Kâğıdın Tarihçesi ve Türleri


Kâğıdın Tarihçesi ve Türleri
            Kâğıt sözcüğü-ilk anda sanıldığının aksine-Türk kökenlidir; Uygurcadaki “kagat” ya da “kagas” sözcüğünden gelir. (1) Kâğıda Arapçada “kırtâs” denir ki bundan türemiş “kırtasiye” sözcüğü dilimizde bugün de kullanılmaktadır.
            Tarih yazıyla başlar. Kâğıdın yazı gereci olarak uygarlığa hizmeti büyüktür; yazının iletişim aracı olarak yayılıp gelişmesinde büyük ve önemli yararlar sağlanmıştır.
            Üstüne yazı yazılan en eski gereçtir. Mezopotamya ve çevresinde yüzyıllar boyu yazıların pişmiş kil tabletlere yazıldığı bilinir. Sonraki dönemlerde tahtalar, bakır, pirinç ve tunçtan yapılmış madeni levhalar, bambu ve ağaç kabukları, kemikler, palmiye yaprakları ve Nil kenarındaki bataklıklarda yetişen papirüs (2) bitkisi kullanılmıştır. M.Ö. 2.yüzyıldan başlayarak koyun, keçi ve buzağı derilerinden özel yöntemle üretilen ve çok dayanıklı olması nedeniyle büyük rağbet gören parşömen (3)  yaygın olarak kullanılmaya başlanır. Hemen her çağda kullanılan bir başka yazı gereci de kumaştır.
            Genel olarak bugünkü anlamda kâğıdın 2. yüzyılın başlarında Çinliler tarafından artık kumaş parçalarından yapıldığı kabul edilir. 5. yüzyılda Çin’de herkes tarafından kullanılmakta ve bu dönemde kâğıt dut ağacı kabukları, kendir, kenevir ve paçavralardan yapılmaktadır.
            7.yüzyılın ortalarına doğru İpek Yolu’yla Çin’den Orta Asya ve İran’a gelmeye başlar. 8.yüzyılın ortalarında Semerkand’da üretilmeye başlanan kâğıtlar, güzel ve kullanışlı oldukları için 9. yüzyıldan başlayarak İslam dünyasında papirüs ve parşömenin yerini alır.

1 Uygurlar, kültür yaşamı gelişmiş, ileri düzeyde uygar bir Türk kavmidir. Uygur devleti 744 ile 840 yılları arasında bağımsızlığını sürdürmüştür. Bu tarihte halkın büyük bir bölümü Kırgızların baskısı altında ana yurdunu terk ederek Beşbalık, Turfan, İdikut ve Hoço’ya göç etmek zorunda kalmıştır. Özellikle Turfan’a yerleşenler zengin bilgi, kültür ve ticaret deneyimlerini ve birikimlerini giderek geliştirmişlerdir. Kendilerine özgü alfabeleri vardır. Çin’den kâğıt ve “blok baskı” sistemini almışlar; baskı sanatında hareketli harfleri ilk kez Uygurlar kullanmışlardır. Turfan kazılarında ele geçen cönk türü bir dergide rastlana aşağıdaki dörttük günümüzde bile kimi çevrelere yol gösterecek niteliktedir.
                Bilgi bilin ey beyim / Bilgi sana eş olur/ Bilgi bilen insana/ Bir gün devlet yâr olur.
Kagas, Uygurcada “ağaç kabuğu” anlamına gelen bir sözcüktür.
2 Batı Avrupa dillerinde kâğıt anlamındaki papier ve paper sözcükleri, Yunancadan Latinceye geçmiş olan papirüs sözcüğünden bozmadır.
3 Parşömenin ilk yapıldığı yer Pergaman (Bergama) şehridir. MÖ. 2.yy. da Mısır’ın İskenderiye ve Bergama kütüphaneleri yüzünden çıkan anlaşmazlık sonucu Pergamon krallığına papirüs dış satımı için ambargo koyması üzerine, Bergamalıların koyun, keçi ve derilerinin yazı gereci olarak daha iyi hale getirilmesi için yaptıkları araştırmalar sonunda geliştirdikleri ürüne pergamene  adı verilmiş; zamanla bu sözcük şekil değiştirerek “parşömen” biçimine girmiştir.
Kâğıt yapımı Semerkand’dan Bağdat, Şam, Trablusşam kentlerine, Mısır ve Fas’a dek bütün Arap ülkelerine yayılır. Ortaçağ’da İslam kültürünün gelişmesinde ve Avrupa’dan ileri gitmesinde, kâğıdın bol miktarda bulunuşunun büyük payı vardır.    
                Arapların Kuzey Afrika’yı bütünüyle istila ederek İspanya’ya geçmelerinin ardından, 12. yüzyılda İspanya’da Avrupa’nın ilk kâğıt fabrikaları kurulmaya başlar. Görüldüğü gibi Avrupa’da kâğıt üretimi, bulunuşundan ancak 1000 yıl sonra başlayabilmiştir. Batı kültüründeki gelişme de, ancak bundan sonra ve kâğıdın bollaşmasıyla başlamıştır denilebilir. Bunu 13. yy da İtalya’da, 14.yy da Fransa ve Almanya’da, 15. yy da İngiltere’de kurulan kâğıt fabrikaları izler.
            13. ve 14. yy da Anadolu’da kullanılan kâğıtlar çoğunlukla Orta Asya kökenlidir. 16. yy da, kalite sıralamasına göre, en kötüsünden en iyisine Doğu kaynaklı kâğıt çeşitleri şöyledir: 1. Haşebî, 2. Dimişkî (Şam kâğıdı), 3. Semerkandî, 4. Devletâbâdî, 5. Hatâyî, 6. Âdilşâhî, 7.Harîrî Semerkandî, 8. Sultânî Semerkandî, 9. Hindî, 10. Nizamşâhî, 11. Kasımbegî, 12. Harîrî Hindî, 13. Gûnî Tebrîzî (4),  14. Muhayyer.
                Ağaç liflerinden yapılan kâğıtlara Haşebî, ipekten yapılan kâğıtlara Harîrî denmektedir. Sayılan bu 14 kâğıt içinde Semerkandî’den aşağısının kullanılmaması öğütlenmiştir. İran’da yapılan son ikisinin rengi doğal renkleri şekerrenktir. Her bir türün incelik, kalınlık ve boyutlarına göre çeşitleri vardır ve fiyatları ayrı ayrıdır. Semerkandî kâğıt, Semerkand’da yapılan esmer, kaba ve sağlam bir kâğıt türüdür. 4.Sıradaki kâğıtlara Osmanlı’da kısaca âbâdî demek adet olmuştur. Âbâdî kâğıtlar, Hindistan’daki Devletâbâd kentinden başka, Ahmedâbâd ve Haydarâbâd kentlerinde de üretilmektedir. Âbâdî ve Sultânî kâğıtların hammaddeleri ipektir. Hatâyî ise –rahat yazı yazılabilen bir kâğıt olmakla birlikte-gevrek olması ve zamanla kırılma yapması nedeniyle git gide kullanılmaz olmuştur.
            Osmanlı’da batı kaynaklı kâğıtların 14. yy sonlarından itibaren kullanıldığı söylenebilir. Bunların çoğu Kuzey İtalya kaynaklıdır. Dışalımın, devletin büyümesi dolayısıyla kâğıt gereksiniminin artması, hem de Doğu kâğıtlarından ucuz olması nedeniyle 16. yy da oldukça arttığı görülmektedir. Batı kâğıtlarının yapısı içine konulan firma amblem ve adları, çeşitli şekil ve yazılardan oluşur.
                                                                                                                                                    .
4- Gûnî Farsça’da, kenevir bitkisinden yapılan çuval gibi kalın kumaşların adıdır. Tebrizlilerin yaptığı bu kâğıt da kenevirden üretildiği için bu adı almış olsa gerektir. Kâğıdın doğal rengi şekerrenktir. Şekerrenk ham şekerrengi olup açık sarıyla krem rengi arasındadır.
Batı kâğıt fabrikaları -kâğıtlarına sempati yaratmak amacıyla- dokularına üç hilâl, ayyıldız, taç, kartal ve aslan gibi bize özgü “âlem”ler (simgeler) koymuşlardır. Işığa tutulunca seçilen ve “su damgası” da denilen bu özel filigranlar kâğıdın tarihlendirilmesi ve nere ürünü olduğunun saptanması bakımından son derece önemlidir. Filigran kataloglarına bakarak tarihi belli olmayan yazma eserlerin ve belgelerin yazılış dönemlerinin belirlenmesinde önemli ipuçları sağlanmaktadır.
            İtalya’nın Livorno (Leghorn) liman kentinden gelen kâğıtların filigranlarındaki “a Leghorn” sözcüğü, zamanla bozulup, biçim değiştirerek “alikurna”  ya dönüşmüş ve Batı kâğıtları giderek bu adla anılır olmuştur. Alikurna kâğıtlarının bugünkü dosya kâğıdı boyutunda olanlarına evsat (orta), daha büyüklerine battal (büyük) denmektedir. Bu kâğıtlar ham olarak getirtildiği için, yüzeyleri işlenmeden yazı yazmaya elverişli değildir.
            Işığa bakılınca Batı kâğıtlarının dokusunda düzenli aralıklarla boyuna ve enine çizgiler bulunduğu fark edilir. Bunlar, kâğıt hamurunun süzüldüğü eleğin tellerinin izleridir. Doğu kâğıtlarında bu ince çizgilere rastlanmaz; ışığa bakıldığında dokuları karışık görülür ve Doğu’dan gelen Orta Asya, Hindistan, İran ve Şam kaynaklı kâğıtların hiç birinde filigran yoktur. Bu nedenle kaynaklarını ve tarihsel gelişimlerini belirlemek çok zordur. Arşiv kayıtlarından, 16. yy başlarında sarayda Doğu ve Batı kaynaklı kâğıtların aynı zamanda kullanıldığı, Doğu kâğıtlarının daha itibarlı olduğu anlaşılmaktadır.
            Avrupalılar kâğıt yapımını Doğu’dan öğrenmişlerdir ama yeni tekniklerle geliştirerek onu daha nitelikli ve daha ucuza üretmeyi başarmışlardır. 15.yy. sonlarında İstanbul’un Kâğıthane semtindeki imalathanelerde üretildiği sanılan kâğıtlar İstanbulî adıyla anılır (5). 1600 yılında bir işçinin 2 günlük ücreti karşılığında ancak bir deste (24 tane) İstanbulî kâğıt alınabilmektedir; oysa Avrupa kâğıdı bundan üç kat ucuzdur.
