MEVLEVÎLİKTE YEMEK ADABI
Bekir ŞAHİN
Mevlevîlerde, edep telâkkisiyle
inançtan meydana gelen terimler vardır. Söylenen her söze dikkat eldir yapılan
her hareketin bir sebep ve hikmete mebnidir. Mesela kapıyı kapamak, ocağı,
yahut mumu söndürmek, ışığı yakmak gibi tabirler Mevlevîlikte kullanılmaz;
bunların yerine , «kapıyı sırlamak»,
«ocağı ve mumu dinlendirmek», «ışığı uyarmak, uyandırmak» gibi tâbirler
kullanılırdı. Ben denmez, «biz»,
yahut «fakiyr» denirdi. Sen denmez,
«siz», yahut «nazarım» denirdi.
Mevlevîlikte bu ince anlayışın
görüldüğü en önemli yerlerden birisi mutfaktır. Mevlevilikte mutfak (matbah),
yemek pişirilen ve sofra kurulan yerdir. Aynı zamanda burası, sıra dervişlerin çilesini tamamladığı ve temel
eğitimlerinin yapıldığı mekândır. Hz. Mevlana'nın aynı zamanda Sultan Veled ile
doğan Mevlevilik, Ulu Arif Çelebi zamanında büyürken, perde arkasındaki
kahramanlardan biri de Ateşbaz-ı Veli'dir. Bu Zat, Mevlana’nın etrafında yer
alan Mevlevi büyüklerinden kabul edilir. Mevlana’nın düşüncelerinden istifade
etmek isteyenlere eğitim vererek gerekli bilgi ve görgü kurallarını öğretirdi.
Ateşbaz-ı Veli’nin Mevlevi çevrelerinde unutulmamasında onun da dâhil olduğu
vazifelerin büyük etkisi vardır.
Görüldüğü gibi, Mevlevilikte
Mutfağın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bir aşçıya ilk defa Konya'da
13.yüzyılda bir anıt mezar yaptırılmıştır. Mevlana'nın aşçısı olan Ateş-baz-ı
Veli'ye yaptırılan bu anıt mezar, Mevlevîlik kültüründe mutfağın ve aşçının
önemini anlatmaya yeter.
Mevlevilikte son derece özgün
kültür unsuru olan Mevlevi mutfağının, son dönemlerde büyük bir ivme kazanan
gastronomi ile ilgili turların ve
destinasyonların özgünlüğünün seyahat kararı üzerindeki önemli etkisi nedeniyle
değerlendirilmesi de önemli hale gelmiştir.
Mutfakta Görülen On Sekiz Çeşit
Hizmet:
1. Kazancı Dede: Aşçı Dede'nin
vekilidir. Tekke zabitanı olup mutfağı, acemi Mevlevileri topluca o yönetirdi. Dergah
zabıtasının başı “Ser-tabbâh” denilen “Aşçıbaşıdır” Bu kişinin işi yemek yapmak
değil canları manevi açıdan pişirip olgunlaştırmaktı.
2. Halife Dede: Mutfağa yeni
gelen acemi Mevlevilere yol gösterir, onları eğitirdi.
3. Dışarı Meydancısı: Hücredeki
dervişlere Aşçı Dede'nin emirlerini iletirdi.
4. Çamaşırcı: Dede ve dervişlerin
çamaşırlarının yıkanmasını sağlardı.
5. Abrizci (su döken): Hela ve
ortalık temizleyicisiydi.
6. Şerbetçi: Çilesini tamamlayıp,
hücre sahibi olacak dede namzedinin merasim şerbetini yapar, aynı zamanda mutfağı
ziyarete gelen dedelere şerbet yapıp sunardı.
7. Bulaşıkçı: Bulaşıkları yıkar
ve yıkatırdı.
8. Dolapçı: Kaplara bakar,
kapların kalaylanmasına ve temiz tutulmasına nezaret ederdi.
9. Pazarcı: Sabahları zembille
pazara gider, alınmasıgereken şeyleri alıp gelirdi.
10. Somatçı: Sofrayı kurar,
kaldırır, sofra mahallini süpürür ve süpürtürdü.
