MEHMED SAİD HATİBOĞLU


MEHMED SAİD HATİBOĞLU

1933’te Bur­dur’da doğ­du. Burdur’un “Ha­tîb Ho­ca” la­ka­bıy­la ma’­ruf âli­mi olan ba­ba­sı­nın 1945’te ve­fa­tı üze­ri­ne, onun kü­tüp­ha­ne­si­ne sa­hip çık­mak ga­ye­siy­le okul de­ğiş­tir­di. Lise eğitiminin ardından 1958’de An­ka­ra Üni­ver­si­te­si İla­hi­yat Fa­kül­te­si’ni bitirdi.
1959’da Tay­yib Okiç’in asis­tan­lı­ğı­na ta­yin edil­di. 1962’de “İs­lâ­mî Ten­kîd Zih­ni­ye­ti ve Ha­dîs Ten­ki­di­nin Do­ğu­şu” isim­li te­ziy­le İlahiyat Dok­toru; 1967’de “Hz. Pey­gam­ber’in Ve­fa­tın­dan Eme­vî­le­rin So­nu­na Ka­dar Si­yâ­sî-İc­ti­mâî Hâ­di­se­ler­le Ha­dîs Mü­nâ­se­bet­le­ri” isim­li te­ziy­le Do­çent; 1978’de ise “Hi­la­fe­tin Ku­reyş­li­li­ği” isim­li te­ziy­le Pro­fe­sör ol­du. Aynı fakülteden 2000 yılında emekli oldu.
İlahiyat alanında ilk sivil akademik dergi olan “İs­lâ­mî Araş­tır­ma­lar”ın Edi­tör­lü­ğü­nü yaptı (1986-1998).
Akademik dünyaya birçok öğrenci yetiştiren Hatiboğlu, ilahiyat alanında klasik hâle gelen birçok çalışmaya da imza attı. Bazı çalışmaları şunlardır:
Makaleler: “Hz. Âişe’nin Hadîs Tenkidciliği”, “İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine”,  “Müslüman Âlimlerin Buhârî ve Muslim’e Yönelik Eleştirileri”.
Telif Kitaplar: “Müslüman Kültürü Üzerine”, “Hilafetin Kureyşliliği”, “Gaybi Hadisler”.
Çeviriler: Ignaz Goldziher,’den Études sur la Tradition Islamique, Le Dogme et la Loi de I’Islam, Le Comte Henry de Castries, L’Islam.
Akademik ça­lış­ma­la­rı­na ve kitap hazırlıklarına de­vam eden Ha­ti­boğ­lu, hâ­len, is­lâ­mi­yât dergisinin edi­tör­lü­ğü­nü sürdürmektedir.

Huzurlarınızda M. Said Hatipoğlu!

10 Nisan 2009 Cuma 10:14


Diyanet İşleri Başkanlığını reddetti!
Pekiyi, kimdir Said Hatipoğlu? Eğer o Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş'in teklifini kabul etseydi Diyanet İşleri Başkanları arasında yerini alacaktı. Ama “Ben ilme, İslam'a aykırı gördüğüm bir şey de olsa beni o işi yapmaya zorlayacak mısınız?” sorusuna : “Eee, verilen emirleri yapmalısınız.” diye cevap verdiği için bu emaneti üstlenmemiş bir dirayetli âlimdir.

Sanat Okulu'nu bitirdikten sonra mühendis olmak isteyen ancak babası Hatip Hoca'nın külliyetli kütüphanesindeki Arapça, Farsça dini eserlere sahip çıkmak onlardaki ilmi alıp aktarmak benim boynumdadır diyerek mühendisliği değil de ilahiyat fakültesini tercih eden, sorumluluğunu müdrik bir insan.



Profesör demeyeceğim!
Arşivinde Mehmet Akif Ersoy'dan Muhammed Hamidullah Hoca'ya kadar birçok seçkin zevatın mektuplarını, anılarını barındıran Hatipoğlu Hoca için “Profesör” unvanını kullanmayacağım. Çünkü bu unvan bir ilmi kariyeri, bir uzmanlığı göstermiyor artık YÖK sayesinde. Onun için “”Âlim” demek yeterli. Hatipoğlu soyadlarının karışması ihtimal olduğu için şu kadarını söyleyelim: Hatipoğlu Hoca'nın Haydar Hatipoğlu merhumla ve bu soyadını taşıyan diğer siyasilerle bir akrabalığı yok. Ancak bugün artık ekranlarda pek az görülen ve TRT'de Türk Tasavvuf Musikisi Korosu yöneten, bestekar Ahmet Hatipoğlu, Hoca'nın ikiz kardeşidir.