(Kitabın 153.sayfasında kâğıt örneklerini gösteren 3 resim yer almaktadır. 1. Doğu Kaynaklı Kâğıt Dokusu/ 2. Batı Kaynaklı Kâğıt Dokusu (filigranlı)/ 3. Devlet-i Aliyye Filigranı (Hicri 1301-Miladi 1883/84 tarihli bir belgenin kâğıdındaki filigranda, sülüs yazıyla Devlet-i Aliyye [Yüce Devlet=Osmanlı Devleti] yazıyor. Yazı Uzunluğu 10 cm dir.)
                                                                                                                                          .
5-Bu konuda kesinlik yoktur. Evliya Çelebi’ye göre, İstanbul’un fethinden önce Kâğıthane’de bir kâğıt imalathanesinin varlığı söz konusudur. Semtin adı bu Kâğıthane’den gelmiş olmalıdır. İlk olarak Sultan II. Beyazid’in (1481-1512) 1505 tarihli bir vakfiyesinde rastlanan İstanbulî kâğıdın, gerçekten İstanbul yapımı olup olmadığı belli değildir. Bu adı taşıyan kâğıtlar, izleyen yüzyıllar içinde de kullanılagelmiştir. Bir başka söylenti, Sultan III. Ahmed (1703-30) zamanında, 18.yy başlarında Kâğıthane’de bir imalathane kurulduğudur. Bu kâğıtların Avrupa’da üretildiği, fakat bilmediğimiz bir nedenle bu adı aldığı bile düşünülebilir.
                Görüldüğü gibi o dönemler fiyatı daha düşük olan Avrupa kâğıdı bile çok pahalıdır. Bu pahalılık nedeniyle 16.yy da çoğu müsveddeler küçük kâğıtlara yazılmıştır. Arşivlerde 18.yy öncesinde, küçük bir yazı için büyük kâğıt kullanıldığına veya defterin bir bölümünün boş bırakıldığına pek rastlanmaz. Ancak Avrupa’dan ucuz kâğıt gelmeye başladıktan sonra, kullanılan kâğıt boyutlarının zaman içinde giderek büyüdüğü görülmektedir. Örneğin, ferman ve beratların yazıldığı kâğıtların enleri 15.yy da 10-20 cm iken, 16.yy da 20-30cm, 18.yy da ise 40-50 cm olmuştur. Boyları, metnin uzunluğuna göre değişir. Genel olarak âbâdî, Semerkand âbâdîsi ve Sultanî âbâdî gibi kaliteli kâğıtlar, padişah ve sadrazamlara ait belgeler ile bilimsel eserlerin ve hat sanatı ürünlerinin yazılmasında kullanılmış; resmi dairelerdeki günlük yazışmalarda haşebî, fıstıkî, İstanbulî ve telhislik gibi daha ucuz ve getirtilmesi kolay Batı kaynaklı kâğıtlar yeğlenmiştir.
            Dışalım yoluyla gelen ya da son dönemlerde fabrikadan çıkan kâğıtlar, ülkenin her türlü kâğıt gereksinmesini saptayıp sağlamakla görevli Kâğıtçıbaşı eliyle devlet dairelerine ve esnafa dağıtılır ve bu işle uğraşan toptancılar aracılığıyla pazarlanırdı.
            Cumhuriyet öncesinde 1744’te Yalova’da, 1805’te İstanbul Beykoz’da (Hünkâr İskelesi mahallesinde) 1846’da İzmir Halkapınar’da ve 1893’te İstanbul Beykoz’da (Hamidiye) kâğıt fabrikaları kurulmuş; ancak çeşitli nedenlerle hiçbiri uzun ömürlü olamamıştır.
Âhar ve Âharlama
            Ham kâğıt kullanılmadan önce âharla (6) ıslah ve terbiye edilmesi gerekir. Âhar, yazı yazılırken yapılan hataların düzeltilmesinde silintinin belli olmaması ve izinin kalmaması için kâğıdın üstüne sürülen bir sıvıdır. Bir tür kaplama işlemi olan âharlama ile kâğıdın gözenekleri dolar, yüzeyindeki pürtük ve pürüzler gider, kâğıt dayanıklılık kazanır ve bu işlem sonunda hem mürekkebi yaymaz hale gelir hem de kamış kalemin üzerinde kolayca yürümesi sağlanmış olur. Âharlanmış kâğıtlara “ilaçlı kâğıt” da denir.
            Âhar, kâğıt üzerinde ince bir koruyucu tabaka (bir film tabakası) oluşturur ve mürekkebi kâğıdın dokusuna geçirmeden kendinde tutar. Böylece nemli süngerle silinerek, yalanarak (7) veya kazınarak yazı kâğıttan çıkarılabilir ya da harflerdeki pürüzler giderilebilir.                                                                                                                                                   
6-Farsça bir sözcük olan âhar “yiyecek ve yemek” anlamındadır. Yemekle vücudun kuvvetlenmesi gibi kâğıda yedirilen malzeme de onu kuvvetlendirdiği için bu terim kullanılmıştır.
7-Çok okuyup yazmış kimseler için “çok mürekkep yalamış” deyimi buradan gelir.
Dahası âharlanmış kâğıtlar birkaç kez silinse bile, yine de üstündeki yazının izi kalmaz. Bu olanak, hem bir kolaylık hem de bol ve ucuz olmadığı 19.yy sonlarına değin kâğıdın ziyan olmamasını sağlamıştır. Örneğin eski mahalle mekteplerinde çocuklara alıştırma olarak yazdırılan karalamalar, hoca gördükten sonra süngerle silinir ve tekrar tekrar kullanılırdı.
            Üstü birkaç kez âharlanmış kâğıtlara “tek âharlı”, birden çok âharlanmışlara “çift aharlı”, veya “çifteli” ya da bundan galat olarak “çiftali” denir. Birinci âhar kurumadan ikincisi yapılmaz. Eğer üçten çok sürülürse, kâğıdın üstünde iyice kalınlaşan âhar tabakası zamanla çatlar.
            Güzel yazı yazmak için hattatların üç malzemenin seçiminde titiz ve güç beğenir olmaları salık verilmiştir: Kamış kalem, kâğıt ve mürekkep.
            Kâğıdın aharlanması, hat sanatında özel bir önem taşır. Âharlama bir hüner ve ustalık işidir. Kimi eski hattatlar, yazılarına ve mürekkeplerine uygun gelecek biçimde, kâğıtlarını kendileri âharlamışlardır. Örneğin ünlü hattatlardan Ömer Vasfi Efendi bunlardan biridir; dahası âharladığı kâğıtların bir bölümünü öteki hattatlara sattığı bilinir.
            Hattın türüne göre, kâğıda sürülen âharın cinsi de değişir. İki yüzüne de yazı yazılacak kitap kâğıtları, âharın en ince kısmıyla âharlanır ve kâğıdın kabiliyetine göre bir veya iki kat âhar sürülür. Çok emek ve düzeltme gerektiren levha ve meşk kâğıtlarının aharı –kolay kolay bozulmaması için- Yalnız bir yüzüne birkaç kat ve kalın olarak sürülür. Ta’lik yazı için hazırlanan kâğıtların âharı ise daha kalın ve özenle hazırlanır. Ta’lik âharcıları, bu kâğıtların bir köşesine soğuk damgayla adlarını basmışlardır. Ünlü Hattat Yesari’nin kâğıtlarını âharlayan Kadri Usta ile Seyyid Ahmed, Rıf’ati, Hasan Remzi ve Memduh gibi isimler, bu damgalardan tespit edilen âhar ustaları arasındadır.
            Âharlama, çok el ve zaman alan pahalı bir iştir. 19.yy sonlarında Beyazıt’ta Müzehhibler Çarşısı’nda kâğıtçı, mürekkepçi, müzehhib (tezhipçi) ve mücellid (ciltçi) dükkânlarının bodrum katlarında âharcılar ve mühürcüler vardı. 19.yy da bu çarşı, bugünkü Veznecilerde bir tarafı Fen Fakültesi binası önünde başlayıp Vakıflara ait Hat Müzesi hizasına kadar devam eden, öteki tarafı ise Hasan Paşa Medresesi’nin karşısından başlayıp Eczacılık Fakültesi önüne dek uzanan caddedeki karşılıklı sıra dükkânlardan oluşuyordu. Bu çarşı zamanla işlevini yitirerek 20.yy başında ortadan kalkmış, kalan son birkaç dükkân da 1910’lu yılların sonlarında kapanmıştır. Ancak o zamanlar kısa bir yokuşla Beyazıt Meydanı’na birleşen söz konusu cadde, bugün İstanbul Üniversitesi giriş kapısı önünden açılan tünelle Bakırcılar Caddesi’ne bağlanmış durumdadır.
            Âhar formülleri çok çeşitlidir. Örneğin çok kullanılan bir aharlama yöntemi şöyle tanımlanır: Beyaz şap havanda dövüldükten sonra kaynar su içinde eritilir ve bir süre kaynatılır. Ham kâğıtlar, küçük bir tekne içine boşaltılan bu eriyiğe –iyice sıcakken- daldırılıp çıkarılır ve gölgede kurutulur. Beyaz şapla yapılan bu işlem, kâğıdın mürekkebi emmemesini, yaymamasını ve kâğıdın arkasına geçmemesini sağlar. Sonra bir miktar elenmiş nişasta iyice ezilip, içinde kaynamış su bulunan kaba boşaltılır ve karıştırılarak nişasta kokusu kalmayıncaya ve zeytinyağı kıvamına gelinceye dek iyice pişirilir 8. Daha önce şaplanmış ve kurumuş olan kâğıtlar, bir tekne içine boşaltılan bu sıvıya, iyice sıcakken batırılıp çıkarılır. Veya bu sıvı soğuduktan sonra bir sünger yardımıyla ya da elle, düz bir tahtanın üzerinde yedirile yedirile kâğıda sürülür. Daha sonra kâğıtlar ipe veya çıtalar üzerine serilerek gölge bir yerde kurumaya bırakılır.  Kıvrılmaması için tam kurumadan, biraz nemli iken toplanıp üst üste konur. Bu âhar gayet beyaz ve berraktır.