11. İçeri Meydancısı: Dervişlere,
dedelere ve misafirlere kahve yapar sunardı.
12. İçeri Kandilcisi: Matbahın
kandillerini şamdanlarını temizler,
hazırlar uyandırır, dinlendirir ve sıralardı.
13. Tahmisçi: Dergâhın, kahvesini
kavurur, çeker un haline getirir ve kahve hazırlardı.
14. Yatakçı: Dervişlerin
yataklarını yapar, toplar ve kaldırırdı.
15. Dışarı Kandilcisi: Matbahın
dışındaki kandillere, mumlara, şamdanlara bakar, onların uyandırılması, dinlendirilmesi
gibi hizmetleri görürdü.
16. Süpürgeci: Mutfağı ve avluyu
temizler, süpürür ve süpürtürdü.
17. Çerağcı: Matbahın kandil ve
şamdanlarına nezaret ederdi; türbedarında yardımcısı sayılırdı.
18. Ayakçı: Ayak hizmeti denilen
getir-götür işlerine bakardı. Dergâha yeni gelenlere, önce bu hizmet verilirdi.
Mevlevîlerin yemek yedikleri
sofraya” Sımat” veya “Somat” Sora büyük bir tahtadan
yapılırdı. Altınada 25-30 cm büyüklüğünde bir iskemle konurdu. Sofranın
etrafına da yemek yiyecek dervişlerin üzerlerine oturmaları için post
serilirdi.
Kaşıklar sofraya yüzleri sola ve yere,
sapları sağa gelecek şekilde konurdu. Kaşığın bu duruş şeklinden dolayı “Niyazda”, “Şükürde” denilirdi. Herkesin önüne bir tutamda tuz konulurdu.
Sofraya “Dolaylı havlu” veya “Sofra Peşkiri” şeklinde adlandırılan
eninin yarısı sofranın üzerine diğer yarısı oturan kişinin dizine gelen bir
örtü serilirdi.
Mevlevîlerde matbahın kutsiyeti
vardır. Yemek de bu kutsiyet kadrosuna girer ve yemeğin pişirilmesi ve yenmesi,
hususi törenlere tâbi idi.
Yemek pişince kazancı dede, kazan
veya tencerenin kapağını açar, canlar kabı yere indirirlerdi. Kazancı dede şu
gülbangi çekerdi:
«Tabhı şîrîn ola, Hak berekâtın vere, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı
Ateş-bâzı Velî Hû diyelim»
ve canlarla beraber bir Hû çekilirdi.
Yemek vakti gelince matbahta
sofralar kurulur, çevrelerine postlar konur ve her sofraya uzun bir havlu,
çepçevre yayılırdı. Su vermek hizmetini alan canlar, testileri, bardakları
hazırlarlardı. Sofra adaba göre kurulduktan ve yemekler boşaltıldıktan sonra
canlardan birisi salâcılık vazifesini
ifa eder, yâni hücrelerin bulunduğu koridorda baş keserek yüksek bir sesle «Hûûûûû. Somata salâââââ» diye
bağırırdı. Bu umumî bir davetti. Hücrelerin yerlerine ve miktarına göre bir kaç
yerde salâ edildiği olurdu. Herkes birer birer matbaha baş keserek girerdi.
Şeyh de gelince beraberce sofraya oturulurdu. Yemeğe tuzla başlanır, tuzla
bitirilirdi. Herkes sağ elinin şahadet parmağını diliyle ıslayıp önündeki tuza
banar ve onu tadarak yemeğe başlardı. Yemek, bir kaptan yenirdi.
Yemek esnasında hiç konuşulmazdı.
Su istenecek olursa elinde testi ve bardakla, ayağı mühürlü olarak niyaz
vaziyetinde bekleyen cana işaret edilirdi. Can, derhal bardağa su koyup bardağı
öperek isteyene sunar, o da bardakla görüşüp, yâni bardağı öpüp suyu içerdi. Su
içen, suyu içerken herkes sofradan el çeker, onu beklerdi. Bu suretle o, su
içerken öbürleri bir lokma bile ondan fazla yememiş olurlardı. Hatta
ağızlarında lokma bulunanlar ya yutmazlar yahut belli etmeden yutarlardı.
