk solan bu mürekkep elde edilir. Bunun turuncu renkli bir cinsi de altınbaş zırnığı adıyla bilinir, ondan da mürekkep yapılır. Zırnık mürekkebi celî hatların kalıplarını yazmakta kullanılır.
La‘l mürekkebi: Lotur, şekerci çöğeni, şap ve su, muayyen nisbetlerde karıştırılıp kaynatıldıktan sonra suyu alınır ve bunun içine kurutulmuş kırmız (Cochenille) böceği iyice dövülerek eklenir. Tekrar kaynatılmakla elde edilen la‘l mürekkebinin cazip kırmızı rengi vardır. Kaynaklarda la‘l mürekkebin değişik tarifleri vardır.[37]
Surh mürekkep: Zincifre (civa sülfür) ve Arap zamkı eriyiğinden yapılan bu kırmızı mürekkeple secâvend (tevakkuf) işaretleri konulur. Osmanlı hattatları böcekten yapılan la‘l mürekkebi yerine Kur’ân-ı Kerîm’de surh mürekkebi kullanmışlardır.
Zer mürekkep, Üstübeç mürekkebi: Zırnık, Arapça'da maruf taşın adıdır. Beyazı, sarısı ve kırmızısı vardır.[38] Zırnık yerine üstübeç kullanılarak aynı usulle yapılır. Bilhassa mushafların sûre başlıklarının altın zemin üstüne beyaz renkle yazılmasında kullanılır.
İslâm kültüründe en eski yazma kitaplarda bile parlaklık ve siyahlığını koruyan is mürekkebinin ana unsuru bal mumu, bezir yağı, neft yağı, gaz yağı gibi maddelerin usulüne göre yakılmasıyla elde edilen istir. Osmanlı döneminde is çıkarmayı meslek edinen esnafın işlettiği ishâneler Eğrikapı semtindeki Tekfur Sarayı’ndaydı. Camilerde yakılan yağ kandillerinin islerinden ancak âdi mürekkep yapımında faydalanılırdı. Süleymaniye Camii’ndeki is odası, bunun zamanımıza gelen örneğidir. Cami içindeki hava cereyanları hesaplanarak zeytinyağı ile yanan kandillerden çıkan islerin Haliç kapısı üzerindeki menfezlere gidip yukarıdaki odada toplanması sağlanmıştır.[39]
Bu dönemde standart bir rakam koymak zor olduğu için bu işte ehil olanlar, 50, 70, 80, 100 veya 500 bin tokmak vurulmasını tavsiye etmişlerdir. Tabii bu uzun bir zaman ve iyi bir kuvvet ister.
            Bazıları mürekkep şişesini bacaklarına bağlayıp dolaşmak suretiyle[40] bir kısmı deve kervanlarına, şişeler veya fıçılar içinde asarak yahut hamam kapıları gibi çok kullanılan kapılara bağlayarak[41] mürekkep yapmışlardır.      
Günümüzde ise bu iş teknolojinin imkânlarından faydalanılarak bir takım makineler yardımıyla kısa zamanda ve daha az enerjiyle elde edilmektedir. İstenen kıvama gelen mürekkep çuha veya keçeden yapılmış mibzeleden süzülür. Yazılacak yazı çeşidine göre 8-10 misli saf su ilâve edilerek kullanılır. Kalıp yazılarda genelde sulu mürekkep kullanıldığından daha fazla su ilave edilmiştir.
            Bu usulle elde edilen mürekkebin kalemin ucundan yavaş yavaş akması, kaleme tâbi olması, âhârlı kâğıt üzerinde kolaylıkla silinip kazınmaya, yalanmaya müsait olması sebebiyle sanayi mürekkeplerine daima tercih edilmiştir. “Kem âlât ile kemâlât olmaz” fehvasınca eskilerin; “kalemin a'lâsı, mürekkebin ra’nâsı ve kâğıdın zîbâsı” sözü çok manidardır. [42] Ayrıca kendine has usullerle mürekkep elde eden hattatlarımız da vardı. Bunlardan Hattat Derviş Ali, pirinci kavurduktan sonra iyice dövüp onu mürekkep imalinde zamk yerine kullanırmış. Mürekkebin farklı oluşundan yazıları kolayca tanınırmış.[43]
            Yazının daha parlak ve güzel görünmesi için mürekkebin içine iyi ezilmiş altın tozu veya nöbet şekeri katılarak mürekkebe parlaklık verilmiştir. Mürekkebin suyu azaldığında da yağmur suyu, asma suyu veya saf su konulmalıdır.
