Kâğıdın Tarihçesi ve Türleri
Kâğıdın
Tarihçesi ve Türleri
Kâğıt sözcüğü-ilk anda sanıldığının
aksine-Türk kökenlidir; Uygurcadaki “kagat” ya da “kagas” sözcüğünden gelir. (1)
Kâğıda
Arapçada “kırtâs” denir ki bundan türemiş “kırtasiye” sözcüğü dilimizde bugün
de kullanılmaktadır.
Tarih yazıyla başlar. Kâğıdın yazı
gereci olarak uygarlığa hizmeti büyüktür; yazının iletişim aracı olarak yayılıp
gelişmesinde büyük ve önemli yararlar sağlanmıştır.
Üstüne yazı yazılan en eski
gereçtir. Mezopotamya ve çevresinde yüzyıllar boyu yazıların pişmiş kil
tabletlere yazıldığı bilinir. Sonraki dönemlerde tahtalar, bakır, pirinç ve
tunçtan yapılmış madeni levhalar, bambu ve ağaç kabukları, kemikler, palmiye
yaprakları ve Nil kenarındaki bataklıklarda yetişen papirüs (2)
bitkisi
kullanılmıştır. M.Ö. 2.yüzyıldan başlayarak koyun, keçi ve buzağı derilerinden
özel yöntemle üretilen ve çok dayanıklı olması nedeniyle büyük rağbet gören
parşömen (3) yaygın olarak
kullanılmaya başlanır. Hemen her çağda kullanılan bir başka yazı gereci de
kumaştır.
Genel olarak bugünkü anlamda kâğıdın
2. yüzyılın başlarında Çinliler tarafından artık kumaş parçalarından yapıldığı
kabul edilir. 5. yüzyılda Çin’de herkes tarafından kullanılmakta ve bu dönemde
kâğıt dut ağacı kabukları, kendir, kenevir ve paçavralardan yapılmaktadır.
7.yüzyılın ortalarına doğru İpek
Yolu’yla Çin’den Orta Asya ve İran’a gelmeye başlar. 8.yüzyılın ortalarında
Semerkand’da üretilmeye başlanan kâğıtlar, güzel ve kullanışlı oldukları için
9. yüzyıldan başlayarak İslam dünyasında papirüs ve parşömenin yerini alır.
1
Uygurlar, kültür yaşamı gelişmiş, ileri düzeyde uygar bir Türk kavmidir. Uygur
devleti 744 ile 840 yılları arasında bağımsızlığını sürdürmüştür. Bu tarihte
halkın büyük bir bölümü Kırgızların baskısı altında ana yurdunu terk ederek
Beşbalık, Turfan, İdikut ve Hoço’ya göç etmek zorunda kalmıştır. Özellikle
Turfan’a yerleşenler zengin bilgi, kültür ve ticaret deneyimlerini ve
birikimlerini giderek geliştirmişlerdir. Kendilerine özgü alfabeleri vardır.
Çin’den kâğıt ve “blok baskı” sistemini almışlar; baskı sanatında hareketli
harfleri ilk kez Uygurlar kullanmışlardır. Turfan kazılarında ele geçen cönk
türü bir dergide rastlana aşağıdaki dörttük günümüzde bile kimi çevrelere yol
gösterecek niteliktedir.
Bilgi bilin ey beyim / Bilgi
sana eş olur/ Bilgi bilen insana/ Bir gün devlet yâr olur.
Kagas, Uygurcada “ağaç kabuğu” anlamına gelen
bir sözcüktür.
2
Batı
Avrupa dillerinde kâğıt anlamındaki papier ve paper sözcükleri, Yunancadan
Latinceye geçmiş olan papirüs sözcüğünden bozmadır.
3
Parşömenin ilk yapıldığı yer Pergaman (Bergama) şehridir. MÖ. 2.yy. da Mısır’ın
İskenderiye ve Bergama kütüphaneleri yüzünden çıkan anlaşmazlık sonucu Pergamon
krallığına papirüs dış satımı için ambargo koyması üzerine, Bergamalıların
koyun, keçi ve derilerinin yazı gereci olarak daha iyi hale getirilmesi için
yaptıkları araştırmalar sonunda geliştirdikleri ürüne pergamene adı verilmiş;
zamanla bu sözcük şekil değiştirerek “parşömen”
biçimine girmiştir.
Kâğıt
yapımı Semerkand’dan Bağdat, Şam, Trablusşam kentlerine, Mısır ve Fas’a dek
bütün Arap ülkelerine yayılır. Ortaçağ’da İslam kültürünün gelişmesinde ve
Avrupa’dan ileri gitmesinde, kâğıdın bol miktarda bulunuşunun büyük payı
vardır.
Arapların Kuzey
Afrika’yı bütünüyle istila ederek İspanya’ya geçmelerinin ardından, 12.
yüzyılda İspanya’da Avrupa’nın ilk kâğıt fabrikaları kurulmaya başlar.
Görüldüğü gibi Avrupa’da kâğıt üretimi, bulunuşundan ancak 1000 yıl sonra
başlayabilmiştir. Batı kültüründeki gelişme de, ancak bundan sonra ve kâğıdın
bollaşmasıyla başlamıştır denilebilir. Bunu 13. yy da İtalya’da, 14.yy da
Fransa ve Almanya’da, 15. yy da İngiltere’de kurulan kâğıt fabrikaları izler.
13. ve 14. yy da Anadolu’da
kullanılan kâğıtlar çoğunlukla Orta Asya kökenlidir. 16. yy da, kalite
sıralamasına göre, en kötüsünden en iyisine Doğu kaynaklı kâğıt çeşitleri
şöyledir: 1. Haşebî, 2. Dimişkî (Şam kâğıdı), 3. Semerkandî, 4. Devletâbâdî, 5. Hatâyî, 6.
Âdilşâhî, 7.Harîrî Semerkandî, 8. Sultânî
Semerkandî, 9. Hindî, 10. Nizamşâhî, 11. Kasımbegî, 12. Harîrî Hindî,
13. Gûnî Tebrîzî (4), 14. Muhayyer.
Ağaç liflerinden
yapılan kâğıtlara Haşebî, ipekten
yapılan kâğıtlara Harîrî
denmektedir. Sayılan bu 14 kâğıt içinde Semerkandî’den
aşağısının kullanılmaması öğütlenmiştir. İran’da yapılan son ikisinin rengi
doğal renkleri şekerrenktir. Her bir türün incelik, kalınlık ve boyutlarına
göre çeşitleri vardır ve fiyatları ayrı ayrıdır. Semerkandî kâğıt, Semerkand’da yapılan esmer, kaba ve sağlam bir
kâğıt türüdür. 4.Sıradaki kâğıtlara Osmanlı’da kısaca âbâdî demek adet olmuştur. Âbâdî
kâğıtlar, Hindistan’daki Devletâbâd kentinden
başka, Ahmedâbâd ve Haydarâbâd kentlerinde de üretilmektedir. Âbâdî ve Sultânî kâğıtların hammaddeleri ipektir. Hatâyî ise –rahat yazı yazılabilen bir kâğıt olmakla
birlikte-gevrek olması ve zamanla kırılma yapması nedeniyle git gide
kullanılmaz olmuştur.
Osmanlı’da batı kaynaklı kâğıtların
14. yy sonlarından itibaren kullanıldığı söylenebilir. Bunların çoğu Kuzey
İtalya kaynaklıdır. Dışalımın, devletin büyümesi dolayısıyla kâğıt
gereksiniminin artması, hem de Doğu kâğıtlarından ucuz olması nedeniyle 16. yy
da oldukça arttığı görülmektedir. Batı kâğıtlarının yapısı içine konulan firma
amblem ve adları, çeşitli şekil ve yazılardan oluşur.
.
4-
Gûnî Farsça’da, kenevir bitkisinden yapılan çuval gibi kalın kumaşların adıdır.
Tebrizlilerin yaptığı bu kâğıt da kenevirden üretildiği için bu adı almış olsa
gerektir. Kâğıdın doğal rengi şekerrenktir. Şekerrenk ham şekerrengi olup açık
sarıyla krem rengi arasındadır.
Batı
kâğıt fabrikaları -kâğıtlarına sempati yaratmak amacıyla- dokularına üç hilâl,
ayyıldız, taç, kartal ve aslan gibi bize özgü “âlem”ler (simgeler)
koymuşlardır. Işığa tutulunca seçilen ve “su damgası” da denilen bu özel
filigranlar kâğıdın tarihlendirilmesi ve nere ürünü olduğunun saptanması bakımından
son derece önemlidir. Filigran kataloglarına bakarak tarihi belli olmayan yazma
eserlerin ve belgelerin yazılış dönemlerinin belirlenmesinde önemli ipuçları
sağlanmaktadır.
İtalya’nın Livorno (Leghorn) liman
kentinden gelen kâğıtların filigranlarındaki “a Leghorn” sözcüğü, zamanla bozulup, biçim değiştirerek “alikurna” ya dönüşmüş ve Batı kâğıtları giderek bu adla
anılır olmuştur. Alikurna
kâğıtlarının bugünkü dosya kâğıdı boyutunda olanlarına evsat (orta), daha büyüklerine battal
(büyük) denmektedir. Bu kâğıtlar ham olarak getirtildiği için, yüzeyleri
işlenmeden yazı yazmaya elverişli değildir.
Işığa bakılınca Batı kâğıtlarının
dokusunda düzenli aralıklarla boyuna ve enine çizgiler bulunduğu fark edilir.
Bunlar, kâğıt hamurunun süzüldüğü eleğin tellerinin izleridir. Doğu
kâğıtlarında bu ince çizgilere rastlanmaz; ışığa bakıldığında dokuları karışık
görülür ve Doğu’dan gelen Orta Asya, Hindistan, İran ve Şam kaynaklı kâğıtların
hiç birinde filigran yoktur. Bu nedenle kaynaklarını ve tarihsel gelişimlerini
belirlemek çok zordur. Arşiv kayıtlarından, 16. yy başlarında sarayda Doğu ve
Batı kaynaklı kâğıtların aynı zamanda kullanıldığı, Doğu kâğıtlarının daha
itibarlı olduğu anlaşılmaktadır.
Avrupalılar kâğıt yapımını Doğu’dan
öğrenmişlerdir ama yeni tekniklerle geliştirerek onu daha nitelikli ve daha
ucuza üretmeyi başarmışlardır. 15.yy. sonlarında İstanbul’un Kâğıthane
semtindeki imalathanelerde üretildiği sanılan kâğıtlar İstanbulî adıyla anılır (5). 1600
yılında bir işçinin 2 günlük ücreti karşılığında ancak bir deste (24 tane) İstanbulî kâğıt alınabilmektedir; oysa
Avrupa kâğıdı bundan üç kat ucuzdur.
(Kitabın 153.sayfasında kâğıt
örneklerini gösteren 3 resim yer almaktadır. 1. Doğu Kaynaklı Kâğıt Dokusu/ 2.