Mehmed Said Hatiboğlu:[1] Bismillâhirrahmânirrahîm… Aziz kardeşlerim ben ikiz kardeşimle beraber 1933’te Burdur’da doğmuşum. Burdurlu Hatib Hoca diye meşhur bir âlimin oğullarıyız. Babam, İstiklal Harbinde millî teşkilatların başında bulunmuş, müftülük yapmış, vaizlik yapmış; fıkhi ihtilafları çözüme kavuşturmaya, Kitab’a ve Sünnet’e bağlı bir İslamiyet vücuda getirmeye çalışan, bu uğurda sivil ve resmî zevatla cedelleşme durumunda kalmış bir âlimdir. Biz evde cemaatle namaz kılınan bir muhitte büyüdük. Namaz surelerinin çoğunu kulaktan duyarak öğrendik. Arabcayı öğrenmek için babam bizi tanıdığı bir hocaya gönderdi. Kendisi meşguliyetlerinden dolayı bize ayıracak zamanı bulamıyordu maalesef. Fakat babamın kendi devrinde gördüğü ve karşılaştığı zorluklar yüzünden Hasan ağabeyim beni yeni açılan bir sanat okuluna gönderdi. Babamızın çektiği zorluklardan uzak duralım diye.
1945’te sanat okuluna başladım. Aynı sene içinde babam vefat etti. Babamın vefatından sonra odalar dolusu kitab sahibsiz kalınca, kitablara birimizin sahib çıkması gerekti. Ömer Rıza Doğrul’u bilirsiniz, Mehmed Âkif’in damadıdır. Babamın hayranlarından da birisidir aynı zamanda. Ona bir mektub yazarak, bu çocukları Ezher’e göndermek istiyoruz diye fikrini sormuşlar. Türkiye o tarihlerde dinî eğitimi yüksek seviyede öğretecek bir kuruma sahib değildi. İlahiyatlar da o zaman daha açılmamıştı. Daha sonra bulduğum mektuplardan anladığım kadarıyla Ömer Rıza Doğrul ilk ve ortaokul eğitimimizi burada yapmadan Mısır’a gitmemize cevaz vermemiş. Mektubunda orada okullarını bitirsinler gerisini ben tekeffül ederim diyor. Ben de sanat okulundan ayrılarak ortaokula birinci sınıftan başladım. 1941-46 yıllarında tek gayem dinî ilimleri tedris ederek milletimize ve dinimize hizmet etmekti.
1950’de, abim beni İzmir’e götürdü. 1949 yılında İlahiyat Fakültesi Ankara’da açıldı. 1924 Anayasası’nın Tevhid-i Tedrisât kanununun bir maddesine göre Dârulfünûn içinde bir İlahiyat Fakültesinin açılması emri var. Bu emir mucibince ilahiyat açılmış fakat benim doğum tarih olan 1933 senesinde yeni bir kanun muvacehesinde kapatılmış. Fakat İlahiyat Fakültesi açılmasına âmir olan o kanun hâlâ yürürlüktedir. Kanun var ama tatbik eden yok. Yâni 1933-49 yılları arasında tam on altı sene müddetince İlahiyat Fakültesi yok. Burdur’dan İlahiyat’a ilk defa 1953’te geldim. Gördüğüm manzara, fakültenin sahib olması gereken eğitim kadrosundan mahrum olmasıydı. Mesela fakültenin açıldığı ilk sene, işittiğimize göre, ne tefsir ne hadîs ne hukuk diye bir ders var. Sadece Dogmatik Düşünce diye bir ders varmış. Fakülte için Profesör unvanlı bir Türk bulamadıkları için Türkiye’ye gelişi büyük bir macera olan Prof. Tayyib Okiç’i getirmişler. İslami ilimlerin Fakültede kurulması şerefi Tayyib Okiç Bey’e aiddir.
ma imkânı yoktu. Çünkü millet benimsemediği bir şeyin arkasına gitmez. Zoraki olarak seni dinler ama iş yapmaya gelince asla bunu gerçekleştirmez. Bu durum ta Emevi saltanatı dönemindeki bir tatbikata kadar gider. Sünnet gereği cuma namazını, hep iktidarda bulunan kişiler kıldırmıştır. Çünkü Peygamber ve Raşid halifeler döneminde cuma namazını ya kendileri kılmış veya kendilerinin hazır olmadığı zamanda da onların temsilcileri tarafından kılınmıştır. Uygulama budur. Fakat Emeviler döneminde bazı sahabe ve ulema Emevi iktidarını meşrû görmediği için cuma namazına gitmez oldular. Haccâc-ı Zâlim, cuma namazına gelmeyen meşhur âlimleri işkenceye tâbi tuttuğu yazılıdır kitablarımızda. Cuma namazına gelmemek iktidarı meşrû görmemekle eşdeğerde kabul görmektedir. O zaman bir çözüm aramışlar, çözüm nedir? Diyorlar ki sen cuma namazını git kıl, onun kabul edilmeyeceğini biliyorsun, daha sonra evinde zuhr-i ahir olarak kabul gören öğle namazını kıl. Çözüm bu. Cumhuriyet döneminde de böyle kişiler vardır.
Ümit Aktaş: Cumhuriyet döneminde 1932’lere kadar halk ile Mustafa Kemal yüz yüze geldiler ve bir kırılma yaşandı. Daha ileri gidilmedi sanki! Türkçe ibadet mevzuu bir kırılma noktasıdır. O güne kadar yapılan reformlar ciddi bir tepkiye mazhar olmamıştı. Ancak Türkçe ibadet meselesi ile birlikte Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk, halk tarafından geri dönülemez bir biçimde terk edildi. Cumhuriyet’in kırılma noktası da burada yatmaktadır. Halk direncini bu noktada hissettirdi…
Hatiboğlu: 1950’den itibaren demokrasiye geçiş ile birlikte halk ses vermeye başladı. Bazı İslami dergiler o dönemden itibaren çıkmaya cesaret etti. Halk Partisi’nin son dönemlerinde İslami dergiler pehlivan tefrikası gibi bazı İslami terimlerle çıkmaya başladığı zaman Basın Umum Müdürlüğü derhal yasak koydu. Bunlar sabit şeyler, bunları biliyoruz biz. Demokrasinin nimetlerinden istifade ile başlayan İslami neşriyat ile birlikte milletimiz kendi dinî köklerini okuyarak, öğrenmeye çalışarak tatbik etmeye başladı. Ama gerçek İslami ilmi nerede, nasıl ve hangi yöntemle öğreneceğini bilen bir neslimiz yoktu. Siz fakülte açıyorsunuz, ama fakülteye hoca bulamıyorsunuz. Bu durumda tercüme faaliyeti başlar duruma geldi. Seyyid Kutub, Mevdûdî, Hasan el- Bennâ’nın eserleri tercüme edildi. Gençlerimiz bu kitabları okuyunca, İslam dâvasının temsilcileri olarak bunları kabul ettiler. Ama Türkiye’nin yönetim kademelerinde bulunanların İslam’a bakışlarından hepimiz gafil idik.
Abdulaziz Tantik: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin İslam’a bakış açısı nedir? Temel soru bu galiba…
Hatiboğlu: Şimdi bu sorunun cevabı 1924 Diyanet İşleri Başkanlığı kanununda vardır. Yâni Diyanet İşleri Başkanlığını kuran kanunda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ne ile meşgul olacağı yazılıdır. Orada mealen diyor ki: İslamiyet’in akaidi ile ibadetleri ile ahlaki ile ilgili meseleleri Diyanet İşleri Başkanlığı yürütür. Ama bundan maada kaynakların çözüm yeri ‘Millet Meclisi’dir, diyor. Yâni İslam’ın muamelat diye nitelendirdiğimiz insan ilişkilerinin belirlendiği yer Meclis’tir diyor. Müşahhas konuşmakta yâni sizin deyiminizle somut konuşmakta fayda var. Diyanet İşleri Başkanlığı’na ne sorulur? Bayram vakitleri, ahlaki ve ibadi konular sorulur. Ama içki fabrikasının kurulmasını soramazsınız. Cumhurbaşkanı Demirel’in bize sorduğu bir sualden yola çıkarak size izah edeyim. 1998 yılına kadar yaklaşık sekiz sene üniversite mensubu olarak Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği yaptım. Son senelerinde bize bir mektub gönderdi. O mektubdaki suali şu: “Medeni Kanun’un Kur’an ahkâmı ile çatıştığı yerler var mı?” Yâni din ile uzlaşamadığımız yerler nelerdir? Müsveddesini benim yazdığım metinde gayet açık bir şekilde cevab verdik. Dedik ki eğer hukuki ayetleri harfî mânada kabul edecek olursanız çatışma kaçınılmazdır. Mesela miras meselesi... Ceza hukukunda dile getirilen, kadına erkeğin yarısı miras hakkı ile hırsızın elinin kesilmesi hükümlerini, kadınların tanıklıkları mevzuu gibi hükümleri sıraladık. Eğer, dedik bu ayetleri harfiyen alacak olursak bunların devletin kanunları ile çatışması mukadderdir. Türk Ceza Hukuku’nda yazılı olan kanunlar ile çatışma kaçınılmazdır diyerek, bunları yazdık ve gönderdik. Demirel’den birkaç ay hiç cevab çıkmadı. Ve bir gün bir yerde hatırlayabildiğim kadarı ile dedi ki: “Kur’an-ı Kerim’de altı bin küsur ayet var. Ahkâm ayetleri de altı yüz kadardır. Bu, Kur’an’ın yüzde onu kadardır. Yüzde onunu yapmasak ne lazım gelir.” Bu mühendis kafası ile verilmiş bir karardır ve bu tutumun meselenin aslı ile hiçbir alakası yoktur. Benim açımdan bu cevabın Türkiye’deki İslami tatbikatın sorunlarına çözüm getirmesi mümkin değildir. Ama esas meseleye, çözümün mercii meselesine geldiğimiz zaman eğri oturuyorsak da doğru söyleyelim: Bu meselelerin halli devlet adamlarının meselesi değildir. Bu mesele İslam kültürüne sahib âlim dediğimiz, en azından bugünkü ilahiyatçıların oturup çözmesi gereken bir meseledir. Fakat ne kadar yüzlerce ilahiyatçı dahi çağırsanız bu meselenin hemen halledilebileceği kanaatinde değilim. Niçin? Şimdi biz İslam şeriatı deyince Mecelle’mizde ifadesini bulan bir kanaatten hareket ediyoruz. Mecelle’de kayıtlı bulunan madde şu: “Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yokdur”. Ne demektir “mevrid-i nass” yâni herhangi bir konuda Kur’an’ın veya Sünnet’in herhangi bir hükmü varsa sizin orada onlara rağmen yeni bir hüküm getirmeniz mümkin değildir. Mecelle’mizin, Hanefi hukukunun veya diğer hukuk ekollerinin söylediği şey budur. Dolayısıyla miras hukukunda eşitlikçi bir tutumu öne çıkarmamız mümkin değildir.
Ümit Aktaş: Peki hocam, Osmanlı’dan bu yana uygulana gelen şey bu mudur? Osmanlı şerî hukuku uygulaya gelmekle birlikte farklı uygulamaları da sürdüre gelmiş değil midir? Osmanlı’da bu meselelerde hukuki bir çerçeve arama yerine, kendilerince daha kullanışlı olan örfi hukuk ile sorunu çözmüştür. Bugün yapılması gereken şey nedir?
Hatiboğlu: Bu meselenin nazari ve tatbikî olmak üzere iki boyutu var. Nazariyat diyor ki ‘Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yokdur’. Peki, Mecelle’yi yapan Osmanlı döneminde tatbikat böylemiydi? Sizin belirttiğiniz şekildeydi. Tanzimat îlanı ile birlikte İtalya, Belçika ve Fransa hukuklarından bölümler alınmıştır. Ama bütün bu işleri yapan kişilere İslam dışı oldunuz diye saldırı yapılmadı. Nazariyat başka şey söylüyor, tatbikat başka işliyor. Ben İslâmî Araştırmalar dergisinin ilk sayısında “İslam’ın Aktüel Değeri” diye uzunca bir makale yazdım. Bu yeni yayımlanan kitablarımda da var. Lütfen boş vakitlerinizde bu kitabları okuyun. Medrese dışı adamların getirdiği çözüm şekillerini biz kabul etmiyoruz. Sen İslamiyet’ten anlamazsın diyoruz. Peki, kiminkini kabul edeceksin? İslam şeriatını bilen, ahlaklarından, ilimlerinden hiç şüphe edilmemiş kimselerin bu meselelerde getireceği çözümleri biz kabule hazırız. Bu seviyede bizi ikna edecek ilmi ellerinde bulunduran kimseler varmı? Yok maalesef. Ferî mahiyette bulabildiğimiz bazı bilgiler var. Mesela verdiğim bazı misallerde gördüm ki daha birinci asırda Kur’an’ın hukuki emirleri ile ilgili olarak “şartların değişmesi yüzünden hükmün değişebileceği”ni söyleyen âlimler var. Ve bu görüşleri bizim muteber saydığımız kaynaklarımız söylüyor bizlere… Ama biz o kaynakları okumamışız. Ben o misali verdiğim zaman bunu bilecek, benim çevremden bir kişi dahi yoktu. Fahruddîn-i Râzî’nin tefsirinden aldım ben bunu, o dönemde Fahruddîn-i Râzî’nin tefsirini baştan sona okuyan kimse yoktu. Başka kaynaklarda da buldum. Bazı arkadaşlar da -nadir olsa da- bazı kitablarda yazdılar bunları. Mesela Mehmet Erdoğan’ın yazdığı İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi kitabı önemli bir çalışmadır. Ama bu tip kitabların daha delilli ve daha geniş kaynaklara dayalı olarak yazılması gerekir. Niçin bunlar yazılamıyor? İşte o kaynakları okuyacak bir kadronun bizde yetişmediğini gösteriyor bu durum. Türkiye’de bulunmadığı gibi diğer İslam ülkelerinde de bu okumayı yapacak kişiler yoktur. Bu seviyeye henüz gelmedik. Bu seviyeye gelmediğimiz için de problemlerimiz çözüme kavuşmuş değildir. Şimdi ecdadımızın kitabları basılıyor. İnsanlar bunu okuyor, ancak amele yansımasını hiç hesaba katmayan bir yaklaşımla okuyorlar. Bir konferans çıkışı başörtülü kızlar etrafımı sardılar, konuşuyoruz. Ben de o kızlarımızdan birine bir soru sorma ihtiyacı duydum. Dedim ki “Senin erkek kardeşin varmı?” “Var.” dedi. “Annen, baban, Allah gecinden versin, vefat eder de miras taksimatına geçilirse, sana erkek kardeşinin payının yarısı verilecek dedim.” Bakın bana verdiği cevab aynen şu: “Ne münasebet hocam.” dedi.
Abdulaziz Tantik: Hocam Doğu’da hâlen kızlar bırakın erkek kardeşinin yarısını almayı, erkek kardeşleri lehine tüm haklarından feragat ediyorlar.
Hatiboğlu: Bugün ilahiyat okumuş kızlar veya herhangi bir yüksek okul okumuş veya okumamış kızlarımızın bu durumu kabul etmesi mümkin değil. Niye mümkin değil?
Abdulaziz Tantik: Peki bu durum ilahiyat hocalarının taşıdığı ahlaki zafiyetlerinden mi kaynaklanıyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Müslüman halk ile onlar arasındaki kültürel çatışmadan mı kaynaklanıyor? Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hatiboğlu: Kur’an-ı Kerim’de var olan ayetlerin dışında bir şey söylemeyi kendimize yediremiyoruz ve korkuyoruz. Hatta cehennemlik olacağız diye korkuyoruz. Ama sizden daha yüksek İslami kültüre sahib olan âlimlerin görüşlerini okuduğunuz zaman bu korkularınız zail olabiliyor. Ben bir İmam-ı Atâ’nın yayımlanan kitaplarda bahsettiğim metnini okuduğum zaman, kendimde biraz nefes alabilecek kudreti buldum. O dönemlerde bizim gibi düşünen zatların metinlerini okumanın keyfi başkadır. Amerika da yaşayan ve orada vefat eden Fazlur Rahman adlı Pakistanlı bir âlim var. Pakistan’da İslamileştirme Kurumu’nun başına getirilmiş ve orada barınamamıştı da Amerika’ya gitmişti. Ankara’da bir konferans sebebi ile bulunduğu dönemde, ben bu meseleyi ona sorduydum. Ne diyeceğini tahmin ettiğim için –hocanın kitablarını okumuşuz– kendisine soruyu uzun boylu sordum ki kendisi sadece evet veya hayır desin: “Hocam, Peygamber (as.) döneminde miras ayetiyle, geçim mesuliyetleri olmadığı için kadınlara yarım pay verilmiş. Ama bugün kadınlar geçim mesuliyetlerini alıyorlar, idari sorumluluklara geliyorlar. Bugün bu miras eşitlenebilir. Siz böylemi düşünüyorsunuz?” dedim. Hoca ayağa kalktı. “Evet” dedi. “Hatta günümüzde kadınlara erkeklerden daha fazla pay vermek Kur’an hukukuna ve ahlakına daha uygundur.” Bunu söyleyen adam müsteşrık değil! Bunu söyleyen adam namazında abdestinde birisidir. Bunu söyleyen adam ileri seviyede İslami kültüre sahib birisidir.
Ümit Aktaş:

