MERAM ADI

    

                                                                                                       

      MERAM ADI

      Meram kelimesi, Konyalıca; “Amaç, arzu, hedef, gaye, tema” anlamlarında. Herkesin görmek, kavuşmak, gezmek, yaşamak için can attığı bu cennet mesireliğin özel adı olmuş. Böylece anıla gelmiş. Bu adla tarihlere, belgelere, vakfiyelere, seyahat-nâmelere, kitaplara, şiirlere geçmiş, dilden dile, gönülden gönüle yayılmış.
      
      Meram, şehir merkezinin doğusunda, 8 km. mesafede. Batıdaki Loras Dağı’nın dik meyilli çıplak yamaçları ile bu yamaçların doğu eteklerinde Konya yönüne doğru yelpaze gibi açılan bir yeşillikler armonisi. Bu yeşilliklerle kaplı yamaçların yanı sıra Konya ovasının bu taraftaki düzlüğünün bir kısmını da içine alır.

      Meram asıl güzelliğini, kişiliğini ve dillere destan ününü, Selçuklular zamanında alır. Bu güzellikler, Karamanoğulları, Osmanlılar ve Cumhuriyet dönemlerinde artan bir câzibe ve efsunkârlıkla devam eder gelir. Selçuklu Konyasını dışardan kuşatan surların oniki kapısından biri Meram’a giden yola açılıyordu ve adı da “Meram Kapısı” idi. Meram’ın Mevlâna’lı ve Mevlevîli asırları, Selçuklu başkenti Konya’nın kültür tarihine unutulmaz hatıralar kazandırmış. Akan suya, açan çiçeğe, kokan güle, yeşeren yaprağa sinen; esen melteme karışan; aşk, mânâ, marifet dolu tadına doyulmaz sohbetler, satırlarda ve dillerde yerini almış. Mimariye geçmiş, Meram’daki mescidlerin, türbelerin, daru’l-huffâzların, evlerin, konakların taşına, mermerine, ahşabına, harcına karışmış, bize kadar gelmiş.

      Karamanoğulları dönemindeki aşk, şevk ve zevk günlerinin mimarideki tecellisi, Hasbeyoğlu Mescidi’ni, Daru’l-huffâzı’nı, Hamamını bize armağan etmiş.

      Osmanlı asırlarındaki Meram bir başka güzellik, bir başka lâtafet, bir başka zarâfette. O kadar efsunkâr ki, Konya’ya gelen ünlü misafirler, beyler, şehzâdeler, sultanlar, Meram’da ağırlanıyorlar. Sultan IV. Murad, 1637 Haziran’ındaki gelişinde Meram Bağları’nda dinlenir. Mektep, mescid, türbe, konak, değirmen, fırın, dükkân ve çarşılarla donatılmış. Meram’a yerleşip kışlayan ailelerin çocukları için “Cedidiyye”, “Hadika-i Maarif”, “Sefiyye” adında okullar açılmış.

      Cumhuriyet yıllarında yeni güzellikler, imkânlar elde eder, Meram. Modern araçlar, çağdaş yönetim, kurum ve kuruluşlara erişir. Çağdaş imkânlar, elektrik, su, yol, ulaşım, Meram’a ve Meramlı’ya daha rahat ve kolay yaşama sevinci ve huzuru verir. Yeni okullar, hastaneler, kütüphaneler hizmete sunulur.

      Dağların gerisinden toparlanıp gelen ve Loras ile Takkeli Dağları’nın eteklerinden coşan ırmağın binlerce yüzyıldan beri aka aka meydana getirdiği dere vadisinin, Konya Ovası’na açılan ağzına kurulmuş Meram, yemyeşil çimenler, koyu gölgesi asırlık ağaçlardan oluşan derin ve serin koruluklar özellikle yazın dayanılmaz kurak ve sıcak günlerin (Eyyâm-ı Bahûr), ehl-i zevkin sığınağıdır.

     


MEVLÂNA GÜNLERİNDE

      Gönüller Sultanı Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin unutulmaz hatıraları arasında Meram’ın özel bir yeri var. O büyük Hak Âşığı da sık sık Meram’a gider, sohbet ve sema meclisleri kurulur. O, en coşkulu şiirlerini burada yazar. Çelebi Hüsâmeddin’in bağında can dostları ile birbirinden güzel aşk, mânâ, edep ve lâhûtî konuların dillendiği ledünnî sohbetler yapar. Bu coşku ile göğe kanat açıp pervâz eden dervişlerin sema’ını seyreder.