            Âharlama, üzerine kitap yazılacak denli geniş bir konudur. Onlarca âhar ve reçetesi geliştirilmiştir. Âharlamada kullanılan öteki maddeler arasında, balık tutkalı (Tuna nehrinde çıkan morina balıklarının damağından çıkarılan yapıştırıcı), arapzamkı, Edirne, Şam ya da Halep tutkalı (o yörelerde üretilen tutkal türleri), kitre (keven dikeni diye bilinen bitkinin gövdesi çizildiğinde çıkan sıvının sertleşmesiyle elde edilen ve yapıştırma özelliği olan beyaz bir madde), palamut meşesi külü, üstübeç, ördek ya da tavuk yumurtası akı (öteki yumurtaların akı bunlarınki kadar beyaz değildir), incir sütü (ham incir koparıldığında sapından ya da çizildiğinde ağacının gövdesinden çıkan beyaz sıvı), hatmi çiçeği, taze gül yaprağı, pirinç suyu, nöbet şekeri (sucuk gibi iplere asılı kristalleşmiş şeker) sayılabilir. Kimi âharcılar –nişasta aharı yerine- un âharı kullanmışlardır. Un âharı, dakîk denilen ve buğday değirmende öğütülürken havaya karışıp gayet ince zerreler halinde değirmen duvarlarına yapışan ince undan yapılır. Daha önce sözü edilen ünlü âharcı Kadri Usta’nın un âharı yaptığı bilinir.
            Âharlanmış kâğıtların sertliğini gidermek ve kalemgir olmalarını – yani kamış kalemin kâğıt üzerinde kaymadan rahatça yürümesini, cam üstünde yazar gibi kayıp gitmemesini – sağlamak için de pek çok reçete geliştirilmiştir.
8-Nişastanın pişip pişmediğini anlamak için, üstünde kül bulunmayan yanmış bir mangal kömürü parçası, pişmekte olan nişastanın içine daldırılır; ateş sönerse pişmediğine, sönmezse piştiğine hükmederlermiş. Nişasta miktarı tecrübeyle bulunur; çünkü kâğıdın cinsine ve miktarına göre değişir.
Âhar hazırlanırken içine bir miktar misk, amber ya da gülsüyü katılırsa, kâğıt güzel kokulu olur.
            Genellikle beyaz olan ham kâğıtları, hem gözü yorduğundan hem de çabuk kirlendiğinden dolayı çeşitli bitkilerin yaprak, çiçek ve gövdelerinden yararlanarak renklendirmek veya madeni boyalarla boyamak için kullanılan reçeteler vardır. Bu amaçla “daldırma” ve “sürme” olarak başlıca iki yöntem kullanılır. Renklendirmede boyayı âhardan önce yapmak ve kâğıda içirmek salık verilir. Aksi halde düzeltme için kazınan yerde kâğıdın doğal rengi ortaya çıkar. Boya eriyiği hazırlanırken, renk veren bitkisel madde suda kaynatılır ve elde edilen renkli eriyik bir tekneye boşaltılır. Kâğıtlar buna daldırılıp çıkarılır ve tek tek gölgede kurutulur. Renklendirme amacıyla kullanılan bitkiler arasında susam çiçeği (şapla çimen yeşili, şapsız soluk mavi), badem yaprağı (altın sarısı), asfur çiçeği (kırmızı), ayva yaprağı ve çekirdeği, Hindistan’dan getirtilen bakkam ağacı talaşı (al-bakkam kırmızı, mor-bakkam mor), gelincik çiçeği (şapla gök rengi, şapsız mor), hatmi çiçeği, kına (hünnap rengi), nohut unu (nohudî renk), saruca ağacı tozu (turuncu), menekşe yaprağı ve mürver çiçeği tohumu (şapla gök rengi, şapsız menekşe rengi), soğan kabuğu (şapla sülyen rengi, şapsız saman sarısı), çay (krem rengi), ceviz kabuğu (kahverengi) sayılabilir. Sürme yönteminde ise, hazırlanan eriyik bir fırça, sünger ya da pamuk yardımıyla veya ele giyilen patiska bir keseyle kâğıdın üstüne sürülür.
            Eskiden kâğıtların, sinek konmaması için keskin sirkeyle, haşerelerin zarar vermemesi için “hanzal suyu” (ebucehil karpuzu denilen zehirli bir bitkinin meyvesinden sıkılarak çıkarılan özsuyu) ile hazırlanılmış âharla işlenmesi öğütlenirmiş. Günümüzde eski kitapların kâğıtlarını güve ve benzeri haşerelerden korumak için naftalin kullanılması ve ara ara açıp havalandırılmaları salık verilir.
(Metnin sonunda yer alan(7.) resimde “Vasledilmiş ve Zervarak Yapılmış Sayfa Örneği” yer almaktadır. El yazması kitapların metinleri, altın yaldız ve mürekkeple çizilmiş çerçeveler içindedir. Bu çizgileri çeken sanatçılara cetvelkeş ve bu işe cedvelkeşlik denir. Eski kitapların kimi sayfaları zamanla yıpranıp, yırtılınca cedvelin dışında kalan bölümleri vassâl denilen sanatçılar tarafından eskisine yakın yeni kâğıtla değiştirilir; çerçeve içindeki bölümle birleştirildikten- eski deyimle vasledildikten – sonra cetveli tekrar çekilerek yenilenirdi. Vassâle bu onarım işleminin adıdır. Bu amaçla önce vassâle yapılacak sayfanın metin kısmını çevreleyen cedvelin dışında kalan bölümü –cedvel ortalarından kesilerek-çıkarılır. Sayfanın özgün kâğıdına uygun âharlı temiz bir kâğıdın ortası, kesilmiş olan boyuttan biraz daha küçük olarak oyulur. Her iki kâğıdın yapışacak yerleri dikkatle inceltilir. Birbiri üstüne 1-2mm binecek şekilde yapıştırılır. Kuruduktan sonra çekiçle dikkatle dövülür. Kâğıtlar ek yerlerinden birbirine kaynar. Bu ek yerlerinin her iki yüzündeki cedveller altın yaldızla yeniden çekilir. Hüner sahibi vasâllerin yaptığı birleştirmeler gözle fark edilmez, tek parça kâğıt sanılır.
            Kimi yazma eserlerde, kâğıtların üstüne çok ince altın serpme yapılmış olduğu görülür. Bu işe “zervarak yapma”  denir. Zervarak yapmak için, bir fincanın içine biraz altın tozu dökülür ve birkaç tane nohut konur; sonra ağzına bir tülbent gerilir. Altın serpme yapılacak kâğıdın üstüne ince bir zamk sürüldükten sonra, fincan kâğıdın üzerinde sallanır. Tülbendin deliklerinden dökülen altın zerreleri kâğıda yapışır ve zengin bir görünüm kazanır. [resimdeki örneğin boyutları 20.5x11.6 cm’dir.] )
Mühreleme
            Âharlanan kâğıtların bir hafta içinde mührelenmesi 9 gereklidir. Aksi halde âharının çatladığı görülür. Mühreleme, âharın kâğıda tesbiti için yapılan bir tür basınçlı ütüleme ve parlatma işlemidir. Âharlı veya âharsız kâğıt mührelendiği zaman yüzündeki pürüzler gider, yüzeyi düzlenir ve kayıcı bir hal alır. Mührelenmiş kâğıtta kamış kalem kolayca hareket eder, kâğıda takılmaz, harfler keskin çıkar, mürekkep bir kararda akar ve kalemin hakkını vermek mümkün olur.
            Kâğıdı mührelemek için esas itibariyle “çakmak mühre” kullanılır. Çakmak mühre 4-5 cm çapında, 22-24 cm uzunluğunda bir ağaç parçasının ortası oyularak içine yerleştirilmiş, 10-12 cm boyunda, 4-5 cm eninde ve 1-2 cm kalınlığında bir çakmak taşından ibarettir. Çakmak taşı gövdeden dışa doğru incelir, kâğıda temas eden yüzeyi 0,5x9 cm dolayında olur. Mührelenecek kâğıt tabakası pesterek 10 denen mühre tahtasının üstüne konur. Damarsız olduğu için ıhlamur veya armut ağacından yapılan bu tahtanın yüzeyi çok düzgündür ve içe doğru hafifçe çukurlaştırılmıştır. Tek parça ağaçtan, kâğıt boyutlarına göre hazırlanan mühre tahtası eğer yeni yapıldıysa, önce kendisi mührelenir.
 9-Mühre “cam boncuk, küçük top, kristal küre” anlamında Farsça bir sözcüktür. Arapçada mührak denir. Burada “kâğıda yumuşaklık, parlaklık ve düzgünlük vermek için kullanılan araç” anlamındadır. Mühreyle yapılan bu cilalama işlemine de mühreleme denir.
10-Farsça bester yatak demektir, ek küçültme son ekiyle  “yatakçık” küçük yatak” anlamındadır. Kâğıt da mührelenirken üstüne yatırıldığı için mühre tahtasına besterek denmiş, bu sözcük zamanla pestereke dönüşmüştür.
11-Sözü edilen sabun sürme işlemi kesin bir kural değildir. Kimi hattatlar –az da olsa- mürekkebi olumsuz yönde etkilediği için bunu önermezler.

Mührenin kolayca kayabilmesi için kuru sabuna sürülmüş çuha parçası, kâğıt tabakasının her iki yüzü üstünde gezdirildikten 11 sonra, çakmak mühre iki ucundan elle sıkıca kavranır ve çakmaktaşı, serbest bırakılan kâğıdın yüzeyine kuvvetlice bastırılarak ileri geri sürülmeye başlanır. Bu sırada kâğıt çok kayıyorsa, mühre tahtasının önce nemli bir bezle silinmesi, ardından ince ve temiz külle neminin alınması salık verilir. Çakmak mühre ileri geri çeşitli yönlerde hareket ettirdikçe, kâğıt ütülenmişçesine düzelir ve cilalanmış gibi parlar. Daha sonra, kâğıdın öteki yüzüne geçilir. Mührelenen tabakalar üst üste sıralanır, üzerine bir ağırlık konarak baskıya alınır ve bir süre dinlendirilir. Mühürlendikten sonra iki üç ay –kimilerine göre iki üç yıl-“yatırılan” (bekletilen) kâğıtların daha da güzelleştiği söylenir. 18.yy dan itibaren çakmaktaşı yerine “yemen taşı” kullanılması yeğlenmiştir.
            Aharlı kâğıt üzerindeki yazılar silinerek ya da kazınarak değiştirilebileceği için, herhangi bir sahteciliğe meydan vermemek üzere, bütün resmi kayıt ve belgeler, tabii bu arada ferman ve beratlar, aharlanmadan, yalnızca mührelenmiş kâğıtlara yazılmıştır.  Bu kâğıtların yüzeyi parlak olmakla birlikte, yazılınca mürekkebin kâğıt dokusuna işlendiği görülür. Bu suretle kütükler, tahrir defterleri ve tüm resmi kayıtlarda tahrifat yapılması önlenmiş ve belgelerin güvenilir olması sağlanmıştır.
