Eski Dünya Yeni Dünya

Bekir ŞAHİN
Bizler kimilerine göre şanslı bir nesil, kimilerine göre bahtı kara bir ne­siliz. Kim ne derse desin, nasıl yo­rum yapılırsa yapılsın; biz, mutlu­luk arayan bir nesiliz. Ayrıca eski dünya ile yenidünyayı gören bir nesiliz. Bir za­manlar bizim dünyamızda her şey doğaldı, ye­diğimiz ekmek türüm türüm kokardı. Meyvele­rimiz kurtlu idi ancak kimyasal ilaçlardan uzaktı. Sebzelerimiz hormonsuzdu, suyumuz klorsuz­du, buna rağmen mikropsuzdu. Teneffüs ettiği­miz havamız temizdi.
Tavuklarımız, horozlarımız özgürdü, sokaklar­da gezip dolaşır, akşam olunca kümeslerine dö­nerlerdi. Yumurtalarında bir lezzet vardı. Sığırla­rımız köy meydanında toplanır, bir çobanın eş­liğinde otlarlar, akşam olunca da ahırlarına dö­nerlerdi. Koyunların kuzuların melemesi, inekle­rin böğürmeleri akşam şenliğinin habercisiydi. Danalar kuzular emişirler, inekler koyunlar sa­ğılırlardı. Sütler pişirilir, yağa, yoğurda, peynire dönüştürülürdü. İşler zevkli, ürünler lezzetli idi. Çobanlar merhametli, hayvanlar masum ve ita­atli idi.
Çiftçi Besmele ile tarlaya tohumunu atar, Mahsul yine Besmele ile toplardı. Tarlalar sabanla, pullukla sürülür, ekinler orakla, tırpanla biçilirdi. Biçilen ekinler desteler haline getirilir, desteler yığın olur, yığınlar harman ye­rinde katara dönüşürdü. Katarlar düvenle sürü­lerek tınas olur, tınaslar yabalarla savrularak de­neler samandan ayrılırdı. Sonra kalburla gözerle ceplenir, telislere doldurularak ambarlara bes­mele ile konurdu. Öşürü ihmal edilmezdi.
Fırıncı Besmele ile hamuru yoğurur ve fırına saldı. Yiyen Besmele ile onu yerdi.. Zinciri görebiliyor musunuz? Devridâim yasası böyle işliyor. Yemek pişirirken tevhidler okunan evlerden mezuniyet törenlerinde yüzlerine pasta yapıştıran, ekmek atan toplum olmaya başladık.

Bizler kimilerine göre şanslı bir nesil, kimilerine göre bahtı kara bir ne­siliz. Kim ne derse desin, nasıl yo­rum yapılırsa yapılsın; biz, mutlu­luk arayan bir nesiliz. Ayrıca eski dünya ile yenidünyayı gören bir nesiliz. Bir za­manlar bizim dünyamızda her şey doğaldı, ye­diğimiz ekmek türüm türüm kokardı. Meyvele­rimiz kurtlu idi ancak kimyasal ilaçlardan uzaktı. Sebzelerimiz hormonsuzdu, suyumuz klorsuz­du, buna rağmen mikropsuzdu. Teneffüs ettiği­miz havamız temizdi.
Tavuklarımız, horozlarımız özgürdü, sokaklar­da gezip dolaşır, akşam olunca kümeslerine dö­nerlerdi. Yumurtalarında bir lezzet vardı. Sığırla­rımız köy meydanında toplanır, bir çobanın eş­liğinde otlarlar, akşam olunca da ahırlarına dö­nerlerdi. Koyunların kuzuların melemesi, inekle­rin böğürmeleri akşam şenliğinin habercisiydi. Danalar kuzular emişirler, inekler koyunlar sa­ğılırlardı. Sütler pişirilir, yağa, yoğurda, peynire dönüştürülürdü. İşler zevkli, ürünler lezzetli idi. Çobanlar merhametli, hayvanlar masum ve ita­atli idi.