Ümit Aktaş: Hocam, babanızdan eğitim alabildiniz mi?
Hatiboğlu: Babam 1945’te vefat etti. Keşke benim onun kitablarını okuduğumu görseydi diyorum. Ama mümkin olmadı. Babam, onun hocası olan Burdur müftüsü 1928’de vefat etmiş, o da onun yerine müftü olarak seçilmiş. Seçilmiş diyorum, 1943 yılına kadar müftüler Mahalli Seçim Komisyonu mârifetiyle seçiliyorlar. İki veya üç kişi seçiliyor; Diyanet bunlardan birini tâyin ediyor. 1932 yılında babamın tâyini Şebinkarahisar’a çıkıyor. Tâyin sebebi “görülen lüzum üzerine” diyor. 1932 yılında Halk Partisi’nin genel sekreteri Recep Peker Burdur’a gelmiş. Burdur Halk Partisi sekreteri de “Hatib Hoca burada olduğu sürece bize oy çıkmaz buradan.” demiş. Babamın hali vakti yerinde olduğu için Şebinkarahisar’a gitmeyip istifa etmiş. Tedrisat ve vaizlikle iştigal eden babam ısrarlar üzerine 1943 yılındaki müftülük seçimine girmiş ve en yüksek oyu almış. Oylar; 17, 9, 3 olarak sıralanmış. O dönemin Diyanet Reisi muavini Ahmed Hamdi Akseki’dir. Akseki, babamın müftülüğünü mümkin görmeyerek başkasını atamış. Buna içerlemiş olan Burdur ileri gelenleri Ankara’ya gitmişler. Akseki Hoca, “Ben Hatib Hoca’nın ahlakını, ilmini, irfanını sizden iyi bilirim. Ama ben burada olduğum müddetçe Hatib Hoca Burdur’a müftü olamaz. Çünkü Diyanet olarak ilim değil sükunet istiyoruz.” demiş.
Demek ki babam sükuneti bozanlardan biriymiş. Sükûneti nasıl bozuyor? Babam, medreselerde okunmayan âlimlerin kitablarını bulup getiriyor. İbn Hazm, İbn Teymiyye gibi âlimlerin kitablarını bulup okuyor, okutuyor, Kitab’a ve Sünnet’e dayalı bir İslam anlayışını ikame etmeye çalışıyor. Mesela daha o zamanlardan çorap üstüne mesh edilmesini savunuyor. Medrese hocaları bu fetvaya karşı çıkıyorlar. Böyle düşünen zat ise huzuru bozuyor sayılıyor. Huzur bozan bir zatın da müftü olması beklenemez tabii ki. Camiler dolar taşardı. En meşhur talebesi Hamdi Kasapoğlu, onu da Ezher’e göndermişti. Ben babamdan ders alamadım. O daha çok eşraf ile meşgul idi…
Ömer Rıza Doğrul, bize sık sık gelirdi. Babamı kitab yazmaya zorladı. İstanbul’a götürmeye çok çalıştı babamı ama o gitmedi. Babam, Ana Kaynakları ile İslam diye bir kitabını abim ile İstanbul’a gönderdi. Ömer Rıza onu okudu ve düzeltti, Cumhuriyet matbaasında basıldı. Ömer Rıza, Cumhuriyet gazetesinde yazıyordu. Cumhuriyet o zamanlar sağcı bir gazeteydi. Babamın vefatı dolayısıyla gazetede vefat îlanı çıktı. Ömer Rıza, Burdurlu ama Kahire de doğuyor. Orada büyüyor ve Mehmed Âkif ile orada tanışıyor. Ben kendisi ile görüşmedim ama abim onunla yemek yediğini anlatırdı bize. Ömer Rıza ile babamın resimleri var birlikte çektirdikleri… Tanrı Buyruğu’nu hazırlayan adamdı, ama 33 derecelik de masondu.