            Mürekkebin akıcılığını sağlamak için nar kabuğunun kaynatılarak elde edilen suyundan bir miktar içine konulur.
Osmanlı'da revaçta olan mürekkepçilik sanatı, Batı'nın mürekkeple kalemi birleştirmesiyle ortaya çıkan pratik kalemlerin yaygınlaşmasıyla yok olmaya başlamıştır.
Mürekkep yapımıyla ilgili Hattat Hüseyin Öksüz şu bilgileri veriyor:
“Printeks denen doğal karbon madde fabrikalarda elde ediliyor. İşte bu maddeyi bilmezden evvel ben de mürekkep için eskiden is alıyordum. Nereden isi bulursam; soba isi, çam isi, bazen kendim is çıkarmaya çalışıyordum. Sonra bir gün aklıma karbon kâğıtların arkasındaki kâğıda geçen kısmı geldi. Karbon mürekkebi diye biz printeksi matbaa mürekkebi olarak zaten satıyorduk. DYO'nun ürünleri arasından şunu ben bir isteyeyim derken bir gittiğimde bana ancak elli gram verdiler. Fakat çok kuvvetli bir boya. Aralarında işte bu farklar var. Bir de mürekkebin akıcılığını sağlayan maddeler, küflenmesini önleyen, içinde mikroorganizmaların üremesine mani olan antioksidan maddeler var. Bazen boya köpürür. İşte bu köpürmeyi kıran maddeler de var.
Printekse Arap zamkı karıştırırken köpürmeye başlar. Köpürmemesi için bazı şeyler kullanılır. Ben DYO'dan köpük kırıcı getirtiyorum. Ondan bir tane damlatınca artık köpürmüyor. Bir de Arap zamkı çabuk küflenir. İçinde mikroorganizmalar çabuk ürer. Bu durum bir zamanlar hattatların en büyük sıkıntısıydı. Eczacılığımın bir faydası olarak buna da bir çare buldum. Mürekkepte akıcılığın sağlanması için sirke katılır. Böylece daha çok ekşir ve akıcı olur. Alfasilin (antibiyotik) kapsülünü bıçağın ucuyla açtım, şöyle mercimek kadarını hokkanın içine atınca kapsülü kapattım. Artık mikroorganizmalar üreyemiyor. Bu yüzden benim mürekkepler hiç eskimez. Mürekkep bazen top top olur. O zaman da gliserin konuluyor. Arap zamkı kuruduğu zaman mürekkepte kılcal çatlaklar meydan gelir ki kâğıt esnek olduğu için Arap zamkı da kuruduğu zaman cam gibi kurur. Bu kuruma çoğalınca esneyemediği için kılcal çatlaklar meydana gelir. Belki beş on sene sonra da yazılar dökülmeye başlar. Bu çatlamayı önlemek için içine gliserin koyuyoruz.
Sonra zaman içerisinde su bazlı matbaa mürekkebi yaptım. İçerisine tiner yerine su koyarak kullanıyor, onunla hat yazıyorum. Gayet de güzel oluyordu. Hatta DYO, İzmir yakınlarına yeni matbaa fabrikası açtı. Onlara su bazlı olarak hazırladığım mürekkeple yazı yazdım. Fabrikanın girişinde asılı duruyor. Şimdi su bazlı matbaa mürekkebini en küçüğü yirmi beş kilo olarak satıyoruz.”[44] Görüleceği üzere eski mürekkep yapımıyla ilgili bilgiler bu güne taşınarak yeni tür mürekkepler yapılmaya ve kullanılmaya başlanmıştır. Eski mürekkepçilik mesleğini bilmeye bugünün insanının da ihtiyacı vardır.