Batı Kaynaklı Kâğıt Dokusu (filigranlı)/ 3. Devlet-i Aliyye Filigranı (Hicri
1301-Miladi 1883/84 tarihli bir belgenin kâğıdındaki filigranda, sülüs yazıyla Devlet-i Aliyye [Yüce Devlet=Osmanlı
Devleti] yazıyor. Yazı Uzunluğu 10 cm dir.)
.
5-Bu
konuda kesinlik yoktur. Evliya Çelebi’ye göre, İstanbul’un fethinden önce
Kâğıthane’de bir kâğıt imalathanesinin varlığı söz konusudur. Semtin adı bu
Kâğıthane’den gelmiş olmalıdır. İlk olarak Sultan II. Beyazid’in (1481-1512)
1505 tarihli bir vakfiyesinde rastlanan İstanbulî
kâğıdın, gerçekten İstanbul yapımı olup olmadığı belli değildir. Bu adı
taşıyan kâğıtlar, izleyen yüzyıllar içinde de kullanılagelmiştir. Bir başka
söylenti, Sultan III. Ahmed (1703-30) zamanında, 18.yy başlarında Kâğıthane’de
bir imalathane kurulduğudur. Bu kâğıtların Avrupa’da üretildiği, fakat bilmediğimiz
bir nedenle bu adı aldığı bile düşünülebilir.
Görüldüğü gibi o
dönemler fiyatı daha düşük olan Avrupa kâğıdı bile çok pahalıdır. Bu pahalılık
nedeniyle 16.yy da çoğu müsveddeler küçük kâğıtlara yazılmıştır. Arşivlerde
18.yy öncesinde, küçük bir yazı için büyük kâğıt kullanıldığına veya defterin
bir bölümünün boş bırakıldığına pek rastlanmaz. Ancak Avrupa’dan ucuz kâğıt
gelmeye başladıktan sonra, kullanılan kâğıt boyutlarının zaman içinde giderek
büyüdüğü görülmektedir. Örneğin, ferman ve beratların yazıldığı kâğıtların
enleri 15.yy da 10-20 cm iken, 16.yy da 20-30cm, 18.yy da ise 40-50 cm
olmuştur. Boyları, metnin uzunluğuna göre değişir. Genel olarak âbâdî, Semerkand âbâdîsi ve Sultanî âbâdî gibi kaliteli kâğıtlar,
padişah ve sadrazamlara ait belgeler ile bilimsel eserlerin ve hat sanatı
ürünlerinin yazılmasında kullanılmış; resmi dairelerdeki günlük yazışmalarda haşebî, fıstıkî, İstanbulî ve telhislik gibi daha ucuz ve
getirtilmesi kolay Batı kaynaklı kâğıtlar yeğlenmiştir.
Dışalım yoluyla gelen ya da son
dönemlerde fabrikadan çıkan kâğıtlar, ülkenin her türlü kâğıt gereksinmesini saptayıp
sağlamakla görevli Kâğıtçıbaşı eliyle
devlet dairelerine ve esnafa dağıtılır ve bu işle uğraşan toptancılar
aracılığıyla pazarlanırdı.
Cumhuriyet öncesinde 1744’te
Yalova’da, 1805’te İstanbul Beykoz’da (Hünkâr İskelesi mahallesinde) 1846’da
İzmir Halkapınar’da ve 1893’te İstanbul Beykoz’da (Hamidiye) kâğıt fabrikaları
kurulmuş; ancak çeşitli nedenlerle hiçbiri uzun ömürlü olamamıştır.
Âhar ve Âharlama
Ham kâğıt kullanılmadan önce âharla (6)
ıslah
ve terbiye edilmesi gerekir. Âhar, yazı yazılırken yapılan hataların
düzeltilmesinde silintinin belli olmaması ve izinin kalmaması için kâğıdın
üstüne sürülen bir sıvıdır. Bir tür kaplama işlemi olan âharlama ile kâğıdın
gözenekleri dolar, yüzeyindeki pürtük ve pürüzler gider, kâğıt dayanıklılık
kazanır ve bu işlem sonunda hem mürekkebi yaymaz hale gelir hem de kamış
kalemin üzerinde kolayca yürümesi sağlanmış olur. Âharlanmış kâğıtlara “ilaçlı
kâğıt” da denir.
Âhar, kâğıt üzerinde ince bir
koruyucu tabaka (bir film tabakası) oluşturur ve mürekkebi kâğıdın dokusuna
geçirmeden kendinde tutar. Böylece nemli süngerle silinerek, yalanarak (7) veya
kazınarak yazı kâğıttan çıkarılabilir ya da harflerdeki pürüzler giderilebilir.
6-Farsça
bir sözcük olan âhar “yiyecek ve
yemek” anlamındadır. Yemekle vücudun kuvvetlenmesi gibi kâğıda yedirilen
malzeme de onu kuvvetlendirdiği için bu terim kullanılmıştır.
7-Çok
okuyup yazmış kimseler için “çok mürekkep yalamış” deyimi buradan gelir.
Dahası
âharlanmış kâğıtlar birkaç kez silinse bile, yine de üstündeki yazının izi
kalmaz. Bu olanak, hem bir kolaylık hem de bol ve ucuz olmadığı 19.yy sonlarına
değin kâğıdın ziyan olmamasını sağlamıştır. Örneğin eski mahalle mekteplerinde
çocuklara alıştırma olarak yazdırılan karalamalar, hoca gördükten sonra
süngerle silinir ve tekrar tekrar kullanılırdı.
Üstü birkaç kez âharlanmış kâğıtlara
“tek âharlı”, birden çok âharlanmışlara “çift aharlı”, veya “çifteli” ya da
bundan galat olarak “çiftali” denir. Birinci âhar kurumadan ikincisi yapılmaz.
Eğer üçten çok sürülürse, kâğıdın üstünde iyice kalınlaşan âhar tabakası
zamanla çatlar.
Güzel yazı yazmak için hattatların
üç malzemenin seçiminde titiz ve güç beğenir olmaları salık verilmiştir: Kamış
kalem, kâğıt ve mürekkep.
Kâğıdın aharlanması, hat sanatında
özel bir önem taşır. Âharlama bir hüner ve ustalık işidir. Kimi eski hattatlar,
yazılarına ve mürekkeplerine uygun gelecek biçimde, kâğıtlarını kendileri
âharlamışlardır. Örneğin ünlü hattatlardan Ömer Vasfi Efendi bunlardan biridir;
dahası âharladığı kâğıtların bir bölümünü öteki hattatlara sattığı bilinir.
Hattın türüne göre, kâğıda sürülen
âharın cinsi de değişir. İki yüzüne de yazı yazılacak kitap kâğıtları, âharın
en ince kısmıyla âharlanır ve kâğıdın kabiliyetine göre bir veya iki kat âhar
sürülür. Çok emek ve düzeltme gerektiren levha ve meşk kâğıtlarının aharı
–kolay kolay bozulmaması için- Yalnız bir yüzüne birkaç kat ve kalın olarak
sürülür. Ta’lik yazı için hazırlanan kâğıtların âharı ise daha kalın ve özenle
hazırlanır. Ta’lik âharcıları, bu kâğıtların bir köşesine soğuk damgayla
adlarını basmışlardır. Ünlü Hattat Yesari’nin kâğıtlarını âharlayan Kadri Usta
ile Seyyid Ahmed, Rıf’ati, Hasan Remzi ve Memduh gibi isimler, bu damgalardan
tespit edilen âhar ustaları arasındadır.
Âharlama, çok el ve zaman alan
pahalı bir iştir. 19.yy sonlarında Beyazıt’ta Müzehhibler Çarşısı’nda kâğıtçı,
mürekkepçi, müzehhib (tezhipçi) ve mücellid (ciltçi) dükkânlarının bodrum
katlarında âharcılar ve mühürcüler vardı. 19.yy da bu çarşı, bugünkü
Veznecilerde bir tarafı Fen Fakültesi binası önünde başlayıp Vakıflara ait Hat
Müzesi hizasına kadar devam eden, öteki tarafı ise Hasan Paşa Medresesi’nin
karşısından başlayıp Eczacılık Fakültesi önüne dek uzanan caddedeki karşılıklı
sıra dükkânlardan oluşuyordu. Bu çarşı zamanla işlevini yitirerek 20.yy başında
ortadan kalkmış, kalan son birkaç dükkân da 1910’lu yılların sonlarında
kapanmıştır. Ancak o zamanlar kısa bir yokuşla Beyazıt Meydanı’na birleşen söz
konusu cadde, bugün İstanbul Üniversitesi giriş kapısı önünden açılan tünelle
Bakırcılar Caddesi’ne bağlanmış durumdadır.
Âhar formülleri çok çeşitlidir.
Örneğin çok kullanılan bir aharlama yöntemi şöyle tanımlanır: Beyaz şap havanda
dövüldükten sonra kaynar su içinde eritilir ve bir süre kaynatılır. Ham
kâğıtlar, küçük bir tekne içine boşaltılan bu eriyiğe –iyice sıcakken- daldırılıp
çıkarılır ve gölgede kurutulur. Beyaz şapla yapılan bu işlem, kâğıdın mürekkebi
emmemesini, yaymamasını ve kâğıdın arkasına geçmemesini sağlar. Sonra bir
miktar elenmiş nişasta iyice ezilip, içinde kaynamış su bulunan kaba boşaltılır
ve karıştırılarak nişasta kokusu kalmayıncaya ve zeytinyağı kıvamına gelinceye
dek iyice pişirilir 8.
Daha önce şaplanmış ve kurumuş olan kâğıtlar, bir tekne içine boşaltılan bu
sıvıya, iyice sıcakken batırılıp çıkarılır. Veya bu sıvı soğuduktan sonra bir
sünger yardımıyla ya da elle, düz bir tahtanın üzerinde yedirile yedirile
kâğıda sürülür. Daha sonra kâğıtlar ipe veya çıtalar üzerine serilerek gölge
bir yerde kurumaya bırakılır.
Kıvrılmaması için tam kurumadan, biraz nemli iken toplanıp üst üste
konur. Bu âhar gayet beyaz ve berraktır.
Âharlama, üzerine kitap yazılacak
denli geniş bir konudur. Onlarca âhar ve reçetesi geliştirilmiştir. Âharlamada
kullanılan öteki maddeler arasında, balık tutkalı (Tuna nehrinde çıkan morina
balıklarının damağından çıkarılan yapıştırıcı), arapzamkı, Edirne, Şam ya da
Halep tutkalı (o yörelerde üretilen tutkal türleri), kitre (keven dikeni diye bilinen bitkinin gövdesi çizildiğinde
çıkan sıvının sertleşmesiyle elde edilen ve yapıştırma özelliği olan beyaz bir
madde), palamut meşesi külü, üstübeç,
ördek ya da tavuk yumurtası akı (öteki yumurtaların akı bunlarınki kadar beyaz
değildir), incir sütü (ham incir koparıldığında sapından ya da çizildiğinde
ağacının gövdesinden çıkan beyaz sıvı), hatmi çiçeği, taze gül yaprağı, pirinç
suyu, nöbet şekeri (sucuk gibi iplere asılı kristalleşmiş şeker) sayılabilir.