      Geliniz Meram’daki Mevlâna günlerinden birkaç hatırayı, Eflâkî’den dinleyelim:
      Bir gün Mevlâna Hazretleri, ulu arkadaşlarla birlikte Meram Mescidi’nden şehre dönüyordu. Birdenbire ihtiyar bir rahip karşılarına çıkıp önlerinde baş koymaya başladı. Mevlâna ona: “Sen mi yaşlısın, sakalın mı?” diye sordu. Rahip “Ben, sakalımdan yirmi yıl daha büyüğüm, o daha sonra çıktı” dedi. Bunun üzerine Mevlâna: “Ey zavallı! O senden daha sonra çıktığı halde, erişti ve kemâle erdi. Sen evvelce nasıl idiysen şimdi de siyahlık, perişanlık ve hamlık içinde yüzüyorsun. Eğer değişmez ve olgunlaşmazsan yazıklar olsun sana!” buyurdu.
      Zavallı rahip hemen zünnarını kopardı ve îman getirerek inançlı Müslümanlardan oldu. (III/53)

      Seriyy-i Sakatî’nin sırrı olan Malatyalı Mevlâna Şemseddin (Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun) şöyle rivayet etti ki: Şeyh Seyfeddin-i Baharzî’nin oğlu Müzhirüddin Konya’ya gelince bütün ulular ve faziletli kişiler onun ziyaretine gitti ve onu son derece ağırladılar.
      Tesadüfen o gün de Mevlâna Hazretleri bütün dostlarla birlikte Meram Mescidi’ne gitmişlerdi. Şeyh Muzhirüddin der ki: “Acaba benim Konya’ya geldiğim haberi Mevlâna’nın mübarek kulağına gitmemiş mi? Çünkü (bir şehre) gelen ziyâret edilir, denilmiştir.”
      Mevlâna’nın arkadaşlarından bir dânişmend, onun bu sözünü işitti. Öte tarafta Mevlâna, hakikatleri takrir sırasında birdenbire: “Ey kardeş! Gelen biziz, sen değilsin. Sen ve senin gibilerin bizi ziyaret etmeleri ve bizimle müşerref olmaları lazımdır.” demeğe başladı. Mecliste bulunanlar: “Mevlâna Hazretleri nereye ve kime hitabediyor?” diye nükte ve işârete şaştılar.
      Ondan sonra Mevlâna: “Biri Bağdad’dan geldi, öteki kendi ev ve mahallesinden dışarı çıktı. Hangisini ziyaret etmek daha iyi olur?” diye bir misâl getirdi.
      Orada bulunanlar: “Bağdad ülkesinden geleni ziyâret etmek daha iyi olur. Onu ziyâret edip ağırlamak vacip olan şeylerdendir.” dediler.
      Mevlâna: “Hakikatte biz mekânsızlık Bağdad’ından geldik. Bu aziz Şeyhzâde ise, bu dünyanın bir mahallesinden geliyor. O halde ziyaret edilmeğe ve ağırlanmaya o değil, biz daha lâyığız.”
      Şiir: “Biz ruh âlemi Bağdad’ında, Mansûr’un (darağacına çekilmesi) gürültüsünden önce ene’l-Hak diyorduk.”
      Bunun üzerine müritler sevindiler ve şükrettiler. (Bu) hikâyeyi rivâyet eden buyurdu ki:
      -Şehre girdiğim vakit Müzhirüddin’in müridlerinden: “Şeyh-zâde’niz bu gün ne anlattı? diye sordum. Onlar, olduğu gibi bu hâdisenin hikâyesini anlattılar. Bu haberi işitince aklım başımdan gitti. Bunu Şeyhzâde’ye bildirdiler. Kalkıp yaya olarak Mevlâna Hazretleri’ni ziyârete geldi ve başını açarak hakkı teslim etti. Mevlâna’yı sevenlerden oldu ve ona: “Babam senin hakkında: “Demirden çarık giy ve eline demirden asâ al, Mevlâna’yı aramaya git; çünkü, o ulu kişinin sohbetine nâil olmak farzlarından biridir.” Diyerek tenbih ederdi. Babamın bu sözü gerçekten doğru imiş. Mevlâna’nın yüceliği, babamın söylemiş olduğundan yüz bin mislidir.
      Şiir: “Senin olgunluğunu vasfetmek için ne söyledilerse, yinede bir şey söylemiş değillerdir. Sen söylediklerinden yüz şu kadar daha fazla kemal sahibisin.” dedi. (III/57)    