            Devlet dairelerindeki bir yüzü kullanılacak belgeler için tek tarafı, yapraklarının iki yüzü de kullanılacak defterler için iki tarafı mührelenmiş kâğıtlar kullanılmış ve biri “tek yüzlü”, öteki “ikiyüzlü” olarak adlandırılmıştır.
            Aharlı kâğıda yazı yazmadan önce, tebeşirli bir çuhanın, yazılacak yerlerin üstünde gezdirilmesi öğütlenir. Böylelikle mührelenirken sürülen sabunun kayganlığı ve elden geçen yağ alınmış olur.
            Çakmak taşı dışında kaz yumurtası biçim ve büyüklüğünde, uzun çapı 10-12 cm, kısa çapı 7-8 cm olan, içi boş ya da dolu camdan yapılmış “cam mühreler” ile “denizkulağı” denilen bir deniz böceğinin benekli, sert ve parlak kabuğu da mühre olarak kullanılmıştır. Cam mühre avuçta tutulur ve kâğıda sürtülen kısa çapı çevresindeki yüzeyi zamanla zımparalanmış gibi matlaşır. 19.yy sonlarına değin Eğrikapı’da, Edirnekapı yolu üzerinde bulunan pul şişe ile kavanoz türü cam eşya üreten sırça imalathanelerinde yapılan cam mühreler, küçük işlerde kullanılır ve çakmak mühre kadar kullanışlı değillerdir. Denizkulağı da hafif olduğu için pek makbul sayılmaz ve öteki mührelerin bulunmadığı yerlerde kullanılır.
            Mühre yalnız kâğıtları değil, altınla yazılmış yazının veya tezhip için sürülmüş altının matlığını gidermek ve onu parlatmak için de kullanılır. Bu amaçla akik, süleymanî taşı, yeşim, necef, balgamtaşı, topaz, kiremittaşı, kedigözü taşı, Yemen taşı gibi sert taşlardan özel mühreler yapılmıştır.
            Altını parlatmak içim kullanılan mührelere zermühre veya mıskale denir ki bu ikinci sözcük dilimizde zamanla “mazgala” ya dönüşmüştür. Badem biçimindeki, uç tarafı yassı, kenarları ince olan türlerine “yassı mühre” denir. Ucun öteki tarafı gümüş ya da pirinçten madeni bir yuva içine yerleştirilmiştir. Bu yuva parmak kalınlığında –ağaç, kemik ya da boynuzdan yapılmış10-15cm uzunluğunda bir sapa bağlıdır. Ucu kartal gagası gibi eğri ve sivri olan mührelere “sivri mühre” ya da “kartal burnu” denir. İnce ya da çukur yerlerdeki altın zerrelerini parlatmak için kullanılır. Bunun bir başka adı da “tırnak mühresi” dir. Eski kalemtıraş saplarının sivri ve parlak uçları da zer mühre olarak kullanıldığı söylenir.
            Zermühre başa ya da yağlı cilde sürüldükten sonra, altının üstünde kısa hareketlerle ve hafifçe bastırılarak ileri geri ve sağa sola yürütülünce, altın pırıl pırıl parlar. Eğer altın mat olarak parlatılmak istenirse, üstüne pelür kâğıdı gibi ince bir kâğıt konur ve onun üzerinden mührelenir. Özellikle altın sürme yöntemiyle hazırlanan zerendûd (sürme altın) yazılar, bu şekilde mat olarak parlatılır.

Kâğıt Makasları
            Eski kâğıtlar,  kâğıtçılarda belli büyüklükte tabakalar halinde satılırdı. O dönemlerde her yazı takımında kalemtıraş ve maktaın yanında mutlaka bir kâğıt makası da vardır. Makasın günlük yaşamda pek çok işte kullanıldığı ve her birine göre ayrı biçim ve kullanma yöntemleri olduğu bilinir. İşleri gereği sık sık kâğıt kesmek durumunda bulunan hattatlar, iki tür makas bulundurmayı adet edinmişlerdir. İlki “hattat maskı” ya da “kâtip makası” olarak adlandırılır ve ince kâğıtları düzgün kesmekte kullanılır. Kâğıdın tek harekette kesilebilmesi için, bu makasların ağızları uzun ve iç tarafları oyuktur. Boyları 22 ile 30 cm arasında değişir. Kenarları birbiri üstüne tam kapandığından tek kanatlıymış gibi görünürler. Elde dövülerek biçimlendirilen çelikleri genellikle mattır. İstanbul, Foça, Sivas, Bosna, Prizren ve Şam’da yapılanları vardır.
            Bu makaslar resmi işlerde de kullanılırdı. Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) dönemine gelinceye değin –o zamanlar “kalem” denen devlet dairelerinde-kâğıtlar şimdiki gibi önceden boy boy kesilmiş, kullanıma hazır halde değildi. Kâtip, büyük bir tabakadan, işin gereğine ve yazacağı yazının boyutlarına uygun bir parçayı makasıyla keser ve kullanırdı.
            Bu makasların hafif olanı makbuldür. Gümüş ya da altın kakmalı makasların kimilerinde yapımcısının imzası da bulunur. Bunlar arasında Artin, Hayreddin, İlyas, Mehmed Zâfir, Mustafa, Tekirdağlı, Abdulkadir ve Şeref Ustaların isimlerine rastlanmıştır. Kimilerinde de sahiplerinin adlarına rastlanır. Tarih taşıyanları nadirdir.
            Arşiv belgelerinde bu makaslar mıkras, sade mıkras veya âlâ mıkras olarak geçer. Âla Mıkrasa Dimişkî Mıkras (Şam makası) da denir. Son dönemlerde mıkras-ı firengî diye anılan bir türüne de rastlanır ki Avrupa malı olması gerekir. Dış yüzleri, kimi zaman hem iç hem dış yüzleri gümüş veya altın kakma zengin çiçek motifleriyle bezenmiştir.  Altın kakma makaslar, kayıtlarda mıkras-ı zernişânî adıyla geçmektedir. Her biri ayrı bir sanat eseri olan bu makaslar, özel olarak yapılmış ve sırmayla işlenmiş kadife kılıflar içinde saklanır. Kimilerinin pirinçten yapılmış sapları, simetrik olarak gayet sanatlı bir biçimde “yâ Fettâh” (Allah’ın güzel adlarından açıcı anlamındaki sözcük veya “yâ Âli” yazısıyla oluşturulmuştur. Ağızlarının iç tarafında altın kakma tekniğiyle “yâ müfettih-el ebvâb, iftah lenâ hayr-el bâb” (Ey kapıları açabilen Allah, bize kapının iyisini aç) duası yazılmış olanları vardır. Elde bulunan örneklerin çoğu 19. yy dan sonra kalmadır. Altın kakma makasların en güzel ve seçkin örnekleri Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir.
            Hattatlarda bulunan ikinci makas, kalın kâğıt ve mukavva kesmekte kullandıkları “mücellit makası” ya da  “saraç makası” adıyla anılan makaslardır.
Mıstar Örnekleri (Şekil 14)
Kâğıt üzerine yazılacak yazının satır çizgilerini belirlemek için mıstar denilen basit bir araç kullanılır. Özellikle mushaf sayfalarında birlikteliği ve düzeni sağlamak için kullanılan mıstar, üstüne sıra sıra iplikler gerilmiş sayfa büyüklüğünde bir mukavvadır. “Sahife mıstarı” dışında “kıt’a mıstarı”, “meşk mıstarı” ve “hilye mıstarı” gibi çeşitleri vardır.
Önce yazının kaplayacağı alandaki satır düzeni, (sayısı, uzunluğu ve aralıkları) kullanılan kamış kalemin boyuna göre hesaplanır ve seçilen kâğıt boyutlarında kesilmiş bir mukavva üzerine kurşunkalem ve cetvelle çizilir. Her satırın başı ve sonu iğneyle delinerek bu delikler arasına ibrişim türü ince bir iplik gerilir. Bu iplik, ilk satırdan son satıra kadar düğümsüz olarak gerilmeli ya da düğümler mukavvanın arka yüzeyine getirilmelidir. Daha sonra tüm satırların başı ile sonu da, dikine çekilen iki iplikle belirlenir.
Mıstar, yazılacak kâğıdın altına konulduktan sonra, satırlar üstünde parmakla hafifçe bastırılarak yürünürse, iplik izleri kâğıt üzerine –bir yüzünde dışa doğru, öbür yüzünce içe doğru-kabartma olarak çıkar ve metin bu satır çizgilerine yazılır. Bu işleme mıstarlama denir. Kuşkusuz bu işlem sırasında ellerin temiz, parmakların yağdan arındırılmış olması gerekir; zira yağlı zeminde mürekkep tutmaz.
Elyazması kitaplar iki yapraklı (4 sayfalı) formaların bir araya gelmesinden oluşur. Sayfa satırları daima tek sayıdadır ve ortadaki satırın mutlaka sayfanın tam ortasına gelmesi istenir. Bu amaçla mıstarda, ortadaki satırın cilt sırtı tarafındaki yerine küçük bir yarık açılmıştır. Mıstar iki yaprak arasına konulunca, öncelikle bu yarık elle bastırılarak izi her iki yaprağa da çıkarılır.  İkinci yaprak mıstarlanırken, mıstarın yarık yeri bu iz üstüne getirilince, karşılıklı iki sayfa arasında tam bir simetri ve uyum sağlanmış olur.  
Altlık (Şekil 15)
Eski hattatlar, sol dizlerini kıvırıp oturdukları minderde, sağ dizlerini diker ve onun üstünde yazarlardı. Kâğıdın dizde düzgün durmasını sağlamak için, eskilerin zîr-i meşk (meşk altı) dedikleri ve kaba kâğıtların üst üste tutturulmasıyla hazırlanmış bir altlık kullanılırdı. Altlık olarak sert bir yüzeyin yeğlenmemesi, ele hareket serbestliği sağlamak içindir. Altlıklar, 4-5 mm kalınlık oluşturacak biçimde, yapıştırılmadan bir araya getirilmiş kaba kâğıtlara, her iki yüzeyden meşin veya ebru kaplanarak ciltçiler tarafından hazırlanırdı. Ta’lik ve sülüs-nesih kıt’alar için ayrı boyutlarda hazırlanan altlıkların ortası çiçekli ve resimli, pek sanatkârâne yapılmışları vardır. İmzalı olanları nadirdir. Yalnızca iki lake altlıkla Mehmed Vehbî ve Mevlevî Nakşî Dede imzalarına rastlanmıştır. Altlıkları, hattatlar dışında kâtipler ve minyatürcüler de kullanırlar. Resimdeki, her iki yüzü meşin kaplı örneğin boyutları 28x20 cm. dir.
