KAYBOLMUŞ VE KAYBOLMAYA YÜZ TUTMUŞ MESLEKLERDEN, KAĞITCILIK , AHAR VE MÜHRE, MÜREKKEP YAPIMI
Bekir ŞAHİN
ÖZET
Kaybolan, kaybolmaya
yüz tutmuş, eskiyen meslekleri ve sanatkârlarını yakından tanımak tarihi
gerçeklik olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik zenginliktir. Kaybolan mesleklerin pek çoğu bizim kültür
hazinelerimizdir. Kaybolan meslekler, kaybolan değerleri de hatırlatmaktadır.
Meslekler hayatımızın içinden çekilirken beraberinde neleri götürdüğünü, hangi
kültürel değerlerimizi kaybettiğimizi, hangi manevi duyguları da yitirdiğimizi
ve hangi sosyal, kültürel problemlere sebebiyet verdiğini düşünmek gerekir.
Çünkü uzun süre görülmeyen, duyulmayan, konuşulmayan, dokunulmayan şeyler
zamanla unutularak, belleğin karanlık noktalarına gömülür. Bu melekler arasında
kitap sanatlarını yakından ilgilendiren kağıtçılık, ahar ve mühre, mürekkep
yapımı önemli bir yer işkal etmektedir. Kaybolan, eskiyen meslekleri ve
sanatkârlarını yakından tanımak tarihi gerçeklik olduğu kadar, sosyolojik ve
psikolojik zenginliktir.
ANAHTAR KELİMELER:
Kitap Sanatları, Âhar,
Mühre, Kağıt, Mürekkep, Meslek, Kültür.
Giriş.
Teknolojinin akıllara durgunluk verecek
şekilde gelişmesi alışkanlıkları, yaşam biçimlerini ve tüketim kalıplarını
sürekli değişime zorlamıştır. Gelişen Endüstri ve insanlığın giderek artan
talep ve ihtiyaçları zamanla maalesef bazı mesleklerin kaybolmaya yüz tutmasına
hatta unutulup yok olmasına sebep olmuştur.
Kaybolan meslekler için
seçilen sade mekânlar, bu mekânlarda dökülen göz nuru ve alın teri, yoğun emek,
her zaman anılmaya değerdir. Dün olmadan
bugün, bugün olmadan yarın var olamaz. Zarafet, ince işçilik, dikkat ve
titizlik isteyen bu meslekler, bizleri kökümüze bağlayan çok önemli bağlardır.
Bu meslekler eski kültürümüzün birer birikimidir: İçlerinde çok şeyi
saklamaktadırlar. Bu sebeple bu mesleklere karşı nankör olmamalıyız.
Hattatlık, sahaflık,
ciltçilik, değirmencilik, şerbetçilik, gazozculuk, dokumacılık, çömlekçilik,
demircilik, kalaycılık, tenekecilik, nalıncılık, hancılık, nalbantlık, çulculuk,
sepetçilik gibi meslekler değişen ekonomik koşulların bir sonucu olarak seri
üretime, robotlara, makinalara yenik düştü. Birer birer tarihteki yerlerini
aldılar. Unutulan meslekle den en önemlileri arasında saya bileceğimiz kitap
sanatlarıyla alakalı çok önemli meslekler vardır.
Türk-İslam Medeniyetinde ise kitap
sanatlarının önemi tartışılamaz. Bir İslam yazmasının meydana gelmesinde onikiden
fazla sanatçı zanaatkâr ve meslek erbabının emeği vardır.
Bu sanatlar Osmanlı daha sübyan
mekteplerinden itibaren çocuklara öğretmeye başlardı. Tanzimat’tan sonra rüşdî
ve idâdi mekteplerimizde kitabi sanatlardan hüsnü hat ders olarak mevcuttu. Ayrıca
Topkapı Sarayı’nın Endrün-ı Hümayun, Hasbahçe ve benzeri bölümlerinde, Bayazid’deki
Eski Saray’da, Edirne Sarayı’nda ve bunun gibi yerlerde hat ve diğer kitap
sanatlarının o devirlerdeki en önemli hocalarınca öğretildiğini görüyoruz.
Medreselerin “hattathane” adıyla bir
yazı odasının ve yazı hocasının bulundurulması medrese vakfiye şarlarında yer
alırdı. Bununla birlikte Hüsnü Hat’tın gerçek öğretmeni yüzyıllar boyunca
hususi ve hasbi olarak üstaddan çırağına meşk yoluyla devam etmiştir. Âhar,
mühre, mürekkep ve kağıt yapımı buralarda icra edilmekteydi.
Hüsn-i hattınve diğer kitap
sanatlarının gerçek öğretimi, yüzyıllar boyunca husûsî ve hasbî olarak,
üstâddan çırağına meşk yoluyla sürdürülmüştür. Ancak, XIX. asrın mâlî
imkânsızları ve kültürel yozlaşmayla bu gelenek artık eskisi gibi yürüyemez
olmuş, çağın şartlarında uyabilen bir öğretim kuruluşu aranır hâle gelmiş; hele tezhîb, cild ve ebrî (ebrû) gibi hüsn-i hatla yakın ilgisi
bulunan kitab san’atları, eskeriyâ babadan oğlu geçerek yürütülen birer esnaf
zenaati kılığına bürünmüşdü.
İşte, 20 Mayıs 1915’de
Bâbıâlî’deki târihî sıbyan mektebinde küşâd olunan Medresetü’l-Hattâtîn isimli
kuruluş, hat ve sâir gelenekli san’atlarımızın ihyâsı için burada faaliyet
göstermeye başlamış; 1925’de Hattat Mektebi, 1929’da Şark Tezyînî San’atlar
Akademesi’ne bağlanana kadar müsbet faaliyetlerini müstakil olarak
sürdürmüştür. Ançak gelişen olumsuz şartlar bu müesseninde kapatılmasına sebep
olmuştur. Bir bir kapanan, yok olan eğitim kurumlarıyla birlikre kitap
sanatlarımız ve ilgili meslekleri yok
olma noktasına gelmiştir. [1]
Bu yazımızda unutulan, yok olmaya mahkum edilen
meslekleri hatırlatmak, yeni nesillere bu tanıtmak adına bu mesleklerden kağıtçılık,
ahar ve mühre, mürekkep yapımı sizlere anlatılmaya çalışılacaktır.
AHAR
Âhar (خارآ) kelimesi aslen
Türkçe’dir. ”Ak”tan türemiştir;[2]
“düzgün bir şekilde perdahlama, perdah kolası” anlamına gelir. Âhar, (آهار) imlâsıyla Farsçaya geçmiş ve Türkçede de
aynı imlâ ile kullanılmıştır. Farsçada âhar; “Yemek yemek, yiyecek ve
yiyinti, kahvaltı ve sofralık kuvvet” anlamına gelir. Bir şeyin yenmesi
vücuda kuvvet verir. İşte âhar da sürüldüğünde kâğıda kuvvet ve dayanıklılık
verdiği için böyle kâğıtlara “âharlı kâğıt” denilmiştir.[3] Âhar ve cilâ yapan kimseye; saykal
(صيقل)denilir.[4] Bu
kelime aynı zamanda “mühre” anlamı da taşımaktadır. Türkiye Selçukluları
döneminde bu işi verraklar (kâğıtçılar) yapmaktaydı.[5]
Âhar kelimesinin kâğıtçılık ve kitap
sanatlarında bir terim olarak kullanılması, âharın kâğıda yedirilmesi yoluyla
kâğıdın beslenmesi, takviye edilmesi, su ve rutubet gibi dış tesirlerden
korunması, daha dayanıklı hale gelmesiyle ilgilidir. Ayrıca yazı yazarken
yapılan yanlışlıkların tashihinde kolaylık olması, silinti ve kazıntının belli
olmaması ve iz bırakmamasıyla da alakalıdır.[6] Âharsız kâğıt, mürekkebi kolayca emer
veya dağıtabilir. Böyle kâğıtlara yazı yazmak ve gerektiğinde tashih yapmak
zorlaşır. Bir de kâğıdın parlak görünmesi, bu sayede pürüzlü, gözenekleri
geniş, kısmen kaba, delikli ve kalemin yürümesini zorlaştıran, mürekkebin
yayılmasına müsait ham kâğıt ıslah edilmiş ve bu âharlama sayesinde kalemin
yürüyüşü ve mürekkebin akışı temin edilmiş olurdu. Bu ameliye yapılmış olan
kâğıtlara "âharlı kâğıt" ismi verilir.
