ALİ ULVİ KURUCU HATIRATINDA MEHMET AKİF ERSOY


Akif Bey’in Hicreti ve Fazileti

            Akif gerek ailesi, gerek çocukları ve bazı yakınları bakımından talihsiz bir insandı. Rahat görmeyen bir insandı… Bu dertli hali onun Türkiye’yi bırakıp gelmesinin değerini çok arttırıyordu.

            Bir kere, Milli Mücadele’ye isteği ile katılmış, memleketin İstiklâl Marşı’nı yazmış, en büyük şairi olmuştu. Siyasi bir suçlu değildi. Zorla hudut haricine çıkarılmamıştı. Tamamen kendi gönlüyle, isteğiyle, ihtiyarıyla, iradesiyle, memleketindeki bütün imkânları, sevdiği İstanbul’da, dostları arasında yaşamayı bırakıp terk-i diyar etmişti. Onunki dini için davası için yapılmış tam bir hicret idi…

            Bir tarafta da, Türkiye’den ölüm veya hapis korkusuyla mecburen kaçıp gelmiş mülteciler vardı. Bu iki hareket tarzı elbette ki bir değildi. Bu bakımdan Akif Bey’in, o sıkıntılara katlanıp Kahire’de kalması çok kıymetli, çok faziletli bir hareket idi.

İhsan Efendi’nin “Safahat” Hediyesi

            İhsan Efendi’nin Akif Bey’i böyle methetmesi, bizi Akif’e âşık etmişti. Bir gün kendisine derdimi açtım:

            “Efendim, Akif Bey’in şiirlerini çok seviyorum; ama maalesef bende Safahat yok” dedim.

            “Deme yahu! O hâlde bazı şiirlerini nasıl ezberden okuyorsun?”

            “Efendim, yurtta komşumuz olan Hazret adında bir Çerkes kardeşimiz var. Onun kitabını ödünç alıp okuyorum…”

            “Dur öyleyse, bende hepsinden bir fazla nüsha var.” diyerek ilk altı kitabın ciltlisini ve son basılan Gölgeler’i, yani bütün Safahat’ı hediye etti.

            Allah rahmet eylesin, böylece İhsan Efendi’nin ihsanı olarak, benim de bir Safahat’ım olmuştu.

Hamallık Yapmaya Razıyım

            İhsan Efendi, Akif Bey’in para ve menfaat hususlarında çok çekingen, alıngan ve çok nezih bir insan olduğunu, kendisini Kahire’ye davet edip himayede bulunan Abbas Halim

            Paşa’ya karşı bile çok dikkatli davrandığını anlatmıştı:

Abbas Halim Paşa’nın geliri vardı. Zengin insandı. Akif Bey ancak onun Hilvan’daki evinde oturmaya razı oldu. Hatta birkaç defa Kahire’de bir ev kiralamak istedi. Prens kendisine darıldı:

            “Akif Bey bir daha bu sözü bana söylersen, dostluğumuz gider. Buna da razı olamam. Bir daha sizden bu özü duymayayım.” dedi.

            Akif, maddi sıkıntı içindeydi, ama halinden şikâyet etmiyordu. Hatta Abdülvehhab Azzam, kendisine, üniversitede Türkçe muallimliği teklif ederken:

            “Akif Bey, bilmem ki, size zor mu gelir? Zahmet olur mu’ diye sorunca, şöyle cevap vermiş:

            “Doktor, size bunu ben arzetmek istiyordum. Sizinki keramet gibi oldu. Param bitti, çareler düşünüyordum…”

            Azzam’ın buna karşılık:

            “Efendim, Kahire’ye gidip geleceksiniz, çoluk çocuğa gramer okutacaksınız.” deyince de, Abdülvehhab Azzam’ı ağlatan şu cevabı vermiş:

            “Hamallık bile yaparım…”

Akif Bey’i yakından gördük, yaşadık. Bu kadar mert, bu kadar nezih bir insandı. Özüyle, sözüyle, tevazuuyla insan olmak, insan kalmak aşkını taşıyan bir insandı.

İsmail Ezherli’den Hatıralar

            Mehmet Akif Bey, İhsan Efendi’nin Ezher’deki talebeliği yıllarında, onun iki Türk arkadaşıyla birlikte kaldığı odasına uğrar oturur, çaylarını içer; iki arkadaştan İsmail Ezherli Hoca’nın yaptığı su böreği ile Hafız Eşref’in tavuk çorbasını çok beğenerek yermiş.

            Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilâtında uzun seneler vazife gören İsmail Ezherli Efendi ile de Akif Bey hakkında konuşmuştum. Kendisi şunları söylemişti:

            “Akif Bey merhum, yazacağı şiirin, başlamadan önce planını yapar, ona göre istediği şekilde yazarmış. Bir gün yurda gelmişti. Canı sıkkındı. Şöyle dedi: “Yahu çocuklar, şiire başladım ama baktım şiir beni bırakmış…”

            Ezherli Hoca, üç arkadaşın, Akif Bey’in kendilerini ziyarete geldiğinde ne kadar sevindiklerini, babalarını görmüş gibi olduklarını ve merhumun daveti üzerine onun evine gidip yemek yediklerini, birlikte Nil kenarında çay içip sohbet ettiklerini anlatmıştı.

SAFAAT SADELEŞİR Mİ?

         Ali Yakup Bey, bir gün İhsan Efendi’den bir istekte bulundu:

         “Efendim, arkadaşların derse gelişinden yarım saat önce gelsem, bana Safahat okutur musunuz? Sizden Safahat’ı baştan aşağı bir okumak istiyorum. Acaba takıldığım bir yer var mı? Doğru anlıyor muyum?” dedi.

         Ali Yakup Bey, Arnavut olmasına rağmen, Osmanlıcayı çok iyi okur ve hatasız yazardı. Yazısı da çok güzeldi.

         Bir gün derse gittiğimizde, Safahat okuyorlardı. Biz gelince kapattılar… Ali Yakup Bey’in bazı safiyane sualleri olurdu. Dalgınlıkla, fazla düşünmeden, içinden geldiği gibi konuşuverirdi. O gün de İhsan Efendi’ye:

         “ Efendim, Safahat’ı bu kadar biliyorsunuz, Akif Bey’i bizden iyi anlıyor ve seviyorsunuz… Safahat’ı sadeleştirelim, diyorlar. Bunu siz yapsanız iyi olmaz mı? “ diye soruverdi.

Safahat’ı Anlamayan Millet

         İhsan Efendi tebessüm etti:

         “Hazret, o zaman sade su olur yahu.” dedi. “İçinde tane kalmaz. Sade su beslemez. Çorbanın içinde tane olmalı… Artık bu millet, Safahat’ı da anlamayacak hale gelecekse; gitsin de Allah yeniden bir millet getirsin yahu!”

         “Size şunu söylemek isterim. Yeni yeni işitir oldum: Şiir okurken yanınızda kamus bulunacakmış! Şiiri hiç lügata bakmadan anlayacakmışsınız!

         “Bu nasıl olur? Muhakkak her şiirde, lügata bakmanızı icap eden kelimeler olur. Bir şair, görmüş, bilmiş, hissetmiş, düşünüp taşınmış, en yüksek hislerini, gönlünün, ruhunun duygularını kâğıda dökmüş. Bunun için tabii ki, günlük lisanda bulunmayan, derin, ince manaları ifade eden kelimeler, rumuzlar kullanacaktır. Bütün dillerde de bu böyledir.



Lügata Bakmadan Safahat Okunur mu?

         “On bin mısradan fazla Safahat’ı okuyacaksın, ama lügata bakmayacaksın. E! Edebiyat senin mesleğin mi? Lisana ne kadar aşinasın? Şiir okurken kaç yaşında olacaksın? On beş, yirmi, kırk, elli! İnsan ana dilinin edebiyatını bilerek mi dünyaya gelir ki, hangi şiiri ve edebi yazıyı okusan, her yaşta, anlayacaksın? Bunlar saçma fikirler!

         “Yahu adam, ömrünü vermiş: Fatih camii ile başlamış, Sanatkâr ile bitirmiş. Tevhidi var, feryadı var, camii var, kahvesi var, hastası var, var, var, var, var…”

         “ 1400 senelik İslâm, 650 yıllık Osmanlı ve bin senelik Müslüman Türk tarihini, yükselişiyle, başına gelen felaketleriyle, her safhası ile yazmış…

         “Tasviri var, feryadı var, fikriyatı var! Sen bunların hepsini, lügata bakmadan, okumak anlamak istiyorsun! İnsaf yahu, insaf!”

Kartallar ve Tavuklar

         Burada, Mısır’da da böyle şeyler söyleniyor. Akif Bey’in sevdiği muharrirlerden olan Mustafa Sâdıkur Râfiî’ye de Taha Hüseyin gibi modernistler demişler ki:

         “Üstad, siz çok yükseklerde uçuyorsunuz. Üslup ve ifadenizi gençlik anlamıyor. Biraz okuyucunun seviyesine inseniz!”