Elyazması Kitaplar
            Sultan II. Bayezid (1481-1512), İspanya Kralının Yahudilere reva gördüğü zulmü duyup onların sığınak aradığını öğrendiğinde, ülkesinin her tarafına yazılı emirler göndererek, Osmanlı kentlerinin onlara kucak açmaları gerektiğini duyurur. Ve 1492’de İspanya’dan sürülen binlerce Yahudi Osmanlı topraklarına yerleşir. Sığınmacılar yanlarında-Avrupa’da yaklaşık 40 yıldır kullandığı halde Osmanlı’nın dahaca tanımadığı- “matbaa makinesi” de getirmişlerdir. Sığınmacı Yahudiler, kitap basımı için padişahtan izin isterler. Sultan II. Bayezid “Arap harfleriyle baskı yapmamak koşuluyla” bu izni verir. Daha sonra Hıristiyan uyruklar için de benzer fermanlar çıkarılır. Osmanlı topraklarında 18.yy. a değin İbrani, Süryani, Yunan, Ermeni ve zaman zaman Latin harfleriyle pek çok kitap basılır. Ama Türklerin ve bütün Müslüman halkların kullandığı Arap harfleriyle bir tek kitap bile basılmaz. Müslüman halkın matbu (basılı) kitap okuması- bu tarihten 237 yıl sonra- Sultan III. Ahmed (1703-30) döneminde 1729’da mümkün olabilir. Bu uzun süre içinde kitaplar-eskiden olduğu gibi-ancak ve yalnız elle yazılarak çoğaltılmaya devam edilmiştir.
            Elyazması kitaplarda öncülüğü, en saygın ve müstesna yeri elbette mushaflar alır. Mushaf sözlük olarak “ciltlenmiş, derlenmiş sayfalar” anlamındadır. Ama zaman içinde kitap haline getirilmiş, “Kurân’ın yazılı tam metni” anlamını kazanmıştır. Halk arasında “mushaf-ı şerif” (kutsal mushaf) de denir. “ Kurân-ı Kerim Hicaz’da indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü, İslam dünyasında pek yaygın bir kanının ifadesidir. Müslümanlar için Kur’an hiç kuşkusuz “Allah’ın sözü” dür. Bu inanç, hattatları bu sözün yazıya dökülmesinin en güzel yollarını aramaya ve bulunanı hep daha iyisine ulaştırmaya teşvik etmiştir. Hattatın kaleminin ucu, emek piramidinin tepesindedir; kâğıdı yapan, boyayan, aharlayan, mühreleyen, işi çıkaran, mürekkebi karıştıran, altını ezen, sayfaları tezhipleyken, kitabı ciltleyen pek çok değişik ve uzman sanatçı grupları, aslında hat sanatı için çalışmakta; hattatların gereksinme duydukları araç ve gereçler, maden, tahta, cam, fildişi, deri, boya, laka (vernik) gibi çeşitli iş alanlarında çalışan ustaların emek ve hünerleriyle sağlanabilmektedir. Üstelik bu sayılan ve sayılmayan bütün sanatların genelindeki anonimlik, hat sanatı için geçerli değildir. Bugün pek çok hat ustasının imzalı eserlerine sahip bulunduğumuz gibi, hattatların yaşamlarına ve başarılarına ilişkin az da olsa bilgi sahibiyiz. Hat sanatının bir başka önemli ayrımı da –öteki İslam sanatlarının tersine- 17.yy dan sonra da gelişimini sürdürmüş ve benliğini hep korumuş olmasıdır.
            16.yy dek yazılan mushaflarda tek başına kûfî, muhakkak, reyhânî, sülüs, nesih gibi yazılar veya muhakkak-reyhânî, muhakkak-nesih, muhakkak-sülüs-nesih gibi ikili ya da üçlü yazı grupları ortaklaşa kullanılmıştır. Ama mushaflar için Osmanlı beğenisine uygun düşen ve en çok tutulan hat, hiç kuşkusuz nesihtir. Bu nedenle kimi Osmanlı kaynaklarında nesihten “hadim-ül Kurân” (Kurân’a hizmet gören) olarak söz edilir. Nesih yazı, esas itibariyle sülüse bağlıdır ve kalınlığı onun üçte biri kadardır. Nesihte sülüs harfleri üçte bir oranında küçülmüş olmakla birlikte, nesih yazı sülüsün tam aynı değildir; ama onu andıran özellikler taşır. Sözcüğün “nüsha çıkarmak” anlamından yola çıkan kimi kaynaklara göre, bu yazı mushaf nüshalarını çoğaltmak ve kitap “istinsah etmek” (kopya ederek çoğaltmakta) te kullanılmak üzere ortaya konulduğunu belirtmek için “nesih” diye adlandırılmıştır.
İlk Mushaflar
İslamiyet’in ilk döneminde mensûb adı verilen bir yazı kullanılıyordu. Hz. Ali yazıyı ıslah ederek güzelleştirmiştir. Bu hatla mushaf yazma işi, Hz. Ömer döneminde 638-640 yılları arasında, Kûfe kentinin kuruluşuna değin sürdürülmüştür. Bu dönemde İslamiyet hızla yayılmakta ve Müslümanlığı kabul eden toplumlar için çok sayıda mushafa gereksinme duyulmaktadır. Bu nedenle ülkenin en iyi hattatları Kûfe’de kurulan bir merkezde toplanarak giderek daha çok sayıda mushaf yazılmaya başlanmış ve zaman içinde mensup yazı estetiğinde de gelişme ve ilerleme kaydedilmiştir. Bu mushaflar yeni Müslüman olan yörelere gönderildikçe, bu yeni yazı –Kûfe yazısı” anlamında Kûfî diye anılır olmuştur.
Kûfi yazının harfleri-genelde doğrusal olmakla birlikte- yer yer müdevver (döndürülmüş, yuvarlatılmış) parçalardan oluşur. Bir başka deyişle, bu geometrik yazıda düzlük ve yuvarlaklık belirli oranda karıştırılmıştır. Kûfî birçok yazıya kaynak oluşturduğu için “umm-ül hutût” (yazıların anası) olarak anılır.
Sağdaki resimde (16.şekil) Üçüncü halife Hz. Osman döneminde yazılmış bir Kurân sayfası ve aşağıdaki fotoğrafta (17. şekil) ceylan derisi üstüne kûfi hatla yazılmış 9.yy a tarihlenen, 23x32 cm boyutlarında bir başka Kurân sayfası görülüyor. (Topkapı Sarayı Müzesi Koleksiyonu)
Büyük Boy Mushaflar
İri nesih hatla yazılmış 15 satırlı mushafın sayfa boyutları 32x22 cm’dir. 604 sayfa olan mushafın ketebesi yoktur; büyük olasılıkla 18.yy da yazılmıştır. Yazıldığı gibi bırakılmış, tezhip yapılmamıştır. Bu büyüklükteki mushaflar rahle üstünde okunur. (18.Şekil)
En’âm-ı Şerif
Hicri 1080 (Miladi 1669/70) tarihli, Derviş Ali (öl. 1673) ketebeli, nesih hatla yazılmış En’am’ın unvan sayfası geleneksel tarzda tezhiplinmiş, ayrıca cedvellerin etrafına halkâr yapılmıştır. Arapça en’am sözcüğü “davar” anlamındadır. Sûreye bu adın verilmesinin nedeni, putperestlerin kurbanlık hayvanlarla ilgili yanlış görüşlerinin ortaya konmuş olmasıdır. Sûrede “Allah’ın birliğine inanma” akidesi açıklanır. (19.Şekil)  



Mushaf Boyutları ve Yazım Tekniği

Büyük Boy Mushaf (1/1) -30x21 cm      

Küçük boy Mushaf (1/4)

-14x10,5 cm

En Küçük boy mushaf (1/8)-10,5x7 cm
Veziri Boy mushaf (1/2)       -21x14cm
Cami mushafı (en büyük boy)
-45x30 cm

Mushaf boyutları için şekildeki gibi bir genelleme yapılabilir.
Az da olsa bu ortalama boyutların dışında hazırlanmış mushaflara da rastlanır. Bir de sancak tepesine takılmak üzere hazırlanan ve çoklukla sayfaları altıgen ya da sekizgen formda kesilmiş ufak boyda “sancak Kurân’ları” vardır. Bu mushaflarda sayfaların karşılıklı kenarları arası 40-50mm dolayındadır.
Mushaflarda satır sayıları daima tektir ve bir sayfada çoğunlukla 11, 13 ve 15 satır kullanılmıştır. Ayetleri kâğıda düzgün ve düzenli bir biçimde oturtmak, sayfalar arasında birliktelik ve karşılıklı iki sayfa arasında tam bir simetri ve uyum sağlamak için “mıstar” denilen basit bir araç kullanılır. Hattat mıstarlanmış kâğıdı, sol dizini kıvırıp oturduğu minderde sağ dizini dikerek “altlık” denilen düzgün bir zemin üstünde yazar. 15 satırlı mushafların, ayetlerin mutlaka başladığı sayfada bittiği, yani her yeni sayfanın başka bir ayetle başladığı bir özel türü vardır ki bunlara ayet-berkenar mushaf denir. Kurân’ı ezberleyenler için kolaylık sağlayan ayet-berkenar mushaf yazımında en tanınmış hattatlar Kayışzâde Hafız Osman (öl.1894) ile Hasan Rıza’dır (1849-1920). Bu tarz yazım, 18.yy dan sonra uygulanmaya başlanmıştır ve hattattın serbest yazmasını engellediği ve onu kayıt altına aldığı için daha zordur.
Matbaanın bulunmadığı dönemlerde, yaşamlarını yalnız mushaf yazıp çoğaltarak ve adeta bir canlı matbaa gibi çalışarak kazanan hattatlar vardı. O zamanlar herkes-kendi mali durumuna göre- ünlü ya da sıradan bir hattattın yazdığı bir mushafa mutlaka sahip olurdu. Büyük hattatların yazdıkları mushaf sayısı genellikle azdır. Ama Çemşir Hafız (öl.1820/21) gibi, kalemindeki sağlamlık dolayısıyla halkın –ağaçların en sağlamı- şimşir diyerek andığı, yaşamı boyunca-inanılması güç sayıda- tam 454 tane mushaf yazmış rekortmen ustalar da vardır.