Kimi âharcılar –nişasta aharı yerine- un âharı kullanmışlardır. Un âharı, dakîk denilen ve buğday değirmende
öğütülürken havaya karışıp gayet ince zerreler halinde değirmen duvarlarına
yapışan ince undan yapılır. Daha önce sözü edilen ünlü âharcı Kadri Usta’nın un
âharı yaptığı bilinir.
Âharlanmış kâğıtların sertliğini
gidermek ve kalemgir olmalarını –
yani kamış kalemin kâğıt üzerinde kaymadan rahatça yürümesini, cam üstünde
yazar gibi kayıp gitmemesini – sağlamak için de pek çok reçete
geliştirilmiştir.
8-Nişastanın
pişip pişmediğini anlamak için, üstünde kül bulunmayan yanmış bir mangal kömürü
parçası, pişmekte olan nişastanın içine daldırılır; ateş sönerse pişmediğine,
sönmezse piştiğine hükmederlermiş. Nişasta miktarı tecrübeyle bulunur; çünkü
kâğıdın cinsine ve miktarına göre değişir.
Âhar hazırlanırken
içine bir miktar misk, amber ya da gülsüyü katılırsa, kâğıt güzel kokulu olur.
Genellikle beyaz olan ham kâğıtları,
hem gözü yorduğundan hem de çabuk kirlendiğinden dolayı çeşitli bitkilerin
yaprak, çiçek ve gövdelerinden yararlanarak renklendirmek veya madeni boyalarla
boyamak için kullanılan reçeteler vardır. Bu amaçla “daldırma” ve “sürme” olarak
başlıca iki yöntem kullanılır. Renklendirmede boyayı âhardan önce yapmak ve
kâğıda içirmek salık verilir. Aksi halde düzeltme için kazınan yerde kâğıdın
doğal rengi ortaya çıkar. Boya eriyiği hazırlanırken, renk veren bitkisel madde
suda kaynatılır ve elde edilen renkli eriyik bir tekneye boşaltılır. Kâğıtlar
buna daldırılıp çıkarılır ve tek tek gölgede kurutulur. Renklendirme amacıyla
kullanılan bitkiler arasında susam çiçeği (şapla çimen yeşili, şapsız soluk
mavi), badem yaprağı (altın sarısı), asfur çiçeği (kırmızı), ayva yaprağı ve
çekirdeği, Hindistan’dan getirtilen bakkam ağacı talaşı (al-bakkam kırmızı,
mor-bakkam mor), gelincik çiçeği (şapla gök rengi, şapsız mor), hatmi çiçeği,
kına (hünnap rengi), nohut unu (nohudî renk), saruca ağacı tozu (turuncu), menekşe
yaprağı ve mürver çiçeği tohumu (şapla gök rengi, şapsız menekşe rengi), soğan
kabuğu (şapla sülyen rengi, şapsız saman sarısı), çay (krem rengi), ceviz
kabuğu (kahverengi) sayılabilir. Sürme yönteminde ise, hazırlanan eriyik bir
fırça, sünger ya da pamuk yardımıyla veya ele giyilen patiska bir keseyle
kâğıdın üstüne sürülür.
Eskiden kâğıtların, sinek konmaması
için keskin sirkeyle, haşerelerin zarar vermemesi için “hanzal suyu” (ebucehil karpuzu denilen zehirli bir bitkinin
meyvesinden sıkılarak çıkarılan özsuyu) ile hazırlanılmış âharla işlenmesi
öğütlenirmiş. Günümüzde eski kitapların kâğıtlarını güve ve benzeri
haşerelerden korumak için naftalin kullanılması ve ara ara açıp havalandırılmaları
salık verilir.
(Metnin
sonunda yer alan(7.) resimde “Vasledilmiş ve Zervarak Yapılmış Sayfa Örneği”
yer almaktadır. El yazması kitapların metinleri, altın yaldız ve mürekkeple
çizilmiş çerçeveler içindedir. Bu çizgileri çeken sanatçılara cetvelkeş ve bu işe cedvelkeşlik denir. Eski kitapların kimi sayfaları
zamanla yıpranıp, yırtılınca cedvelin dışında kalan bölümleri vassâl denilen
sanatçılar tarafından eskisine yakın yeni kâğıtla değiştirilir; çerçeve
içindeki bölümle birleştirildikten- eski deyimle vasledildikten – sonra cetveli
tekrar çekilerek yenilenirdi. Vassâle bu onarım işleminin adıdır. Bu amaçla
önce vassâle yapılacak sayfanın metin kısmını çevreleyen cedvelin dışında kalan
bölümü –cedvel ortalarından kesilerek-çıkarılır. Sayfanın özgün kâğıdına uygun
âharlı temiz bir kâğıdın ortası, kesilmiş olan boyuttan biraz daha küçük olarak
oyulur. Her iki kâğıdın yapışacak yerleri dikkatle inceltilir. Birbiri üstüne
1-2mm binecek şekilde yapıştırılır. Kuruduktan sonra çekiçle dikkatle dövülür.
Kâğıtlar ek yerlerinden birbirine kaynar. Bu ek yerlerinin her iki yüzündeki
cedveller altın yaldızla yeniden çekilir. Hüner sahibi vasâllerin yaptığı
birleştirmeler gözle fark edilmez, tek parça kâğıt sanılır.
Kimi
yazma eserlerde, kâğıtların üstüne çok ince altın serpme yapılmış olduğu
görülür. Bu işe “zervarak yapma” denir.
Zervarak yapmak için, bir fincanın içine biraz altın tozu dökülür ve birkaç
tane nohut konur; sonra ağzına bir tülbent gerilir. Altın serpme yapılacak
kâğıdın üstüne ince bir zamk sürüldükten sonra, fincan kâğıdın üzerinde
sallanır. Tülbendin deliklerinden dökülen altın zerreleri kâğıda yapışır ve
zengin bir görünüm kazanır. [resimdeki örneğin boyutları 20.5x11.6 cm’dir.] )
Mühreleme
Âharlanan
kâğıtların bir hafta içinde mührelenmesi 9 gereklidir. Aksi halde âharının çatladığı
görülür. Mühreleme, âharın kâğıda tesbiti için yapılan bir tür basınçlı ütüleme
ve parlatma işlemidir. Âharlı veya âharsız kâğıt mührelendiği zaman yüzündeki
pürüzler gider, yüzeyi düzlenir ve kayıcı bir hal alır. Mührelenmiş kâğıtta kamış
kalem kolayca hareket eder, kâğıda takılmaz, harfler keskin çıkar, mürekkep bir
kararda akar ve kalemin hakkını vermek mümkün olur.
Kâğıdı
mührelemek için esas itibariyle “çakmak mühre” kullanılır. Çakmak mühre 4-5 cm
çapında, 22-24 cm uzunluğunda bir ağaç parçasının ortası oyularak içine
yerleştirilmiş, 10-12 cm boyunda, 4-5 cm eninde ve 1-2 cm kalınlığında bir
çakmak taşından ibarettir. Çakmak taşı gövdeden dışa doğru incelir, kâğıda
temas eden yüzeyi 0,5x9 cm dolayında olur. Mührelenecek kâğıt tabakası pesterek 10 denen mühre tahtasının üstüne konur. Damarsız
olduğu için ıhlamur veya armut ağacından yapılan bu tahtanın yüzeyi çok
düzgündür ve içe doğru hafifçe çukurlaştırılmıştır. Tek parça ağaçtan, kâğıt
boyutlarına göre hazırlanan mühre tahtası eğer yeni yapıldıysa, önce kendisi
mührelenir.
9-Mühre “cam boncuk, küçük top, kristal küre”
anlamında Farsça bir sözcüktür. Arapçada mührak
denir. Burada “kâğıda yumuşaklık, parlaklık ve düzgünlük vermek için kullanılan
araç” anlamındadır. Mühreyle yapılan bu cilalama işlemine de mühreleme denir.
10-Farsça bester yatak demektir, ek küçültme son
ekiyle “yatakçık” küçük yatak”
anlamındadır. Kâğıt da mührelenirken üstüne yatırıldığı için mühre tahtasına
besterek denmiş, bu sözcük zamanla pestereke
dönüşmüştür.
11-Sözü edilen sabun sürme işlemi kesin bir
kural değildir. Kimi hattatlar –az da olsa- mürekkebi olumsuz yönde etkilediği
için bunu önermezler.
Mührenin kolayca kayabilmesi için kuru sabuna
sürülmüş çuha parçası, kâğıt tabakasının her iki yüzü üstünde gezdirildikten 11
sonra, çakmak mühre iki ucundan elle sıkıca
kavranır ve çakmaktaşı, serbest bırakılan kâğıdın yüzeyine kuvvetlice
bastırılarak ileri geri sürülmeye başlanır. Bu sırada kâğıt çok kayıyorsa,
mühre tahtasının önce nemli bir bezle silinmesi, ardından ince ve temiz külle
neminin alınması salık verilir. Çakmak mühre ileri geri çeşitli yönlerde
hareket ettirdikçe, kâğıt ütülenmişçesine düzelir ve cilalanmış gibi parlar.
Daha sonra, kâğıdın öteki yüzüne geçilir. Mührelenen tabakalar üst üste
sıralanır, üzerine bir ağırlık konarak baskıya alınır ve bir süre
dinlendirilir. Mühürlendikten sonra iki üç ay –kimilerine göre iki üç
yıl-“yatırılan” (bekletilen) kâğıtların daha da güzelleştiği söylenir. 18.yy
dan itibaren çakmaktaşı yerine “yemen taşı” kullanılması yeğlenmiştir.
Aharlı
kâğıt üzerindeki yazılar silinerek ya da kazınarak değiştirilebileceği için,
herhangi bir sahteciliğe meydan vermemek üzere, bütün resmi kayıt ve belgeler,
tabii bu arada ferman ve beratlar, aharlanmadan, yalnızca mührelenmiş kâğıtlara
yazılmıştır. Bu kâğıtların yüzeyi parlak
olmakla birlikte, yazılınca mürekkebin kâğıt dokusuna işlendiği görülür. Bu
suretle kütükler, tahrir defterleri ve tüm resmi kayıtlarda tahrifat yapılması
önlenmiş ve belgelerin güvenilir olması sağlanmıştır.
Devlet
dairelerindeki bir yüzü kullanılacak belgeler için tek tarafı, yapraklarının
iki yüzü de kullanılacak defterler için iki tarafı mührelenmiş kâğıtlar
kullanılmış ve biri “tek yüzlü”, öteki “ikiyüzlü” olarak adlandırılmıştır.