Böylece, âharlanmış kâğıt üzerinde
oluşan koruyucu tabaka, kâğıdın sathını düzgün ve kolay yazılabilir hale
getirdiği gibi, mürekkebin emilmesine de engel olarak gerektiğinde kâğıda zarar
vermeden düzeltme yapılmasına ve yazının kolayca silinerek yeniden yazılmasına
imkân verir. Bazan nemli pamuk veya süngerle silerek, çok defa da hafifçe
kazımak ve ekseriya yalamak suretiyle gereken düzeltmeler yapılabilir. Bu
sebeple hattatlar, müzehhipler ve minyatür ustaları daima âharlı kâğıt
kullanmışlardır.[7]
Kitapların el ile yazıldığı, sayısız
yazma eserin üretildiği dönemlerde kâğıt âharlamak, bir meslek olarak icra
ediliyordu. İstanbul’un Beyazıt semtinde eskiden Müzehhipler Çarşısı’nda âhar
ve mühre yapan esnaf da bulunurdu. O dönemde sanatını icra eden Saykalları, “ta‘lik
kâğıdı” denilen kâğıtların sol alt köşesindeki soğuk damgalarda
görmekteyiz. Kâğıtçılar aharlı kâğıt yapıp hattatlara sattıkları gibi hattatlar
kendileri de aharlı kâğıt yaparlar ve yazılarını bunlara yazarlardı.
Şarkta yapılan kâğıtlar ham
oldukları için âharlamak zarureti vardı. Bunların üzerine düzgün yazı yazmak
kabil değildi. Sonraları fabrikalarda yapılan kâğıtların her ne kadar üzerleri
cilâlı ise de bunların üzerlerine yazı yazıldıktan sonra tashih etmek, silmek
icap ettiği zaman mürekkebin izi kalır ve bazılarında kâğıdın üzerinde bulunan
ince cila tabakası giderdi. Halbuki âharlanmış kâğıtlar birkaç defa silinir ve
iz bırakmazdı. Hatta bundan bir asır önce kâğıdın kıt olması sebebiyle mahalle
mekteplerinde çocuklara mümarese (alıştırma) için yazdırılan "karalama"lar hoca gördükten
sonra süngerle silinir ve tekrar "karalama" yazılırdı. Bu
ameliye birkaç defa tekrar edildiği halde kâğıt bozulmazdı.
Âhar kâğıda sürüldükten bir hafta
bekletildikten sonra mührelenebilir. Âhar, kitap haline getirilecek kâğıtların
iki yüzüne ve birer kat, levha olarak kullanılacak kâğıtların tek yüzüne birkaç
kat olarak sünger, gazlı bez veya tülbende sarılmış pamukla sürülür. Hafif
olması isteniyorsa bir kat yeterlidir. Buna tek âharlı denir. Ta’lik yazı için
kâğıtlara sürülecek âhar tabakasının çok kalın olması gerekir. Ta’lik
âharcıları kendi isimlerine mahsus soğuk damga ihdas ederek kâğıtların üzerine
basarlardı. Bu damgalarda Kadri, Seyyit Ahmet, Hasan Remzi, Memduh gibi isimler
görülmektedir.
Kâğıdın daha kuvvetli olması
gerekiyorsa birinci kat âhar kuruduktan sonra, kâğıdın dokusuna iyice işlemesi
için ikinci ve diğer katlar öncekinden farklı istikamette sürülmeli ve kâğıda
yedirilmelidir. Böyle kâğıda da “çift âharlı” veya “çiftâlî”
denilir.[8] Çift âharlamada, nişasta ve un âharı
üzerine bir kat da yumurta âharı sürülürse daha iyi olur. Âharlanan kâğıtlar
mutlaka gölgede kurutulduktan sonra “çakmak mühre” ile perdahlanmalıdır;
buna “kâğıdı mührelemek” denir. Bu
şekilde hazırlanan kâğıtlar üst üste konarak bir ağırlık altında en az bir yıl
bekletildikten sonra kullanılır. Âharlanan kâğıt eskidikçe daha da
güzelleştiğinden kıymeti artar. Bu konuda Kamil Akdik, “İki, üç ay
durmakla”, İ. Hakkı Altunbezer ve Necmeddin Okyay, “İki veya üç sene
durmakla” kâğıdın güzelliği ortaya çıkar demektedirler.[9]
Hattatlar, kullandıkları kâğıtları,
kâğıdın ve mürekkebin özelliklerine göre ekseriya kendileri âharlamayı tercih
etmişlerdir.
Kâğıt âharlamanın çok çeşitli
yolları, âhar yapmanın da değişik usulleri vardır. Fakat en yaygın olanı
yumurta, un ve nişasta âharıdır. Ayrıca çeşitli hattatların denedikleri değişik
âhar usulleriyle âharlama tekniklerine ait bilgilere de bazı risâlelerde
dağınık bir şekilde rastlanmaktadır.
Yumurta
âharı: Birkaç taze tavuk yumurtasının yalnız akları küçük ve derin bir kâseye
konur. Yumurta büyüklüğünde bir şap parçası, bu kâsenin içinde dairevî bir
tarzda elle çevrilerek yumurta akının şeffaflığını ve yapışkanlığını kaybetmesi
sağlanır. Bu harekete devam edildiğinde kaptaki sıvı önce yoğurt gibi
koyulaşır, sonra da tamamen su haline gelerek üstü köpük bağlar. Bundan sonra
kâse biraz eğilerek bir yere konur. Satıhta toplanan köpüğün sertleşip kabın
kenarına yapışması ve su kıvamına gelmiş yumurta akından ayrılması için birkaç
saat öylece bırakılır. Daha sonra sertleşen köpük tabakası delinerek dipteki
sıvı bir başka kaba alınır. Bu sıvı, kâğıda sürülmeye hazır hale gelmiş
âhardır.[10]
Nişasta
âharı: Bir kapta soğuk su ile ezilen
yeterli miktarda nişasta kaynar su içine atılır ve karıştırılarak ağır ağır
pişirilir. Daha iyi netice alınmak isteniyorsa bir parça jelâtin de katılır.
Süzüldükten sonra kâğıda sürülmeye hazır hale gelir. Necmeddin Okyay’ın
anlattığna göre, Özbekler Şeyhi Edhem Efendi (1829 -1903), nişastanın
pişmesini, içine soktuğu yanmış ve külsüz bir kömür parçası ile anlarmış. Kömür
sönerse, nişasta daha pişmemiştir, sönmezse pişmiştir.
Gomalak
âharı: Cilacıların kullandığı gomalak, ispirtoda eritilerek gaz bezine sarılı
pamukla âharlanacak kâğıda sürülür. Eski bir kâğıt tomarı içinde gördüğümüz ve
üstündeki tarihe nazaran 1296 Hicride âharlandığı anlaşılan bir kâğıtta “Bu kâğıdın âharı gomalak ve ispirtodan
yapılmıştır” kaydı vardı. Eski kitaplarda, bu âhar tertibine rastlanmıyor.
Bugün, tinerle inceltilmiş “Selülozik vernik” de alaminüt bir âhar olarak
kullanılabilir.[11]
Pirinç
âharı: Pirinç unundan yapılan âhardır. Eskiden hat ve resim için en iyi kâğıdın
ince, kuvvetli ve pirinç nişastasıyla âharlanmış kâğıt olduğu söylenirdi.[12]
Un âharı: Nişasta
yerine un kullanılarak aynı şekilde yapılır. Yalnız buna jelâtin katılmaz.