      MERAM’DA YAŞAYIŞ VE YAŞAMA SEVİNCİ

      Meram bağ ve bahçeleri yazın, insan sesleriyle canlanır. Şen kahkahalar koruluklara yayılır. Çocuk sesleri cıvıl cıvıl her tarafta işitilir. Bir zevk, bir eğlence, bir lâtifa âlemidir, sürer gider gün veya gece boyunca.

      Meram’da her ağaç altı, her ev, her konak bir güzelliğe, bir tenezzühe medar olur. Çoluk çocuk tabiat güzellikleriyle kendisinden geçer. Oynar, coşar, eğlenir, dinlenir. Edebî sohbetlerin, nezih oturmaların, sema âyinlerinin, zevk u safa görüşmelerinin düzenlediği evler, sedirler, hayatlar, bahçeler, bağlar, konaklar unutulmaz, haftalarca dilden düşmez hatıralara sahne olur. Seçkin misafirlerin ağırlandığı “Çelebi Konakları” ile şiir, musiki, çetnevir âlemlerinin yapıldığı eşraf, aynı “Bağevleri”, yabancı seyyahlarda bile unutulmaz anılar bırakmış.

      Eskiden Meram’daki yazlıklara, genellikle ilkbaharda taşınılır. Şehre pek seyrek inilir. Meyve – sebze ihtiyacı bahçeden sağlanır. Ekmek tandır veya fırında yapılır. Aile, tüketeceğini üretir. Çoğunun bahçesinde su ırmağı veya havuzu var. Sabah kahvesi bunun başında yudumlanır. Sonra bağ, bahçe işlerine sıra gelir. Yapılır veya bahçıvana talimat verilerek yaptırılır. Öğle yemeğinden sonraki bir saatlik uyku ihmal edilmez. Buna “Çelebi Uykusu” denir. Bu kadarcık uyku insanı tam bir gün daha kazandırırcasına dinlendirir. Uykudan kalkınca varsa işe devam edilir. Yoksa, giyilen beyaz üzerine çizgili entariyi tamamlayan hırka ile takke, sikke veya fesle “sıra”ya gidilir.

      Meram yolunda olduğu gibi bağ ve bahçe aralarında, tatil olan Cuma günleri ayrı bir kalabalık ve hareketlilik görülür. Şehrin kavurucu sıcağından bunalanlar çoluk çocuk bir arabaya doluşarak Meram’ın yolunu tutarlar. Heybeye, bohçaya, seleye, sepete nevâleler hazırlanmıştır. Herkes arzu ettiği gibi ağacın gölgesine halı, kilim, hasır, sergi sererek konar. Sohbetler edilir. Latifeler yapılır. Gülünür, oynanır, eğlenilir. Dinlenilir. Yemekler yenir. Evvel zaman Konya ve Meram’nda “çay” pek bilinmez. Pek az ailede var. O da sandığın dibinde, dolabın en üst gözünde. Zevk için değil, dert için. Mide bulantısı, üşütme olursa, hastaya içirilir. Onun yerinde kahve var bolca. Ayran, meyve şurubu var; buz gibi kuyu suyundan.

      Göz alabildiğine uzanan yeşilliklerin, sık dallı gür ağaçların serin ve derin gölgesinde, cıvıl cıvıl ötüşen kuşların, birbirlerine olan serenatlarına kulak verilir. Derken mindere, halıya uzanılarak güzel bir uyku çekilir. Buna “şekerleme” denilir.

      Genellikle erkekler ayrı, kadınlar ayrı eğlenir. Çocuklar her iki taraftanda nasiplenirler. Oyunlar arasında, taklitlerin temsillerin yanı sıra saklambaç, salıncak, ebelemece, kurtarmaca, çelik – çomak, üçtaş, beştaş, tekayak, uzuneşek, yakartop, yağ satarım bal satarım, fincan, en ünlüleri. Bunlar daha çok çocukların bazende çocuklaşan büyüklerin oyunları.