Bazı meşhur mürekkepçiler şunlardır: Salih efendi, Bursalı İsmail Ağa, Abdullah Efendi, Çerkez Hurşid Efendi, Ebrucu Bekir Efendi, Konyalı Abdülfettâhzâde Müderris Vehbi Efendi (Necmeddin Okyay’a mürekkep yapımını öğreten zattır)[45], Osman Ağa Cami’i Hatibi Abdulkadir Efendi, Hâmid Aytaç, Kemal, Bekir ve Receb Beyler. 
XIX. yüzyılda Vezneciler’deki Zeynep Hanım Konağı’nın karşısında Mürekkepçiler Hanı vardı, civarında da başka mürekkepçi dükkânları mevcuttu. Bu dükkânlarda mürekkep, kırılmaması için kısa ve tombul şekilde Eğrikapı’daki şişehânelerde yapılan mürekkep şişelerinde satılırdı. Bu şişeler mürekkepçilerde ipe dizilmiş vaziyette dururdu. Bunlara “mürekkep kumkuması” da denilirdi. İs çıkarmayı meslek edinmiş esnaflar vardı. Özellikle İstanbul’da bilinen ishânelerden ikisi Eğrikapı ve Tekfur Sarayında idi. Kubbeli mahzenlerde kapılar, bacalar örtülerek elde edilen isler mürekkepçiler ve boyacılar tarafından satın alınırdı.
            Mürekkebin suyu ilâve edildikten sonra rengi ve kıvamı birkaç satır yazılarak denenir ki ne çok açık ne de çok koyu olmalıdır. Meselâ, nesih için yapılan tecrübeye göre, kaleme alınan mürekkeb oklu bir nesih Besmele yazabilmelidir. Bu o mürekkebin güzel olduğunu gösterir. Sulu mürekkep, yazıyı siyah yerine gri gösterir. Bunun ren­gini koyulaştırmak için mürekkebin ağzı açık bırakılarak suyu uçurulur. Hattâ sol elin baş ve şehâdet parmakları arasındaki çukura biraz mürekkep koyarak, vücut sıcaklığı ile suyunun uçurulması ve koyulaştırılması da mümkündür. Eski mürekkepçiler, mürekkep almaya gelenlere mürekkebi hangi nev'i yazı için kullanacaklarını sorarlar, hattın çeşidine göre mürekkep verirlerdi. Çünkü sülüs için ayrı, nesih için ayrı, ta’lik için ayrı mürekkep bulunurdu.
            Zamkı fazla olan mürekkep kolay kolay kalemden akmaz, zor yazılır. Yazı gayet parlak olsa da zamanla çatlama tehlikesi vardır ve çabuk da kurumazlar. Nemli yerde kaldıklarında sayfalar birbirine yapışır ve yanmaya (sayfaların birbirine yapışıp, yazıların bozulmasına) sebep olur.
Günümüzde mürekkep apayrı bir sektör oldu artık. Yani bazıları kendini sadece mürekkep yapmaya verdi. Hattatlara mürekkep yapıyorlar. Önceleri pek çok hattat kendi mürekkebini kendisi yapardı. Konya’da Hattat Hüseyin Öksüz de kendi yazacağı mürekkebi kendisi yapmaktadır. Ayrıca  Kemal          mürekkep yapanlar arasında zikrede biliriz.
Bilindiği gibi asıl hat mürekkebi isten yapılırdı. Bugün ise isin yerine Printeks de kullanılıyor.