Burdurlu Hatib Hoca dönemin büyük âlimlerinden birisi. Yayınladığı eser yok mu? Ya da yayınlamayıp kenara bıraktığı eser var mı?
HATİBOĞLU: Rahmetli babamı Burdur çevresi sadece şifahi irşadlarıyla takib eder hâldeydi. Yâni babamın yazmaya ayıracağı vakti yoktu. Bizim geniş bir bahçemiz vardı. O bahçenin bütün ağaçlarıyla meşguldü. Sabah namazından sonra çıkar, bahçeye giderdi. Ondan sonra eve gelir, kütübhanesinde okurdu. Evin içinde büyük bir odada bütün aile toplanmış durumdaydı. Ben bilirim ki bazen beş dakika uyuyup kalkarak tekrar kitab okur hâlde görebiliyordum babamı. Benim bugün sahib olduğum imkânlara sahib değildi. Böyle imkânsızlıklar içerisinde her ne kadar talebler gelse dahi          kitab yazması mümkin değildi. Ancak okuduklarıyla ve edindiği bilgilerle şifahi telkin ve hatiblik yaparak, vaaz vererek, Burdur’un eşrafıyla konuşmalarıyla bu vazifesini yapmaya çalışıyordu. Ömrünün son zamanlarında Mehmed Âkif’in damadı Burdurlu Ömer Rıza Doğrul bizim eve birkaç defa geldi gitti. Doğrul, çok ısrar etti hatta babamı İstanbul’a götürmek istedi. İstanbul’a götüremeyeceğini anlayınca, kitab yazması için teşvik etti. Babam son senesinde kitabını yazmaya koyuldu. Basımını göremeden de vefat etti. Babamın vefatından sonar ağabeyim Ömer Rıza Doğrul ile beraber bu kitabın yayımı ile meşgul oldu. O kitabçığı yayınladılar. O kitabı benim gözden geçirmem gerektiği kanaatindeyim. Çünkü o devrin imkânları içerisinde bazı ibarele hatalı yazılmış. Bazı yerleri kapalı ifade edilmiş. Çünkü aradan hemen hemen 60 küsur sene geçmiş durumdadır. Ama yazılı hâlde pek çok vaazları var. Onları gözden geçirmem vazife olarak bekliyor. Onun dışında kendisinin hayatını yazmakla mükellef addediyorum kendimi. Çünkü okuduğu bütün kitabların kenarlarına notlar almış, ayrıca bilhassa medrese zihniyetli zatlarla giriştiği polemikleri var. Onların Diyanet’e yaptığı şikâyetler dolayısıyla Diyanet’e verdiği raporlar var. Bu raporların gün yüzüne çıkmasının bize kültürel açıdan zenginlik katacağına inanıyorum.


HATİBOĞLU: Ben aslında çekingen tabiatlı birisiyim. Toplum hayatım yok gibidir. Gitmem, görüşmem. Kendimi, daima elde ettiğim kitabları okumaya vermiş bir kimseyim. Fransa’da kaldığım müddet zarfında da hemen hemen öyle oldu. Fakat görüşme imkânına kavuştuğum zatlardan da ciddi şeyler öğrendim. Onlara hizmet etmeyi vazife saydım. Mesela Hamidullah Hocanın Siyer-i Kebîr tercemesinin Türkiye’de basılmasına bendeniz fakir sebeb olmuştur. Bizzat Hocanın yazdıklarını Paris’e gittim aldım, geldim, Diyanet Vakfı –Allah ra
MEHMED SAİD HATİBOĞLU

1933’te Bur­dur’da doğ­du. Burdur’un “Ha­tîb Ho­ca” la­ka­bıy­la bilinen âli­mi olan ba­ba­sı­nın 1945’te ve­fa­tı üze­ri­ne, onun kü­tüp­ha­ne­si­ne sa­hip çık­mak ga­ye­siy­le okul de­ğiş­tir­di. Lise eğitiminin ardından 1958’de An­ka­ra Üni­ver­si­te­si İla­hi­yat Fa­kül­te­si’ni bitirdi.
1959’da Tay­yib Okiç’in asis­tan­lı­ğı­na ta­yin edil­di. 1962’de “İs­lâ­mî Ten­kîd Zih­ni­ye­ti ve Ha­dîs Ten­ki­di­nin Do­ğu­şu” isim­li te­ziy­le İlahiyat Dok­toru; 1967’de “Hz. Pey­gam­ber’in Ve­fa­tın­dan Eme­vî­le­rin So­nu­na Ka­dar Si­yâ­sî-İc­ti­mâî Hâ­di­se­ler­le Ha­dîs Mü­nâ­se­bet­le­ri” isim­li te­ziy­le Do­çent; 1978’de ise “Hi­la­fe­tin Ku­reyş­li­li­ği” isim­li te­ziy­le Pro­fe­sör ol­du. Aynı fakülteden 2000 yılında emekli oldu.
İlahiyat alanında ilk sivil akademik dergi olan “İs­lâ­mî Araş­tır­ma­lar” ve “İslâmiyât”ın edi­tör­lü­ğü­nü yaptı (1986-1998).
Akademik camiaya birçok öğrenci yetiştiren Hatiboğlu, ilahiyat alanında klasik hâle gelen birçok çalışmaya da imza attı. Bazı çalışmaları şunlardır:
Yayımlanan Kitapları:
Hz. Peygamber ve Kur’an Dışı Vahiy, İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine 1 ve 2, Hadis Tedkikleri, Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti
Makaleler: “Hz. Âişe’nin Hadîs Tenkidciliği”, “İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine”,  “Müslüman Âlimlerin Buhârî ve Muslim’e Yönelik Eleştirileri”.
Telif Kitaplar: “Müslüman Kültürü Üzerine”, “Hilafetin Kureyşliliği”, “Gaybi Hadisler”.
Çeviriler: Ignaz Goldziher’den Études sur la Tradition Islamique, Le Dogme et la Loi de I’Islam, Le Comte Henry de Castries, L’Islam.
Akademik ça­lış­ma­la­rı­na ve kitap hazırlıklarına de­vam eden Ha­ti­boğ­lu, hâ­len, is­lâ­mi­yât dergisinin edi­tör­lü­ğü­nü sürdürmektedir.

Değerli arkadaşım Prof. Dr. Mehmet Sait Hatiboğlu'nun çeşitli tebliğ ve makalelerinden oluşan "Müslüman'ın Kültürü" adlı eseri, ciddi ve titiz bir çalışmanın ürünüdür

Değerli arkadaşım Prof. Dr. Mehmet Sait Hatiboğlu'nun çeşitli tebliğ ve makalelerinden oluşan "Müslüman'ın Kültürü" adlı eseri, ciddi ve titiz bir çalışmanın ürünüdür. Hz. Ayşe'nin hadis tenkitçiliği, mükellefiyet anlayışı, kadın eğitimi, kadına bakış, batıdaki hadis çalışmaları, İslâm'ın aktüel değeri, Hz. Peygamber'i yanlış değerlendirme tezahürleri, hoşgörü açısından Müslümanlar ve kitap ehli, alimlerin Buhari ve Müslim'e yönelik eleştirileri gibi temel konuları içeren kitap, çok zengin kaynakçayla birlikte büyük boy ve 247 sayfadır.

İslâm literatürünü didik didik araştırmış, okumuş, sonunda birikimlerini kaleme almış olan büyük hadis alimi Prof. Hatiboğlu, İslâm araştırmalarına yenilik getirmiş, hadis alanında çığır açmış çağdaş bir Türk bilginidir. Hatiboğlu, eserinin amacını şöyle açıklıyor:

"Allah'ın son peygamberinin insanlığa bıraktığı kültürel miras diyebileceğimiz sünnetin yazıyla tespiti işi, bizzat onun hayatında başlamış ve küçük defterler halinde ilk meyvelerini veren bu mübarek faaliyet, birkaç asır sonra binlerce cildi bulan bir hacme ulaşmıştır."

14 asırlık zengin literatür
Hatiboğlu'na göre binlerce Müslüman alimin vücuda getirdiği 14 asırlık zengin literatürü ciddiyetle incelemeden İslâm adına sağlam konuşabilmek pek mümkün olmadığı gibi İslâm'ın ilk yıllarına kadar inen kaynaklan okuyup onların içeriğini bilimsel ölçülere vurmadan ortaya atılacak her iddianın, İslâm'a hizmetten ziyade yeni güçlükler doğurması bakımından zararlı olması muhtemeldir (s. 195).

Hatiboğlu, ilk İslâm bilginlerinin, Buhârî ve Müslim gibi çok sağlam kabul edilen hadis mecmualarında zayıf noktalar görüp eleştirdiklerini belirtmektedir.Heştirilen noktalardan biri de her iki mecmuada bulunan şu tarih hatasıdır: Müslim'in rivayetinde Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber'le birlikte Hayber'e sefere gittiklerini söylemektedir (Müslim, İman: 48).

Oysa Hayber'in fethinden sonra Yemen'den gelip Müslmüman olan Ebu Hüreyre'nin, Peygamber'le birlikte Hayber'e sefere gitmediği bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı Dârekutnî, "Bu hadisi, Buhârî ve Müslim çıkarmış iseler de bu, bir vehimdir" demiştir (Hedyu's-Sârî, 2/130-131).

Rivayetlerin sorgulanması ve sağlam bilgiye ulaşma yöntemini öğrenmek isteyen herkese bu kitabı okumasını tavsiye derim.


Burdur civarının meşhur âlimlerinden Hatib Hoca lâkablı Mehmed Re’fet Efendi’nin oğlu olup, İslami hayatın canlı olarak yaşandığı, odalarının sayısız kitabla dolu olduğu, cemaatle namaz kılınan bir evde büyüyen Mehmed Said Hatiboğlu hocamızla “geçmişten geleceğe” sohbetimize, babası ile başlıyoruz.




Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar

MEHMED SAİD HATİBOĞLU


VE ANKARA İLAHİYAT EKOLÜ


ABDULLAH YILDIZ



25 Eylül 1933’te Burdur'da doğan Mehmed Said Hatiboğlu, ilk ve ortaokulu Burdur'da okudu. Lise eğitimine İzmir Atatürk Lisesi'nde başladı ve Antalya'da bitirdi.


1954-1958’de İlahiyat Fakültesi'nde okudu.


1959 başında Prof.Dr. Tayyib Okiç'in "Hadis Asistanlığı'na tayin edildi.


1962’de "İslami Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidi'nin Doğuşu" isimli teziyle Doktor, 1967’de "Hz.Peygamber'in Vefatından Emeviler'in Sonuna Kadar Siyasi-İçtimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri" teziyle Doçent, 1978 de "İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik: Hilafetin Kureyşliliği" teziyle Profesör oldu.


Din İşleri Kurulu (DİB) Üyeliğinde bulundu. Ankara İlahiyat Fakültesinde Hadis Kürsüsü Başkanlığı yürüttü.


Basılı Eserleri: Hilafetin Kureyşliliği, Müslüman Kültürü Üzerine, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Şerefu Ashâbi’l-Hadîs tahkîki ve çeviriler.



Burdur civarının meşhur âlimlerinden Hatib Hoca lâkablı Mehmed Re’fet Efendi’nin oğlu olup, İslami hayatın canlı olarak yaşandığı, odalarının sayısız kitabla dolu olduğu, cemaatle namaz kılınan bir evde büyüyen Mehmed Said Hatiboğlu hocamızla “geçmişten geleceğe” sohbetimize, babası ile başlıyoruz.



CHP Yönetiminin Varlığından Rahatsız Olduğu Alim: Hatib Hoca



Hatib Hoca’nın ilim mecrasına girişini şöyle anlatıyor Hatîboğlu Hoca: “Babam rüştiyeyi bitirip medreseye girmeden önce, semerci ustası olan babası, onun tüccar olmasını murad ettiğinden cebine birkaç altın koyarak İstanbul’a göndermiş, mal alsın diye. Babam da elindeki paranın tamamıyla kitab alıp dönmüş...” Mahmud Bey Medresesini bitiren Hatib Hoca, Burdur Müftüsü olan hocası Halil Efendinin delaletiyle camilerde Hatiblik ve vaizlik yapmaya başlar. 1928’de Müftü Efendinin vefatı üzerine müftü vekili olur; o günlerde müftüler seçimle tayin edildiğinden Müftülüğe aday olur ve seçimi kazanır. Ancak Hatib Hoca, 1932’de “görülen lüzum üzerine” Şebinkarahisar’a tayin edilir. Hatîboğlu Hoca, babasının neden Burdur’dan uzaklaştırıldığını, ancak yakınlarda Diyanet arşivini didik didik ederek öğrenebilmiş: “Meğer” diyor Hatiboğlu Hoca; “Halk Partisinin Genel Sekreteri Recep Peker Burdur’a gelmiş, partinin Burdur yönetimi Peker’e demiş ki, ‘Bu Hatib Hoca Burdur’da olduğu sürece bizim burada gelişmemize imkan yok; Hocayı gönderin buradan.’ Tabi, babam onların heveslerini kursaklarında bırakmış, görevinden istifa edip Burdur’da kalmış, vaizlik ve hatiblik yapmış.”


On yıl kadar sonra yine Müftü Efendinin ölümü üzerine seçim yapılır ve halkın teşviki ile aday olan Hatib Hoca en çok oyu alır; ama Diyanet onu değil, daha az oy alan diğer adayı müftü tayin eder. (‘Demek ki, mevcud YÖK uygulamasının evveliyatı buradan başlıyor’ diye bir durum tesbiti yapıyoruz birlikte.) Bu durumu kendilerine yediremeyen Burdurlular Ankara’ya Diyanet merkezine gelip haklarını ararlar. O sıra Diyanet İşleri Başkanı Şerafettin Yaltkaya ise de tayinlerde etkili olan Ahmet Hamdi Aksekili merhumdur. Burdurlulara der ki; “Ben Hatib Hoca’nın ilmini, değerini, kadrini sizden daha iyi bilirim; fakat şimdi bize ilim lazım değil, sükûnet lazım. Ben burada oldukça Hatib Hoca Burdur’a müftü olamaz.” Bu arada parantez içi; Osman Yüksel Serdengeçti merhumun akrabası olan Aksekili’ye çok kızdığını, zira zamanın yönetimine hiç itiraz etmediğini; elbette Din’e büyük hizmetleri olan bu zâtın ancak ölümünden on-onbeş gün önce verdiği bir beyanatta mevcut duruma dair zehir-zemberek panorama çizdiğini söylüyor Hatiboğlu Hoca ve ekliyor: “Demek ki, babam ‘sükûneti bozan’ adamdı.” Babasının hem CHP yönetiminin hem de Diyanetin huzurunu kaçırmasını ise şöyle izah ediyor hocamız:


“Rahmetli babam, Şebinkarahisar’a tayin üzerine istifa ettiği sıralar Rizeli Tahir Efendi isminde bir zât gelmiş ve ona, Hanefi fıkıh kaynakları ile yetinmeyip İbn Teymiye, İbn Hazm, İbnu’l-Kayyım, Şevkani gibi zevatın kitablarını okumasını tavsiye etmiş. Bunun üzerine babam bütün bu kitabları getirtip okumaya başlamış. Bu kitabların hepsi oturma odamızdaydı ve babam hep bunları okurdu. Kanaatim o ki, babam bu kitablarda ortaya konulan ‘Dini, yani Kitab ve Sünnet üzerine bina edilmiş İslâm’ı, dolayısıyla bir tek mezhebe bağlı kalmama şeklindeki Selefiliği ilk kez Burdur’da başlatan insandır ve bu durum birilerini rahatsız etmiştir.”


Hatib Hoca’nın Kütübhanesine Sahib Çıkma Kararıyla Başlayan İlim Yolculuğu


Merhum Hatib Hoca, sürekli meşguliyeti sebebiyle çocuklarının öğretimine vakit ayıramaz; ikiz kardeşi Ahmed'le birlikte Mehmed’i, tanıdığı bir mahalle hocasına gönderir. Kur'an okumayı, rahmetli Hâfız Ömer Efendi'den öğrenirler. “Kardeşim Ahmed’le birlikte, Kur’ân-ı Kerimleri koltuğumuzun altına gizler; hocaya giderdik” diyor ve devam ediyor Hatiboğlu Hoca; “Kur’ân’ı yağmurdan mı gizliyordunuz, diyeceksiniz. Hayır, o yıllarda Kur’ân okumak, okutmak yasak; ihbar edilmekten korkuyorduk. Ezanlar Türkçe okunuyordu. Biraderim Ahmed’le birlikte minarelere çıkıp ‘Tanrı uludur’ diye çok ezan okuduğumuzu hatırlıyorum. Hatta bizim oralarda şöyle bir söz vardır; ‘Tanrı uludur, o kadar uludur ki, herkesi ulutur’. 1950’lere gelinceye kadar, dini hayat böyle yasaklı, kısıtlı idi.”


Söz Şeflik Devrinin yasaklarından açılınca, o yılları ve öncesini inceleyen Geodhart Jashke’nin Yeni Türkiye’de İslâmlık isimli eserine yaptığı tenkidi hatırlıyor: “Kitabtaki yanlış ve eksik noktalar ilk bakışta dikkatimi çekti. Bir çok yer Türkçe çeviride atlanmış geldi bana. Halazadem Kelam Profesörü Cihat Tunç Almanca bilir; ona bahsettim. Hemen rahmetli Tayyib Hocamdan kitabın Almanca aslını getirip baktık. Mesela kitabın Almanca’sında İnönü hakkında söylenen şu söz Türkçe’sinde yok: ‘İsmet Paşa, hayatında İslamiyet lehinde hiçbir şey söylememiş ve yapmamıştır’. Alman bunu yazıyor, bizimkiler çıkarıyor.” Hatîboğlu Hocamızdan bu kitabın tenkidini isteyen Ankara’daki bir yayınevi, yazıyı Jaskhe’ye ulaştırmış. Alman yazar da hocamıza bir teşekkür yazısı göndermiş. Tenkidlerin hepsinin gerçek olduğunu belirten Jaskhe, sonraki baskılarda bu hususların değişmesini istemiş. CHP’nin bazı camileri sattığını deliller göstererek yazdığını, ama Türkçe baskıda bunların çıkarıldığını özellikle vurgulamış. Hatîboğlu Hoca, yeri gelmişken, rahmetli babasının Burdur’da satılan camilerden birini satın alıp halka bağışladığını hatırlatıyor.