Kenarda köşede; çarşıda, pazarda mescit deni­len küçük, kerpiçten mekanlar vardı. Minarele­ri tıkızdı. Maaşlı imam ve müezzinleri de yoktu. Kapıları kilitlenmezdi. Günün her saatinde yol­cu, mukim herkes namazlarını burada kılabilirdi. Yazın çocuklara namaz sure ve duaları öğretilir­di. Elifba ve Kuran buralarda öğrenilirdi. Mevlit okunur, hatim duaları yapılırdı.
Maaşlı imam ve müezzinleri bulunmazdı. İşin ehli imamlık yapar, isteyen kamet getirirdi. Za­manla bu mescitler yıkıldı; zevkten, sanattan uzak, devasa camiler yapıldı. Maaşlı imamlar, müezzinler atandı. Giderleri kamu kaynakların­dan ödenmeye başlandı. Adeta resmi daireler haline geldi. Belli saatlerde açılıp kapılarına kilit­ler vuruldu. Cemaat azaldı lüks ve debdebe ar­tırıldı.
Bankanın yolu bilinmezdi; devlet çeşmesi denir, suyu içilmezdi. Hatta önünden koşarak geçilirdi. Kredi kartları yoktu ama karzıhasen müessese­ si harıl harıl işlerdi. Herkes birbirine güvenir, kü­çükler sevilir, büyüklere saygı gösterilirdi.
Yollar tenha sakin ve sessizdi. Su şırıltısı, kuş cı­vıltısı, kağnı gıcırtısı ve ataraba çarpanası sesle­ri müzik sesinden daha etkiliydi. Ne trafik kazası haberleri duyardık ne korna sesleri. Park sorunu, hava kirliliği nedir bilmezdik.
Çocukluğumuzda süper- hiper marketler yoktu. Bakkallar, çerçiler vardı. Boyalı ne idüğü belir­siz yiyecekler de bilmezdik. Halkalı şekerler, ke­çiboynuzu, leblebi, kuru üzüm vazgeçilmez yieceklerimizdendi. Gazoz, ayran, şerbet, süt ni­telikli içeceklerimizdendi. Çerçiden, bakkaldan alışverişimizi parayla değil, yumurtayla arpayla buğdayla yapardık.Sokaklarımızda çerçiler, Çarşafçı kadınlar,Yaymacı amcalar Horoz şekeri, Dondurma satan abiler, kulunç ezen, yeri geldiğinde oynayan, dans eden ayılar vardı.
Belki bunlar ilkel uygulamalardı. Ama biz ço­cukları sevindiriyordu. Sevincin ilkeli, çağdaşı yobazı, geri kalmışı, olur mu? Bilmem, belki de olur.
Evimizde televizyon yoktu; radyo, telefon zen­ginlerin lüksüydü, cep telefonu henüz icat bile edilmemişti; bilgisayar, internet, çetleşme, sa­nal görüşme-tanışma henüz hayal bile edilemi­yordu.
Enflasyon, kriz, borsa, dolar, euro, istikrar, istik­rarsızlık, köşe dönme, rant, küresel sermaye keli­meleri lügatimize girmemişti.
Biz bulgur pilavını tahta kaşıkla yedik. Tastan ay­ran içtik. Ceplerimize kuru üzüm, leblebi, kavur­ga koyduk. Yer sofrasına oturduk, yer yatağında yattık, gaz lambasında ders çalıştık. Çarık gör­medik ama lastik ayakkabılar giydik. İskarpin giymek en uzak hayalimizdi. Kerpiç evlerde ya­şadık, ahır sekisinde yattık, onlarla yaşadık; ar­dından apartmanları, gökdelenleri seyre daldık.
Güneşin yatarken üzerimize doğması büyük ayıptı. Medeniyetimiz şafak medeniyeti idi. Yat­sı namazından sonra uçkurlar çözülür, yatağa girilir, şafakla beraber ayakta olunurdu. Yatma­sını bilmeyen kalkmasını da bilmez düstur edi­nilirdi. Zamanın kıymeti bilinir, berekete gönül­den inanılırdı. Eşe dosta selam verilir, hal hatır sorulurdu.