Âhar yapma usul ve maddeleri yukarda
anlatılan klasik yöntemlerin dışında muhtelif şekiller de arzetmektedir. Burada
"boya, mürekkep, âhar, ebru mecmuasındaki (Millet kütüphanesi el yazması
nüsha No. 809 ) âhar yapma usullerinden bahsetmektedir.[13]
Yazılanların kazınıp yalanarak tahrife uğramaması için
Osmanlı’da ferman, berat gibi önemli resmî kayıtlarda âharlı kâğıda yer
verilmemiş, sadece mührelenmiş kâğıt kullanılmasına dikkat edilmiştir. Çünkü
âharsız ham kâğıtların üzerine yazılanları silmek imkânsızdır. Gerektiği gibi
âharlanmış ve mührelenmiş bir kâğıt yüzlerce sene bozulmadan durur, her şart
altında başka kâğıtlarla ölçülmeyecek kadar fazla dayanır. Arşivlerimizde
altı-yedi yüz senelik vesikaların dün yazılmış gibi yeni bir halde durması ve
yüzlerce sene böyle durmağa elverişli oluşları iyi âhar ve mühre görmüş
olmalarındandır. Bunun bir faydası da yanlış yazılan bir yazının âharlı ve
mühreli kâğıttan kolaylıkla ve hiç iz bırakmadan silinip yerine doğrusunun
yazılabilmesidir. Eskiden en başarılı âhar ve mühre Türk üstadları tarafından
İstanbul’da yapılırdı.[14]
Bu sanat, bugün tekrar gelenekli sanatlarla uğraşan meraklıları tarafından
yapılmaya ve onların himmeti ile diriltilmeye başlanmıştır. Konya’da Güzel
Sanatlar Fakültelerinde ve Lalezar gibi
özel sanat merkezlerinde Ahar yapımı, eğitimi ve uygulaması yapılmaktadır. Ayrıca aharcılığı ve mühreciliği Emine Dudu KARANLIK hanım gibi kendine meslek edinen ustalara
da rastlanmaktadır.
MÜHRE (مهره)
Aslı Farsça
olan mühre kelimesi, (مهره) lugatte: “Her
nev’i yuvarlak şey, topçuk, cam boncuk, deniz kabuğu (denizkulağı), kâğıt ve saire cilalamak için kullanılan
billurdan top” manalarına gelir[15].
Istılah
olarak; billur, akîk taşı, midye,
istiridye veya deniz böceği kabuğu gibi malzemelerden yapılan, âhârlanan
kâğıtta âhâr tabakasının kâğıda tespitini sağlamak, yazı ve tezyinatın altınlı
olan kısımlarını parlatmak ve pürüzleri gidermek için kullanılan âlet. Buna
muhrag[16], mehrak, minkâf, mıskala, şüne[17] denir. Mührelerle
kâğıtlar cilalanır ve buruşukluklar, pürüzler düzeltilir. Buna bir nev’i “el presi” denilebilir.[18]
İstanbul’da
ve İmparatorluğun diğer kültür merkezlerinde kâğıt terbiye dükkânları
bulunurdu. Yapılan işleme göre bunlar üç türlüydü. Mühreciler, âharcılar ve
boyacılar. Bu işlemlerin en basiti ve ucuzu kâğıdı yalnız mührelemekti. Çünkü
ne olursa olsun kâğıdı mühresiz kullanmak mümkün değildi.[19] Bu mesleği icra eden,
kâğıtların üzerine mühre vuran sanatkâra, mühre-bâz, mühreci, cilâcı veya
mühre-zen, mühreleyen, cilalayan denilirdi. Sicilli Osmanî’de, “Ahmed Bey, Mührezenbaşızade: Enderûnîdir.
Zilhicce 1240 (Temmuz/Ağustos 1825) da mâbeynci oldu. Sonra vefat
eylemişlerdir” diyerek mühre-zenden meslek olarak bahsetmektedir. [20]
Âharlanan
kâğıt, bir hafta içinde mührelenmezse daha sonra yapılacak mühreleme esnasında
çatlamaya başlar ki, o zamana kadar verilen emekler böylece boşa gider. Bunun
için, nemli bir yerde muhafaza edilen kâğıtlar üzerlerindeki taze âharın yerine
tespiti için mührelemeye tabi tutulurlar.[21]
Mührelenecek
kâğıtlar, ıhlamur ağacından yapılmış, sathı pürüzsüz “mühre tahtası”
veya "pes-terek" denilen
ortası bir parça çukurca olan geniş bir tahta üzerine konulurdu. Yağlı insan cildine veya kuru sabuna sürülen
kalın bir bez parçası, kâğıdın üstünde dolaştırılarak kayganlık sağlandıktan
sonra ve mühre iki ucundan tutularak kâğıdın üzerine kuvvetle bastırılmak
suretiyle ileri-geri hareketler yapılır. Bu esnada kâğıt serbest bırakılıp elle
tutulmaz. Eğer kâğıdın iki yüzüne de yazılacaksa iki taraf ayrı ayrı
mührelenir. Bu kâğıda, mühreli, cilâlı anlamında “mühredar” kelimesi
kullanılırdı.[22]
Basım
dışında elle gerçekleştirilen bütün yazı işleri için kullanılan kâğıtlar
âharlanmış olsun veya olmasın mutlaka önceden mührelenmeye tâbi tutulur.
Kâğıdın dışında Bizanslılar, Hintliler ve İslam dünyasında yazı yazmak için az
da olsa kullanılan ipek de önce ağaç zamkına daldırılır, kuruduktan sonra da mührelenirdi.[23]
Osmanlı
devrinde, İstanbul’da, Beyazıt-Vezneciler arasında yer alan müzehhip ve
mücellitler çarşısının bodrum katlarında âhârcılardan başka hususiyetle
bulundurulan “mührezen esnafı”, kâğıt terbiyesinin bu son merhalesini
tamamlamakla geçimlerini sağlardı.
Daha küçük
ve az sayıdaki mühreleme işlerinde deve kuşu yumurtası iriliğinde bir cam mühre
kullanılabilir; bu da iki ucundan kavranıp kâğıdın üstünde bastırılarak
yürütülür. Denizkulağı denilen deniz böceğinin, üstü benekli sert ve parlak
kabuğundan da aynı maksatla faydalanılabilir. Bu küçük mühre çeşidi, “minkaf,
mıskale (mazgala), halezon, senc” isimleriyle de bilinir. Âhârlı veya
âhârsız kâğıtlar mührelenirse eczası birbirine sıkışır, yüzündeki pürüzler
gidip düzlenir. Kâğıt çeşitleri arasında görüldüğü üzere, kayıcı bir hal alır.
Âhârların, kâğıtların fazla dayanmasına ve yazarken kalemin kolayca hareket
etmesine, kâğıda takılmamasına çok faydası olur. Harfler keskin çıkar, kalemin
hakkını vermek ve cereyanını kolayca sağlamak mümkün olur. Mühre yalnız
kâğıtları değil, yazıları, yazılmış ve sürülmüş altını parlatmak için de
kullanılır.
Her
birine mahsus mühreler vardır, şöyle ki;
1-Çakmak Mühre: Her iki tarafında el ile tutabilmek
için birer kol bırakılmış olan ağaçtan ibaret olup ellerin arasına gelen kısım
oyulmuş ve içine boyu 10-12 cm, eni 4-5 cm ve kalınlığı 1,5 cm olan bir
çakmaktaşı konulmuştur.
2-Cam Mühre: Yumurta biçiminde ve avucu
doldurabilecek büyüklükte cam bir yuvarlaktan ibarettir. İki başından iki avuç
arasında tutulur.
3-Deniz Kulağı: Büyük deniz böceğinin sert ve parlak
bir kabuğu olup, içi boş ve hafif olduğundan o kadar makbul değildir. Diğer
mührelerin bulunmadığı zaman mühre olarak kullanılır. Buna Minkaaf, Halezon, derler.[24]
4-Bâd mühre: Yılan
mühresidir ki engerek tabir olunan yılanın kafasından hâsıl olur. Yarım fındık
kadar tûlânî, gül renginde bozumtırak ve bazı siyah olur. Efdali odur ki bir
siyah veyahut gök suf üzere sürülse ağarta ve her ne kadar boyasalar zayi
olmaz.[25]
5- Zermühre: Ezilmiş varak altının kâğıt, deri vb. bir zemine
sürüldükten sonra mat sarı rengi yerine altın görünüşü alması için kullanılan
alete “zermühre” adı verilir. Bunun bir adı da mıskaledir. Zermührenin
parlatma ameliyesinden önce yüz veya başa sürülerek cilt yağıyla kaygan hale
getirilmesi şarttır.[26]
Kalemtıraş kabzasının ucu dahi bu işte kullanılırdı.