KÂĞIT YAPIMI
 Kelimenin aslı kâğızdır. Türkçede  kâğıt/kâğıd. Arapçada ise varak, tırs ve kırtâs kelimesi kullanılmıştır; ayrıca bu kelimenin Uygurca kegdeden Farsçaya kâğız olarak geçtiği ve oradan da bütün İslam coğrafyasına kâğıt/kâğıd olarak yayıldığı ve aslen de Çince olmasının akla yakın olduğu söylenir.[46]
 Çince kâğıt mânasına gelen kuchih (kuşi) kelimesi bazılarına göre Çince’den Farsça’ya, oradan da Arapça’ya geçmiştir. Kelimenin Uygurca kağat veya kağastan geldiği söylenir. Bu görüşe göre bazı Türk lehçelerinde kâğıt karşılığı yer alan kağat, kağaz gibi kelimeler Türkçe’dir. Bazı Türk boylarında kağasın “ağaç kabuğu” anlamına gelmesi, Kâşgarlı’nın bu mânada kadız (kazız) kelimesini vermesi bu ihtimali güçlendirmektedir.[47]
Kâğıt, selüloz esaslı bitkisel liflerin dövülmesi sonucunda bunla­rın mekanik etkilerle kesilmesi, saçaklanması, su emerek şişmesi ve keçeleşmesi ile oluşan “kâğıt hamuru” adı verilen hamurun bir süzgeç üzerinde keçeleştirilmesiyle oluşan yaş tabakanın kurutulmasıyla elde edilen belirli bir sağlamlık kazanmış olan düzgün bir tabakadır. Buna göre ilke olarak her türlü bitkisel liften kâğıt elde edilebilir. Pamuk, keten ve kenevir ile bazı özel bitkilerin lifleri he­men hemen saf selülozdan oluşur. Başlangıçta kâğıt üretimi için bu tür bitkilerin lifleri kullanılmıştır.[48]
            Bitki liflerinden elde edilen kâğıdın ilk kez Çinli Ts’ay Lun isminde bir sanatkâr tarafından M.S. 105 tarihinde imal edildiği ve kullanıldığı, ham madde olarak da bitki kabukları, böğürtlen lifleri, eski pamuklu elbiseler ve hurda balıkçı ağlarından faydalanıldığı bilinmektedir; ancak Doğu Türkistan’da Türlerin yazı malzemesi olarak taş, deri vs. yerine kâğıdı kullandıkları araştırmalar neticesinde tesbit edilmiştir. Burada önceden, ağaç veya bambu levha veya yapraklarına, keten ve ipek kumaşlara da yazı yazılmıştır. Hindistan’da Talipo ve Palmir hurmalarının yaprakları üzerine, Orta Asya ve Kuzey Hindistan’da ise akçakavak ağacının kabukları üzerine yazı yazılırdı.
            Kâğıt, Çinden ipek yolu ile VII. asırda Orta Asya ve İran’a gelmiş. Müslümanlar da 751 de Semerkant’ta Çinli harp esirlerinden öğrenmişleridir. Daha sonra Semerkant, Buhara, Bağdat, Şam ve Mısır’da kâğıt üretimi yapılmıştır. VIII. asrın başlarında Hicaz ve Mağribi pamuk, keten ve kendirden kâğıt imal edildiği de bilinmektedir. Tuhfe_i Hattatîn’de ”İlk kağıt icad eden Hz. Yusuf’tur.”[49] Denilmektedir,
            Bu yolla Kuzey Afrika İslam Ülkelerine ve İspanya’da kurulan Endülüs İslam Devletine geçmiş ve Avrupa’ya yayılmıştır. Doğu ve Batı kaynakları kâğıtlar Osmanlılar tarafından da kullanılmıştır. Batı menşeili kâğıtlarda fligran bulunmasına rağmen Doğu kaynaklı kâğıtlarda yoktur. Bu filigranlar hilal, ay yıldız, taç, kartal ve aslan gibi simgelerdir. Batı kâğıtlarının dokusunda, düzenli aralıklarla boyuna ve enine çizgiler bulunur. Bunlar kâğıt hamurunun süzüldüğü eleğin tel izleridir.
            Doğu kaynaklı kâğıtlar; devlet abadi, hataî, adil şahi, hariri semerkandî, Sultani semerkândî, Hindî, mizan şahi, kasım begi, hariri hindî, gunî-i Tebrizî, muhayyerdir.               İyi bir kâğıtta aranan vasıflar şöyle sıralanmıştır: Ham olmamalı, kalem kâğıda iyi yapışmalı, mürekkebi dağıtmamalı, kalem cam üzerinde yazar gibi gitmemeli, kalemi tutmalı, yumuşak hamurlu olmalı, iyi emme özelliği olmalı, mürekkebi arkasına geçirmemeli, çok iyi silinebilmeli, silince leke bırakmamalı, rengi solmamalı, aharlı, tılalı, mühreli olmalı, rengi güzel, beyazdan ziyade gözü yormayan bir kâğıt olmalı, yazıyı boğacak, donuk ve cansız gösterecek renkte olmamalı, yazıların çeşidine, ince ve kalın oluşuna, harekeli veya harekesiz oluşuna, sık veya seyrek vs uygun renk ve güzellikte olmalı, nemi iyi ve çabuk emen, kıvrılıp buruşmayan, sertleşmeyen, inceliği sebebiyle yazıyı arkadan göstermeyen olmalıdır. Kitap sanatları için kullanılan kâğıtlar çoğu kez boyanırdı.