Kamış kalem yeniden açılırken ağız genişliği kıl kadar farklı olsa, daha önce yazılandan farklı bir yazı ortaya çıkar. Bu durum, mushaf gibi yazılması uzun süren ve nesih gibi ince yazıyla yazılan metinlerde büyük kusur oluşturur ve kuşkusuz hiç istenmeyen bir şeydir. Bu nedenle mushaf yazmaya niyetlenen hattat, aynı kamıştan, aynı gün, o mushafı bitirmeye yetecek sayıda kalemi açar ve bunları yazdığı kalem bozuldukça kullanmak üzere bir yerde saklardı. Bizde 19.yy başlarından bu yana kullanılan ve bir kez açılmakla ağzı kolay kolay bozulmayan Cava kalemleri bu açıdan büyük kolaylık sağlamıştır.
15 satırlı Kurân formları 20 sayfadan (10 yapraktan) oluşur ve her biri cüz (bölüm) olarak adlandırılır. Tamamı 30 cüzdür ve ortalama 600-610 sayfadır. Satır sayısı değişik olup 700-800 sayfayı bulanlar da vardır. Sürekli olarak mushaf yazımıyla uğraşmayan hattat, Kurân yazmaya niyetlendiği zaman mushafın 10. cüzünden yazmaya başlar ve sona geldikten sonra en baştan alarak ilk başladığı yere kadar olan bölümü tamamlardı. Yazının yazdıkça kıvama gelmesinden dolayı, baş taraftaki hattın-hattatın kalem hakimiyeti iyice artmış haldeyken- en yetkin ve en güzel biçimde yazılabilmesi için bu yola gidilmekteydi.
Yarım kalmış bir mushafı tamamlamak, hattatlar açısından hemen yerine getirilmesi gereken bir görev sayılmıştır.
Sayfaların yazı kısmı tamamlanınca, daha ince bir kalemle önce okumaya yardımcı olan harekeler, sonra başka bir kalem ve lâ’l (kırmızı) mürekkeple secâvend denilen duraklama işaretleri konulurdu.       Bu arada metinde bir yanlış olup almadığına bakılır, kontrol sonucunda herhangi bir yanlış görülürse, o yaprak çıkartılırdı ki bunlara muhrec (çıkarılmış) sahife denirdi.
El yazması Kurân’ların sağdaki sayfalarının sol alt köşesinde, genellikle eğik olarak yazılmış bir sözcük bulunur. Bu sözcük, soldaki (bir sonraki) sayfanın ilk sözcüğüdür. Müş’ir (gösterge), rakîb (izci, gözcü), çoban gibi adlarla anılan bu sözcükler, hem sayfa numarası konulmadan yazılan mushafların sayfa sıralamasını kontrol etme, hem de okurken bir sonra ki sayfaya duraklamadan geçme olanağı sağlamaktadır.
Sanat değeri taşıyan mushafların yazılması, büyük bir özenle hazırlandıkları için çok uzun zaman alırdı. Bu süre hattattan hattatta değiştiği gibi, aynı hattatın değişik koşullardaki ve farklı yaş ve ruh durumlarındaki çalışma temposuna göre de değişmektedir. Örneğin hızlı yazmakla ünlü nesih hattatlarından Yahya Hilmi Efendi (1833-1907), son dönemin büyük hattatlarından Kâmil Akdik’e (1861-1941) şöyle bir anısını aktarmıştır: “Gençliğimde hac için Hicaz’a gitmeye niyet ettiğim sırada, annem de birlikte gelmek istedi. Ama elimde ikimize yetecek kadar para yoktu. Ramazan boyunca yarım cüz gündüz, yarım cüz gece yazarak bayrama kadar bir Kurân yazmayı başardım. Annem varlıklı birine götürdü; aldığı hediyeyle (1) o da ben de birlikte Hacca gidebildik.” Oysa aynı hattat yaşamının daha ileri bir döneminde bir mushafı ancak 1,5 yılda yazabilmiştir.
Bezeme
Mushafların ilk iki sayfası, Yani Fatiha suresiyle Bakara suresinin baş tarafı özel ve çok zengin bir biçimde tezhiplenir. Bu sayfalara serlevha (başlık) denir ki, müze ve koleksiyonlarda genellikle yazma Kurân’ların bu en gösterişli sayfaları açılıp sergilenir. Kimi mushaflarda bu iki sayfanın satır araları ve yazıların ara boşlukları da altınlanmıştır ki bu tarz süslemeye beyn-es sutûr (satır arası) denilir. Serlevhadan sonraki sayfalarda yalnız sure başlıkları bezenmiş, ayrıca yazıların çevresine altın yaldızla –genellikle biri kalın, biri ince iki çizgiden oluşan-cedvel denilen çerçeveler çizilmiş ve daha iyi görülebilmeleri için de kenarları siyah ya da başka renk mürekkep ile tahrirlenmiştir.
Kurân’daki 114 sürenin içinde yer alan altı bin küsur ayet durak ve nokta denilen rozet biçimindeki tezhipli küçük şekillerle birbirinden ayrılır. Bunların düzgün geometrik şekillerine mücevher, altı köşeli olanlarına şeşhâne, üç yapraklı olanlarına seberk ve beş yapraklı olanlarına pençberk nokta denir.   
Sayfa kenarlarında bulunan ve içine yazılmış yazıları çevreleyen yuvarlak süslemelerin adı gül’dür. Her 20 sayfada bir konulan cüz işareti “cüz gülü”, her 5 sayfada bir konulan hizip işareti “hizip gülü”, her 10 sayfada bir konulan işaretler “aşere gülü” (veya aşır gülü), durulacak ayetlerin hizasına konulan işaretler “vakıf gülü” (veya vakfe gülü), ve secde ayetleri hizasına konulan işaretler “secde gülü” olarak adlandırılır. Bu güller ile her surenin başına yapılan “sure başı tezhibi” ve mushafın sonundaki “hatime (bitiş) tezhibi”, müzehhiplerin tüm hünerlerini sergiledikleri alanlardır. Kimi mushafların sayfa kenarları baştan başa altın yaldızlı bezemelerle süslenmiştir. Bu sırf yaldızla, boyasız olarak yapılan tezhiplere “halkârî”, bunların yaldız ve boya ile yapılanlarına “boyalı halkârî” veya “şikâf” denir.
Tezhip bittikten sonra hattat, beyaz mürekkeple sure başlarını ve cüz, hizip, aşır ve secde gülleri üstüne bunların adlarını yazar.
16.yy değin mushafların Fatiha Suresi’nden önce gelen bir yaprağına dikdörtgen, oval ve yuvarlak bir tezhib yapılması adeti vardı.  Zahriye (sırtlık, arkalık) denilen bu tezhibin içine kimi zaman Besmele, Kurân’ın benzersizliğine ilişkin bir ayet veya kimin adına yazıldığını gösteren temellük (sahip olma) kitabesi ve çeşitli dualar yazılırdı. Kimi mushafların zahriyeleri birden fazladır. Genel olarak el yazması eserlerin zahriye sayfaları, bugün ki kitapların iç kapakları gibi düşünülebilir.
Mushaf tezhiplerinin çok zengin, soylu ve ince bir biçimde yapıldığı 16.yy da, tüm tezhip işleri saray nakkaş hanesindeki sanatçılar tarafından ortak çalışmayla, elbirliği ile hazırlanmaktadır. Cedvelkeşler cedvelleri çekmekte, tahrirleri bir başka ekip çizmekte, tarrahlar (grafik tasarımcılar) motifleri tasarlamakta, durakları ve gülleri ayrı ayrı gruplar hazırlamaktadır. Oysa son yüzyıllardaki süsleme işleri, bir usta ve belki birkaç çırağının kişisel çalışmalarının ürünüdür. Bunlar muhrec Kurân sayfalarına önceden numunelik tezhip hazırlarlar ve mushaf sahibinin –beğenisine ve fiyatına göre- bunların içinden seçtiği örneğe uygun tarzda çalışırlardı.
Cilt
Yazımı ve tezhibi bittikten sonra, sıra mushafın ciltlenmesine gelir. çoğu Müzehhip aynı zamanda Mücelliddir (ciltçi). Cilt kapakları el yapımı mukavvadan hazırlanır ve üstleri genellikle ince deriyle kaplanır. Keçi derisinden yapılanlara sahtiyan, koyun derisinden yapılanlara meşin cilt denir. Deri ciltlerde kahverenginin bütün tonları ile vişneçürüğü, siyah, nefti ve kırmızı renkler kullanılmıştır. Cildin alt kapağına bağlı olan sertab ve ona bağlı mıkleb çıkıntısı, kitabın ağız yönünü örtüp koruduğu gibi, mushafın yaprakları arasına sokularak hatim surelerinin kaldığı yeri bilmesine yardımcı olur. Mushaf ciltlerinin sırtlarında yazı bulunmaz; kimilerinin Sertapları üzerine Vâkıa Suresi’nin 79. Ayeti “Lâ yemessuhû illâl mutahherûn” (o’na pak ve temiz olanlardan başkası dokunamaz) yazılmıştır.
Kitabın yaprakları şiraze denilen örgüyle tutturulmuştur. Kapak, Sertap ve mıklep üzerindeki cilt bezemeleri, genel olarak deri üstüne kabartma olarak hazırlanır ve kimi yerleri altın yaldızla süslenir. Motifleri madeni, tahta veya deri kalıpla basılanlara “gömme cilt” elle işlenerek yapılanlara “yazma cilt” denir. Yazma ciltlerdeki bezemeler, ezilmiş altın fırçayla sürülerek işlendikten sonra, yekşah denilen demir bir araçla deri çukurlaştırılarak meydana getirilir. Cilt süslemelerinin pek çok çeşidi vardır. Deri ciltlerde uygulanan bütün üsluplarda geleneksel yöntem “şemseli cilt” tarzıdır. Şemseler cilt kapağının ortasına (göbek kısmına)yapılan yuvarlak ve oval bezemelerdir. İki ucu uzatılarak yapılanlara “Salbekli Şemse” denir. Kabın dört köşesindeki bezemeler “köşebend” olarak anılır. Kapağın kenarını çevreleyen altın çerçeveye “cedvel” denir. Birkaç çizgiden oluşmuş ve araları zincir gibi işlenmiş cedveller “zencirek” (küçük zincir) adını alır. Kimi ciltlerde zencirekler geniş bordürler halini almıştır.
Kitap kapaklarının bezemeleri hatayi, rumi, bulut ve stilize veya az stilize edilmiş yaprak ve çiçek motiflerinden oluşur. Üzerine altın yaldızla parmaklık tarzında geometrik çizgiler çekilmiş ciltlere “kafes” ya da “zilbahar” denir. Kaplar üzerindeki kabartma bezemelerin üst yüzeyleri-kitap raf veya rahle üzerine konulduğunda tahtasına sürtünerek ezilmemesi için- cildin bezemesiz bölümlerinin yüzeyi hizasından biraz aşağıda tutulmuştur.