Tezhîblerde altınla yapılan yaprak
damarlarını, tezyînâtın girintili, çıkıntılı yerlerini parlatmak için
kullanılan mühreye “tırnak mühresi” de denir, Har mühre (katır boncuğu),
tırnak mühre[27] gibi
çeşitleri de vardır.
Bügün kitap sanatlarıyla
uğraşanların pek çoğu kağıtlarını kendileri mührelemekle beraber bunu zanaat
haline getiren sanatkarlarımızda bulunmaktadır.
MÜREKKEP
YAPIMI
Mürekkep, lügatte; yazı yazmada
kullanılan boya anlamına gelen, günümüzde yazı yazmak veya yazılı malzemeleri
basmak için muhtelif maddelerden meydana gelen çeşitli renkteki sıvılara
verilen isimdir. Birkaç maddenin karışımından oluştuğu için bu isim
verilmiştir. Buna midâd, mısmağ, hazâz, naks, liyâk, ikâs, şicâb ve hıbr da
denir[28]
Farsça'da siyâhi, zâkâb, zekâb, zikâb, zügülâb veya zükülab tabirleri
kullanılır.[29]
Mürekkebin yazı kadar ve belki de
ondan daha eski olduğu görülür. Hatta yazıdan evvel binaları boyamak, resim
yapmak için mürekkep kullanılmıştır. Mısırlılar, Romalılar, Yunanlılar papirüs
üzerine mürekkeple yazmışlardır.
Tevrat’ta mürekkepten bahs olunduğu gibi Pompei harabelerinden çıkan
yazılar da çok güzel mürekkeplerle yazılmıştır. Mürekkebin ne zaman bulunduğu
kesin olarak bilinmemekle beraber M. Ö. 1000 ile 2000 yılları arasında Girit’te
kullanılmıştır. Orta Asya Türkleri çok eski zamanlardan beri mürekkep
kullanırken, Asurlular, Mısırlılar, Yunanlılar ve Romalılar da mürekkep
kullanmışlardır.
Klâsik tarzdaki mürekkebin
bileşiminde siyah hâlis is, zamk, zaç ve mazı suyu vardır. Türklerde mürekkebin
kullanılışı Orta Asya Medeniyeti'ne kadar ulaşmaktadır.[30]
X ve XI. asırların meşhur hattatlarından olan İbn-i Mukle ve İbn-i Bevvab, kara
keçi kılını yakıp kömür haline getirmiş, zamk ve zâc ilavesi ile karıştırarak
oluşan mürekkebi kullanmışlardır.[31]
Yakut el-Musta'sımî'nin neft yağından elde edilen mürekkebi kullandığı
bilinmektedir. Mürekkep elde etmede değişik metot ve malzemeler kullanılmış,
sürekli arayış içerisinde olunmuştur. Siyah mürekkep yapımında iki ana metot göze
çarpmaktadır. Biri, temel maddesi is olan mürekkep, diğeri ana malzemeleri mazı
ve zâc'ı kıbrîs (demir sülfat) olan kimyevi mürekkeptir. Bu mürekkeplere birçok
madde ilave edilmiş ve değişik işlemler uygulanmıştır.[32]
Hat, tezhip, minyatür vs.
sanatlarda genellikle is mürekkebi kullanılır ki asıl maddesi; beziryağı,
neftyağı, çıra, gaz yağı, zeytinyağı, ban yağı, menekşe yağı veya bal mumundan
elde edilen is, Arapzamkı ve saf sudur. Eskiden is mürekkebi yapılmasında,
isten başka safran, efsintin, sabr-ı sükotara, nöbet şekeri, sirke, jengâr,
milh-i enderûnî, lâhur çividi, anzurut kâfuru, öküz kuyruğu çiçeği, sarı
zırnık, musul mazısı, misk, şap, rastık, sığır ödü, zağ toprağı, meyan balı,
mazı suyu, nişadır, karaduz; akıcılığı sağlamak için gül suyu, kına suyu, nar
kabuğu suyu, katırtırnağı çiçeği suyu, asma yaprağı suyu, koruk suyu, mersin
ağacı meyvesi suyu gibi maddeler kullanılmıştır.[33]
İran ve Buhara’da
kehrübâdan, Arabistan’da kınadan is elde edilmiştir. İs, kumlu ve çiğ renkli
olmamalıdır. En güzeli devetüyü renginde olanıdır.
Yakut ül Musta’sami tarafından siyah mürekkep için icat
edilen tertip;
On dude (is) miktarı ıslanmış ve
süzülmüş asel (bal) kıvamında zamkı Arabi ile zikrolunan dudeyi havan içine
koyalar. Mazı suyun ve nar kabı suyun ve zacı kıbrısi (bakır sülfat) suyun bir
yere cem’edip bir miktar demir hurdesiyle mühkem kaynatalar ta ki mürekkep gibi
şerbet ola. Ol şerbet ile havanda olan dude ve zamkı tedric ile bir hafta
mikdarı sahkedeler. Badehu gülâb (gül suyu) ve zağferan (safran) ve abı as
(mersin ağacı yemişinin suyu) haltedib
süzeler, bir şişe içine koyup hıfzedeler, gayet ala midad ola.
Bu formülde de görüldüğü üzere uzun
süre Avrupa’da kullanılan demir gallos mürekkebinin bu karışıma girdiği
görülmektedir.
En basit demir gallos mürekkebi
tertibi:
Mazı meşesi
Demir
Sudur.
Demir
Sudur.
Demir gallos mürekkebinin
pigmenti mazı meşesinde bulunan tannik asit ve göztaşı (FeSO4) arasındaki
reaksiyon sonucu oluşur.
Pigmentin oluşturmak için
tannik asitin bileşenlerinden olan gallik asit açığa çıkarılmalıdır.
Ezilen mazı meşeleri su ile hidroliz
edilerek gallik asite açığa çıkarılır. Maksimum gallik asit eldesi ezilen mazı
meşeleri (-ki bundan sonra diğer bileşenleri göz ardı edilerek içerdiği %60-70
tanninden solayı tanin olarak söz edilecektir.) suda kaynatıldıktan sonra 10
gün güneş altında fermentasyona bırakılması ile elde edilir.
Elde edilen gallik asit göztaşı ilavesi
ile kimyasal reaksiyona girerek saf siyah renk pigment oluşturur.
Demir gallos mürekkebinin olumsuz
tarafı zamanla silinmesi ve asitliğinin yüksek olmasından dolayı kağıdın
yapısını oluşturan selülozu hidrolizini-parçalanmasını hızlandırarak evrakların
delinmesine yol açmasıdır.
13. yüzyılın ünlü hattatı Yakut’un
formülünü tekrar yorumladığımızda; Zacı kıbrısi ve demir hurdası, demir sülfat
yani göztaşını oluşturmakta, mazı suyu tannin kaynağını vermektedir. Nar kabuğu
pigment olarak kahverengi- kızıl arası bir renk vermekte ve mazıdan gelen siyah
pigment ile karışarak sanatımızda sevilen deve tüyü rengi oluşturmaktadır.
Bir haftalık bekleme süresi pigmentin tam oluşu için gereken fermentasyon süresini vermektedir.
Havanda karıştırıp beklettiği is ve zamk başlı başına bir mürekkep olup demir gallos mürekkebi ile birleşerek tam siyah ve parlak bir mürekkep oluşturmaktadır.
Bir haftalık bekleme süresi pigmentin tam oluşu için gereken fermentasyon süresini vermektedir.
Havanda karıştırıp beklettiği is ve zamk başlı başına bir mürekkep olup demir gallos mürekkebi ile birleşerek tam siyah ve parlak bir mürekkep oluşturmaktadır.
Avrupa formülüne üstünlüğü isin karbon
bileşiminin ve zamkın bağlayıcılığının demir gallosun korozifliğini yani kağıda
verdiği zararı azaltmasıdır.[34]
Eskiden
mürekkep yapımında Zaç-ı Kıbrıs denilen bakır sülfat da kullanılırdı; fakat
zamanla kâğıda zarar verdiğinden terk edilmiştir. İlk zamanlar mürekkep
yapımında kullanılan öd ve sirke kâğıtta ve yazılarda bozulmalara sebep
olduğundan zamanla terk edilmiştir.