Rızkın helali aranır, Allah’ın Rezzak sıfatına eksik­siz iman edilirdi. Rızık ne azalır ne çoğalırdı. Yal­nız âdemoğlunun sabırsızlık ederek helal rızkını haram edebileceği düşünülürdü.
Acılar paylaşılarak azaltılır, mutluluklar paylaşı­larak çoğaltılırdı. Doğum, ölüm, düğün, sünnet, hastalık, seyahat, hac, askere gidiş, askerden dö­nüşün bir anlamı ve esprisi vardı. İpten kilitler, çividen anahtarlar kullanılırdı. Kapılar iple bağ­lanır. Yazın pencereler açılarak yatılırdı. Hırsız­lık duyulmaz, niza çıkarılmazdı. Rant kelimesi lü­gatlerimizde yoktu. Hortum ve hortumcu bilin­mezdi. O dönemde, semerciler, kalaycılar, kö­rükçüler, demirciler, nalburiyeciler, tuhafiyeciler, atarlar, çelepler, sakatatçılar vardı.
O günlerde insanların gönülleri zengindi, kana­at vardı, şükür vardı, bereket vardı, huzur vardı. Sokakta bir şey yenilmezdi, pazardan aldıkları­mız açıkta getirilmezdi. Şimdi, dışarıda tıkınma­yı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüket­meyi, zenginleşme olarak gördük. Dolayısıyla ya kafayı değiştirip özümüze döneceğiz ya da ner­de bulduk orada yiyeceğiz.
Dünde bügünde çok şey değişti ancak sünne­tullah (doğa yasaları) değişmedi: Uyanırsın, uy­kun gelir, uyursun uyanırsın, açsın yersin, tok­sundur, yine acıkırsın, su içersin, kanamazsın… Sefil bir hayat içindeyiz. Bu sefillik içerisinde dü­şünüyorum: Şimdi neyimiz var neyimiz yok? Ne­lerimiz muhafaza edilmiş, nelerimiz yok edil­miş?
Kenarda köşede; çarşıda, pazarda mescit deni­len küçük, kerpiçten mekanlar vardı. Minarele­ri tıkızdı. Maaşlı imam ve müezzinleri de yoktu. Kapıları kilitlenmezdi. Günün her saatinde yol­cu, mukim herkes namazlarını burada kılabilirdi. Yazın çocuklara namaz sure ve duaları öğretilir­di. Elifba ve Kuran buralarda öğrenilirdi. Mevlit okunur, hatim duaları yapılırdı.
Maaşlı imam ve müezzinleri bulunmazdı. İşin ehli imamlık yapar, isteyen kamet getirirdi. Za­manla bu mescitler yıkıldı; zevkten, sanattan uzak, devasa camiler yapıldı. Maaşlı imamlar, müezzinler atandı. Giderleri kamu kaynakların­dan ödenmeye başlandı. Adeta resmi daireler haline geldi. Belli saatlerde açılıp kapılarına kilit­ler vuruldu. Cemaat azaldı lüks ve debdebe ar­tırıldı.
Bankanın yolu bilinmezdi; devlet çeşmesi denir, suyu içilmezdi. Hatta önünden koşarak geçilirdi. Kredi kartları yoktu ama karzıhasen müessese­ si harıl harıl işlerdi. Herkes birbirine güvenir, kü­çükler sevilir, büyüklere saygı gösterilirdi.
Yollar tenha sakin ve sessizdi. Su şırıltısı, kuş cı­vıltısı, kağnı gıcırtısı ve ataraba çarpanası sesle­ri müzik sesinden daha etkiliydi. Ne trafik kazası haberleri duyardık ne korna sesleri. Park sorunu, hava kirliliği nedir bilmezdik.