Hatîboğlu Hoca henüz 12 yaşındayken, 1945'te babası Hatib Hoca kısa bir hastalığın ardından vefat eder. O sırada sanat okulunda okuyan ve mühendis olmayı hedefleyen Hatiboğlu, babasının bıraktığı zengin kitablığa sahip çıkabilmek için, ailenin tensibiyle sanat okulunun ikinci sınıfından ayrılır ve ortaokula tekrar birinci sınıftan başlar. O yıllarda kitablara ve kitablıklara sahip çıkmak çok önemlidir. Hocamızın aktardığına göre, kitabları okuyacak, değerini bilecek kimse olmadığından, bazen hanımlar turşu küplerine kapak yaparlarmış onları, kimileri de kalabalık etmesin diye atarlarmış evlerinden. Bir hocaefendi vefat edince, alıp okumak isteyenlere haber salınır, gelip alırlarmış. “Ahmed’le birlikte böyle bir kitablığa gidip epey kitab seçmiştik; keşke hepsini alsaymışım” diyor Hatiboğlu Hocamız.


Babası Hatib Hocanın kitab merakı hakkında, onun ölüm yatağındayken tanık olduğu bir hatırayı şöyle naklediyor Hatîboğlu: “Hacca gidenler babama uğrar; helalleşir, nasihatlerini alırlardı. Hacca niyetlenmiş Burdurlu bir tüccar da eve gelip babama, oradan istediği bir şey olup olmadığını sordu; o da ‘filan alimin şu kitabının devamı çıkacaktı, eğer çıkmışsa onu alıp getiriniz’ dedi. Birkaç gün sonra vefat edecekmiş, ne bilirsin!”

Son derece celadet sahibi bir insan olan Hatib Hoca’nın okuduğu hutbeler de meşhurdur. Hatîboğlu Hoca babasının heyecanlı hutbelerinin halkı etkilediğini, cemaatin yollara taştığını ve hutbe sonunda kendisinin sırılsıklam ter içinde kaldığını söylüyor.


Milli Mücadele yıllarında Burdur Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanlığı ve İane Komisyonu Başkanlığı da yapmış olan Hatib Hoca, hem Burdur halkının hem de bölge ve Türkiye insanının, ilim çevrelerinin de tanıdığı, değer verdiği bir simadır. O yıllarda, yörenin ünlü Demirci Efe’si, aldığı yalan beyanlar üzerine bir gün Hatib Hoca’yı çağırır, o da hiç tereddüt etmeden gider. Herkes ‘eyvah, gitti bizim hoca’ diye düşünürken, Hatib Hocanın konuşmasına ve vakarına hayran kalan Demirci Efe, ona belindeki altın kabzalı silahını ve deri yeleğini hediye edip gönderir. Yine, aslen Burdurlu ve Mehmet Akif’in damadı olan Ömer Rıza Doğrul Burdur’a geldiğinde onu ziyaret edermiş; hatta hocayı İstanbul’a götürmek için çok uğraşmış. Hatib Hoca’yı, Kur’ân ve Sünnete dayalı İslam anlayışını kitab haline getirmesi için çok teşvik etmiş. Hoca bu kitabı yazmaya başlamış ama ömrü yetmemiş. Ö.Rıza Doğrul, yazılan kadarını çocuklarından istemiş; kendisi -o sıralar sağcı ve Almancı denen- Cumhuriyet gazetesinde yazdığından, bu kitabı ‘Ana Kaynaklarıyla İslâm Dini’ adı altında orada bastırılmış: 1946.



Ankara İlahiyat Fakültesi Yılları: “Okulda Arabça Öğretecek Ehil Hoca Yok”


Hatîboğlu ilk ve orta öğrenimini Burdur’da, lise eğitimini de Burdur’da lise olmadığı için İzmir ve Antalya’da tamamlar. O yıllarda gençlere dinin nasıl tanıtıldığına dair bir örnek veriyor: “İzmir Atatürk Lisesinin kütübhânesinde okuduğum bir tarih kitabında şöyle bir ibare vardı: ‘Muhammed 40 yaşına geldiğinde kendi bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine halkını çağırmaya başladı.’ Bakın, o yıllarda peygamberimize (Hz.) demeye bile tahammülleri yoktu. Bu saygısızlık bir tarafa, bu cümlede iki küfür vardı: Birincisi, İslâm’ı ‘Allah’ın Dini’ değil, ‘Muhammed’in Dini’ sayması; ikincisi de ‘dininin doğru olduğuna inanıyor ama doğru değil’ demek istiyor olmasıydı.”

İslâm’a böyle bakıldığı ve halkın dinden tamamen uzaklaştırılmak istendiği, cenazeleri kaldıracak hocanın bile bulunamadığı bir dönemin sonunda (1949), Halk Partisi’nin son Başbakanı Şemseddin Günaltay CHP’li milletvekillerinin onayı ile İlahiyat Fakültesi açmaya karar verir. Fakülte açılır ama kadrosunu kurmak, Tefsir, Hadis, Fıkıh dersi verecek profesör bulmak mümkün değildir. “Altı yüz yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan Osmanlının torunları bu hale düşmüştü” diyor Hatiboğlu hocamız. Ve Ankara İlahiyat’a girdiğinde Arabça öğreneceği bir tek yeterli hoca bulamadığını ve imdadına babası Hatib Hoca’nın kitablarının yetiştiğini belirtiyor. Yeri gelmişken, kendi kendine Arabça’nın en iyi Kur’ân’dan öğrenileceğini, yaz aylarında önüne Kur’ân’ı ve Hasan Basri Çantay’ın mealini koyarak önce kendisi çevirip sonra meale bakarak baştan sona Kur’ân’ı geçtiğini söylüyor ve bunu tavsiye ediyor. Hatta, bu çalışma sırasında Çantay mealindeki birçok mürettib ve dil yanlışını tesbit edip kendisine gönderdiğini, merhumun da yeni baskılarda bunları düzelttiğini ve kendisine teşekkür ettiğini ekliyor. Ve gençlere bir tavsiyede daha bulunuyor: “Ben o yaşta bunu yaptım ve bir yanlışın düzeltilmesine vesile oldum; sizler de yaşımız küçük demeden okuduğunuz kitablara tenkîdî gözle bakın; unutmayın, ilim tenkidle başlar. Bu yüzden benim doktora tezim de “İslami Tenkid Zihniyeti” üzerinedir. Eğer o yaşta bu tür yanlışların düzeltilmesine vesile olursanız, sevabı daha çok olur.” Hatiboğlu bir yandan kendi kendine Arabça öğrenmeye çalışırken öbür taraftan da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki bir Alman profesörün Arabça derslerini takip eder. “Düşünün, ‘elin gâvuru’ dediğimiz bir Alman gelmiş, Müslümanlara Arabça öğretiyor” diye taaccübünü ifade ediyor Hocamız. Dahası, “Bizim talebeliğimiz sırasında İlahiyat Fakültesinde namaz kılan bir tek profesör vardı, o da rahmetli Tayyib Okiç idi” diyor. Söz, Tayyib Okiç merhuma gelmişken, onu en iyi tanıyanlardan Hatiboğlu’ndan Tayyib Hoca’yı anlatmasını istirham ediyorum.


 Muhammed Tayyib Okiç, Annemarie Schimmel ve Muhammed Tavit et-Tanci


Bosnalı Muhammed Tayyib Okiç’i, Saraybosna’da Şeyhulislâm muâvini olan babası Tevfik Efendi Paris’e okumaya göndermiş. Orada doktorasını tamamlayan Okiç, tezin basım merhalesinde babasının ağır hastalığı sebebiyle Bosna’ya dönmüş ve bir daha gidememiş. Fransa Üniversite kurallarına göre, doktora tezi basılmayanlar ‘Doktor’ unvanını kullanamadığından Tayyib Hoca bu unvanını hiç kullanmamış. Belgrat’ta Türk sefaretinde çalışmaya başlayan Okiç, 2.Dünya Savaşı çıkınca Almanlar tarafından tüm elçilik personeliyle birlikte Almanya’ya götürülür; aylarca sonra onlarla birlikte gemi ile Türkiye’ye gelir. ‘Dünya vatandaşı’ statüsünde kalır, ölünceye kadar Türkiye’den ayrılmaz.