İs ve zamk nisbetleri:
Eskiçağlarda kullanılan mürekkebin
terkibinde %25 zamk ve % 75 is bulunmaktaydı. Bizde ise bir kısım is için, dört
kısım Arap zamkı konur. Zamk, beş kısım olursa bu mürekkeple yazıldığında
parlak görünür; fakat akıntısı eksilir, zor yazılır. Zamanla çatlama ihtimali
de vardır. Dört kısımdan az zamk konarak yapılmış mürekkeple yazılan yazılara
el sürüldüğünde çıkar, siyahlık verir. Konulan zamk miktarı zamkın cinsine göre
değişir. Eğer zamk Sudan’dan gelen Arap zamkı ise dört misli, geç hallolan katı
cinsten ise iki-iki buçuk misli konulur.[35]
Mürekkep yapılırken, süzülmüş ve
bekletilmiş boza kıvamındaki Arap zamkı mahlûlü havana konup içine azar azar is
atılarak tokmak yardımıyla zamk yedirilir. İs havalandığı için birden
konulmayıp yavaş yavaş karıştırılır ve tokmakla dövülmeye başlanır.
Koyulaştıkça su ilâvesiyle daima boza kıvamı muhafaza edilir. Tokmak öyle
vurulmalıdır ki, paf paf ses çıkarmalıdır. Mürekkebin kalitesi, isin iyice
ezilip zamkın içinde hallolmasına bağlıdır. Bu da günlerce dövmekle sağlanır.
Kadim kaynaklarda mürekkep yapımıyla ilgili pek çok tarife rastlamak mümkündür.
Osmanlı
saray sanat teşkilatı olan Ehl-i Hıref'i oluşturan sanat gruplarından biri de
Cemaat-i Mürekkepçiyân-ı Hâssa'dır. Mürekkepçiler anlamına gelen bölüğün görevi
saray için mürekkep hazırlamaktı. Ehl-i Hıref defterlerinde, Osmanlı saray
sanat teşkilatında, mürekkepçiler bölüğünde görev alan mürekkepçilerin sayıları
hatta pek çok belgede isimlerine bile rastlamak mümkündür.[36]
Mürekkep çeşitleri: Eskiden
gülgûnî, lâcivert, âsumanî, yeşil gibi çok değişik renklerde mürekkep
yapılmıştır. Ancak bunlardan en çok kullanılanları, zırnık, la‘l ve surh,
üstübeç ve zer mürekkepleridir.
Zırnık mürekkebi: Zırnık
adıyla bilinen tabiattaki arsenik sülfür taşının ezildikten sonra Arap zamkı
mahlûlü ile karıştırılmasıyla sarı renkli, ancak çabuk solan bu mürekkep elde
edilir. Bunun turuncu renkli bir cinsi de altınbaş zırnığı adıyla bilinir,
ondan da mürekkep yapılır. Zırnık mürekkebi celî hatların kalıplarını yazmakta
kullanılır.
La‘l mürekkebi: Lotur,
şekerci çöğeni, şap ve su, muayyen nisbetlerde karıştırılıp kaynatıldıktan
sonra suyu alınır ve bunun içine kurutulmuş kırmız (Cochenille) böceği iyice dövülerek
eklenir. Tekrar kaynatılmakla elde edilen la‘l mürekkebinin cazip kırmızı rengi
vardır. Kaynaklarda la‘l mürekkebin değişik tarifleri vardır.[37]
Surh mürekkep: Zincifre
(civa sülfür) ve Arap zamkı eriyiğinden yapılan bu kırmızı mürekkeple secâvend (tevakkuf)
işaretleri konulur. Osmanlı hattatları böcekten yapılan la‘l mürekkebi yerine
Kur’ân-ı Kerîm’de surh mürekkebi kullanmışlardır.
Zer mürekkep, Üstübeç mürekkebi: Zırnık, Arapça'da
maruf taşın adıdır. Beyazı, sarısı ve kırmızısı vardır.[38]
Zırnık yerine üstübeç kullanılarak aynı usulle yapılır. Bilhassa mushafların
sûre başlıklarının altın zemin üstüne beyaz renkle yazılmasında kullanılır.
İslâm
kültüründe en eski yazma kitaplarda bile parlaklık ve siyahlığını koruyan is
mürekkebinin ana unsuru bal mumu, bezir yağı, neft yağı, gaz yağı gibi
maddelerin usulüne göre yakılmasıyla elde edilen istir. Osmanlı döneminde is
çıkarmayı meslek edinen esnafın işlettiği ishâneler Eğrikapı semtindeki Tekfur
Sarayı’ndaydı. Camilerde yakılan yağ kandillerinin islerinden ancak âdi
mürekkep yapımında faydalanılırdı. Süleymaniye Camii’ndeki is odası, bunun
zamanımıza gelen örneğidir. Cami içindeki hava cereyanları hesaplanarak
zeytinyağı ile yanan kandillerden çıkan islerin Haliç kapısı üzerindeki
menfezlere gidip yukarıdaki odada toplanması sağlanmıştır.[39]
Bu dönemde
standart bir rakam koymak zor olduğu için bu işte ehil olanlar, 50, 70, 80, 100
veya 500 bin tokmak vurulmasını tavsiye etmişlerdir. Tabii bu uzun bir zaman ve
iyi bir kuvvet ister.
Bazıları mürekkep şişesini
bacaklarına bağlayıp dolaşmak suretiyle[40]
bir kısmı deve kervanlarına, şişeler veya fıçılar içinde asarak yahut hamam
kapıları gibi çok kullanılan kapılara bağlayarak[41]
mürekkep yapmışlardır.
Günümüzde
ise bu iş teknolojinin imkânlarından faydalanılarak bir takım makineler yardımıyla kısa zamanda ve daha az
enerjiyle elde edilmektedir. İstenen kıvama gelen mürekkep çuha veya keçeden
yapılmış mibzeleden süzülür. Yazılacak yazı çeşidine göre 8-10 misli saf su
ilâve edilerek kullanılır. Kalıp yazılarda genelde sulu mürekkep
kullanıldığından daha fazla su ilave edilmiştir.
Bu usulle elde edilen mürekkebin
kalemin ucundan yavaş yavaş akması, kaleme tâbi olması, âhârlı kâğıt üzerinde
kolaylıkla silinip kazınmaya, yalanmaya müsait olması sebebiyle sanayi mürekkeplerine
daima tercih edilmiştir. “Kem âlât ile
kemâlât olmaz” fehvasınca eskilerin; “kalemin
a'lâsı, mürekkebin ra’nâsı ve kâğıdın zîbâsı” sözü çok manidardır. [42]
Ayrıca kendine has usullerle mürekkep elde eden hattatlarımız da vardı.
Bunlardan Hattat Derviş Ali, pirinci kavurduktan sonra iyice dövüp onu mürekkep
imalinde zamk yerine kullanırmış. Mürekkebin farklı oluşundan yazıları kolayca
tanınırmış.[43]
Yazının daha parlak ve güzel
görünmesi için mürekkebin içine iyi ezilmiş altın tozu veya nöbet şekeri
katılarak mürekkebe parlaklık verilmiştir. Mürekkebin suyu azaldığında da
yağmur suyu, asma suyu veya saf su konulmalıdır.
Mürekkebin akıcılığını sağlamak için
nar kabuğunun kaynatılarak elde edilen suyundan bir miktar içine konulur.
Osmanlı'da
revaçta olan mürekkepçilik sanatı, Batı'nın mürekkeple kalemi birleştirmesiyle
ortaya çıkan pratik kalemlerin yaygınlaşmasıyla yok olmaya başlamıştır.