Boyalar çeşitli renklerdedir. En popüler renkler kırmızımsı sarı, kırmızımsı turuncu (kına), misket limonu yeşili, fıstık yeşili ve devetüyü rengidir. Kimyasal ağartıcının bulunmasından önceki bir çağda, kâğıt yapımcıları çok beyaz kâğıt yapmakla gurur duysalar da, hattatlar göründüğü kadarıyla renkli kâğıdı tercih ediyorlardı. XV. XVI. yy dan kalan el yazmalarında,  taba ve bej, mavi, pembe, yavruağzı ve açık yeşil dahil çok çeşitli renklerde kâğıtlar vardır. Hattatlar, genelde: şeker, çiğ veya süt beyaz; krem, açık ve koyu krem, balköpüğü, açık kavuniçi, kanarya, saman ve altın sarısı; tozpembe, kiremidi, narçiçeği gülkurusu kırmızısı; nohudi, açık filizi, çimeni, zeytini, limonküfü, çağla ve nefti yeşil; açık gök ve süt mavisi; açık ve toprak kahverengi; açık, koyu, parlak, donuk siyah; kumlu, dalgalı, kirli ve ebrulu karışık renk  kâğıtlar kullanmışlardır.
            Kâğıtların boyanması başta banyo usulü veya süngerle sürme usulü olmak üzere birkaç şekilde yapılır; Ihlamur, çay, vs. nebatat kaynatıldıktan sonra bir miktar şap atılır ve tekrar kaynatılır. Tekneye dökülür; bu suyun içinde kâğıtlar ılık ılık banyo edilir. İkinci usulde ise toz halindeki toprak veya madeni boya mermer veya cam üzerinde bir miktar sirkeyle karıştırılıp, destesenkle iyice ezilir; sonra nişasta veya kola pelte halinde pişirilerek buna karlaştırılır; ılık veya soğuk olarak fırçayla, süngerle, pamukla veya elle kâğıda iyice yedirilir. Sonra güneş almayan serin ve gölge bir yerde kurutulur. Düz olmaları içinde, nemli nemli üst üste konulur.
Eskiden  kullanılan kağıt cinslerinden bazıları şunlardır:
Hind Âbâdisi: En makbul kâğıtlardan olup, Hindistan'ın Devletâbâd şehrinde imal edilirdi. Şarkdan gelen kağıdılar içinde, belki en çok kullanılanıdır.
Buhara Kağıdı: Semerkand'da yapılan bu kağıd cinsi üzerinde , iğne ile açılmış gibi delikler bulunur, bazılarında bu kusur, yamanarak kapatılmıştır. Yapıştırıldığında fazla gevşeyip büyüdüğünden, levha yapılacak yazıiarda az kullanılır. Aharlısı tashihe çok iyi gelir.
Alikurna Kağıdı: Bize, Avrupa'dan gelen kağıdlar, İtalya'nın Livorno= (Elikorne) limanından ihrac edildiği için, oradan yollanan bütün kağıdıara Elikorne'dan Türkçeleştirilerek «Alikurna kağıdı» denilmişdir. Bunlar, ışığa tutulunca içinde görülen muhtelif su damgalarıyla (filigran) tanınırlar: Şapka, kartal, hilal, makas, terazi, çiçek, koyun başı, öküz başı, çapa, balık, el, kalyon, v.s ... Büyük ve kalın olanlarına «Hünkari veya Sultani Alikurna» denir ki, bunlar filigransızdır, sadece aralıklı yol çizgileri görünür.
 Hataî Kağıdı: üzerine rahat yazı yazılan bir kağıd cinsi ise de, zamanla kırılacak kadar gevrekdir. Önceleri bu mahzuru anlaşıldığı için, kullanıldığı nadide eserler sonradan parça parça kırılmış, bu yüzden terk edilmiştir.