Aharlı
kâğıda yazı yazmadan önce, tebeşirli bir çuhanın, yazılacak yerlerin üstünde
gezdirilmesi öğütlenir. Böylelikle mührelenirken sürülen sabunun kayganlığı ve
elden geçen yağ alınmış olur.
Çakmak
taşı dışında kaz yumurtası biçim ve büyüklüğünde, uzun çapı 10-12 cm, kısa çapı
7-8 cm olan, içi boş ya da dolu camdan yapılmış “cam mühreler” ile
“denizkulağı” denilen bir deniz böceğinin benekli, sert ve parlak kabuğu da
mühre olarak kullanılmıştır. Cam mühre avuçta tutulur ve kâğıda sürtülen kısa
çapı çevresindeki yüzeyi zamanla zımparalanmış gibi matlaşır. 19.yy sonlarına
değin Eğrikapı’da, Edirnekapı yolu üzerinde bulunan pul şişe ile kavanoz türü
cam eşya üreten sırça imalathanelerinde yapılan cam mühreler, küçük işlerde
kullanılır ve çakmak mühre kadar kullanışlı değillerdir. Denizkulağı da hafif
olduğu için pek makbul sayılmaz ve öteki mührelerin bulunmadığı yerlerde
kullanılır.
Mühre
yalnız kâğıtları değil, altınla yazılmış yazının veya tezhip için sürülmüş
altının matlığını gidermek ve onu parlatmak için de kullanılır. Bu amaçla akik,
süleymanî taşı, yeşim, necef, balgamtaşı, topaz, kiremittaşı, kedigözü taşı,
Yemen taşı gibi sert taşlardan özel mühreler yapılmıştır.
Altını
parlatmak içim kullanılan mührelere zermühre
veya mıskale denir ki bu ikinci
sözcük dilimizde zamanla “mazgala” ya dönüşmüştür. Badem biçimindeki, uç tarafı
yassı, kenarları ince olan türlerine “yassı mühre” denir. Ucun öteki tarafı
gümüş ya da pirinçten madeni bir yuva içine yerleştirilmiştir. Bu yuva parmak kalınlığında
–ağaç, kemik ya da boynuzdan yapılmış10-15cm uzunluğunda bir sapa bağlıdır. Ucu
kartal gagası gibi eğri ve sivri olan mührelere “sivri mühre” ya da “kartal
burnu” denir. İnce ya da çukur yerlerdeki altın zerrelerini parlatmak için
kullanılır. Bunun bir başka adı da “tırnak mühresi” dir. Eski kalemtıraş
saplarının sivri ve parlak uçları da zer mühre olarak kullanıldığı söylenir.
Zermühre
başa ya da yağlı cilde sürüldükten sonra, altının üstünde kısa hareketlerle ve
hafifçe bastırılarak ileri geri ve sağa sola yürütülünce, altın pırıl pırıl
parlar. Eğer altın mat olarak parlatılmak istenirse, üstüne pelür kâğıdı gibi
ince bir kâğıt konur ve onun üzerinden mührelenir. Özellikle altın sürme
yöntemiyle hazırlanan zerendûd (sürme
altın)
yazılar,
bu şekilde mat olarak parlatılır.
Kâğıt Makasları
Eski kâğıtlar, kâğıtçılarda belli büyüklükte tabakalar
halinde satılırdı. O dönemlerde her yazı takımında kalemtıraş ve maktaın
yanında mutlaka bir kâğıt makası da vardır. Makasın günlük yaşamda pek çok işte
kullanıldığı ve her birine göre ayrı biçim ve kullanma yöntemleri olduğu
bilinir. İşleri gereği sık sık kâğıt kesmek durumunda bulunan hattatlar, iki
tür makas bulundurmayı adet edinmişlerdir. İlki “hattat maskı” ya da “kâtip
makası” olarak adlandırılır ve ince kâğıtları düzgün kesmekte kullanılır.
Kâğıdın tek harekette kesilebilmesi için, bu makasların ağızları uzun ve iç
tarafları oyuktur. Boyları 22 ile 30 cm arasında değişir. Kenarları birbiri
üstüne tam kapandığından tek kanatlıymış gibi görünürler. Elde dövülerek
biçimlendirilen çelikleri genellikle mattır. İstanbul, Foça, Sivas, Bosna,
Prizren ve Şam’da yapılanları vardır.
Bu makaslar resmi işlerde de
kullanılırdı. Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) dönemine gelinceye değin –o zamanlar
“kalem” denen devlet dairelerinde-kâğıtlar şimdiki gibi önceden boy boy
kesilmiş, kullanıma hazır halde değildi. Kâtip, büyük bir tabakadan, işin
gereğine ve yazacağı yazının boyutlarına uygun bir parçayı makasıyla keser ve
kullanırdı.
Bu makasların hafif olanı makbuldür.
Gümüş ya da altın kakmalı makasların kimilerinde yapımcısının imzası da
bulunur. Bunlar arasında Artin, Hayreddin, İlyas, Mehmed Zâfir, Mustafa,
Tekirdağlı, Abdulkadir ve Şeref Ustaların isimlerine rastlanmıştır. Kimilerinde
de sahiplerinin adlarına rastlanır. Tarih taşıyanları nadirdir.
Arşiv belgelerinde bu makaslar mıkras, sade mıkras veya âlâ mıkras
olarak geçer. Âla Mıkrasa Dimişkî Mıkras (Şam makası) da denir. Son dönemlerde
mıkras-ı firengî diye anılan bir türüne de rastlanır ki Avrupa malı olması
gerekir. Dış yüzleri, kimi zaman hem iç hem dış yüzleri gümüş veya altın kakma
zengin çiçek motifleriyle bezenmiştir.
Altın kakma makaslar, kayıtlarda mıkras-ı zernişânî adıyla geçmektedir.
Her biri ayrı bir sanat eseri olan bu makaslar, özel olarak yapılmış ve
sırmayla işlenmiş kadife kılıflar içinde saklanır. Kimilerinin pirinçten
yapılmış sapları, simetrik olarak gayet sanatlı bir biçimde “yâ Fettâh”
(Allah’ın güzel adlarından açıcı
anlamındaki sözcük veya “yâ Âli” yazısıyla oluşturulmuştur. Ağızlarının iç
tarafında altın kakma tekniğiyle “yâ müfettih-el ebvâb, iftah lenâ hayr-el bâb”
(Ey kapıları açabilen Allah, bize kapının iyisini aç) duası yazılmış olanları
vardır. Elde bulunan örneklerin çoğu 19. yy dan sonra kalmadır. Altın kakma
makasların en güzel ve seçkin örnekleri Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir.
Hattatlarda bulunan ikinci makas,
kalın kâğıt ve mukavva kesmekte kullandıkları “mücellit makası” ya da “saraç makası” adıyla anılan makaslardır.
Mıstar Örnekleri (Şekil 14)
Kâğıt
üzerine yazılacak yazının satır çizgilerini belirlemek için mıstar denilen basit bir araç
kullanılır. Özellikle mushaf sayfalarında birlikteliği ve düzeni sağlamak için
kullanılan mıstar, üstüne sıra sıra iplikler gerilmiş sayfa büyüklüğünde bir
mukavvadır. “Sahife mıstarı” dışında “kıt’a mıstarı”, “meşk mıstarı” ve “hilye
mıstarı” gibi çeşitleri vardır.
Önce
yazının kaplayacağı alandaki satır düzeni, (sayısı, uzunluğu ve aralıkları)
kullanılan kamış kalemin boyuna göre hesaplanır ve seçilen kâğıt boyutlarında
kesilmiş bir mukavva üzerine kurşunkalem ve cetvelle çizilir. Her satırın başı
ve sonu iğneyle delinerek bu delikler arasına ibrişim türü ince bir iplik
gerilir. Bu iplik, ilk satırdan son satıra kadar düğümsüz olarak gerilmeli ya
da düğümler mukavvanın arka yüzeyine getirilmelidir. Daha sonra tüm satırların
başı ile sonu da, dikine çekilen iki iplikle belirlenir.
Mıstar,
yazılacak kâğıdın altına konulduktan sonra, satırlar üstünde parmakla hafifçe
bastırılarak yürünürse, iplik izleri kâğıt üzerine –bir yüzünde dışa doğru,
öbür yüzünce içe doğru-kabartma olarak çıkar ve metin bu satır çizgilerine
yazılır. Bu işleme mıstarlama denir.
Kuşkusuz bu işlem sırasında ellerin temiz, parmakların yağdan arındırılmış
olması gerekir; zira yağlı zeminde mürekkep tutmaz.
Elyazması
kitaplar iki yapraklı (4 sayfalı) formaların bir araya gelmesinden oluşur.
Sayfa satırları daima tek sayıdadır ve ortadaki satırın mutlaka sayfanın tam
ortasına gelmesi istenir. Bu amaçla mıstarda, ortadaki satırın cilt sırtı
tarafındaki yerine küçük bir yarık açılmıştır. Mıstar iki yaprak arasına
konulunca, öncelikle bu yarık elle bastırılarak izi her iki yaprağa da
çıkarılır. İkinci yaprak mıstarlanırken,
mıstarın yarık yeri bu iz üstüne getirilince, karşılıklı iki sayfa arasında tam
bir simetri ve uyum sağlanmış olur.
Altlık (Şekil 15)
Eski
hattatlar, sol dizlerini kıvırıp oturdukları minderde, sağ dizlerini diker ve
onun üstünde yazarlardı. Kâğıdın dizde düzgün durmasını sağlamak için,
eskilerin zîr-i meşk (meşk altı)
dedikleri ve kaba kâğıtların üst üste tutturulmasıyla hazırlanmış bir altlık
kullanılırdı. Altlık olarak sert bir yüzeyin yeğlenmemesi, ele hareket
serbestliği sağlamak içindir. Altlıklar, 4-5 mm kalınlık oluşturacak biçimde,
yapıştırılmadan bir araya getirilmiş kaba kâğıtlara, her iki yüzeyden meşin
veya ebru kaplanarak ciltçiler tarafından hazırlanırdı. Ta’lik ve sülüs-nesih
kıt’alar için ayrı boyutlarda hazırlanan altlıkların ortası çiçekli ve resimli,
pek sanatkârâne yapılmışları vardır. İmzalı olanları nadirdir. Yalnızca iki
lake altlıkla Mehmed Vehbî ve Mevlevî Nakşî Dede imzalarına rastlanmıştır.
Altlıkları, hattatlar dışında kâtipler ve minyatürcüler de kullanırlar.
Resimdeki, her iki yüzü meşin kaplı örneğin boyutları 28x20 cm. dir.