Mürekkep yapımıyla ilgili Hattat
Hüseyin Öksüz şu bilgileri veriyor:
“Printeks
denen doğal karbon madde fabrikalarda elde ediliyor. İşte bu maddeyi bilmezden
evvel ben de mürekkep için eskiden is alıyordum. Nereden isi bulursam; soba
isi, çam isi, bazen kendim is çıkarmaya çalışıyordum. Sonra bir gün aklıma
karbon kâğıtların arkasındaki kâğıda geçen kısmı geldi. Karbon mürekkebi diye
biz printeksi matbaa mürekkebi olarak zaten satıyorduk. DYO'nun ürünleri
arasından şunu ben bir isteyeyim derken bir gittiğimde bana ancak elli gram
verdiler. Fakat çok kuvvetli bir boya. Aralarında işte bu farklar var. Bir de
mürekkebin akıcılığını sağlayan maddeler, küflenmesini önleyen, içinde
mikroorganizmaların üremesine mani olan antioksidan maddeler var. Bazen boya
köpürür. İşte bu köpürmeyi kıran maddeler de var.
Printekse
Arap zamkı karıştırırken köpürmeye başlar. Köpürmemesi için bazı şeyler
kullanılır. Ben DYO'dan köpük kırıcı getirtiyorum. Ondan bir tane damlatınca
artık köpürmüyor. Bir de Arap zamkı çabuk küflenir. İçinde mikroorganizmalar
çabuk ürer. Bu durum bir zamanlar hattatların en büyük sıkıntısıydı.
Eczacılığımın bir faydası olarak buna da bir çare buldum. Mürekkepte akıcılığın
sağlanması için sirke katılır. Böylece daha çok ekşir ve akıcı olur. Alfasilin
(antibiyotik) kapsülünü bıçağın ucuyla açtım, şöyle mercimek kadarını hokkanın
içine atınca kapsülü kapattım. Artık mikroorganizmalar üreyemiyor. Bu yüzden
benim mürekkepler hiç eskimez. Mürekkep bazen top top olur. O zaman da gliserin
konuluyor. Arap zamkı kuruduğu zaman mürekkepte kılcal çatlaklar meydan gelir
ki kâğıt esnek olduğu için Arap zamkı da kuruduğu zaman cam gibi kurur. Bu
kuruma çoğalınca esneyemediği için kılcal çatlaklar meydana gelir. Belki beş on
sene sonra da yazılar dökülmeye başlar. Bu çatlamayı önlemek için içine
gliserin koyuyoruz.
Sonra zaman
içerisinde su bazlı matbaa mürekkebi yaptım. İçerisine tiner yerine su koyarak
kullanıyor, onunla hat yazıyorum. Gayet de güzel oluyordu. Hatta DYO, İzmir
yakınlarına yeni matbaa fabrikası açtı. Onlara su bazlı olarak hazırladığım
mürekkeple yazı yazdım. Fabrikanın girişinde asılı duruyor. Şimdi su bazlı
matbaa mürekkebini en küçüğü yirmi beş kilo olarak satıyoruz.”[44]
Görüleceği üzere eski mürekkep yapımıyla ilgili bilgiler bu güne taşınarak yeni
tür mürekkepler yapılmaya ve kullanılmaya başlanmıştır. Eski mürekkepçilik
mesleğini bilmeye bugünün insanının da ihtiyacı vardır.
Bazı meşhur mürekkepçiler şunlardır: Salih
efendi, Bursalı İsmail Ağa, Abdullah Efendi, Çerkez Hurşid Efendi, Ebrucu Bekir
Efendi, Konyalı Abdülfettâhzâde Müderris Vehbi Efendi (Necmeddin Okyay’a
mürekkep yapımını öğreten zattır)[45],
Osman Ağa Cami’i Hatibi Abdulkadir Efendi, Hâmid Aytaç, Kemal, Bekir ve Receb
Beyler.
XIX.
yüzyılda Vezneciler’deki Zeynep Hanım Konağı’nın karşısında Mürekkepçiler Hanı
vardı, civarında da başka mürekkepçi dükkânları mevcuttu. Bu dükkânlarda
mürekkep, kırılmaması için kısa ve tombul şekilde Eğrikapı’daki şişehânelerde
yapılan mürekkep şişelerinde satılırdı. Bu şişeler mürekkepçilerde ipe dizilmiş
vaziyette dururdu. Bunlara “mürekkep kumkuması” da denilirdi. İs çıkarmayı
meslek edinmiş esnaflar vardı. Özellikle İstanbul’da bilinen ishânelerden ikisi
Eğrikapı ve Tekfur Sarayında idi. Kubbeli mahzenlerde kapılar, bacalar örtülerek
elde edilen isler mürekkepçiler ve boyacılar tarafından satın alınırdı.
Mürekkebin suyu ilâve edildikten
sonra rengi ve kıvamı birkaç satır yazılarak denenir ki ne çok açık ne de çok
koyu olmalıdır. Meselâ, nesih için yapılan tecrübeye göre, kaleme alınan
mürekkeb oklu bir nesih Besmele yazabilmelidir. Bu o mürekkebin güzel olduğunu
gösterir. Sulu mürekkep, yazıyı siyah yerine gri gösterir. Bunun rengini
koyulaştırmak için mürekkebin ağzı açık bırakılarak suyu uçurulur. Hattâ sol
elin baş ve şehâdet parmakları arasındaki çukura biraz mürekkep koyarak, vücut
sıcaklığı ile suyunun uçurulması ve koyulaştırılması da mümkündür. Eski
mürekkepçiler, mürekkep almaya gelenlere mürekkebi hangi nev'i yazı için
kullanacaklarını sorarlar, hattın çeşidine göre mürekkep verirlerdi. Çünkü
sülüs için ayrı, nesih için ayrı, ta’lik için ayrı mürekkep bulunurdu.
Zamkı fazla olan mürekkep kolay
kolay kalemden akmaz, zor yazılır. Yazı gayet parlak olsa da zamanla çatlama
tehlikesi vardır ve çabuk da kurumazlar. Nemli yerde kaldıklarında sayfalar
birbirine yapışır ve yanmaya (sayfaların birbirine yapışıp, yazıların
bozulmasına) sebep olur.
Günümüzde
mürekkep apayrı bir sektör oldu artık. Yani bazıları kendini sadece mürekkep
yapmaya verdi. Hattatlara mürekkep yapıyorlar. Önceleri pek çok hattat kendi
mürekkebini kendisi yapardı. Konya’da Hattat Hüseyin Öksüz de kendi yazacağı
mürekkebi kendisi yapmaktadır. Ayrıca Kemal mürekkep yapanlar arasında zikrede
biliriz.
Bilindiği
gibi asıl hat mürekkebi isten yapılırdı. Bugün ise isin yerine Printeks de
kullanılıyor.
KÂĞIT YAPIMI
Kelimenin aslı
kâğızdır. Türkçede kâğıt/kâğıd. Arapçada
ise varak, tırs ve kırtâs kelimesi kullanılmıştır; ayrıca bu kelimenin Uygurca
kegdeden Farsçaya kâğız olarak geçtiği ve oradan da bütün İslam coğrafyasına
kâğıt/kâğıd olarak yayıldığı ve aslen de Çince olmasının akla yakın olduğu
söylenir.[46]
Çince kâğıt mânasına gelen kuchih (kuşi)
kelimesi bazılarına göre Çince’den Farsça’ya, oradan da Arapça’ya geçmiştir.
Kelimenin Uygurca kağat veya kağastan geldiği söylenir. Bu görüşe göre bazı
Türk lehçelerinde kâğıt karşılığı yer alan kağat, kağaz gibi kelimeler
Türkçe’dir. Bazı Türk boylarında kağasın “ağaç
kabuğu” anlamına gelmesi, Kâşgarlı’nın bu mânada kadız (kazız) kelimesini
vermesi bu ihtimali güçlendirmektedir.[47]
Kâğıt, selüloz esaslı
bitkisel liflerin dövülmesi sonucunda bunların mekanik etkilerle kesilmesi,
saçaklanması, su emerek şişmesi ve keçeleşmesi ile oluşan “kâğıt hamuru” adı verilen hamurun bir süzgeç üzerinde
keçeleştirilmesiyle oluşan yaş tabakanın kurutulmasıyla elde edilen belirli bir
sağlamlık kazanmış olan düzgün bir tabakadır. Buna göre ilke olarak her türlü
bitkisel liften kâğıt elde edilebilir. Pamuk, keten ve kenevir ile bazı özel
bitkilerin lifleri hemen hemen saf selülozdan oluşur. Başlangıçta kâğıt
üretimi için bu tür bitkilerin lifleri kullanılmıştır.[48]
Bitki liflerinden elde edilen kâğıdın ilk kez Çinli Ts’ay
Lun isminde bir sanatkâr tarafından M.S. 105 tarihinde imal edildiği ve
kullanıldığı, ham madde olarak da bitki kabukları, böğürtlen lifleri, eski
pamuklu elbiseler ve hurda balıkçı ağlarından faydalanıldığı bilinmektedir;
ancak Doğu Türkistan’da Türlerin yazı malzemesi olarak taş, deri vs. yerine
kâğıdı kullandıkları araştırmalar neticesinde tesbit edilmiştir. Burada
önceden, ağaç veya bambu levha veya yapraklarına, keten ve ipek kumaşlara da
yazı yazılmıştır. Hindistan’da Talipo ve Palmir hurmalarının yaprakları
üzerine, Orta Asya ve Kuzey Hindistan’da ise akçakavak ağacının kabukları
üzerine yazı yazılırdı.