         Üstad Râfiî’nin onlara bir cevabı var. Eminim Akif Bey de olsaydı, böyle söylerdi.          Demiş ki:

         "Yahu, ben, yerlerde, topraklarda sürünen cemiyeti, biraz yükselsin, nefes alsın, ciğerlerine biraz temiz hava girsin diye, semalara, göklere çıkarmak istiyorum. Siz tavuklarla, kartalları bir tutmak, kartalları da tavukların yanına indirmek istiyorsunuz. Ben hepsini kartal yapmak istiyorum."

Dışı Var, İçi Yok; Cismi Var, Ruhu Yok

Akif Bey'den duymuştum. Esterâbâdî'nin bir beyti var. Beytül kasîddir, mısra-ı bercestedir, hakkında ciltler yazılsa, şerhi bitmez. Beyit şudur:

Alimanra ilm hest ü nist Mürganra bal hest pervaz nist

Mürganra bal hest pervaz nist

            Bu Farsça beytin kısa manası şudur: "Âlimler görüyorsun, ilmi var, irfanı yok. Kuşlar görüyorsun, kanadı var, uçması yok..."

            Hayretlere sezadır ki, âlim görüyorsun, irfanı yok, derunî tarafı yok; ilmiyle âmil değil, ilmini hazmedip kendine hâl edinmemiş; dışı var içi yok; cismi var, ruhu yok... Cevheri yok, cihadı yok, gayesi yok, davası yok...

            Peygamber vârisi olduğunu unutmuş! Peygamber senin gibi mi yaşadı? Nedir bu gamsızlık, hissizlik, davasızlık! Böyle Peygamber vârisi olur mu? Bu hangi Peygamberin vârisi?

            Tavuk gibi onun da kanadı var, ama uçamıyor.

            Râfiî merhum da:

            “Ben okuyucumu, tepelere, şahikalara, bulutlara çıkarmak istiyorum. Ona, duyduğum acıları, ızdırapları duyurmak istiyorum. Sizler beni tavuk kümesine sokmak istiyorsunuz…” diyor.









Abdülhak Hamid'in Şiirleri

            İhsan Efendi, bana şiiri sevdirdi ya, artık o hale geldim ki, her fırsatta, ders içinde bile bir vesile bulup, bahsi şiire kaydırıyorum…

            İhsan Efendi, Akif’den sonra, Namık Kemal ile Ziya Paşayı da sever, okurdu.

            Fakir o günlerde Abdülhak Hamid'i de okumaya başlamıştım. Kendisine bundan bahsedince şunları söylemişti:

            Vaktiyle gençliğimde ben de Hamid’i okudum. Akif Bey’le tanışmazdan önce, hatta Hamid’i, bir dahi olarak görenlerden idim. Fikret, Hamid için “Dâhî-i A’zam” der.

            Fakat Akif’i tanıdıktan sonra, onun, şiiri niçin yazdığını ve memleketin derdini, davasını gözümle gördükten sonra, takdir ölçülerim değişti.

            Bir de Hamid’in şiirleri, insanoğlunun halledemeyeceği, kimsenin sırrına vakıf olamayacağı meselelerdir. Ölüm bahsi… Nedir? Ne aslı bilinir, ne çaresi bulunur! Ağla dur… İnsan ölmüş; facia, felaket! Peki sonra?

           

Akif ve Hamid,

            Bir gün Akif Beyle konuşuyorduk. Kendisine sordum:

            "Efendim, kudret-i şairane itibariyle, (Abdülhak) Hâmid'le kendinizi nasıl bulursunuz?" Şöyle cevap vermişti:

            "Hâmid'le benim aramdaki fark şudur: Ben yükseldiğimde, Hâmid kadar yükselemem. Alçaklığımda da o kadar alçalamam..."

            Bence, “yükselmem” demesinde tevazu vardır. Akif, Hamid’den fazla yükselmiştir. Metafizik, ilahi, ruha, imana ait, tevhide dair bahisler, Akif’de daha açık, daha olgun, daha dolgundur.

            Hamid’de de iman vardır. Fakat çok felsefi mülahazalar, felsefi ilhamlar halindedir. Şüphelerle doludur. Kâfir denmez; münkir, mülhid denmez; fakat Hamid’de şüpheler vardır.

            Akif Bey’de, bütün düşünceler, mülahazalar sonunda yine teslimiyete varır. Akif Bey’in ilhamları, Kur’an-ı Kerim den, vahiyden, Resulullah’tan alınan ilhamlardır.