      Dönüş, ikindi sonu. Vakit gelince koşulan at, araba veya gelip alması tembih edilen fayton yahut yaylılarla şehre dönülür. Yatıya kalma niyetinde olanlar, daha şehirden gelirken “eli – boş” gelmezler. Heybe veya torbalarını kavun, karpuz, üzüm, patlıcan, biber gibi o zamanın Meram’ında pek fazla yetiştirilmeyen meyve ve sebzelerle doldurarak getirirler. But, et de unutulmaz.

      Yemek genellikle bahçede yenir. Irmak kenarında, zarif fıskiyeli havuzun başında, etrafa serilen halı ve minderlerle döşeli yer sofralarında bağdaş kurularak oturulur. Tahta kaşıklarla yenir. Ekmek, mis gibi tandır ekmeği. Bir sevinç, bir neşe, bir güzellik, devam eder gider; mum, şamdan, kandil, fener aydınlığında, ay ışığında “Arap – aşı”da ikram edilebilir.

      ÇELEBİ KONAKLARI

      Meram konakları arasında en güzelleri Mevlevi Çelebilerinin. Yazın Meram’daki “Çelebi bağı”nda yapılan âyin-i şerif ve sohbetler son derece rağbetli. Çelebilerin kaldığı konaklar, Çelebi bağının bulunduğu Cemel Ali Dede Ma’muresi ve Tavus Baba civarında, Eskiyol üzerinde, Meram çayı kıyılarında. Yeşile, suya nâzır; bağlık, bahçelik Yıldız Köşkü ile Köyceğiz köşkü en ünlüleri. O unutulmaz günlerin son şahitleri olarak hâlâ ayaktalar. Olanca yorgunluk ve ihmale rağmen.

      Yıldız Köşkü, Abdülvahid Çelebi’nin. Çelebi’yi ziyârete gelen gazeteci Re’gis Delbuf tarafından şöyle tasvir edilir: “Söz ile tarif olunmaz bahçeler arasında bin dönüşten sonra, içerisinde karaağaçlar, dişbudaklar ve kavaklar dikilmiş olan bu bahçeye girilir. İşte konak buradadır.
      Arabadan iniyoruz ve Büyük Çelebi’nin oturduğu yere geçiyoruz. Beyaz mermer döşenmiş ve ortasından tatlı bir çağıltı ile bir dere akmakta olan geniş bir yer. İtiraf edeyim ki, bir ev içerisinde bir akar su geçtiğini ilk defa görüyorum. Etraf daire daire doğu tarzında sedirlerle döşenmiş. Açık olan pencerelerden, bahçelerin güzel kokuları ve kuşların cıvıltıları, nağmeleri giriyor. İşte burada Abdülvahid Çelebi bizi hürmet dolu bir samimiyetle kabul ediyor.”

      İçinden ırmaklar geçen bahçesi, kamelyası, her daim suyu bulunan sarnıcı, havuzu ile azda olsa bağ, meyvelik ve sebzeliği ile bir şeyillik cennetindeydi, bu güzel köşk. Yıldız Köşkü, Çelebi tarafından Sultan II. Abdülhamid’in İstanbul’daki Yıldız Sarayı’na nazire olarak inşa edilmiş. Köşkün zarif arabalığı 1925’li yıllarda Nahiye Müdürlüğü olarak da kullanılmış. “Küçük Hanım” diye anılan Hüsameddin Çelebi’nin kızı Âdile Sultan zamanında en renkli ve hareketli günlerini yaşamış. Hasbeyoğlu Hamamı’nın üstündeki yamaçta kartal yuvası gibi yapılmış. Meram Vadisi’ne, bağ ve bahçelerine nâzır, ovaya nâzım bir köşk. Mevlevilik tarihinde unutulmaz hatıralara konu ve sahne olmuş.

      AŞK, MÂNÂ VE HATIRA YÜKLÜ SEMTLER

      ALAVARDI, AŞKAN: Meram’dan meram, aşk. Taşı toprağı, sebzesi, meyvesi aşkla peydah olmuş; Hamuru, çamuru aşkla yoğrulmuş, Meram’ın. Her köşede aşk sohbeti. Her köprübaşında aşk meclisi. Aşk alınır, aşk satılır. Çarşı pazar aşktır, aşk.