Kâğıt, Çinden ipek yolu ile VII.
asırda Orta Asya ve İran’a gelmiş. Müslümanlar da 751 de Semerkant’ta Çinli
harp esirlerinden öğrenmişleridir. Daha sonra Semerkant, Buhara, Bağdat, Şam ve
Mısır’da kâğıt üretimi yapılmıştır. VIII. asrın başlarında Hicaz ve Mağribi
pamuk, keten ve kendirden kâğıt imal edildiği de bilinmektedir. Tuhfe_i
Hattatîn’de ”İlk kağıt icad eden Hz.
Yusuf’tur.”[49]
Denilmektedir,
Bu yolla Kuzey Afrika İslam
Ülkelerine ve İspanya’da kurulan Endülüs İslam Devletine geçmiş ve Avrupa’ya
yayılmıştır. Doğu ve Batı kaynakları kâğıtlar Osmanlılar tarafından da kullanılmıştır.
Batı menşeili kâğıtlarda fligran bulunmasına rağmen Doğu kaynaklı kâğıtlarda
yoktur. Bu filigranlar hilal, ay yıldız, taç, kartal ve aslan gibi simgelerdir.
Batı kâğıtlarının dokusunda, düzenli aralıklarla boyuna ve enine çizgiler
bulunur. Bunlar kâğıt hamurunun süzüldüğü eleğin tel izleridir.
Doğu kaynaklı kâğıtlar; devlet
abadi, hataî, adil şahi, hariri semerkandî, Sultani semerkândî, Hindî, mizan
şahi, kasım begi, hariri hindî, gunî-i Tebrizî, muhayyerdir. İyi bir kâğıtta aranan vasıflar şöyle sıralanmıştır: Ham olmamalı,
kalem kâğıda iyi yapışmalı, mürekkebi dağıtmamalı, kalem cam üzerinde yazar
gibi gitmemeli, kalemi tutmalı, yumuşak hamurlu olmalı, iyi emme özelliği
olmalı, mürekkebi arkasına geçirmemeli, çok iyi silinebilmeli, silince leke
bırakmamalı, rengi solmamalı, aharlı, tılalı, mühreli olmalı, rengi güzel,
beyazdan ziyade gözü yormayan bir kâğıt olmalı, yazıyı boğacak, donuk ve cansız
gösterecek renkte olmamalı, yazıların çeşidine, ince ve kalın oluşuna, harekeli
veya harekesiz oluşuna, sık veya seyrek vs uygun renk ve güzellikte olmalı,
nemi iyi ve çabuk emen, kıvrılıp buruşmayan, sertleşmeyen, inceliği sebebiyle
yazıyı arkadan göstermeyen olmalıdır. Kitap sanatları için kullanılan kâğıtlar
çoğu kez boyanırdı.
Boyalar
çeşitli renklerdedir. En popüler renkler kırmızımsı sarı, kırmızımsı turuncu
(kına), misket limonu yeşili, fıstık yeşili ve devetüyü rengidir. Kimyasal
ağartıcının bulunmasından önceki bir çağda, kâğıt yapımcıları çok beyaz kâğıt
yapmakla gurur duysalar da, hattatlar göründüğü kadarıyla renkli kâğıdı tercih
ediyorlardı. XV. XVI. yy dan kalan el yazmalarında, taba ve bej, mavi, pembe, yavruağzı ve açık
yeşil dahil çok çeşitli renklerde kâğıtlar vardır. Hattatlar, genelde: şeker,
çiğ veya süt beyaz; krem, açık ve koyu krem, balköpüğü, açık kavuniçi, kanarya,
saman ve altın sarısı; tozpembe, kiremidi, narçiçeği gülkurusu kırmızısı;
nohudi, açık filizi, çimeni, zeytini, limonküfü, çağla ve nefti yeşil; açık gök
ve süt mavisi; açık ve toprak kahverengi; açık, koyu, parlak, donuk siyah;
kumlu, dalgalı, kirli ve ebrulu karışık renk
kâğıtlar kullanmışlardır.
Kâğıtların boyanması başta banyo
usulü veya süngerle sürme usulü olmak üzere birkaç şekilde yapılır; Ihlamur,
çay, vs. nebatat kaynatıldıktan sonra bir miktar şap atılır ve tekrar
kaynatılır. Tekneye dökülür; bu suyun içinde kâğıtlar ılık ılık banyo edilir.
İkinci usulde ise toz halindeki toprak veya madeni boya mermer veya cam
üzerinde bir miktar sirkeyle karıştırılıp, destesenkle iyice ezilir; sonra
nişasta veya kola pelte halinde pişirilerek buna karlaştırılır; ılık veya soğuk
olarak fırçayla, süngerle, pamukla veya elle kâğıda iyice yedirilir. Sonra
güneş almayan serin ve gölge bir yerde kurutulur. Düz olmaları içinde, nemli
nemli üst üste konulur.
Eskiden kullanılan kağıt cinslerinden bazıları
şunlardır:
Hind
Âbâdisi: En makbul kâğıtlardan olup, Hindistan'ın Devletâbâd
şehrinde imal edilirdi. Şarkdan gelen kağıdılar içinde, belki en çok
kullanılanıdır.
Buhara
Kağıdı: Semerkand'da yapılan bu kağıd cinsi üzerinde , iğne
ile açılmış gibi delikler bulunur, bazılarında bu kusur, yamanarak
kapatılmıştır. Yapıştırıldığında fazla gevşeyip büyüdüğünden, levha yapılacak
yazıiarda az kullanılır. Aharlısı tashihe çok iyi gelir.
Alikurna
Kağıdı: Bize, Avrupa'dan gelen kağıdlar, İtalya'nın
Livorno= (Elikorne) limanından ihrac edildiği için, oradan yollanan bütün
kağıdıara Elikorne'dan Türkçeleştirilerek «Alikurna
kağıdı» denilmişdir. Bunlar, ışığa tutulunca içinde görülen muhtelif su
damgalarıyla (filigran) tanınırlar: Şapka, kartal, hilal, makas, terazi, çiçek,
koyun başı, öküz başı, çapa, balık, el, kalyon, v.s ... Büyük ve kalın
olanlarına «Hünkari veya Sultani
Alikurna» denir ki, bunlar filigransızdır, sadece aralıklı yol çizgileri
görünür.
Hataî
Kağıdı: üzerine rahat yazı yazılan bir kağıd
cinsi ise de, zamanla kırılacak kadar gevrekdir. Önceleri bu mahzuru
anlaşıldığı için, kullanıldığı nadide eserler sonradan parça parça kırılmış, bu
yüzden terk edilmiştir.