Tayyib Okiç Hoca, Ankara İlahiyat Fakültesinde 1950’de, önce Dogmatik İlimler Kürsüsünün başındadır. Daha sonra Hadis, Tefsir Kürsülerini kurar ve uzun yıllar burada görev yapar; ilmî birikimi, takvası, fedakârlığı, sabrı, sebatı ile herkes tarafından hayırla yâd edilir. Fakültede yıllarca ‘sözleşmeli personel’ statüsünde çalışan hoca, İslâmî ilimlerin gelişmesinden rahatsız olan üniversite yönetimince sözleşmesi sözleşme hükümlerine aykırı şekilde feshedilerek susturulmak istenir. Danıştay’a iki kez dava açan Tayyib Hoca davayı kazandığı halde bir türlü Fakülteye dönemez. Hiç evlenmemiş olan Tayyib Hoca duyarlı Müslümanların yardımlarıyla hayatını idame ettirmeye çalışır. (Bu konuları anlatırken Hatiboğlu hocamız duygulanıyor, gözleri yaşararak ‘bunlar içimi sızlatıyor’ diyor.) Bir ara Erzurum İlahiyat’ta dersler verir. 1977 Şubat tatilinde Erzurum’dan dönerken, kar yağışı sebebiyle uçak kalkmayınca aceleci tabiatı sebebiyle hemen otobüse biner, yollarda üşütür ve yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak Ankara’da vefat eder. Kardeşleri çıkıp gelirler Bosna’dan. Tayyib Okiç Hoca, vefatından önce “borçlarımı ödeyin” diye vasiyet etmiştir. Ancak, merhumun kitablarından başka hiçbir mal varlığı yoktur. Kitablarına İlahiyat Fakültesi talip olur; ama kardeşleri, ‘hocaya bu muameleyi yapan bir fakülteye kitablarını vermeyiz’ derler, haklı olarak. Hatiboğlu hocamızın gayretiyle kitabların listeleri çıkarılır ve en yüksek ücreti veren İzmir Yüksek İslam Enstitüsüne verilir.

Prof.Hatiboğlu, merhum Tayyib Okiç’in hâlen kendisinde bulunan bir sandık dolusu belge ve evrakından anlaşıldığı üzere, merhum 1945’te Türkiye’ye ilk geldiğinde tercümanlık yaparak geçimini sağlamış, boş zamanlarında ise Başbakanlık Arşivinde çalışmalar yaparak Balkanlarda İslâmiyet üzerine vesikalar toplamış. Bu vesikaların çok önemli olduğunu söyleyen Hatiboğlu, bunlar üzerinde çalışmaya devam ettiğini söylüyor. Hiç evlenmeyen ve her işini kendisi görmek zorunda kalan Tayyib Hoca, sadece mukavelesinin fesholunmaması için bir tek kitab yazmıştır, o da Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tedkikler.

Prof.Dr.Annemarie Şimmel ise Dinler Tarihi hocasıdır. 17 lisan bildiği söylenen Schimmel Hanım son derece mütevazı bir kişidir. Bir gün, öğrencileri ile birlikte Hâfız Sabri Özdil’in Fakültedeki kırâat derslerini takip eder; Hatiboğlu: ‘hocam siz de mi?’ deyince, ‘hançeremi düzeltmek için dinliyorum’ der. Hatiboğlu hocamız, ilmi birikimine hayran olduğu Schimmel’e dair bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Prof.Suut Kemal Yetkin’den sonra Sanat Tarihi dersimize Schimmel Hanım gelmişti. Yanılmıyorsam 1957 senesiydi. İstanbul’daki sanat eserlerini gezdik birlikte. Edebiyat hocamız Rıfkı Melül Meriç de var gezide. Süleymaniye Camiine girdiğimizde, Rıfkı Melül hocamız bana emretti: ‘geç mihraba, Kur’ân oku’. Hoca emredince, mihraba geçip yarım saat kadar Kur’ân okudum. Süleymaniye’nin akustiği malum. Onlar kubbenin altında beni dinliyorlar. Aralarında bulunan merhum Profesör Hikmet Tanyu, sonradan bana anlatıyor: Sen Kur’ân okurken Rıfkı Hoca geçtiğin makamları söylüyordu; Hicaz, Rast, Mahur vs. Schimmel Hoca ise, huşû içinde Kur’ân’ı dinliyor ve ağlıyordu.” Kur’ân’ı Almanca’ya tercüme ettiğini de hatırlatarak “gizli Müslümandı” diyenler olduğunu söylüyorum. Hatiboğlu Hoca, “İslâm aleyhine hiçbir sözü yoktu” diye tasdik ediyor ve ona minnet ve hayranlığını ifade ediyor. “Tayyib Okiç hocam beni kendisine asistan almak istediğinde, Fakültede tek boş kadro Prof.Schimmel’in Dinler Tarihi’nde vardı. Allah taksiratını affetsin, o kendi kadrosunu bana vererek asistan olmamı sağladı. Bunu hiç unutamam.”

M.Tavit et-Tanci Hoca’nın büyük bir alim olduğunu, bilhassa edisyon kritik dediğimiz tenkidli basımda üstad olduğunu vurguluyor hocamız. Türkçe’yi pek iyi bilmeyen Tanci Hoca hep Arabça konuşurmuş. Hoca iki daire tutar, birine kitablarını koyar, diğerinde ise kendi otururmuş. “Maalesef” diyor hocamız, “1974’te ben yurt dışında iken vefat haberini gazeteden öğrendim. Kendisi bir ara memleketi Fas’a gittiyse de geri dönüp gelmişti. Yurt dışına gitmeden önce, İstanbul’da tesadüfen Beyazıt’ta  karşılaşmıştık. Beni kaldığı yere götürdü. Beyazıt Köprülü Kütüphanesinin arka sokağındaki bir handa kiraladığı karanlık, izbe, küçük bir odada kalıyordu. Son olarak İbnü’l-Emin’in Fihrist’i ve İbn Haldun’un Mukaddimesi üzerinde çalıyordu ama tamamlayamadı. Türkçesi iyi olmadığı için Türkçe kitab yayınlamadı ama mesela Fas’ta basılan Tertibü’l-Medarik’in ilk cild tahkîki onundur.


Hatiboğlu Eserlerinin Basımını Neden Tehir Ediyor?


Söz dönüp dolaşıp Hatiboğlu hocamızın bunca ilmi çalışmasını neden kitablaştırmadığına, bir başka ifade ile kitablarının neden bu kadar az olduğuna geliyor. Hocamız bunun sebebini şöyle açıklıyor: “Bizim zamanımızdaki kaynaklarımız sınırlıydı ve bize yetiyordu; ama sonra her sene yeni kitablar, kaynak eserler çıkmaya başladı. Eğer hâlâ okuyup da kendinizi yanlışlardan uzaklaştıracak kitabları okuma imkanınız varsa, yani daha mükemmeli yakalama şansınız varsa, ben bu şansı kullanmadan eser yayınlanması gerektiğine kani değilim. Eseriniz daha az hatalı, daha eksiksiz olmalı. Bu yüzden doktora ve doçentlik tezlerim, sonradan yaptığım ilavelerle iki-üç misline çıkmıştır. Ben bunları tamamlayıp da yayınlayamazsam, siz yayınlarsınız diye vasiyet ediyorum arkadaşlarıma.” Hocamız, ilmî hassasiyetinin bir gereği olarak, çalışma yaptığı konuda çıkan tüm eserleri okuması gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Kendi mütevazı kütüphanemde okumadığım o kadar çok eser var ki... ‘Peki hocam, bunları okumaya ömür yeter mi’ diyeceksiniz; o zaman da, ‘Madem ömür yetmiyor, o zaman yazmak zorunda mısın be adam!’ diyorum. Ben bir makaleyi bile birkaç ayda yazarım.” Hocamız, bu hassasiyeti sebebiyle kitablarını bastırmamış. “Hilafetin Kureyşliliği” tezinin yayınlanması ise profesör olması için zaruri olduğundan bilmecburiye basılmış.

Bu bağlamda Hatiboğlu Hoca, Müslümanlarda tedkik ve tenkid kültürünün yerleşmesi gerektiğini, sadece İslâm dünyasında yazılan kitabların değil Batı dünyasında İslâm hakkında yazılan kitabların da tedkik edilmesinin zaruri olduğunu söylüyor. “Bugün karşımızda bizi bizden daha iyi tanıyan bir dünya -Batı dünyası ve Uzak Şark dünyası- var” diyor ve örnekler veriyor: “İslâm Ansiklopedisi’ni ilk kez müsteşrikler yazdılar. Biz Türkçe’ye çevirdik, Mısır Arabça’ya çevirdi. 300 yıldır bizi araştıran Batı’da bizden daha alim adamlar var, maalesef. Mesela Henry Laoust; Hanbelîliği ondan daha iyi bilen bir adam yoktur. Rahmetli Tayyib Okiç’in doktora arkadaşıdır. 25 yıl Şam’da kalmıştır. Ben Paris’te tanıdım kendisini. Her sene bir konu işler, yıl sonunda o kitab olarak çıkar. Ben orada iken, Gazali’nin Politikası üzerine dersler verdi; ertesi sene La Politique de Gazali kitabı çıktı. Hamidullah Hoca da gelir, onun derslerini dinlerdi; merhumun derslerini dinlediği tek adam oydu.”

Söz Hamidullah Hoca’ya gelince, hocamızın kendisiyle yakın dostluk kurduğunu, ondan çok istifade ettiğini ve kendisiyle mektublaştıklarını bildiğimden, biraz da Hamidullah Hoca’yı anlatmasını istirham ediyorum Hatiboğlu hocamızdan.