      Hamlığın giderilmesi için yanan, yanmanın sonunda olgunlaşan ruh ve nefs, ilâhi aşkın coşkunluğu ile sermest. Âşık, Maşuk-u Hakiki olan Rabb-i Zü’l-Celâl’i tefekkür, tefekkür, tezekkür ve teemmül sonucunda, dilinden, gönlünden O’nu düşürmez. Her yerde O’ndan bir iz, bir burhan, bir koku, bir güzellik, bir tecelli görür, keşfeder. Bununla dolar, bununla coşar. Leyl ü Nehar aklı da fikri de O’nda: Neticede, eli, kolu, gözü, kulağı hep O’nunla. Her şeye O’nunla bakar. Nitekim Meram’a yaklaşırken Alavardı (Alâ-vird: Daim zikirde), Âşkan (Âşıklar) adı verilen merhalelerden geçilir.

      DURUD: Böyle nezih semtlerden birisi de “Dûrud” Farsça “iki ırmak” demek. Şehir ırmağı ile Meram Çayı buradan geçer, şırıl şırıl akarak. Nitekim Yenikapı Mevlevîhanesi’nde sırlı bulunan Konyalı Yusuf Nesib Dede:
      Meram-ı valsa vâsıl olmağıçun keşti-i himmet
      Dûrut ittim akar çeşmim yaşı şam u sehar şimdi
      Acep midir yerin saffunial-i bezm-i fakrolsa
      Sadırler’den geçüb Aslım’dan aldım ben haber şimdi
      Terennümünde tevriye sanatıyla Dûrud’u da pek güzel değerlendirir.

      ÂTEŞ-BÂZ VELİ VE MAMURESİ

      Yüceler yücesi bir veli. Adı İzzeddin oğlu Şemseddin Yusuf. Onda dinin ve ledünni yatın aydınlıkları ve Yusuf Aleyhisselâm’ın güzellikleri var. Sultan’ul Ulemâ’nın kutlu kafilesi ile Konya’ya gelip yerleşenlerden. Görevi, Mevlâna Dergâhı’nın mutfağında aşkla dolu aşını hazırlamak. Aşçı velî. Aşı, gönül âteşiyle pişirilenlerden. Mutfak düzeninin koruyucusu, kollayıcısı. Ama Mevlevî mutfağı bu. Başlı başına bir âlem. Başlı başına bir terbiye ekolu, bir eğitim mimarisi. “Aziz yemek” prensibinden dolayı, dervişanın, yemek derdi, telâşesi yok. Genelde sâde, mütevazi sofra, tek kap yemek. Günde iki öğün somad; biri kuşluk biri ikindi sonu. Önemli günlerde biraz tatlı.

      Ama mutfağın bu mide aşından ve işinden çok daha önemli ve büyük görevi var. O da, Mevlevîliğe intisap sevdasına düşenlerin ruhî liyakati burada denemeden, sınavdan geçiriliyor, ölçülüyor. Âteş-bâz Velî tarafından. Hamlık zuhûr eder, liyakatsizlik görülürse, ayakkabısı dışarıya çevriliyor…

      “Âteş-bâz” Farsça, “Ateşle meşgul olan, oynayan” anlamında. Menkıbeye gönül verirseniz, Dergâhın mutfağında bir gün odun kalmaz. Aşçı Veli, ne yapalım diye Mevlâna’ya niyazda bulunur. Koca Pir: “-Ayaklarının kazanın altına sokarak pişirir” latifesinde bulunur. O da öyle yapar. Biraz sonra oradan geçerken durumu gören Mevlâna: “-Vay Âteş-bâz vay!” diyerek tebessüm eder. İşte aşçı veli Şemseddin Yusuf’un lâkabı o günden bu güne “Âteş-bâz Veli” olur. Onun bu unvanı, toplam sayısı yüzü aşkın Mevlevîhanelerin aynı görevdeki kişisi için alem olmuştur.

      Mevlevîlikte mutfak, matbahtır. Orada kazanda aş pişerken, “Saka Postu”nda da nevniyaz pişer, olgunlaşır. Can olur. Hücreye liyakat kazanır. Dede olur.

      “Âteş-bâz Veli” Şemseddin Yusuf 1285 yılında Hakk’a yürür. Türbesi, Selçuklu asırlarının Meram yolu üzerinde. Semtin adı “Aşkan” doğrusu “Âşıkan” yani “Âşıklar”. Burası bir huzur köşesi. Sade ve mütevazı türbesi gördüğü tamirlere rağmen Selçuklu özelliklerinde. Yanında bir de zaviyesi var. Uzaktan yakından gelenlerin kalması, dinlenmesi ve edebi meclislerden istifade etmesi için. Son önemli onarımı, 1315 / 1897 yılında Abdülvâhid Çelebi’nin yaptırdığı cümle kapısının üzerindeki Sıdkî Dede’nin tarih manzumesinden öğreniyoruz.