Japon Kağıdı: Safi ipekden yapılan ve yırtılmak bilmeyen bu kağıt, daha ziyade yırtılan kağıt tamirinde kullanılır.[50]

Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk kâğıt imalâthanesi XVIII. yüzyılda açılmıştır. 1729’da ilk Türk matbaası faaliyete geçince ciddi olarak kâğıda ihtiyaç duyuldu. Burada basılan eserlerin filigranları kâğıtlarının değişik yerlerden ithal edildiğini göstermektedir. İbrâhim Müteferrika, 1741’de Yalova’da (Yalakâbâd) bir kâğıt imalâthanesi kurmak için teşebbüse geçti ve bu amaçla Lehistan’dan kâğıtçı ustaları getirdi. Yalova Çardaklı’da açılan kâğıt imalâthanesine (belgelerde kârhâne, kâğıdhâne) gelen su yollarının bakımı için Saruhanlı (Elmalı) köyü halkı vergiden muaf tutuldu. 18 Nisan 1745’te buraya ikinci bir dolabın yapılması ve imalâthanenin ihtiyaçlarının Tersane, Cebehâne ve Tophane’den karşılanması talimatı verildi. Bu imalâthanede her cins ve özellikte aslan filigranlı kâğıtlar yapılıyordu. Ancak bu tesis on-on beş yıl verimli bir şekilde çalıştıktan sonra su azlığı, teknik eleman yokluğu ve yabancı kâğıtlarla rekabet edememesi yüzünden kapanmıştır.
1844’te İzmir’de bir kâğıt fabrikasının temeli atıldı ve 1846 yılında üretime geçildi. Buhar gücüyle çalışacak fabrika Brya Donkin tipinde makine ile donatıldı. Ancak Avrupa’da kâğıt fiyatlarının yarı yarıyaazaldığı bir sırada imal ettiği kâğıtların fiyatlarının on yıl içinde iki buçuk kat artması ve rekabet gücünü yitirmesiyle bu fabrika da kapanmak zorunda kaldı. Fabrikanın mâmulü kâğıt “eser-i cedîd” adıyla anıldı.
II. Abdülhamid zamanında İstanbul Beykoz’da yeni bir kâğıt fabrikası kurulması için teşebbüse geçildi. Serkarîn Osman Bey’e bu iş için şirket kurma yetkisi ve fabrika imtiyazı verildi. Osmanlı-İngiliz ortaklığı ile 1893 yılı Ocak ayında açılan Hamidiye Kâğıt Fabrikası’nın üretim süresi çok kısa olmuştur.[51]
Cumhuriyet döneminde ilk olarak 1936’da İzmit Kâğıt Fabrikası açıldı. Daha sonra SEKA’ya bağlı Çaycuma, Aksu, Dalaman, Afyon, Akdeniz, Balıkesir, Kastamonu fabrikaları kurularak ülke ihtiyacı büyük miktarda yerli sanayiden karşılanmaya çalışıldı. Bunları bazı özel fabrikalar takip etti. [52]
Ortaçağ İslâm kültürünün üstün olmasının sebepleri arasında İslâm dünyasında bol miktarda kâğıt üretilmesi ve kullanılmasının payı küçümsenemez. Kâğıt imal edilen Semerkant gibi şehirlerin de bir ilim ve kültür merkezi haline geldiği görülmektedir.
Sonuç
 Dün olmadan bugün, bugün olmadan yarın var olamaz. Zarafet, ince işçilik, dikkat ve titizlik isteyen bu meslekler, bizleri kökümüze bağlayan çok önemli bağlardır. Bu meslekler eski kültürümüzün birer birikimidir: İçlerinde çok şeyi saklamaktadırlar.