Ve Muhammed Hamidullah Hoca


Muhammed Hamidullah, merhum Tayyib Okiç’in yakın dostu imiş ve birbirleri ile sürekli haberleşirlermiş. Hatiboğlu Hoca kendisiyle ilk kez 1964’te Serahsi’nin 800.ölüm yıldönümü münasebetiyle yapılan bir toplantıya katılmak üzere Ankara’ya geldiğinde Tayyib Hoca’nın evinde tanışmış. “Beni ‘küçük kardeşi’ olarak kabul eden Hamidullah hocayla ilişkimiz hiç kesilmedi” diyor hocamız ve ekliyor: “Kendisine ilk hizmetim, Serahsi’nin Siyer-i Kebir Şerhi vesilesiyle oldu. Bütün dünyada devletler hukuku konusundan yazılmış ilk eser olan İmam Muhammed’in Siyer-i Kebir’ini Serahsi 5 cilt halinde şerh etmiştir ve ilginçtir, bu kitabın Arabça baskısı tamamlanmadan Türkçe tercümesi çıkmıştır, iki cilt halinde. Tercüme eden de Mehmed Münib Ayıntabî’dir. O sıralar İslâm şaheserlerini asılları ve Fransızca çevirilerini bir arada yayınlayan UNESCO bu kitabın Fransızca’ya çevirisini Hamidullah hocaya teklif etmiş. Hoca bunu hazırlamış, ama bir türlü yayınlanamamış. Yıl 1974, Sünnet kongresi sebebiyle Cezair’e gidiyoruz, eski Diyanet reisi Tayyar Bey’le birlikte. Hamidullah Hoca da oraya gelmişti. Fırsatı yakalamışken, Tayyar Bey’e Hoca’nın hazırladığı bu şaheseri Diyanet olarak basmalarının büyük bir hizmet olacağını söyledim. ‘O zaman teklif edelim’ dedi ve birlikte Hoca’ya bu teklifi götürdük. Hoca ‘hay hay’ dedi. Ben hemen Hoca’yla birlikte Paris’e gittim; tercemeleri almak için. Hoca’nın evine gittim; bir de baktım ki tam üç bin varak. Gittim büyük bir bavul aldım ve doldurup getirdim. O çantayı hala saklarım evde. Neyse, uzun uğraşmalardan sonra Diyanet onu 4 cild halinde bastı... Tabi, bu sefer satılması ile ilgili sıkıntılar yaşadılar, hatta bana tarizlerde bulundular ama o kitabın kıymetini sonradan anladılar. Üstelik Hamidullah merhum, bu kitabı satmak isteyen Parisli kitabçıların adreslerini verdiği halde yeterince değerlendirilemedi. Kaldı ki, ne Hamidullah ne de bu fakir bu yorucu çalışmadan beş kuruş almış değiliz... Her neyse, sonradan yabancı dilden kitablar alırken takas yoluyla bu kitabı değerlendirmişler...”

Hatiboğlu hocamızın aktardığına göre; Hamidullah Hoca Paris’te son derece mütevazı bir evde yaşar, sürekli İslamî ilimlerle ve tebliğle meşgul olurmuş. Tebliğleri o kadar etkili imiş ki, her hafta en az dokuz kişi onun evine gelerek İslam’a girermiş. Nice rahipler, rahibeler hidayete ermiş onun tebliğleriyle. Birçok kilisenin Müslümanlar tarafından satın alınıp cami yapılmasına vesile olmuş.

Hocamız Salih Tuğ’dan dinlediği bir bilgiyi de paylaşıyor bizimle: Hamidullah Hoca hiç İngiltere’ye gitmemiş. Meğer sebebi şuymuş: Kendisi Haydarabatlıdır. İngilizler Hindistan’ı işgal edip de Müslüman bir devlet olan Haydarabat Nizamlığına son verince, Hamidullah Hoca Paris’te Haydarabat Sürgün Hükümeti’ni kurmuş. İngiltere ile Hindistan arasında da ‘suçluları iade anlaşması’ olduğundan hocamız İngiltere’ye gidemiyormuş. Böylece Hamidullah hocanın sadece ilim değil bir aksiyon adamı olduğunu ve bu yönüyle de bizlere örnek olduğunu öğreniyoruz.

Hatiboğlu hoca, Hamidullah merhumla ilgili bir-iki hatırasını da aktarıyor: “Hoca beni çok severdi. Çok kibar bir insandı. Çok az yemek yerdi. Bir tarihte, Erzurum’a gitmek üzere Ankara’ya geldiğinde hava meydanında kendisini karşılamış ve evimize getirmiştim; hanım da bir şeyler hazırlamış, bir tepsi ile getirip önüne koydu. Daha sonra geldiğimde baktım ki hoca tepside ne varsa yemiş. Meğer o az yiyen hocamız, hanımın ‘yaptığım yemekleri hoca beğenmedi’ diye düşünmemesi için ne varsa silip süpürmüş. Kibarlığa bakın; kendine zulmetme pahasına bunu yapıyor... Bir de çok mütevazı gerçek bir ilim adamı idi. Birinde Paris’te kitabçıları dolaşırken ilginç bir kitab görüp almıştım; Charles Mils isimli bir İngiliz’in Muhammedîliğin Tarihi isimli eserinin Fransızca çevirisi; 1825 basımı. Hiç tanımadığım bu eseri bu sahanın otoritesi olan hocamıza sorayım dedim. Götürdüm verdim; baktı ve dedi ki, ‘ben bu kitabı ilk defa görüyorum’. Bunu dünya çapında bir allame söylüyor. Bu kadar mütevazı ve gerçekçi. Aynı kitabı Fuat Sezgin hocamıza bizim evi teşriflerinde göstermiştim, o da tanımıyordu. Demek ki Batı dünyasında, bizim allamelerimizin bile henüz bilmedikleri kitablar yayınlanmış. Mesela, bizde daha Buhari tercüme edilmemişken 1905’te Fransızlar bunu kendi dillerine çevirmişler. Hamidullah Hoca bu çeviriyi baştan sona okuyup bir cildlik tenkid yazmıştır.


Nezaket Timsali Örnek Bir Bilim Adamı: Prof.Dr. Mehmed Said Hatiboğlu


Hayatını İslâm’ın doğru anlaşılıp yaşanmasına adayan, ömründe hiçbir idari göreve talib olmayan Hatiboğlu hocamız, sadece kitaba ve okumaya düşkünlüğü, tenkidçi yaklaşımı, daha mükemmeli ve daha az eksik olanı araması gibi ilim adamı özelliklerinin yanında kibarlığı, inceliği, nezaketi ve sevecenliği gibi şahsiyet özellikleriyle de örnek alınması gereken bir insan. Onunla konuşulacak o kadar çok şey var ki...  İkiz kardeşi Ahmed Hatiboğlu ile birlikte annelerinden kalma ud’u kırk yıl sonra tavan arasından çıkarıp kendi kendilerine öğrenmeye başlamaları... Yine hocamızın gençlik yıllarında kendi kendine hat sanatına merak sarıp Burdur eski Yeni Camiinin içindeki Arabça levhaları şablon çıkarıp Nûr Camiine tatbîki... 1985’te Ankara İlahiyat Fakültesine kendisine sorulmadan dekan yapılması sözkonusu iken, daha önce Üniversitenin görevlendirmesi ile İran’a yaptığı araştırma gezisi sebebiyle dekanlıktan olması... Umarız, hatırâtını da daha eksiksiz olsun diye yazıp yayınlamaktan imtina etmez. Ülkemizin en değerli ilmî dergilerinden İslâmiyât’ın editörlüğünü de yapmakta olan Hocamıza hayırlı ömürler diliyor, o hassas ve derinlikli çalışmalarının bir an önce kitab olarak biz okuyuculara ulaşmasını temenni ediyoruz



TBMM KÜTÜPHANESİNDE VAR

İslam Düşüncesinde Gayb Problemi Tartışmalı İlmi Toplantı : [İstanbul], 12-13 Ekim 2002 /
Bibliografik kayıt (no: 267706)
Help

İslam Düşüncesinde Gayb Problemi Tartışmalı İlmi Toplantı : [İstanbul], 12-13 Ekim 2002 /


9756794151 Book Cover Image
Basım:
2003.
Yer Numarası:
20032229
İlgili isimler






[1] Hatiboğlu Hoca kendine mahsus bir imla sistemi kullanıyor. Arapça kelimelerde orijinalleri nasılsa aynen kullanıyor: Kitab, muhatab gibi. Ayrıca soru eki olan “mı, mü” ekini de kelimeden ayırmıyor. Bu söyleşi Hocamızın imla tercihi esas alınarak hazırlanmıştır.
[2] Hatiboğlu Hoca kendine mahsus bir imla sistemi kullanıyor. Arapça kelimelerde orijinalleri nasılsa aynen kullanıyor: Kitab, muhatab gibi. Ayrıca soru eki olan “mı, mü” ekini de kelimeden ayırmıyor. Bu söyleşi Hocamızın imla tercihi esas alınarak hazırlanmıştır.

Yorumlar

Popüler Yayınlar