Esnafımızın Ahlâkı ve Ömer Baba’nın Hikâyesi
Biz
dağ başlarında yurt edinmiştik. Yüzyıllardır dağ başlarında kendi kaderimizi
yaşıyorduk. Çaresizlik. Avare ve perişan olduğumuz, kıtlığın, kıranın
pençesinde zebun yaşadığımız yıllar tümen tümendi. Ellerimiz böğrümüzdeydi.
Istıraplarımız yüzümüzde donmuş, kasılmış kalmıştı. Gözlerimizin feri uçmuştu.
Böylesine yaşıyorduk. Bir yol yaşamakta ayak diremiştik. Onun çabası
içindeydik. Umudumuzu kaybetmeden, yaşama aşkımızı, hayata bağlılığımızı
yitirmeden yaşamakta ayak diremiştik. Bugünlere kadar sağ salim gelişimizin
kısa hikâyesi böyledir. Böylesine yılgın, ürkek ve katıdır. Fakat bütün bu
çaresizlikler içinde ahlâkımız ve imanımız muhkemdi. O sarsılmamıştı.
Sarsılamazdı. O zaman biz olamazdık. Künyemiz, esâmemiz bir yerlerde okunmazdı.
İstinatlarımız kaybeder, yıkılırdık. Esnafımızda da bu ahlâk ve bu iman
galipti. Esnafımız kanaatkâr, sabırlı ve tokgözlü idi. Onlar ticaretin helâl,
ihtikârın veballi ve haram olduğunu herkes
bilirdi.
Çoluk
çocuklarının ve kendilerinin kursaklarında haram yoktu. Yedikleri ve giydikleri
alın teri ve yüz akı idi. Büyük kuşaklardan yeni döllere, bu kutsal töre, bu
ahlaklılık emaneti lekesiz ve pürüzsüz bir şekilde intikal etmişti. Tartıda, ölçüde
hile ve oyun bilmiyorduk. Batman batmandı, arşın arşın. Okkamız, metremiz
tamdı. Mevsimlik göçlerin büyük şehirlere aktardığı hemşerilerimizin kavun
karpuzdan, portakalına türlü meyveleri tane ile satmalarının hikmeti tartı
hakkına, kulların hakkına adeta ibadet halinde riayetlerindendir.
İnsanoğullarının hakkına hörmetkârdık. Herhangi bir dükkân sahibi için “Ben
siftah ettim, aynı malı komşumda da bulabilirsiniz. O henüz siftah etmedi,
buyurun, oradan alınız.” diye biliyorduk. Bu efendilik günlük hayatımıza
hâkimdi. Bu yazımız da esnafımızın yüzlerce dinî-meslekî bir şekilde dâhil
oldukları loncalardan ve onların ana-kitabı olan fütüvvet namelerden uzun uzun
bahsetmeyi çok isterdik. O geleneğin devamı, o ahlâkın salâbeti bizim en büyük
kuvvetimizdi. Maddi ve manevi dayanaklarımızın mübarek kaynağı, bu tesanüt, bu
sert yaşama kararında aranmalıdır. Kendimize, kendi içimize karşı sert,
amansız, müsamahasızdık. Çünkü insanlar nefislerine ancak böyle
hükmedebilirlerdi. Biz birbirimizi seven insanlardık. Gani ve cömerttik.
Ocağımızda, tezgâhımızda, işimizde, aşımızda bereket vardı. Bu sağlam, bu
sapasağlam ahlâkı kimsenin bozmasına müsaade etmemeliyiz. Birkaç muhtekir,
faizci, mütegallibenin sefil ve rezil doymazlıkları için bu kavî yönümüzde kimseyi
barındıramayız. Yine birkaç faizci, mütegallibe ve muhtekir demekle şahsen
kimseyi kastetmiyoruz.
Her
şeye rağmen biz bu mazlum ve masum halkın kanını emmekte, onun sırtında
tepinmekte devam edeceğiz diyenler varsa, o zaman hiç çekinmeden ilan edelim
ki, muhataplarımız onlardır. Muhataplarımız onlardır, fakat ellerimiz de
yakalarında olacaktır. Ayıplı ve yüzü karalı olanlar gocunmakta hür ve serbesttirler.
Onları, hatta ihtikârı, tefeciliği İslâm’ın tecviz etmediğine ve haram
kıldığına ait vazü nasihatler verirken bile yakalayabilirsiniz. Öylesine
yüzsüzdürler.
Birkaç
kişinin dışında mübarek ve faziletli halk, Ömer Baba’nın yolundadır.
Ömer
Baba’yı bilirsiniz. Hakk’ın âşık kullarından Ömer Baba’yı. Gönlünü, cümle mahlûkatın
sevgisini ve hukukunu sığdıracak kadar alabildiğine genişleten, kalbini
Beytullah haline getirenler içinde yiğit bir kişi. Halkın anlı şanlı, Halkın
anlı şanlı bin bir muazzez ve mukaddes dostlarından biri.
Ömer
Baba gün ışımadan işe koyulur, bostan suvarırmış. Evine dönerken tarlasının
kenarında hıriğine yapışan çamurları
“Bunlar bu tarlanın hakkıdır.” diye oracıkta sıyırıverir, öyle yola revan
olurmuş. Tarlanın hakkını ödeyip, gözeterek. Otun, ağacın, kurdun kuşun,
böceğin balığın, suyun somunun hakkı böyle sayılır. Tarlanın, toprağın hakkı
böyle korunur. Ya insanın? Onun gönül üzre, baş üzre olan yeri, hakkı, hukuku?
Eğer aklımız cüce sayılmaz da yeterse, Bunu biz ölçüp biçelim. Hizaya
getirebilirsek biz ölçeğe, ölçüye vuralım. Rahmetler içindeki Ömer Baba’nın
hikâye-hakikatindeki ders, cümle münasebetlerimize hâkim olmadıkça, bu ahlaka,
bu inceliğe ermedikçe, esnaf çiftçi, hoca talebe, zengin fakir, ne olursak
olalım, iç darlığından, dünya darlığından, çilelerden ve kahırlardan
kurtulamayız.
Ömer
Baba’nın hikâyesini, hakkın hukukun bahis mevzu olduğu her fikirde, her işte ve
her yazıda yılmadan, bıkıp usanmadan, onu belleğimizde yaşatana,
hareketlerimizde yaşatana kadar yazmakta devam edeceğiz.
Kaynakça: Arapgir
Postası, 26 Ekim 1956
Yorumlar