Japon
Kağıdı: Safi ipekden yapılan ve yırtılmak bilmeyen bu
kağıt, daha ziyade yırtılan kağıt tamirinde kullanılır.[50]
Osmanlı Devleti’nde
bilinen ilk kâğıt imalâthanesi XVIII. yüzyılda açılmıştır. 1729’da ilk Türk
matbaası faaliyete geçince ciddi olarak kâğıda ihtiyaç duyuldu. Burada basılan
eserlerin filigranları kâğıtlarının değişik yerlerden ithal edildiğini
göstermektedir. İbrâhim Müteferrika, 1741’de Yalova’da (Yalakâbâd) bir kâğıt
imalâthanesi kurmak için teşebbüse geçti ve bu amaçla Lehistan’dan kâğıtçı
ustaları getirdi. Yalova Çardaklı’da açılan kâğıt imalâthanesine (belgelerde
kârhâne, kâğıdhâne) gelen su yollarının bakımı için Saruhanlı (Elmalı) köyü
halkı vergiden muaf tutuldu. 18 Nisan 1745’te buraya ikinci bir dolabın
yapılması ve imalâthanenin ihtiyaçlarının Tersane, Cebehâne ve Tophane’den
karşılanması talimatı verildi. Bu imalâthanede her cins ve özellikte aslan
filigranlı kâğıtlar yapılıyordu. Ancak bu tesis on-on beş yıl verimli bir
şekilde çalıştıktan sonra su azlığı, teknik eleman yokluğu ve yabancı
kâğıtlarla rekabet edememesi yüzünden kapanmıştır.
1844’te İzmir’de bir
kâğıt fabrikasının temeli atıldı ve 1846 yılında üretime geçildi. Buhar gücüyle
çalışacak fabrika Brya Donkin tipinde makine ile donatıldı. Ancak Avrupa’da
kâğıt fiyatlarının yarı yarıyaazaldığı bir sırada imal ettiği kâğıtların
fiyatlarının on yıl içinde iki buçuk kat artması ve rekabet gücünü yitirmesiyle
bu fabrika da kapanmak zorunda kaldı. Fabrikanın mâmulü kâğıt “eser-i cedîd”
adıyla anıldı.
II. Abdülhamid
zamanında İstanbul Beykoz’da yeni bir kâğıt fabrikası kurulması için teşebbüse
geçildi. Serkarîn Osman Bey’e bu iş için şirket kurma yetkisi ve fabrika
imtiyazı verildi. Osmanlı-İngiliz ortaklığı ile 1893 yılı Ocak ayında açılan
Hamidiye Kâğıt Fabrikası’nın üretim süresi çok kısa olmuştur.[51]
Cumhuriyet döneminde
ilk olarak 1936’da İzmit Kâğıt Fabrikası açıldı. Daha sonra SEKA’ya bağlı
Çaycuma, Aksu, Dalaman, Afyon, Akdeniz, Balıkesir, Kastamonu fabrikaları
kurularak ülke ihtiyacı büyük miktarda yerli sanayiden karşılanmaya çalışıldı.
Bunları bazı özel fabrikalar takip etti. [52]
Ortaçağ
İslâm kültürünün üstün olmasının sebepleri arasında İslâm dünyasında bol
miktarda kâğıt üretilmesi ve kullanılmasının payı küçümsenemez. Kâğıt imal
edilen Semerkant gibi şehirlerin de bir ilim ve kültür merkezi haline geldiği
görülmektedir.
Sonuç
Dün olmadan bugün, bugün olmadan yarın var
olamaz. Zarafet, ince işçilik, dikkat ve titizlik isteyen bu meslekler, bizleri
kökümüze bağlayan çok önemli bağlardır. Bu meslekler eski kültürümüzün birer
birikimidir: İçlerinde çok şeyi saklamaktadırlar.
Kitap sanatlarında, dünyada tartışılmaz
bir üstünlüğe sahip olan İslam medeniyeti, aynı üstünlüğü, kullanılan
malzemelerde de göstermiştir. Aradan yıllar geçtiği halde canlılığını
kaybetmeyen yazılar en güzel örnektir. Yazıların yüzyıllar boyunca bu derece
canlı kalmasında en büyük etken şüphesiz kağıdın, mürekkebin kalitesi, âharlamaya
ve mührelemeye çekilen emektir. Sanaatkarların, yukarıdaki farklı metotlardan
da anlaşılacağı gibi kaliteli mürekkep, uygun kağıt, nitelikli ahar için
sürekli arayış içinde oldukları gözlemlenmektedir. İlkel diyebileceğimiz şartlarda
imal bu malzemeler, güzelliği ile, dayanıklılığı ile uzun yıllar bozulmadan tazeliğini korudu ve
kullanım rahatlığından hiçbir şey
kaybetmedi. Hattatlarımızın yazılarının kalıcı olması; uzun yıllar canlılığından
hiçbir şey kaybetmemesi, kağıtların daha bugün yapılmış gibi sapa sağlam
durması herkeste hayranlık uyandırmaktadır. Bu sebeple Türk kitap sanatlarıyla
ilgilenenlerin mürekkep ihtiyacını karşılamak için klasik tarzda hazırlanmış
mürekkeplerin, özellikle kaliteli is mürekkeplerinin seri bir şekilde
üretilerek piyasaya sürülmesi gerekmektedir.
Aharda ihmal edilmemelidir. Âharsız
ham kâğıtların üzerine yazılanları silmek imkânsızdır. Gerektiği gibi
âharlanmış ve mührelenmiş bir kâğıt yüzlerce sene bozulmadan durur, her şart
altında başka kâğıtlarla ölçülmeyecek kadar fazla dayanır. Arşivlerimizde
altı-yedi yüz senelik vesikaların dün yazılmış gibi yeni bir halde durması ve
yüzlerce sene böyle durmağa elverişli oluşları iyi âhar ve mühre görmüş
olmalarındandır. Eskiden en başarılı âhar ve mühre Türk üstadları tarafından
İstanbul’da yapılırdı. Bu sanat, bugün tekrar gelenekli sanatlarla uğraşan
meraklıları tarafından yapılmaya ve onların himmeti ile diriltilmeye
başlanmıştır. Ülkemizde ve Konya’da Güzel Sanatlar Fakültelerinde ve Lâlezâr gibi özel sanat merkezlerinde,
mürekkep, kağıt, âhar ve mühre, eğitimi ve uygulaması yapılmaktadır. Böylece, kaybolmuş
ve kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerden, kâğıtçılık , âhar ve mühre, mürekkep
yapımı tekrar gündemimize girmiştir. Bu mesleklerimizi tekrar
tesis etmek ve sanatkârlarını yakından tanımak tarihi
gereklilik olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik zenginliktir.
[8] YAZIR, Mahmud Bedreddin, Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm
Medeniyetinde Kalem Güzeli, Ankara 1981,c.2, s.199.
[10] Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı
Savâb (Hazırlayan: Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939, s.76.
[12] BLOOM, Jonathan, Kağıda İşlen
Uygarlık Kâğıdın Tarihi ve İslam Dünyasına Etkisi, (Çeviri: Zülal Kılıç),
İstanbul 2003, s.102.
[13] Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı
Savâb (Hazırlayan: Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939, s. 75-84.
[16] TEKİN Şinasi, Eski Türklerde Yazı Kâğıt, Kitap ve Kâğıt
Kamgaları, İstanbul 1993, s. 30.
[18] PAKALIN M. Zeki, Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul
1951, C.2, s.605
[21] DERMAN, M. Uğur“Kâğıda
Dâir”, İslâm Düşüncesi, sy. 5, İstanbul 1968, s. 342-343.
[23] PEDERSEN, Johannes, İslam Dünyasında Kitabın Tarihi, (Ter: Mustafa Macit
Karagözoğlu), İstanbul 2012, s.61.
[24] Mahmud Bedreddin YAZIR,
Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli (nşr. Uğur Derman),
Ankara 1974, II, 201-203
[28] YAZIR
Mahmud Bedreddin, Medeniyet Âleminde Yazı
ve İslâm Medeniyetinde Kalem Güzeli, Ankara 1981,II, s.180,181.
[38] Mahmud Bedreddin YAZIR, Medeniyet Âleminde Yazı ve İslâm
Medeniyetinde Kalem Güzeli, Ankara 1981,C.2, s.199.
[48] Emre DÖLEN, Medeniyet Hamuru Kağıt“Dünya’da
ve Türkiye’de Kâğıdın ve Kâğıtçılığın Tarihsel Gelişimi” (Editör: Aytekin VURAL), Yalova 2013, s.14-38.
[49]Müstakimzâde, Tufe-i Hattâtîn. (Haz:Mustafa KOÇ).
İstanbul 2011 s.543.
Yorumlar