Elyazması Kitaplar
Sultan II. Bayezid (1481-1512),
İspanya Kralının Yahudilere reva gördüğü zulmü duyup onların sığınak aradığını
öğrendiğinde, ülkesinin her tarafına yazılı emirler göndererek, Osmanlı
kentlerinin onlara kucak açmaları gerektiğini duyurur. Ve 1492’de İspanya’dan
sürülen binlerce Yahudi Osmanlı topraklarına yerleşir. Sığınmacılar
yanlarında-Avrupa’da yaklaşık 40 yıldır kullandığı halde Osmanlı’nın dahaca
tanımadığı- “matbaa makinesi” de getirmişlerdir. Sığınmacı Yahudiler, kitap
basımı için padişahtan izin isterler. Sultan II. Bayezid “Arap harfleriyle
baskı yapmamak koşuluyla” bu izni verir. Daha sonra Hıristiyan uyruklar için de
benzer fermanlar çıkarılır. Osmanlı topraklarında 18.yy. a değin İbrani,
Süryani, Yunan, Ermeni ve zaman zaman Latin harfleriyle pek çok kitap basılır.
Ama Türklerin ve bütün Müslüman halkların kullandığı Arap harfleriyle bir tek
kitap bile basılmaz. Müslüman halkın matbu (basılı) kitap okuması- bu tarihten
237 yıl sonra- Sultan III. Ahmed (1703-30) döneminde 1729’da mümkün olabilir.
Bu uzun süre içinde kitaplar-eskiden olduğu gibi-ancak ve yalnız elle yazılarak
çoğaltılmaya devam edilmiştir.
Elyazması kitaplarda öncülüğü, en
saygın ve müstesna yeri elbette mushaflar alır. Mushaf sözlük olarak “ciltlenmiş, derlenmiş sayfalar” anlamındadır.
Ama zaman içinde kitap haline getirilmiş, “Kurân’ın yazılı tam metni” anlamını
kazanmıştır. Halk arasında “mushaf-ı şerif” (kutsal mushaf) de denir. “ Kurân-ı
Kerim Hicaz’da indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü, İslam dünyasında
pek yaygın bir kanının ifadesidir. Müslümanlar için Kur’an hiç kuşkusuz
“Allah’ın sözü” dür. Bu inanç, hattatları bu sözün yazıya dökülmesinin en güzel
yollarını aramaya ve bulunanı hep daha iyisine ulaştırmaya teşvik etmiştir. Hattatın
kaleminin ucu, emek piramidinin tepesindedir; kâğıdı yapan, boyayan, aharlayan,
mühreleyen, işi çıkaran, mürekkebi karıştıran, altını ezen, sayfaları
tezhipleyken, kitabı ciltleyen pek çok değişik ve uzman sanatçı grupları,
aslında hat sanatı için çalışmakta; hattatların gereksinme duydukları araç ve
gereçler, maden, tahta, cam, fildişi, deri, boya, laka (vernik) gibi çeşitli iş
alanlarında çalışan ustaların emek ve hünerleriyle sağlanabilmektedir. Üstelik bu
sayılan ve sayılmayan bütün sanatların genelindeki anonimlik, hat sanatı için
geçerli değildir. Bugün pek çok hat ustasının imzalı eserlerine sahip
bulunduğumuz gibi, hattatların yaşamlarına ve başarılarına ilişkin az da olsa
bilgi sahibiyiz. Hat sanatının bir başka önemli ayrımı da –öteki İslam
sanatlarının tersine- 17.yy dan sonra da gelişimini sürdürmüş ve benliğini hep
korumuş olmasıdır.
16.yy dek yazılan mushaflarda tek
başına kûfî, muhakkak, reyhânî, sülüs,
nesih gibi yazılar veya muhakkak-reyhânî,
muhakkak-nesih, muhakkak-sülüs-nesih gibi ikili ya da üçlü yazı grupları
ortaklaşa kullanılmıştır. Ama mushaflar için Osmanlı beğenisine uygun düşen ve
en çok tutulan hat, hiç kuşkusuz nesihtir. Bu nedenle kimi Osmanlı
kaynaklarında nesihten “hadim-ül Kurân” (Kurân’a hizmet gören) olarak söz
edilir. Nesih yazı, esas itibariyle sülüse bağlıdır ve kalınlığı onun üçte biri
kadardır. Nesihte sülüs harfleri üçte bir oranında küçülmüş olmakla birlikte,
nesih yazı sülüsün tam aynı değildir; ama onu andıran özellikler taşır.
Sözcüğün “nüsha çıkarmak” anlamından yola çıkan kimi kaynaklara göre, bu yazı
mushaf nüshalarını çoğaltmak ve kitap “istinsah etmek” (kopya ederek
çoğaltmakta) te kullanılmak üzere ortaya konulduğunu belirtmek için “nesih”
diye adlandırılmıştır.
İlk Mushaflar
İslamiyet’in
ilk döneminde mensûb adı verilen bir
yazı kullanılıyordu. Hz. Ali yazıyı ıslah ederek güzelleştirmiştir. Bu hatla
mushaf yazma işi, Hz. Ömer döneminde 638-640 yılları arasında, Kûfe kentinin
kuruluşuna değin sürdürülmüştür. Bu dönemde İslamiyet hızla yayılmakta ve
Müslümanlığı kabul eden toplumlar için çok sayıda mushafa gereksinme
duyulmaktadır. Bu nedenle ülkenin en iyi hattatları Kûfe’de kurulan bir
merkezde toplanarak giderek daha çok sayıda mushaf yazılmaya başlanmış ve zaman
içinde mensup yazı estetiğinde de gelişme ve ilerleme kaydedilmiştir. Bu
mushaflar yeni Müslüman olan yörelere gönderildikçe, bu yeni yazı –Kûfe yazısı”
anlamında Kûfî diye anılır olmuştur.
Kûfi
yazının harfleri-genelde doğrusal olmakla birlikte- yer yer müdevver
(döndürülmüş, yuvarlatılmış) parçalardan oluşur. Bir başka deyişle, bu
geometrik yazıda düzlük ve yuvarlaklık belirli oranda karıştırılmıştır. Kûfî
birçok yazıya kaynak oluşturduğu için “umm-ül hutût” (yazıların anası) olarak
anılır.
Sağdaki
resimde (16.şekil) Üçüncü halife Hz. Osman döneminde yazılmış bir Kurân sayfası
ve aşağıdaki fotoğrafta (17. şekil) ceylan derisi üstüne kûfi hatla yazılmış
9.yy a tarihlenen, 23x32 cm boyutlarında bir başka Kurân sayfası görülüyor. (Topkapı Sarayı Müzesi Koleksiyonu)
Büyük Boy Mushaflar
İri
nesih hatla yazılmış 15 satırlı mushafın sayfa boyutları 32x22 cm’dir. 604
sayfa olan mushafın ketebesi yoktur; büyük olasılıkla 18.yy da yazılmıştır.
Yazıldığı gibi bırakılmış, tezhip yapılmamıştır. Bu büyüklükteki mushaflar
rahle üstünde okunur. (18.Şekil)
En’âm-ı Şerif
Hicri
1080 (Miladi 1669/70) tarihli, Derviş Ali (öl. 1673) ketebeli, nesih hatla
yazılmış En’am’ın unvan sayfası geleneksel tarzda tezhiplinmiş, ayrıca
cedvellerin etrafına halkâr yapılmıştır. Arapça en’am sözcüğü “davar”
anlamındadır. Sûreye bu adın verilmesinin nedeni, putperestlerin kurbanlık
hayvanlarla ilgili yanlış görüşlerinin ortaya konmuş olmasıdır. Sûrede
“Allah’ın birliğine inanma” akidesi açıklanır. (19.Şekil)
Mushaf Boyutları ve Yazım Tekniği
Büyük Boy
Mushaf (1/1) -30x21 cm
|
Küçük boy
Mushaf (1/4)
-14x10,5 cm
|
En Küçük boy mushaf
(1/8)-10,5x7 cm
|
Veziri Boy mushaf
(1/2) -21x14cm
|
||
Cami mushafı (en
büyük boy)
-45x30 cm
|
Mushaf
boyutları için şekildeki gibi bir genelleme yapılabilir.
Az
da olsa bu ortalama boyutların dışında hazırlanmış mushaflara da rastlanır. Bir
de sancak tepesine takılmak üzere hazırlanan ve çoklukla sayfaları altıgen ya
da sekizgen formda kesilmiş ufak boyda “sancak Kurân’ları” vardır. Bu
mushaflarda sayfaların karşılıklı kenarları arası 40-50mm dolayındadır.
Mushaflarda
satır sayıları daima tektir ve bir sayfada çoğunlukla 11, 13 ve 15 satır
kullanılmıştır. Ayetleri kâğıda düzgün ve düzenli bir biçimde oturtmak,
sayfalar arasında birliktelik ve karşılıklı iki sayfa arasında tam bir simetri
ve uyum sağlamak için “mıstar” denilen basit bir araç kullanılır. Hattat
mıstarlanmış kâğıdı, sol dizini kıvırıp oturduğu minderde sağ dizini dikerek
“altlık” denilen düzgün bir zemin üstünde yazar. 15 satırlı mushafların, ayetlerin
mutlaka başladığı sayfada bittiği, yani her yeni sayfanın başka bir ayetle
başladığı bir özel türü vardır ki bunlara ayet-berkenar
mushaf denir. Kurân’ı ezberleyenler için kolaylık sağlayan ayet-berkenar mushaf yazımında en
tanınmış hattatlar Kayışzâde Hafız Osman (öl.1894) ile Hasan Rıza’dır
(1849-1920). Bu tarz yazım, 18.yy dan sonra uygulanmaya başlanmıştır ve
hattattın serbest yazmasını engellediği ve onu kayıt altına aldığı için daha
zordur.
Matbaanın
bulunmadığı dönemlerde, yaşamlarını yalnız mushaf yazıp çoğaltarak ve adeta bir
canlı matbaa gibi çalışarak kazanan hattatlar vardı. O zamanlar herkes-kendi
mali durumuna göre- ünlü ya da sıradan bir hattattın yazdığı bir mushafa
mutlaka sahip olurdu. Büyük hattatların yazdıkları mushaf sayısı genellikle
azdır. Ama Çemşir Hafız (öl.1820/21) gibi, kalemindeki sağlamlık dolayısıyla
halkın –ağaçların en sağlamı- şimşir
diyerek andığı, yaşamı boyunca-inanılması güç sayıda- tam 454 tane mushaf
yazmış rekortmen ustalar da vardır.
Kamış
kalem yeniden açılırken ağız genişliği kıl kadar farklı olsa, daha önce
yazılandan farklı bir yazı ortaya çıkar. Bu durum, mushaf gibi yazılması uzun
süren ve nesih gibi ince yazıyla yazılan metinlerde büyük kusur oluşturur ve
kuşkusuz hiç istenmeyen bir şeydir. Bu nedenle mushaf yazmaya niyetlenen
hattat, aynı kamıştan, aynı gün, o mushafı bitirmeye yetecek sayıda kalemi açar
ve bunları yazdığı kalem bozuldukça kullanmak üzere bir yerde saklardı. Bizde
19.yy başlarından bu yana kullanılan ve bir kez açılmakla ağzı kolay kolay bozulmayan
Cava kalemleri bu açıdan büyük
kolaylık sağlamıştır.