Kitap sanatlarında, dünyada tartışılmaz bir üstünlüğe sahip olan İslam medeniyeti, aynı üstünlüğü, kullanılan malzemelerde de göstermiştir. Aradan yıllar geçtiği halde canlılığını kaybetmeyen yazılar en güzel örnektir. Yazıların yüzyıllar boyunca bu derece canlı kalmasında en büyük etken şüphesiz kağıdın, mürekkebin kalitesi, âharlamaya ve mührelemeye çekilen emektir. Sanaatkarların, yukarıdaki farklı metotlardan da anlaşılacağı gibi kaliteli mürekkep, uygun kağıt, nitelikli ahar için sürekli arayış içinde oldukları gözlemlenmektedir. İlkel diyebileceğimiz şartlarda imal bu malzemeler, güzelliği ile, dayanıklılığı ile  uzun yıllar bozulmadan tazeliğini korudu ve kullanım rahatlığından hiçbir şey kaybetmedi. Hattatlarımızın yazılarının kalıcı olması; uzun yıllar canlılığından hiçbir şey kaybetmemesi, kağıtların daha bugün yapılmış gibi sapa sağlam durması herkeste hayranlık uyandırmaktadır. Bu sebeple Türk kitap sanatlarıyla ilgilenenlerin mürekkep ihtiyacını karşılamak için klasik tarzda hazırlanmış mürekkeplerin, özellikle kaliteli is mürekkeplerinin seri bir şekilde üretilerek piyasaya sürülmesi gerekmektedir.
Aharda ihmal edilmemelidir. Âharsız ham kâğıtların üzerine yazılanları silmek imkânsızdır. Gerektiği gibi âharlanmış ve mührelenmiş bir kâğıt yüzlerce sene bozulmadan durur, her şart altında başka kâğıtlarla ölçülmeyecek kadar fazla dayanır. Arşivlerimizde altı-yedi yüz senelik vesikaların dün yazılmış gibi yeni bir halde durması ve yüzlerce sene böyle durmağa elverişli oluşları iyi âhar ve mühre görmüş olmalarındandır. Eskiden en başarılı âhar ve mühre Türk üstadları tarafından İstanbul’da yapılırdı. Bu sanat, bugün tekrar gelenekli sanatlarla uğraşan meraklıları tarafından yapılmaya ve onların himmeti ile diriltilmeye başlanmıştır. Ülkemizde ve Konya’da Güzel Sanatlar Fakültelerinde  ve Lâlezâr gibi özel sanat merkezlerinde, mürekkep, kağıt, âhar ve mühre, eğitimi ve uygulaması yapılmaktadır. Böylece, kaybolmuş ve kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerden, kâğıtçılık , âhar ve mühre, mürekkep yapımı tekrar gündemimize girmiştir. Bu mesleklerimizi tekrar tesis etmek ve sanatkârlarını yakından tanımak tarihi gereklilik olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik zenginliktir. 


           






           




[1] DERMAN M.Uğur, Medresetü'l - Hattatin Yüz Yaşında, İstanbul 2015, s. 28
[2] Bkz. TEKİN, Şinasi, Eski Türkler’deYazı, Kâğıt, Kitap ve Kağıt Damğaları, İstanbul1993, s.31.
[3] YILMAZ, Abdülkadir, Türk Kitap Sanatları Tabir ve Istılahları, İstanbul 2004, s.2.
[4] MERÇİL, Erdoğan, Türkiye Selçuklularında Meslekler, Türk Tarih Kurumu Basımevi 2000, s.186.
[5]MERÇİL,Age, s.190.
[6] PAKALIN, M. Zeki, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Maarif basımevi 1971, I, s.27,
[7]DERMAN M.Uğur, Âhar, DİA, I,s.485.
[8] YAZIR, Mahmud Bedreddin, Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, Ankara 1981,c.2, s.199.
[9] YAZIR, age.s.199.
[10] Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı Savâb (Hazırlayan: Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939, s.76.
[11] DERMAN, M,Uğur, Âhar, DİA, I, s.485.
[12] BLOOM, Jonathan, Kağıda İşlen Uygarlık Kâğıdın Tarihi ve İslam Dünyasına Etkisi, (Çeviri: Zülal Kılıç), İstanbul 2003, s.102.
[13] Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı Savâb (Hazırlayan: Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939, s. 75-84.
[14] SERTOĞLU Mithat, Osmanlı Tarih Lügati, İstanbul 1986. Ahar maddesi.
[15] Müstakimzâde, Tuhfe-i Hatâtîn, Devlet matbaası 1928, s.  605.
[16] TEKİN Şinasi, Eski Türklerde Yazı Kâğıt, Kitap ve Kâğıt Kamgaları, İstanbul 1993, s. 30.