Evin Demirbaşı
Eskiden her evde bir mushaf bulunur ve işlemeli kumaş kesesi içinde duvarda asılı dururdu. Bu mushaf evin en değer verilen ve en iyi korunan varlığı olduğu için aynı zamanda aile yaşamında doğum ve ölüm gibi önemli olayların –başındaki ve sonundaki birkaç boş sayfaya- not edildiği en güvenilir yerdir. “Bin iki yüz doksan sekiz senesi şehr-i ramazan-ı şerifin yirmi dokuzuncu yevmi Perşembe günü mahdumum Ahmet Arif Efendi dünyaya gelmiştir. Allahü teala tül ömr ile muammer ve mükerrem eyleye, âmin.” veya “Amcazadelerimden Rıza Bey’in tarih-i vefatı cumartesi günü saat dokuzunda ikindi vakti /9 Kânunusani 932 ve ramazan-ı şerifin 1. günü vefat iderek onuncu Pazar günü öğle namazından sonra toprağa düştü. Cenab-ı Allah ameli Salihlerden eyleye, âmin” benzeri örnekler, bir araştırma konusu olacak denli zenginlik gösterir. Kimilerinde de verildiği vakıf ya da kişiye hitaben incelikle yazılmış bir hediye notuna rastlanır.
Ünlü Mushaf Hattatları
Çok mushaf yazmış ünlü hattatlarımız arasında 47 mushafla Şeyh Hamdullah (1429-1520), 63 taneyle Büyük Derviş Ali (öl.1673), 400 taneyle Ramazan bin İsmail (öl.1680), 50 den fazla mushafla Suyolcuzâde Mustafa Eyyûbî, (öl.1686), 25 taneyle Hafız Osman (1642-98), 40’tan fazla mushafla Ağakapılı İsmail (öl.1706/07), 70 taneyle Kasımpaşalı Ali (1657-1725), 24 taneyle Yedikuleli Seyyid Abdullah (1670-1731), 60 taneyle Eğrikapılı Mehmed Rasim (1688-1756), 40 taneyle İsmail Zühdi (öl.1806), 454 taneyle Hafız Mehmed Salih (Çemşir Hafız, öl.1820/21), 20 taneyle Kebecizâde Mehmed Vasfi (öl.1831), 25 taneyle Mehmet Şevki (1829-87), 106 taneyle Kayışzâde Hafız Osman (öl.1894), 25 taneyle Yahya Hilmi (1833-1907) ve 19 taneyle Hasan Rıza (1849-1920) ilk akla gelen isimlerdir.
19.yy boyunca Şumnu’da –Bulgaristan’ın Kuzeydoğusunda, Sofya-Varna demiryolu üstünde bir kenttir. Şimdiki adı Şumen’dir.-sipariş üzerine el yazması mushaf hazırlayan 40’a yakın dükkân olduğu bilinir. Söylendiğine göre Sultan II. Mahmud  (1808-39) Şumnu’ya uğradığında, çarşı esnafı kendisinden bir hat hocası göndermesini diler. Padişah İstanbul’a döndüğünde saray hattatlarından İbrahim Şevki Efendi’yi gönderir ve böylelikle zaman içinde Şumnu’da mushaf yazımı, tezhip ve cilt yapımında adeta ekol meydana gelir. Rivayete göre bu ustalar, sipariş üzerine yazdıkları mushaf ve delâilleri, her yıl katır sırtında İstanbul’a taşır, Çemberlitaş arkasındaki Vezir Hanı’na inerler ve sahiplerine dağıtırlarmış. Daha sonra yanlarında getirdikleri çeşitli örnek sayfalar üzerinden yeni siparişler alırlar; gereksinme duydukları kâğıt, kalem, mürekkep, varak, altın gibi gereçlerle birlikte, gelecek yıl tekrar gelmek üzere Şumnu’ya dönerlermiş. Şumnu hattatları imzalarını genellikle iki adlı ve araya Arapça el tanıtım edatı koyarak –Mehmed el-Emin gibi- atarlar. Şumnu ekolü, 1878 Rus istilasından sonra yaşanan göçler sonucu dağılmıştır.
Şumnu, çok sayıda mushaf yazılan yerler arasında İstanbul’dan sonra ikinciliği alır. Sonra sırayla Safranbolu, Isparta, Tokat ve Karaman illeri gelir. İstanbul dışında yaşadığı için ünlü olamayan çok mushaf yazmış hattatlar içinde de güzel nesih yazanlar vardır. Bunlar arasında 25 mushaf bitirmiş Şumnulu Hafız İbrahim Edhem ile 100’er tane mushaf yazmış Şumnulu Hüseyin Vassaf ve Safranbolulu Mehmed Eminler başta gelir.
Osmanlıda resmen bastırılan ilk mushaf Şekerzâde Mehmed Efendi (öl.1753) tarafından yazılmış ve 1874’te bastırılmıştır. Bu mushaf Şekerzâde’nin, hacca gittiği zaman Sultan III. Ahmed’in teşvikiyle Medine’de birkaç yıl kalarak Şeyh Hamdullah’ın Ravza-i Mutahhara’ya vakfedilmiş bir mushafını takliden yazdığı üç mushaftan üçüncüsüdür ve İstanbul’a döndüğünde, Sultan III. Ahmed’in yerine tahta geçmiş bulunan Sultan I. Mahmud’a (1730-54) hediye ettiği nüshadır. Sonraki dönemlerde ünlü Hafız Osman ile adaşı Kayışzâde     Hafız Osman’ın mushafları da bastırılmıştır.
Pek çok sanatçının aylar, kimi zaman yıllar süren emeğiyle ortaya çıkan ve zaman içinde değeri hiç aşınmayan, yıllar geçse de güzelliğini yitirmeyen bu anıtsal eserleri yaratanlar, kimi zaman tevazu gösterip ya da “mahviyet örtüsüne bürünüp” eserlerine adlarını bile koymamışlardır. Mistik tarafı ağır basan bu sanatlarla uğraşanların, genellikle müreffeh olmaktan uzak, kanaatkâr ve dervişane bir yaşam sürdükleri söylenebilir.
Mushaf Dışında Diğer Kitaplar
Sanat değeri taşıyan diğer el yazması kitaplar da genellikle dinsel niteliktedir. Genel olarak seçkin ve saygın özel kişiler için yazılan ya da yazdırılan elyazması kitapların hat, cilt ve tezhip bakımından özenle hazırlandığı söylenebilir. Mesneviler, divanlar, şeyh icazetnameleri, kitap biçiminde yazılmış vakfiyeler, şifa kitapları, sözcükler, vezin ve kafiyeyi anlatan şiir kitapları, elifbalar, Yasinler ve tarih kitapları arasında çok sanatlı biçimde, hazırlanmış, olağanüstü güzellikler taşıyan örnekler görülmüştür.
Mushaf dışındaki dinsel yazma kitaplarda serlevha tezhibi yerine, yalnızca ilk sayfaya dolgun tezhip yapılır ve buna unvan sahifesi denir. Bunların pek çoğu kubbeli taç biçiminde olup, üst kısımları tig (kılıç) denilen ok gibi sivri uçlarla sonlanır.
Yazma kitapların Türkçe olanlarından daha çok nesih hattın harekesiz biçimi ile hurde ta’lik en çok yeğlenen yazı türünü oluşturmaktadır. Öyle ki şiirin bu yazıyla bütünleştiği söylenebilir.
Evrâd-ül Üsbû’ıyye (Haftalık Dualar) ve Evrad-ı Şerife (Kutsal Dualar) (181. sayfadaki resim)
“Dua Mecmuası” da denilen bu eserlerde, haftanın belli günlerinde okunacak dualar ile belirli zaman ve durumlarda okunması adet olan dualar bulunur. Her tarikatin kurucusu ya da sonradan gelen şeyhleri tarafından düzenlenmiş ayrı “evrad” ı vardır. Tarikate girenler, girdikleri tarikatin evrâdını belirli gün ve gecelerde yalnız ve toplu olarak okurlar. Hz. Muhammed’e salâvat getirenlerin, onun şefaatine nail olacaklarına ilişkin hadisler bulunduğundan evrâd aralarına salâvatlar eklenmiştir. Resimde (181. sayfadaki resim) büyük Hattat Hasan Çelebi’nin (öl.1594) yazdığı Evrâd-ül Üsbû’ıyye’ nin “Cuma Duası” ile başlayan unvan sayhası ve izleyen sayfadaki “Cumartesi Duası” görülüyor. İlk sayfada yer alan üç satır nesih, bir satır sülüs, tekrar üç satır nesih ve bir satır muhakkak yazı birbirinin devamıdır. Cuma duası karşı sayfada bir satır muhakkak, üç satır nesihle sona eriyor ve Cumartesi duasının sülüs başlığına geçiliyor. 1566 tarihli ve 36,5x25,5 cm boyutlarındaki bu olağan üstü güzel eser, Sultan II. Selim’e (1566-74) tahta geçtiği zaman sunulmuştur ve halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunmaktadır. Süleymaniye Camisi’ndeki celî yazıların pek çoğu ile Edirne’deki Selimiye Camisi’nin o dönemde yazılmış celîleri, Hasan Çelebi’nin elinden çıkmadır.
Delâil: Ülkemizde Kurân’dan sonra en çok okunan eser Delâil’dir. Hz. Muhammed için okunan ve salâvat denilen duaların toplandığı kitap. Delâil-i Şerife (Kutsal Deliller) ve Delâil-ül Hayrât (İyilerin Delilleri) olarak da bilinir. Tasavvuf ve fıkıh bilgini Şeyh Ebû Abdullah Muhammed bin Süleyman el Cezûlî tarafından derlenip düzenlenmiştir.
El- Cezûlî, Berberî asıllı olup Fas’ın Sus kentimde doğmuş; medrese öğreniminden sonra Mekke, Medine ve Kudüs’e giderek bilgisini arttırmıştır. Delâil-ül Hayrât ve Şevârık-ül Envâr (İyi (Şey)lerin Delilleri ve Işıkların Aydınlıkları) adlı Arapça eserlerini, 40 yıl sonra Fas’a yeniden döndüğünde yazmıştır. Daha sonra Şâzeliye tarîkatine giren ve bu tarikatin Cezûliye kolunu kuran Şeyh Cezûlî’nin, müritlerinin sayısından korkan Asfî valisi tarafından zehirletildiği ve 1470’de ibadet sırasında öldüğü söylenir.