15
satırlı Kurân formları 20 sayfadan (10 yapraktan) oluşur ve her biri cüz
(bölüm) olarak adlandırılır. Tamamı 30 cüzdür ve ortalama 600-610 sayfadır.
Satır sayısı değişik olup 700-800 sayfayı bulanlar da vardır. Sürekli olarak
mushaf yazımıyla uğraşmayan hattat, Kurân yazmaya niyetlendiği zaman mushafın
10. cüzünden yazmaya başlar ve sona geldikten sonra en baştan alarak ilk
başladığı yere kadar olan bölümü tamamlardı. Yazının yazdıkça kıvama gelmesinden
dolayı, baş taraftaki hattın-hattatın kalem hakimiyeti iyice artmış haldeyken-
en yetkin ve en güzel biçimde yazılabilmesi için bu yola gidilmekteydi.
Yarım
kalmış bir mushafı tamamlamak, hattatlar açısından hemen yerine getirilmesi
gereken bir görev sayılmıştır.
Sayfaların
yazı kısmı tamamlanınca, daha ince bir kalemle önce okumaya yardımcı olan harekeler, sonra başka bir kalem ve
lâ’l (kırmızı) mürekkeple secâvend denilen
duraklama işaretleri konulurdu. Bu
arada metinde bir yanlış olup almadığına bakılır, kontrol sonucunda herhangi
bir yanlış görülürse, o yaprak çıkartılırdı ki bunlara muhrec (çıkarılmış) sahife denirdi.
El
yazması Kurân’ların sağdaki sayfalarının sol alt köşesinde, genellikle eğik
olarak yazılmış bir sözcük bulunur. Bu sözcük, soldaki (bir sonraki) sayfanın
ilk sözcüğüdür. Müş’ir (gösterge), rakîb (izci, gözcü), çoban gibi adlarla anılan bu sözcükler,
hem sayfa numarası konulmadan yazılan mushafların sayfa sıralamasını kontrol
etme, hem de okurken bir sonra ki sayfaya duraklamadan geçme olanağı
sağlamaktadır.
Sanat
değeri taşıyan mushafların yazılması, büyük bir özenle hazırlandıkları için çok
uzun zaman alırdı. Bu süre hattattan hattatta değiştiği gibi, aynı hattatın
değişik koşullardaki ve farklı yaş ve ruh durumlarındaki çalışma temposuna göre
de değişmektedir. Örneğin hızlı yazmakla ünlü nesih hattatlarından Yahya Hilmi
Efendi (1833-1907), son dönemin büyük hattatlarından Kâmil Akdik’e (1861-1941)
şöyle bir anısını aktarmıştır: “Gençliğimde hac için Hicaz’a gitmeye niyet
ettiğim sırada, annem de birlikte gelmek istedi. Ama elimde ikimize yetecek
kadar para yoktu. Ramazan boyunca yarım cüz gündüz, yarım cüz gece yazarak
bayrama kadar bir Kurân yazmayı başardım. Annem varlıklı birine götürdü; aldığı
hediyeyle (1) o da ben de
birlikte Hacca gidebildik.” Oysa aynı hattat yaşamının daha ileri bir döneminde
bir mushafı ancak 1,5 yılda yazabilmiştir.
Bezeme
Mushafların
ilk iki sayfası, Yani Fatiha suresiyle Bakara suresinin baş tarafı özel ve çok
zengin bir biçimde tezhiplenir. Bu sayfalara serlevha (başlık) denir ki, müze ve koleksiyonlarda genellikle
yazma Kurân’ların bu en gösterişli sayfaları açılıp sergilenir. Kimi
mushaflarda bu iki sayfanın satır araları ve yazıların ara boşlukları da
altınlanmıştır ki bu tarz süslemeye beyn-es
sutûr (satır arası) denilir. Serlevhadan sonraki sayfalarda yalnız sure
başlıkları bezenmiş, ayrıca yazıların çevresine altın yaldızla –genellikle biri
kalın, biri ince iki çizgiden oluşan-cedvel denilen çerçeveler çizilmiş ve daha
iyi görülebilmeleri için de kenarları siyah ya da başka renk mürekkep ile
tahrirlenmiştir.
Kurân’daki
114 sürenin içinde yer alan altı bin küsur ayet durak ve nokta denilen rozet
biçimindeki tezhipli küçük şekillerle birbirinden ayrılır. Bunların düzgün
geometrik şekillerine mücevher, altı
köşeli olanlarına şeşhâne, üç
yapraklı olanlarına seberk ve beş
yapraklı olanlarına pençberk nokta
denir.
Sayfa
kenarlarında bulunan ve içine yazılmış yazıları çevreleyen yuvarlak
süslemelerin adı gül’dür. Her 20
sayfada bir konulan cüz işareti “cüz
gülü”, her 5 sayfada bir konulan hizip işareti “hizip gülü”, her 10 sayfada bir konulan işaretler “aşere gülü” (veya aşır gülü), durulacak
ayetlerin hizasına konulan işaretler “vakıf
gülü” (veya vakfe gülü), ve secde ayetleri hizasına konulan işaretler “secde gülü” olarak adlandırılır. Bu
güller ile her surenin başına yapılan “sure
başı tezhibi” ve mushafın sonundaki “hatime
(bitiş) tezhibi”, müzehhiplerin tüm hünerlerini sergiledikleri alanlardır.
Kimi mushafların sayfa kenarları baştan başa altın yaldızlı bezemelerle
süslenmiştir. Bu sırf yaldızla, boyasız olarak yapılan tezhiplere “halkârî”, bunların yaldız ve boya ile
yapılanlarına “boyalı halkârî” veya “şikâf” denir.
Tezhip
bittikten sonra hattat, beyaz mürekkeple sure başlarını ve cüz, hizip, aşır ve
secde gülleri üstüne bunların adlarını yazar.
16.yy
değin mushafların Fatiha Suresi’nden önce gelen bir yaprağına dikdörtgen, oval
ve yuvarlak bir tezhib yapılması adeti vardı.
Zahriye (sırtlık, arkalık) denilen bu tezhibin içine kimi zaman Besmele,
Kurân’ın benzersizliğine ilişkin bir ayet veya kimin adına yazıldığını gösteren
temellük (sahip olma) kitabesi ve
çeşitli dualar yazılırdı. Kimi mushafların zahriyeleri birden fazladır. Genel
olarak el yazması eserlerin zahriye sayfaları, bugün ki kitapların iç kapakları
gibi düşünülebilir.
Mushaf
tezhiplerinin çok zengin, soylu ve ince bir biçimde yapıldığı 16.yy da, tüm
tezhip işleri saray nakkaş hanesindeki sanatçılar tarafından ortak çalışmayla,
elbirliği ile hazırlanmaktadır. Cedvelkeşler cedvelleri çekmekte, tahrirleri
bir başka ekip çizmekte, tarrahlar (grafik
tasarımcılar) motifleri tasarlamakta, durakları ve gülleri ayrı ayrı gruplar
hazırlamaktadır. Oysa son yüzyıllardaki süsleme işleri, bir usta ve belki
birkaç çırağının kişisel çalışmalarının ürünüdür. Bunlar muhrec Kurân sayfalarına önceden numunelik tezhip hazırlarlar ve
mushaf sahibinin –beğenisine ve fiyatına göre- bunların içinden seçtiği örneğe
uygun tarzda çalışırlardı.
Cilt
Yazımı
ve tezhibi bittikten sonra, sıra mushafın ciltlenmesine gelir. çoğu Müzehhip
aynı zamanda Mücelliddir (ciltçi). Cilt kapakları el yapımı mukavvadan
hazırlanır ve üstleri genellikle ince deriyle kaplanır. Keçi derisinden
yapılanlara sahtiyan, koyun
derisinden yapılanlara meşin cilt
denir. Deri ciltlerde kahverenginin bütün tonları ile vişneçürüğü, siyah, nefti
ve kırmızı renkler kullanılmıştır. Cildin alt kapağına bağlı olan sertab ve ona bağlı mıkleb çıkıntısı, kitabın ağız yönünü
örtüp koruduğu gibi, mushafın yaprakları arasına sokularak hatim surelerinin
kaldığı yeri bilmesine yardımcı olur. Mushaf ciltlerinin sırtlarında yazı
bulunmaz; kimilerinin Sertapları üzerine Vâkıa Suresi’nin 79. Ayeti “Lâ yemessuhû illâl mutahherûn” (o’na
pak ve temiz olanlardan başkası dokunamaz) yazılmıştır.
Kitabın
yaprakları şiraze denilen örgüyle tutturulmuştur. Kapak, Sertap ve mıklep
üzerindeki cilt bezemeleri, genel olarak deri üstüne kabartma olarak hazırlanır
ve kimi yerleri altın yaldızla süslenir. Motifleri madeni, tahta veya deri
kalıpla basılanlara “gömme cilt”
elle işlenerek yapılanlara “yazma cilt” denir.
Yazma ciltlerdeki bezemeler, ezilmiş altın fırçayla sürülerek işlendikten
sonra, yekşah denilen demir bir
araçla deri çukurlaştırılarak meydana getirilir. Cilt süslemelerinin pek çok
çeşidi vardır. Deri ciltlerde uygulanan bütün üsluplarda geleneksel yöntem “şemseli cilt” tarzıdır. Şemseler cilt
kapağının ortasına (göbek kısmına)yapılan yuvarlak ve oval bezemelerdir. İki
ucu uzatılarak yapılanlara “Salbekli
Şemse” denir. Kabın dört köşesindeki bezemeler “köşebend” olarak anılır. Kapağın kenarını çevreleyen altın
çerçeveye “cedvel” denir. Birkaç
çizgiden oluşmuş ve araları zincir gibi işlenmiş cedveller “zencirek” (küçük zincir) adını alır. Kimi ciltlerde zencirekler
geniş bordürler halini almıştır.
Kitap
kapaklarının bezemeleri hatayi, rumi, bulut ve stilize veya az stilize edilmiş
yaprak ve çiçek motiflerinden oluşur. Üzerine altın yaldızla parmaklık tarzında
geometrik çizgiler çekilmiş ciltlere “kafes”
ya da “zilbahar” denir. Kaplar
üzerindeki kabartma bezemelerin üst yüzeyleri-kitap raf veya rahle üzerine
konulduğunda tahtasına sürtünerek ezilmemesi için- cildin bezemesiz
bölümlerinin yüzeyi hizasından biraz aşağıda tutulmuştur.