            Akif Bey, o konuşmamızda, Hâmid hakkında, ondan naklen bir de şunu söylemişti:

            “Hamid Bey’in kendi sözü olduğu için söylüyorum. Bir de şöyle demiştir: Benim belimden yukarım insan, ondan aşağısı canavardır… Bu kendi sözüdür. Ben elhamdülillah, bunu diyemem, buna razı olamam ve böyle bir perişanlığa düşmemeyi de Rabbimden niyaz ederim. Her yerim ve her halimle insan olmanın gayretindeyim…”











Gaflet Sayesinde… Yaşayıp gidiyoruz

Cevhere Sultan’ın ahvalini ve bu sözlerini İhsan Efendi’ye anlattım. Hoca dedi ki:

Çocuklar, Akif’i rahmetle anmamak mümkün değildir. Her vesile ile adamı anarım. Niçin bu kadar severim? Diye kendime sorarım. Sevilecek insandı da ondan, diye, Allah’a şükrederim. Merhum der ki:

Târih’ten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

“Târîh”i tekerrür diye ta’rîf ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

Yahu biz, geçmiş tarihten ibreti bırakın, yaşayan hanedanımızın hâliyle alâkadar değiliz. Bırakın tarihi ki okuyacaksınız da netice çıkarıp, hisse alacaksınız! Biz gözümüzün önünde cereyan eden hâdiselerden ibret almıyoruz.

Yahu çocuklar hep söylüyorum: Müslüman Türkün gülecek günü yok! Fakat gaflet sayesinde, bizler gülüyoruz, eğleniyoruz, evleniyoruz, öyle yaşayıp gidiyoruz.

Midhat Cemal’in Kitabı

            1941 yılındaydı. İhsan Efendi’nin dersindeydik. Eski Gerede müftüsünün oğlu Nevzad, elinde bir kitapla geldi. İstanbul’dan Eşref Edip Bey göndermiş. Hoca paketi açtı. Midhat Cemal Kuntay’ın yazdığı “Mehmet Akif” kitabıydı.

O sırada İsmail Erzherli, Ahmed Davudoğlu, Muharrem Develioğlu, Bulgaristanlı talebe kardeşlerimiz, Mustafa Runyun ve Ali Yakup Beylerle başka talebe arkdaşlar da vardı.

İhsan Efendi kitabın sayfalarını çevirince, aralardaki fotoğraflar göründü. Bunların birinde, Akif Bey yaşlı, hasta, sırtında paltosuyla bastonuna dayanmış görülüyordu.

Sayfanın arkasında, Akif Bey’in kendi fotoğrafını görünce yazdığı kıt’a vardı:

Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok!

Sen mi kaldın, yalınız kafileden böyle uzak?

Postu sermekse murâdın yola, serdirmezler;

Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.

Bir Avuç Toprak

Bir zamanlar kışın palto giymeyen, bazen giyecek plato da bulamayan Akif merhum, bakınız fotoğrafta palto ile görülüyor. Şöyle derdi:

“Yahu bana ne oluyor? Kahire’nin sıcak havasında bile üşüyorum…”

Bu resim için yazdığı gibi, yine böyle fotoğrafta yere düşmüş görülen gölgesi için, yine 1935’te söylediği, acıklı birkaç mısra daha vardır.

Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim..

Ne saâdet, hani ondan bile mahrumum ben.

Daha bir müddet emînim ki hayâtın yükümü,

Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben.

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,

Bana çok görme, İlâhî, bir avuç toprağını!..

Akif Bey’in İhsan Efendi’ye Duası

İhsan Hocamıza tabii olarak, Akif Bey merhumla olan hatıralarını sorardık. Şöyle demişti:

Merhum Akif Bey’den çok şey öğrendim, çok istifade ettim. Efendilik, tevazu, dürüstlük, mertlik… Hepsi onda tam olarak mevcuttu. Samimiyet ve ihlâsının haddi de, eşi de bulunmazdı.

Akif Bey’in benim hakkımda söylediği samimi bir sözü vardır. Bu sözü ben bir iltifat, bir teveccüh, Allah’ıma bin şükran vesilesi olarak anarım. Merhum, fakire müteaddid defalar şunu söylemiştir:

“İhsan Efendi, insan medenî bit-tab’dır derler. Yaradılışı itibariyle medenîdir. İnsanlarla birlikte yaşamaya, geçinmeye muhtaçtır. İnsan âşıkıdır; bedevî değildir, medenîdir. Şehir hayatını daha çok sever. Buna ihtiyacı vardır. Ben bunu Mısır’a geldikten sonra anladım.. Eğer sen olsaydın, bu gurbet ellerde, ben ne yapardım?

“Ey bana gurbet elleri on senedir aşina kılan İhsan Efendi, sana, bir ananın, bir babanın, evlâdına duası gibi dualar ediyorum..”