Delâil –yalnızca Şâzelî ve Cezûlî sâlikleri tarafından değil-başka tarikat mensupları ve öteki Müslümanlar tarafından da düzenli bir biçimde çok okunan İslami eserlerdendir. Onu okuyanların çok sevap kazanacağına, dünyadaki işlerinin iyi bir düzene erişeceğine ve ahiretlerinde Hz. Peygamberin şefaatine nail olacaklarına inanılır. Delâil, bölüm bölüm ve bir düzen içinde okunur. Haftanın hangi günü hangi bölümün okunacağı, metin başlıklarında belirtilmiştir. Eskiden usulüne uygun ve doğru olarak okunması için ehlinden icazet alma âdeti vardı.
Çok geniş bir okuyucu kitlesine hitap ettiği için Delâil’in elyazması nüshaları binlercedir. Birçok şerhi yapılan eserin Türkçe şerhleri arasında en ünlüsü ve en kapsamlısı Kara Davudzâde Mehmed Efendi’ninkidir (öl. 1756). Gerek aslı ve gerekse şerhleri çok okunduğu için defalarca bastırılmıştır.
Yazma nüshalarda -çeşitli sanatçılar tarafından yapılmış- Mekke’de Kâbe’yi ve Medine’de Peygamber’in mescit ve türbesini gösteren minyatürler bulunur. Nadir olarak kimilerinde Peygamber’in nalın, ibrik, leğen, tarak, tesbih, giysi, misvak, gül, el izi ve ayak izi resimlerine rastlanır. Kimilerinde Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin, dahası öteki peygamberler ile Hz. Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin’in hilyelerine de rastlanır. İçinde Mühr-i Süleyman, Tûba ağacı ve Zülfikar resimlerinin yer aldığı delâiller de görülmüştür.
Delâiller çoğu kez ketebesiz olmakla birlikte, en usta hattatlara yazdırılır ve en ünlü müzehhib ve ciltçilere hazırlatılırdı.
Amme Cüz’ü: Kurân’ın 30. cüz’ünün bağımsız olarak yazılmış halidir. Eski okullarda Kurân öğretilmesine, elifbâ denilen Kurân alfabesinden sonra, içinde Amme Sure’si ve ondan sonraki kısa surelerin yer aldığı bu cüzden başlanırdı.
Eskiden “devir hatmi” için -30’a bölünmüş olarak-cüzler halinde yazılan mushaflar da vardı. Tam mushafların serlevha tezhibine karşılık, cüzler halinde yazılan mushafların yalnızca ilk sayfasına dolgun tezhip yapılırdı. Mushaf cüzlerine eczâ-i şerîfe (kutsal cüzler) denirdi.
Muhammediyye: Esas olarak Hz. Muhammed’in yaşamını konu edinen bu manzum eser, 1446-49 yılları arasında, bilgin ve şair Yazıcıoğlu Mehmed Efendi (öl.1451) tarafından kaleme alınmıştır. Sultan II. Murad’a (1421-51) ithaf edilen Muhammediyye, dini-destanî edebiyatımızın önemli eserlerinden biri olup, Yazıcıoğlu’nun daha önce yazdığı “magârib-üz Zeman” (Zamanın Günbatımları) adlı Arapça eserinin Türkçe manzum çevirisidir. Dokuz bin kûsur beyitlik mesnevî tarzında yazılmış çeşitli şiirlerden oluşan eserde, Kurân ve hadis öğretilerine uygun olarak Dünyanın yaratılışı, peygamberlerin ve halifelerin yaşamları, kıyamet, mahşer, cennet ve cehennem gibi konular işlenir. Türkçe olması nedeniyle geniş bir kitleye hitab eden ve halk arasında çok tutulan ve pek sevilen bu eser, evlerde Mevlid gibi besteli olarak okunurdu. Muhammediyye’nin çeşitli tarihlerde yapılmış baskıları da bulunmaktadır.
Envâr-ül Âşıkîn (Âşıkların Işıkları): Dini, öğretici, peygamberler tarihi niteliğindeki eserin yazarı, bilgin ve mutasavvıf Ahmed Bîcan’dır; kimi zaman Yazıcıoğlu Ahmed olarak da anılır. Bîcan lakabı kendisine cansız denecek ölçüde zayıf olması nedeniyle verilmiştir. Beş bölümden oluşan eser, Ahmed Bîcan’ın ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed’e ait “magârib-üz Zeman” adlı Arapça eserin, 1446’da başlayıp 1451’de bitirdiği Türkçe serbest çevirisidir. Dili oldukça yalın ve akıcıdır. Pek çok yazma basma nüshaları bulunan eser, 19. yy. sonuna değin halk arasında büyük rağbet görmüştür. Ahmed Bîcan’ın Gelibolu’da ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed’inkinin yakınında bulunan mezarı, eskiden beri ziyaretgâh olarak kabul edilmiştir.
Elyazması kitap yazanlar kastedilerek söylenen “Bütün hattatlar cahildir” anlamında Arapça bir söz vardır. Bu asılsız söylenti, kimi hattatların bilimsel eserleri yazarken o bilime özgü, bilmedikleri kimi terim ve deyimleri yanlış okuyup yanlış yazmalarından doğmuş olmalıdır. Ünlü şair Fuzuli bunlara şu dörtlüğüyle takılır:
            Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrin
            Ki sevâd-ı rakamı, “sûr”umuzu “şûr” eyler.
            Gâh bir harf sukutuyla kılar “nâdir”i “nâr”,
            Gâh bir nokta kusûruyle “göz” ü “kör” eyler.
(O yanlış yazan kâtibin eli kesilsin ki yazdığıyla düğünümüzü kavgaya çevirir. Bir harf eksik yazarak az bulunan değerli şeyi ateş kılar, yakar, yok eder ve bir nokta koymayı unutarak gözü kör eder).
İnce Yazılar ve Gubârî Yazı
Hat sanatının kimi kalemleriyle celî (büyük, iri) yazılırken, kimi kalemleriyle de tam tersine gayet ince yazılı eserler üretilmiştir. Öyle ki yumurta üzerine Yasin Suresi, pirinç tanesi üzerine İhlâs Suresi sığdıracak denli ince olanlarına rastlanır. Kuşkusuz, bu tür eserlerin sanat değeri inceliklerindedir.  Bu yazıları yazmak hüner sahibi olmayan kişilerin kolay kolay beceremeyeceği bir iştir. Başta nesih olmak üzere en çok ta’lik, divani kırması ve rık’a yazılarının pek inceleri yazılabilmiştir.
Bir yazının asıl kaleminden ince olarak kırıklı yazılmasına kırma denir ve sülüs kırması, nesih kırması, ta’lik kırması olarak adlandırılır. Bu kırma biraz daha incelirse hurde olur ve nesih hurdesi, ta’lik hurdesi diye anılır. Hurde yazıların bir de pek ince yazılmışları vardır ki toz gibi ince olduklarından Gubârî diye adlandırılmışladır. (Farsça’da gubâr sözcüğü toz anlamındadır.) Gubârî denilince, daha çok nesih ve ta’lik gubârîleri akla gelir. Kırma yazılarda incelik kalınlık ikinci derecede düşünüldüğü halde, gubârîlerde incelik ön plandadır.
Saltanat Sancakları
Osmanlı sancaklarının sayısı başlangıçta 4 tanedir. Ak, kara, al ve yeşil renkteki bu sancaklardan “ak alem” denilen beyaz renkte asıl sancağın,  Selçuklu hükümdarı tarafından Osman Bey’e beyliğin kuruluş aşamasında gönderilmiş olduğu söylenir. Ak sancak İlhanlılar döneminden beri Anadolu’da imparatorluk ve egemenlik simgesi olarak kullanılmıştır. Sancak sayısı Kanuni Sultan Süleyman(1520-66) döneminde 7’ye çıkarılır. Bu sancakların biri beyaz, biri yeşil, ikisi kırmızı, biri alaca sarı, biri alaca kırmızı ve biri alaca yeşil renktedir. Saltanat sancağı gönderlerinin başı altın âlemlidir. Sancakların üzerinde Besmele, Gubârî Kelime-i Tevhid, Fetih ve Zafer ayetleri yazılıdır. Bu sancaklar savaş sırasında açılır ve padişahın bulunduğu verin arkasında dalgalanırlardı. Ak sancağı bizzat mir-i âlem götürür, diğerlerini onun maiyetinde bulunan alemdarlar taşırdı. Bu sancakların âlemlerindeki özel yere, gümüş mahfaza içinde birer küçük mushaf takılması adetti.            Bu minik mushaflar “Sancak Kurân’ı” ya da “Sancak Mushafı” olarak adlandırılmışlardır.
Sancak Kurân’ları
Sancak Kurân’larının sayfaları çoklukla düzgün altıgen ya da sekizgen formda kesilmiştir. Bu sayfaların karşılıklı kenarları arası 40-50 mm dolayındadır. İnce ve hafif olmaları için çok ince kâğıda yazılırlar. Yazı olarak daha çok nesih gubârîsi kullanılmıştır.
Bulunabilen en ince kâğıda minicik harflerle yazılan sancak Kurân’ı yazımı esasen zordur.  Okunmak için yazılmadığından ve sanat göstermek de pek söz konusu olmadığı için sancak Kurân’ı yazan hattatlar çoğunlukla tanınmamış, ünlü olmamış kişilerdir. Normal boy Kurân’ların yazımındaki, sayfada satır sayısının tek olması, serlevha (başlık) sayfalarının özel ve zengin bir biçimde tezhiplenmesi, yazıların çevresine cedvel denilen altın yaldız çerçeveler çizilmesi, sayfa kenarlarına cüz, hizip ve aşere gülleri işlenmesi, sure başı ve hatime tezhipleri gibi uygulamalar, sancak Kurân’ı yazımında pek geçerli değildir.
Saray için özel olarak yapılanlar dışında ciltleri de mütevazıdır.  Kullanılmak için yapılanlar, genellikle gümüş bir mahfaza içinde korunurlar. Günümüze ulaşılabilmiş olanların pek çoğu 16. ve 17. yy.lara aittir. İmparatorluğun gerileme döneminde, padişahların seferlere katılmaması nedeniyle, sancak kullanımındaki azalmaya koşut olarak sancak Kurân’ı da daha az yazılır olmuştur.
Sancak Kurân’ları az bulunduğu için, diğer boy Kurân’lara göre koleksiyon değeri daha yüksektir.
Bu geleneğin, günümüzde Türk Deniz Kuvvetleri’nin gemilerinde sürdürüldüğü söylenebilir. Deniz kuvvetleri için yabancı bir devletten satın alına gemiler teslim alınırken ve ülke içinde yapılanlar denize indirilirken, en yüksek direğinin tepesine mutlaka küçük matbu bir Kurân yerleştirlmektedir.









  


Yorumlar

Popüler Yayınlar