[17] Müstakimzâde, Tuhfe-i Hatâtîn, Devlet matbaası 1928, s.  605.
[18] PAKALIN M. Zeki, Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1951, C.2, s.605
[19] PAKALIN .Age. s.30
[20] Sicill-i Osmanî - Mehmed Süreyya Bey, (Haz. Nuri AKBAYIR), İstanbul 1996, IV, s.1213.
[21]  DERMAN, M. Uğur“Kâğıda Dâir”, İslâm Düşüncesi, sy. 5, İstanbul 1968, s. 342-343.
[22]DERMAN, M. Uğur, Mühre, DİA, XXV, s.527.
[23] PEDERSEN, Johannes, İslam Dünyasında Kitabın Tarihi, (Ter: Mustafa Macit Karagözoğlu), İstanbul 2012, s.61.
[24]  Mahmud Bedreddin YAZIR, Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli (nşr. Uğur Derman), Ankara 1974, II, 201-203
[25]  PAKALIN, M. Zeki, Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1951, C.2, s.605
[26]DERMA, M. Uğur N, Mühre, DİA, XXV, s.527.
[27] DEVELİOĞLU, Ferit,Osmanlıca Türkçe Ansikloğedik Lügat ,Ankara 1988, s.854
[28] YAZIR Mahmud Bedreddin, Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, Ankara 1981,II, s.180,181.
[29] Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı Savâb (Hazırlayan: Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939, s.604.
[30] Necip Asım, Kitap, (Haz. Ali YILDIZ), İstanbul 2012, s.81.
[31] M. Uğur DERMAN, “Eski Mürekkepçiliğimiz”, İslâm Düşüncesi, sy. 2, İstanbul 1967, s.100.
[33] DERMAN M. Uğur “Mürekkep”  DİA.,XXII. s. 47 .
[34] Kaynak kişi; Ecz. ÇINAR Eyüp, Konya 1985 doğumlu, Görüşme tarihi: 5 KASIM 2015.
[35] Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı Savâb (Hazırlayan: Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939, s.94.
[36] Bkz.TSMA (Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi), 9612, 9613, -4,9613-7-8-9.
[38] Mahmud Bedreddin YAZIR, Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, Ankara 1981,C.2, s.199.
[39] DERMAN, M. Uğur, “Mürekkep”, DİA, XXII. s. 47.
[40] Müstakimzâde, Tuhfe-i Hatâtîn, Devlet matbaası 1928, s. 202.
[41] Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı Savâb (Hazırlayan: Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939,s. 98.
[42] YILMA, Abdülkadir , Türk Kitap Sanatları Tabir ve Istılahları,İstanbul 2004 s.247.
[43] DERMAN, M. Uğur, “Eski Mürekkepçiliğimiz”, İslâm Düşüncesi, sy. 2, İstanbul 1967, s.100.
[44] Kaynak kişi: ÖKSÜZ, Hattat Hüseyin, Görüşme tarihi; 10.10.2015.
[45] DERMAN, M. Uğur, “Eski Mürekkepçiliğimiz”, İslâm Düşüncesi, sy. 2, İstanbul 1967, s. 110.
[46] TEKİN, Şinasi, Eski Türkler’de Yazı, Kâğıt, Kitap ve Kağıt Damğaları, İstanbul1993, s.32.
[47] DERMAN, M. Uğur“Mürekkep”  DİA,XXII. s. 47.
[48] Emre DÖLEN, Medeniyet Hamuru Kağıt“Dünya’da ve Türkiye’de Kâğıdın ve Kâğıtçılığın Tarihsel Gelişimi (Editör: Aytekin VURAL), Yalova 2013, s.14-38.
[49]Müstakimzâde, Tufe-i Hattâtîn. (Haz:Mustafa KOÇ). İstanbul 2011 s.543.
[50] DERMAN. M. Uğur, “Kağıda Dair”, İslam Düşüncesi, C:2, S:5, (Nisan), 1968, İstanbul. s.339-347.
[51]ERSOY, OsmanKağıt  DİA,XXII. s. 47.
[52] ARSEVEN, Celal Esad, Sana’at Ansiklopedisi,İstanbul 1983, III, s.1482.

Yorumlar

Popüler Yayınlar