İşte böyle, ben, Akif’in duasını almış bir kimseyim. Bununla iftihar ederim. Allah’ıma hamd ederim.

Akif Bey, Kur’an Dinlerken

İhsan Efendi, Akif Bey’le birlikte yaptıklarını da anlatmıştı:

Akif Bey, haftada bir Cuma günleri tekkeye gelir. Âmâ Hâfız Şıh Rufat’ın namazdan önce mukabele okuduğu camiye gideriz. Burası bizim kaldığımız tekkeye çok yakındı. Yürüyerek gider geliriz. Akşama kadar tekkede kalır, sohbet eder, yemek yer, çay içeriz.

Akif Bey, bu Şıh Rıfat’ın okuyuşunu çok beğenir, şöyle derdi:

“Şu kanaata vardım ki, simaların insanda değişik tesirler uyandırması gibi, seslerin de farklı tesirleri var. Bu şahsın sesinde, gözlerle görülmeyen, fakat gönüllerde sezilen, ruhla duyulan bir cazibe var. Sanki her sesten her şahıstan çıkan bir şua, kalbimizi yakıyor, aşkımızda heyecanlar uyandırıyor.

“Bunu ben İstanbul’daki bazı hâfızlarda da görmüştüm. Başta Hâfız Deli Hüseyin’in hakikaten insanı deli eden bir sesi vardı.

“Canım ne uzağa gidiyoruz. Kur’an-ı Kerim’i açalım. Niçin bu kadar peygamber gelmiş geçmiş de, inen vahyi okurlarken, insanlar, dağlar, taşlar, kuşlar onlarla beraber ağlamamışlar da, Davud aleyhisselâm okurken ağlamışlar? Bu gösteriyor ki istisnalar var.

Akif Bey’in Yazmak İstedikleri

“Şıh Rıfat Kur’an okurken aklımdan neler neler geçiyor. Ey Allah’ım! Bunları yazsam diyorum. Ama eve gidiyorum; unutuyorum. İnşallah yazarım, yazarım derken, geçip gidiyor.

“İhsan Efendi, hele bu Şıh Rıfat, âmâ olduğundan mıdır, manayı bilerek okuduğundan mıdır, nedir daha tesirli oluyor. Dokunaklı âyetlerde, celâlli âyetlerde ağlıyor. Onun ağlaması bana çok dokunuyor. Gözüm belki ağlamıyor ama, gönlüm ağlıyor, kalbim yanıyor. Neler neler düşünüyorum:

“Acaba, diyorum; Resûl-i Zîşân, bu âyetleri telâkkî ettiği zaman, neler hissederdi ki, ben bu gafletimle, Şıh Rıfat’tan dinlerken bu kadar huşuya bürünüyorum. Acaba, Cibrîl-, Emîn’den, yerleri gökleri saran o vahyi dinleyen Peygamber-i Zîşân neler duyar idi acaba?

“Bu hislerimi, düşüncelerimi yazmak isterim, ama zihnim o kadar perişan ki, kendimi bir türlü toparlayamıyorum…”

Akif Bey’in Zevcesinin Hastalığı

İhsan Efendi, Akif Bey’in fazla bilinmeyen aile sıkıntılarını da biraz söylemişti ki, o kadar dertli bir adamın, bir de, insanın en hassas yeri olan aile hayatında da rahatsız olması, hakikaten çok üzüntü verici bir hâldi. İhsan Efendi, şöyle demişti:

Akif Bey’in bir talihsizliği vardı ki, hiç sormayın! Akif Bey, çileli bir insandı. İnsan evlenir. Evinde mes’ud olur, rahat eder, zihnini vücudunu dinlendirir. Dışarıda yorulup üzülse, evinde teselli bulur, rahat eder… Fakat Akif’in evi, maalesef bir matemhane idi. Hanımı, bilhassa son zamanlarda, had safhada sinir rahatsızlığına düçar olmuştur. Evhamlar içindeydi. Sinir krizleri geçiriyordu. Devamlı ilaç kullanırdı.

Zevcesi, Akif Bey’in ikinci bir hanımı olduğuna kani idi.

Akif Bey,

“Hanım, bütün hafta beraberiz, bir Cuma günü namaza, İhsan Efendi’ye gidiyorum. İstersen oraya da gel beraber gidelim, seni de evine bırakırım…” dese fayda etmez; kadıncağız:

“Aaaa, ben uyuduktan sonra, sen gidiyorsundur…” dermiş.

Hatta komşularda düğünler olur, def sesleri duyulunca:

“’Âkif’in düğünü oluyor.” dermiş.
















Yorumlar

Popüler Yayınlar