Evin Demirbaşı
Eskiden
her evde bir mushaf bulunur ve işlemeli kumaş kesesi içinde duvarda asılı
dururdu. Bu mushaf evin en değer verilen ve en iyi korunan varlığı olduğu için
aynı zamanda aile yaşamında doğum ve ölüm gibi önemli olayların –başındaki ve
sonundaki birkaç boş sayfaya- not edildiği en güvenilir yerdir. “Bin iki yüz
doksan sekiz senesi şehr-i ramazan-ı şerifin yirmi dokuzuncu yevmi Perşembe
günü mahdumum Ahmet Arif Efendi dünyaya gelmiştir. Allahü teala tül ömr ile muammer
ve mükerrem eyleye, âmin.” veya “Amcazadelerimden Rıza Bey’in tarih-i vefatı
cumartesi günü saat dokuzunda ikindi vakti /9 Kânunusani 932 ve ramazan-ı
şerifin 1. günü vefat iderek onuncu Pazar günü öğle namazından sonra toprağa
düştü. Cenab-ı Allah ameli Salihlerden eyleye, âmin” benzeri örnekler, bir
araştırma konusu olacak denli zenginlik gösterir. Kimilerinde de verildiği
vakıf ya da kişiye hitaben incelikle yazılmış bir hediye notuna rastlanır.
Ünlü Mushaf Hattatları
Çok
mushaf yazmış ünlü hattatlarımız arasında 47 mushafla Şeyh Hamdullah
(1429-1520), 63 taneyle Büyük Derviş Ali (öl.1673), 400 taneyle Ramazan bin
İsmail (öl.1680), 50 den fazla mushafla Suyolcuzâde Mustafa Eyyûbî, (öl.1686),
25 taneyle Hafız Osman (1642-98), 40’tan fazla mushafla Ağakapılı İsmail (öl.1706/07),
70 taneyle Kasımpaşalı Ali (1657-1725), 24 taneyle Yedikuleli Seyyid Abdullah (1670-1731),
60 taneyle Eğrikapılı Mehmed Rasim (1688-1756), 40 taneyle İsmail Zühdi (öl.1806),
454 taneyle Hafız Mehmed Salih (Çemşir Hafız, öl.1820/21), 20 taneyle
Kebecizâde Mehmed Vasfi (öl.1831), 25 taneyle Mehmet Şevki (1829-87), 106
taneyle Kayışzâde Hafız Osman (öl.1894), 25 taneyle Yahya Hilmi (1833-1907) ve
19 taneyle Hasan Rıza (1849-1920) ilk akla gelen isimlerdir.
19.yy
boyunca Şumnu’da –Bulgaristan’ın Kuzeydoğusunda, Sofya-Varna demiryolu üstünde
bir kenttir. Şimdiki adı Şumen’dir.-sipariş üzerine el yazması mushaf
hazırlayan 40’a yakın dükkân olduğu bilinir. Söylendiğine göre Sultan II.
Mahmud (1808-39) Şumnu’ya uğradığında,
çarşı esnafı kendisinden bir hat hocası göndermesini diler. Padişah İstanbul’a
döndüğünde saray hattatlarından İbrahim Şevki Efendi’yi gönderir ve böylelikle
zaman içinde Şumnu’da mushaf yazımı, tezhip ve cilt yapımında adeta ekol
meydana gelir. Rivayete göre bu ustalar, sipariş üzerine yazdıkları mushaf ve
delâilleri, her yıl katır sırtında İstanbul’a taşır, Çemberlitaş arkasındaki Vezir
Hanı’na inerler ve sahiplerine dağıtırlarmış. Daha sonra yanlarında
getirdikleri çeşitli örnek sayfalar üzerinden yeni siparişler alırlar;
gereksinme duydukları kâğıt, kalem, mürekkep, varak, altın gibi gereçlerle
birlikte, gelecek yıl tekrar gelmek üzere Şumnu’ya dönerlermiş. Şumnu
hattatları imzalarını genellikle iki adlı ve araya Arapça el tanıtım edatı
koyarak –Mehmed el-Emin gibi- atarlar. Şumnu ekolü, 1878 Rus istilasından sonra
yaşanan göçler sonucu dağılmıştır.
Şumnu,
çok sayıda mushaf yazılan yerler arasında İstanbul’dan sonra ikinciliği alır.
Sonra sırayla Safranbolu, Isparta, Tokat ve Karaman illeri gelir. İstanbul
dışında yaşadığı için ünlü olamayan çok mushaf yazmış hattatlar içinde de güzel
nesih yazanlar vardır. Bunlar arasında 25 mushaf bitirmiş Şumnulu Hafız İbrahim
Edhem ile 100’er tane mushaf yazmış Şumnulu Hüseyin Vassaf ve Safranbolulu
Mehmed Eminler başta gelir.
Osmanlıda
resmen bastırılan ilk mushaf Şekerzâde Mehmed Efendi (öl.1753) tarafından
yazılmış ve 1874’te bastırılmıştır. Bu mushaf Şekerzâde’nin, hacca gittiği
zaman Sultan III. Ahmed’in teşvikiyle Medine’de birkaç yıl kalarak Şeyh
Hamdullah’ın Ravza-i Mutahhara’ya vakfedilmiş bir mushafını takliden yazdığı üç
mushaftan üçüncüsüdür ve İstanbul’a döndüğünde, Sultan III. Ahmed’in yerine
tahta geçmiş bulunan Sultan I. Mahmud’a (1730-54) hediye ettiği nüshadır.
Sonraki dönemlerde ünlü Hafız Osman ile adaşı Kayışzâde Hafız Osman’ın mushafları da bastırılmıştır.
Pek
çok sanatçının aylar, kimi zaman yıllar süren emeğiyle ortaya çıkan ve zaman
içinde değeri hiç aşınmayan, yıllar geçse de güzelliğini yitirmeyen bu anıtsal
eserleri yaratanlar, kimi zaman tevazu gösterip ya da “mahviyet örtüsüne
bürünüp” eserlerine adlarını bile koymamışlardır. Mistik tarafı ağır basan bu
sanatlarla uğraşanların, genellikle müreffeh olmaktan uzak, kanaatkâr ve
dervişane bir yaşam sürdükleri söylenebilir.
Mushaf Dışında Diğer Kitaplar
Sanat
değeri taşıyan diğer el yazması kitaplar da genellikle dinsel niteliktedir.
Genel olarak seçkin ve saygın özel kişiler için yazılan ya da yazdırılan
elyazması kitapların hat, cilt ve tezhip bakımından özenle hazırlandığı
söylenebilir. Mesneviler, divanlar, şeyh icazetnameleri, kitap biçiminde
yazılmış vakfiyeler, şifa kitapları, sözcükler, vezin ve kafiyeyi anlatan şiir
kitapları, elifbalar, Yasinler ve tarih kitapları arasında çok sanatlı biçimde,
hazırlanmış, olağanüstü güzellikler taşıyan örnekler görülmüştür.
Mushaf
dışındaki dinsel yazma kitaplarda serlevha tezhibi yerine, yalnızca ilk sayfaya
dolgun tezhip yapılır ve buna unvan sahifesi denir. Bunların pek çoğu kubbeli
taç biçiminde olup, üst kısımları tig (kılıç) denilen ok gibi sivri uçlarla sonlanır.
Yazma
kitapların Türkçe olanlarından daha çok nesih hattın harekesiz biçimi ile hurde ta’lik en çok yeğlenen yazı
türünü oluşturmaktadır. Öyle ki şiirin bu yazıyla bütünleştiği söylenebilir.
Evrâd-ül Üsbû’ıyye (Haftalık
Dualar) ve Evrad-ı Şerife (Kutsal Dualar) (181. sayfadaki resim)
“Dua
Mecmuası” da denilen bu eserlerde, haftanın belli günlerinde okunacak dualar
ile belirli zaman ve durumlarda okunması adet olan dualar bulunur. Her
tarikatin kurucusu ya da sonradan gelen şeyhleri tarafından düzenlenmiş ayrı
“evrad” ı vardır. Tarikate girenler, girdikleri tarikatin evrâdını belirli gün
ve gecelerde yalnız ve toplu olarak okurlar. Hz. Muhammed’e salâvat
getirenlerin, onun şefaatine nail olacaklarına ilişkin hadisler bulunduğundan
evrâd aralarına salâvatlar eklenmiştir. Resimde (181. sayfadaki resim) büyük Hattat Hasan Çelebi’nin (öl.1594)
yazdığı Evrâd-ül Üsbû’ıyye’ nin
“Cuma Duası” ile başlayan unvan sayhası ve izleyen sayfadaki “Cumartesi Duası”
görülüyor. İlk sayfada yer alan üç satır nesih, bir satır sülüs, tekrar üç
satır nesih ve bir satır muhakkak yazı birbirinin devamıdır. Cuma duası karşı
sayfada bir satır muhakkak, üç satır nesihle sona eriyor ve Cumartesi duasının
sülüs başlığına geçiliyor. 1566 tarihli ve 36,5x25,5 cm boyutlarındaki bu
olağan üstü güzel eser, Sultan II. Selim’e (1566-74) tahta geçtiği zaman
sunulmuştur ve halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunmaktadır. Süleymaniye
Camisi’ndeki celî yazıların pek çoğu ile Edirne’deki Selimiye Camisi’nin o
dönemde yazılmış celîleri, Hasan Çelebi’nin elinden çıkmadır.
Delâil: Ülkemizde
Kurân’dan sonra en çok okunan eser Delâil’dir. Hz. Muhammed için okunan ve salâvat denilen duaların toplandığı
kitap. Delâil-i Şerife (Kutsal Deliller) ve Delâil-ül Hayrât (İyilerin
Delilleri) olarak da bilinir. Tasavvuf ve fıkıh bilgini Şeyh Ebû Abdullah
Muhammed bin Süleyman el Cezûlî tarafından derlenip düzenlenmiştir.
El-
Cezûlî, Berberî asıllı olup Fas’ın Sus kentimde doğmuş; medrese öğreniminden
sonra Mekke, Medine ve Kudüs’e giderek bilgisini arttırmıştır. Delâil-ül Hayrât
ve Şevârık-ül Envâr (İyi (Şey)lerin Delilleri ve Işıkların Aydınlıkları) adlı
Arapça eserlerini, 40 yıl sonra Fas’a yeniden döndüğünde yazmıştır. Daha sonra Şâzeliye tarîkatine giren ve bu
tarikatin Cezûliye kolunu kuran Şeyh
Cezûlî’nin, müritlerinin sayısından korkan Asfî valisi tarafından
zehirletildiği ve 1470’de ibadet sırasında öldüğü söylenir.