Lokmasını ağzına götürmek üzere olan sofraya bırakıp yemekten el çekerdi. Su
içen, aynı tarzda bardakla görüşüp sakiye sunardı. Şeyh, veya aşçıbaşı, yahut
da bunlar yoksa kıdemli dedelerden biri, su içene «Aşkolsun» der, o da niyaz
eder, tekrar yemeğe başlanırdı. Yemekte gülbankten başka söylenen lâkırdı ancak
buydu. Yemeğin sonunda ser-tabbâh, yahut da şeyh:
«Biz yoldaki
sûfîleriz, padişahın sofrasında yemek yiyenleriz.
Yarabbi, bu kâseyi, bu
sofrayı daimî kıl»
Mealindeki şu beyti ve şu duayı okurdu:
“Mâ sûfiyân-ı rahim mâ
tabla-hâr-ı şâhîm
Payende dâr yârab in
kâserâ vu hanrâ
Salli ve sellim alâ
eşref-i nûr-i cemî'-il-enbiyâi ve-l-murselîn ve-l-hamdu li-l-lâhi Rabb-il
âlemîn el-Fâtiha»
Herkes Fâtiha'yı okuduktan sonra
şu gülbangi çekerdi:
«El-hamdü li-llâh, Eş-şükri li-llâh, Hak berekâtın vere, erenlerin
hân-ı keremleri, nân-u ni'metleri müzdâd, sâbih-ül-hayrât-ı güzeştegânın
ervâh-ı şerîfeleri şâd-u handan, bâkıyleri selâmette ola, demler, safâlar
ziyâde ola, dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Âteş-bâz-ı Velî, kerem-i îmâm-ı Alî
Hû diyelim: Hû.»
Gülbank ekseriyetle pilâv gelince
çekilirdi. Gülbang çekilirken eller, parmaklar içeriye doğru bükük ve sofrayı
tutar vaziyette sofranın kenarına konurdu. Gülbangden sonra pilâv yenir ve şeyh
sofraya eğilip baş keserek niyaz eder. Kalkar, herkes de kalkıp birer birer
kapıda dönüp matbaha baş keserek çıkardı. Kalkılmadan leğen ibrik geldiği ve
birisinin su döküp öbürünün sırtındaki havluyu uzattığı, ondan sonra sofradan
kalkıldığı da olurdu. Mevleviler yemeğe lokma derlerdi. Fakat bir de hassaten
lokma denen bir pilâv vardı. Bu pilâv, nohutlu, soğanlı, havuçlu, kestaneli ve
yağlı etle pişmiş Belh-Özbek pilâvıydı. Herhalde Mevlânâ zamanından bir gelenek
olarak kalmıştı. Burada şunu da kaydedelim ki Mevlevi matbahına haram olan
şeylerden ve balıktan başka her şey girerdi. Yalnız balık pişirilmez ve
yenmezdi. Bahariye Mevlevî-hânesi şeyhi Huseyn Fahreddin Dede, bunu mecmuasına
şu suretle kaydetmiştir :
«Ehl-i sülük, zi ruhun lâhmini ve mahsulünü tenavülden nefsini
muvakkaten menetmek, eyyâm-ı riyâzata mahsustur. Semek ( balık) tenavülü
tasfiye-i kalbe hâil olması hukemâdan seyr-i ruhaniye sa'y tâife-i İşrâkiyye ve
sûfiyye indinde musaddak olduğundan lahm-i semek tenavül olunmamak eyyam-ı
riyâzata bilâ hasrin Mevlevî-hâne matbah-ı şeriflerinde tabhi memnudur.»
Mevlevîlerde ayrıca «elifî somat» denen bir meşin sofra da
vardır ki ince uzun ve âdeta Arap alfabesindeki «elif» harfine benzediği için
bu adla anılırdı. Meydana, yahut matbaha boylu boyunca serilirdi. Canlar bunun
kenarlarına karşılıklı otururlardı. Sofra kaldırılırken sabunlu bezle silinip
kurulanır ve bir tomar gibi dürülürdü.
Yorumlar