Çocukluğumuzda süper- hiper marketler yoktu. Bakkallar, çerçiler vardı. Boyalı ne idüğü belir­siz yiyecekler de bilmezdik. Halkalı şekerler, ke­çiboynuzu, leblebi, kuru üzüm vazgeçilmez yi­yeceklerimizdendi. Gazoz, ayran, şerbet, süt ni­telikli içeceklerimizdendi. Çerçiden, bakkaldan alışverişimizi parayla değil, yumurtayla arpayla buğdayla yapardık.
Belki bunlar ilkel uygulamalardı. Ama biz ço­cukları sevindiriyordu. Sevincin ilkeli, çağdaşı yobazı, geri kalmışı, olur mu? Bilmem, belki de olur.
Evimizde televizyon yoktu; radyo, telefon zen­ginlerin lüksüydü, cep telefonu henüz icat bile edilmemişti; bilgisayar, internet, çetleşme, sa­nal görüşme-tanışma henüz hayal bile edilemi­yordu.
Enflasyon, kriz, borsa, dolar, euro, istikrar, istik­rarsızlık, köşe dönme, rant, küresel sermaye keli­meleri lügatimize girmemişti.
Biz bulgur pilavını tahta kaşıkla yedik. Tastan ay­ran içtik. Ceplerimize kuru üzüm, leblebi, kavur­ga koyduk. Yer sofrasına oturduk, yer yatağında yattık, gaz lambasında ders çalıştık. Çarık gör­medik ama lastik ayakkabılar giydik. İskarpin giymek en uzak hayalimizdi. Kerpiç evlerde ya­şadık, ahır sekisinde yattık, onlarla yaşadık; ar­dından apartmanları, gökdelenleri seyre daldık.
Güneşin yatarken üzerimize doğması büyük ayıptı. Medeniyetimiz şafak medeniyeti idi. Yat­sı namazından sonra uçkurlar çözülür, yatağa girilir, şafakla beraber ayakta olunurdu. Yatma­sını bilmeyen kalkmasını da bilmez düstur edi­nilirdi. Zamanın kıymeti bilinir, berekete gönül­den inanılırdı. Eşe dosta selam verilir, hal hatır sorulurdu.
Rızkın helali aranır, Allah’ın Rezzak sıfatına eksik­siz iman edilirdi. Rızık ne azalır ne çoğalırdı. Yal­nız âdemoğlunun sabırsızlık ederek helal rızkını haram edebileceği düşünülürdü.
Acılar paylaşılarak azaltılır, mutluluklar paylaşı­larak çoğaltılırdı. Doğum, ölüm, düğün, sünnet, hastalık, seyahat, hac, askere gidiş, askerden dö­nüşün bir anlamı ve esprisi vardı. İpten kilitler, çividen anahtarlar kullanılırdı. Kapılar iple bağ­lanır. Yazın pencereler açılarak yatılırdı. Hırsız­lık duyulmaz, niza çıkarılmazdı. Rant kelimesi lü­gatlerimizde yoktu. Hortum ve hortumcu bilin­mezdi. O dönemde, semerciler, kalaycılar, kö­rükçüler, demirciler, nalburiyeciler, tuhafiyeciler, atarlar, çelepler, sakatatçılar vardı.
O günlerde insanların gönülleri zengindi, kana­at vardı, şükür vardı, bereket vardı, huzur vardı. Sokakta bir şey yenilmezdi, pazardan aldıkları­mız açıkta getirilmezdi. Şimdi, dışarıda tıkınma­yı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüket­meyi, zenginleşme olarak gördük. Dolayısıyla ya kafayı değiştirip özümüze döneceğiz ya da ner­de bulduk orada yiyeceğiz.
Dünde bügünde çok şey değişti ancak sünne­tullah (doğa yasaları) değişmedi: Uyanırsın, uy­kun gelir, uyursun uyanırsın, açsın yersin, tok­sundur, yine acıkırsın, su içersin, kanamazsın… Sefil bir hayat içindeyiz. Bu sefillik içerisinde dü­şünüyorum: Şimdi neyimiz var neyimiz yok? Ne­lerimiz muhafaza edilmiş, nelerimiz yok edil­miş?

Yorumlar

Popüler Yayınlar