Delâil
–yalnızca Şâzelî ve Cezûlî sâlikleri tarafından değil-başka tarikat mensupları
ve öteki Müslümanlar tarafından da düzenli bir biçimde çok okunan İslami
eserlerdendir. Onu okuyanların çok sevap kazanacağına, dünyadaki işlerinin iyi
bir düzene erişeceğine ve ahiretlerinde Hz. Peygamberin şefaatine nail
olacaklarına inanılır. Delâil, bölüm bölüm ve bir düzen içinde okunur. Haftanın
hangi günü hangi bölümün okunacağı, metin başlıklarında belirtilmiştir. Eskiden
usulüne uygun ve doğru olarak okunması için ehlinden icazet alma âdeti vardı.
Çok
geniş bir okuyucu kitlesine hitap ettiği için Delâil’in elyazması nüshaları
binlercedir. Birçok şerhi yapılan eserin Türkçe şerhleri arasında en ünlüsü ve
en kapsamlısı Kara Davudzâde Mehmed Efendi’ninkidir (öl. 1756). Gerek aslı ve
gerekse şerhleri çok okunduğu için defalarca bastırılmıştır.
Yazma
nüshalarda -çeşitli sanatçılar tarafından yapılmış- Mekke’de Kâbe’yi ve
Medine’de Peygamber’in mescit ve türbesini gösteren minyatürler bulunur. Nadir
olarak kimilerinde Peygamber’in nalın, ibrik, leğen, tarak, tesbih, giysi,
misvak, gül, el izi ve ayak izi resimlerine rastlanır. Kimilerinde Hz.
Muhammed’in ve Dört Halife’nin, dahası öteki peygamberler ile Hz. Ali’nin
oğulları Hasan ve Hüseyin’in hilyelerine de rastlanır. İçinde Mühr-i Süleyman,
Tûba ağacı ve Zülfikar resimlerinin yer aldığı delâiller de görülmüştür.
Delâiller
çoğu kez ketebesiz olmakla birlikte, en usta hattatlara yazdırılır ve en ünlü
müzehhib ve ciltçilere hazırlatılırdı.
Amme Cüz’ü:
Kurân’ın 30. cüz’ünün bağımsız olarak yazılmış halidir. Eski okullarda Kurân öğretilmesine,
elifbâ denilen Kurân alfabesinden sonra, içinde Amme Sure’si ve ondan sonraki
kısa surelerin yer aldığı bu cüzden başlanırdı.
Eskiden
“devir hatmi” için -30’a bölünmüş olarak-cüzler halinde yazılan mushaflar da
vardı. Tam mushafların serlevha tezhibine karşılık, cüzler halinde yazılan
mushafların yalnızca ilk sayfasına dolgun tezhip yapılırdı. Mushaf cüzlerine eczâ-i şerîfe (kutsal cüzler) denirdi.
Muhammediyye: Esas
olarak Hz. Muhammed’in yaşamını konu edinen bu manzum eser, 1446-49 yılları
arasında, bilgin ve şair Yazıcıoğlu Mehmed Efendi (öl.1451) tarafından kaleme
alınmıştır. Sultan II. Murad’a (1421-51) ithaf edilen Muhammediyye, dini-destanî
edebiyatımızın önemli eserlerinden biri olup, Yazıcıoğlu’nun daha önce yazdığı “magârib-üz Zeman” (Zamanın
Günbatımları) adlı Arapça eserinin Türkçe manzum çevirisidir. Dokuz bin kûsur
beyitlik mesnevî tarzında yazılmış çeşitli şiirlerden oluşan eserde, Kurân ve
hadis öğretilerine uygun olarak Dünyanın yaratılışı, peygamberlerin ve
halifelerin yaşamları, kıyamet, mahşer, cennet ve cehennem gibi konular
işlenir. Türkçe olması nedeniyle geniş bir kitleye hitab eden ve halk arasında
çok tutulan ve pek sevilen bu eser, evlerde Mevlid gibi besteli olarak
okunurdu. Muhammediyye’nin çeşitli tarihlerde yapılmış baskıları da
bulunmaktadır.
Envâr-ül Âşıkîn (Âşıkların
Işıkları): Dini, öğretici, peygamberler tarihi
niteliğindeki eserin yazarı, bilgin ve mutasavvıf Ahmed Bîcan’dır; kimi zaman
Yazıcıoğlu Ahmed olarak da anılır. Bîcan lakabı kendisine cansız denecek ölçüde
zayıf olması nedeniyle verilmiştir. Beş bölümden oluşan eser, Ahmed Bîcan’ın
ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed’e ait “magârib-üz
Zeman” adlı Arapça eserin, 1446’da başlayıp 1451’de bitirdiği Türkçe
serbest çevirisidir. Dili oldukça yalın ve akıcıdır. Pek çok yazma basma
nüshaları bulunan eser, 19. yy. sonuna değin halk arasında büyük rağbet
görmüştür. Ahmed Bîcan’ın Gelibolu’da ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed’inkinin
yakınında bulunan mezarı, eskiden beri ziyaretgâh olarak kabul edilmiştir.
Elyazması
kitap yazanlar kastedilerek söylenen “Bütün hattatlar cahildir” anlamında
Arapça bir söz vardır. Bu asılsız söylenti, kimi hattatların bilimsel eserleri
yazarken o bilime özgü, bilmedikleri kimi terim ve deyimleri yanlış okuyup
yanlış yazmalarından doğmuş olmalıdır. Ünlü şair Fuzuli bunlara şu dörtlüğüyle
takılır:
Kalem
olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrin
Ki
sevâd-ı rakamı, “sûr”umuzu “şûr” eyler.
Gâh
bir harf sukutuyla kılar “nâdir”i “nâr”,
Gâh
bir nokta kusûruyle “göz” ü “kör” eyler.
(O
yanlış yazan kâtibin eli kesilsin ki yazdığıyla düğünümüzü kavgaya çevirir. Bir
harf eksik yazarak az bulunan değerli şeyi ateş kılar, yakar, yok eder ve bir
nokta koymayı unutarak gözü kör eder).
İnce Yazılar ve Gubârî Yazı
Hat
sanatının kimi kalemleriyle celî (büyük, iri) yazılırken, kimi kalemleriyle de
tam tersine gayet ince yazılı eserler üretilmiştir. Öyle ki yumurta üzerine
Yasin Suresi, pirinç tanesi üzerine İhlâs Suresi sığdıracak denli ince
olanlarına rastlanır. Kuşkusuz, bu tür eserlerin sanat değeri
inceliklerindedir. Bu yazıları yazmak
hüner sahibi olmayan kişilerin kolay kolay beceremeyeceği bir iştir. Başta nesih olmak üzere en çok ta’lik, divani kırması ve rık’a yazılarının
pek inceleri yazılabilmiştir.
Bir
yazının asıl kaleminden ince olarak kırıklı yazılmasına kırma denir ve sülüs
kırması, nesih kırması, ta’lik kırması olarak adlandırılır. Bu kırma biraz
daha incelirse hurde olur ve nesih hurdesi, ta’lik hurdesi diye
anılır. Hurde yazıların bir de pek ince yazılmışları vardır ki toz gibi ince
olduklarından Gubârî diye
adlandırılmışladır. (Farsça’da gubâr sözcüğü toz anlamındadır.) Gubârî
denilince, daha çok nesih ve ta’lik gubârîleri akla gelir. Kırma yazılarda
incelik kalınlık ikinci derecede düşünüldüğü halde, gubârîlerde incelik ön
plandadır.
Saltanat Sancakları
Osmanlı
sancaklarının sayısı başlangıçta 4 tanedir. Ak, kara, al ve yeşil renkteki bu
sancaklardan “ak alem” denilen beyaz renkte asıl sancağın, Selçuklu hükümdarı tarafından Osman Bey’e
beyliğin kuruluş aşamasında gönderilmiş olduğu söylenir. Ak sancak İlhanlılar
döneminden beri Anadolu’da imparatorluk ve egemenlik simgesi olarak
kullanılmıştır. Sancak sayısı Kanuni Sultan Süleyman(1520-66) döneminde 7’ye
çıkarılır. Bu sancakların biri beyaz, biri yeşil, ikisi kırmızı, biri alaca
sarı, biri alaca kırmızı ve biri alaca yeşil renktedir. Saltanat sancağı
gönderlerinin başı altın âlemlidir. Sancakların üzerinde Besmele, Gubârî Kelime-i Tevhid, Fetih ve Zafer
ayetleri yazılıdır. Bu sancaklar savaş sırasında açılır ve padişahın bulunduğu
verin arkasında dalgalanırlardı. Ak sancağı bizzat mir-i âlem götürür,
diğerlerini onun maiyetinde bulunan alemdarlar taşırdı. Bu sancakların
âlemlerindeki özel yere, gümüş mahfaza içinde birer küçük mushaf takılması
adetti. Bu minik mushaflar
“Sancak Kurân’ı” ya da “Sancak Mushafı” olarak adlandırılmışlardır.
Sancak Kurân’ları
Sancak
Kurân’larının sayfaları çoklukla düzgün altıgen ya da sekizgen formda
kesilmiştir. Bu sayfaların karşılıklı kenarları arası 40-50 mm dolayındadır.
İnce ve hafif olmaları için çok ince kâğıda yazılırlar. Yazı olarak daha çok
nesih gubârîsi kullanılmıştır.
Bulunabilen
en ince kâğıda minicik harflerle yazılan sancak Kurân’ı yazımı esasen
zordur. Okunmak için yazılmadığından ve
sanat göstermek de pek söz konusu olmadığı için sancak Kurân’ı yazan hattatlar
çoğunlukla tanınmamış, ünlü olmamış kişilerdir. Normal boy Kurân’ların
yazımındaki, sayfada satır sayısının tek olması, serlevha (başlık) sayfalarının
özel ve zengin bir biçimde tezhiplenmesi, yazıların çevresine cedvel denilen
altın yaldız çerçeveler çizilmesi, sayfa kenarlarına cüz, hizip ve aşere
gülleri işlenmesi, sure başı ve hatime tezhipleri gibi uygulamalar, sancak
Kurân’ı yazımında pek geçerli değildir.
Saray
için özel olarak yapılanlar dışında ciltleri de mütevazıdır. Kullanılmak için yapılanlar, genellikle gümüş
bir mahfaza içinde korunurlar. Günümüze ulaşılabilmiş olanların pek çoğu 16. ve
17. yy.lara aittir. İmparatorluğun gerileme döneminde, padişahların seferlere
katılmaması nedeniyle, sancak kullanımındaki azalmaya koşut olarak sancak
Kurân’ı da daha az yazılır olmuştur.
Sancak
Kurân’ları az bulunduğu için, diğer boy Kurân’lara göre koleksiyon değeri daha
yüksektir.
Bu
geleneğin, günümüzde Türk Deniz Kuvvetleri’nin gemilerinde sürdürüldüğü
söylenebilir. Deniz kuvvetleri için yabancı bir devletten satın alına gemiler
teslim alınırken ve ülke içinde yapılanlar denize indirilirken, en yüksek
direğinin tepesine mutlaka küçük matbu bir Kurân yerleştirlmektedir.
Yorumlar