      CEMEL ALİ DEDE VE MA’MURESİ
     
      Bu mübarek veli, aslen Maveraü’n-Nehirli Mevlâna’nın lalası, bakıcısı olduğu söylenir. Sultanu’l-Ulemâ’nın gönüldaşlarına katılıp karışarak Konya’ya gelmiş. Bu ömür hizmeti sonunda burada Rabbi’ne kavuşur.

      Maddede uzun boylu, iri yapılı. Mânâda ise tevazuun mahviyetin ve diğergâmlığın mücessem timsali. Mevlâna’mıza çocukluğunda “deve (cemel)” taklidi yaparak sırtında taşıyıp, oyaladığı için “Cemel Ali Dede” diye anılmış. Mevlâna’mızın hayatında, Mevlevî kültüründe, dervişler arasında Mevlevîlerin Meram’ında müstağni bir yeri ve değeri var.

      Mezar ve türbesi günümüze gelen mamuresi Dûrud yöresinde. Burası yarım asır öncesine kadar Meram’ın en canlı, en hareketli yeri. Köşesindeki boş arsada bir kahvehane; karşı tarafta sıra sıra dükkânlar var. Yaya yolundan Meram, Köyceğiz ve Dere’ye buradan geçiliyor. Canlılığı sebebiyle, hemen bitişiğindeki “Dede bağı” yazın Mevlevî dervişleri, Çelebi Hazretleri burada, sema ve sohbet bu bağda. Meram’dakilerin yanına, şehirden arabalarla gelenler var. Âyin-i Şerif’de bulunmaya. Bu nedenle Cemel Ali Mescidi’ne “Dedebağı Mescidi”, “Tekkebağı Mescidi” de denilmiştir.

      Ma’murenin bir de hamamı vardıysa da yıkılmış. Mescid ve türbe bile yorgun argın. Mescidi, tek kubbeli Selçuklu mescidlerinden. Türbe, batısında, tonozlarla örtülü. Görülen yedi adet sandukadan biri Dede’ye, diğerleri de yakınlarına ait. Bunlar hep sembol; cesetler aşağıdaki mahzende. Mahzene, kuzeyindeki bir mahzen kapısının açıldığı merdivenle inilir. Bu cephesi tuğla örtülü ve nefis çinilerle bezeli. Cemel Ali Dede’nin kış yaz; uzaktan yakından ziyâretçisi eksik olmaz.

      MERAM ÇAYI

      Meram’ı, Meram yapan; “Yeşil olur şu Konya’nın Meram’ı” dedirten güzellikleri bizlere armağan eden, Meram Çayı. Binlerce yüzyıldan beri akmasına devam eden bu güzel derenin 630 km2 yağmur havzası var. Konya Ovası’na canlılık bahşeden Meram’ı oluşturan bu âb-ı hayatın, Loras Dağı, Aladağ, Gevenli, Şalgamlık, Uğurca, Kocaçal, Salâhaddin, Kalburcu, Meke ve Karganlıdağ yörelerinden beslenen suyun ana kaynağı Beşare (Başarakavak) ve Değirmen köylerinin coşkun pınarları. Bu geniş alanda toplanan, akarak yoluna devam eden bu bol suyun bir kısmı, güzergâhındaki bazı jeolojik ve hidrolojik engel ve çatlaklardan dolayı kaybolur. Buna rağmen yatağında kalanlar bile Meram’ın bağ ve bahçelerini suladığı gibi, Konya’nın diğer yörelerine de hayatiyet vererek yeşertir.

      Mukbil ve Beypınarı. Meram’a, Hâlik’ın ayrı bir lütfu. İki âb-ı hayat da bunlar. İki temiz ve tatlı su kaynağı Meram’la Dere Köyü arasında. Vadideler. Yüzyıllar boyunca sahipsiz olarak akıp, Meram Çayı’na karışmışlar. Her ikisinin de debisi 13 lt/sn. Sertlikleri de aynı: 16. Mukbil, kayalıklardan çıkıyor, 8 – 10 metrelik bir galeri teşekkül etmiş. Beypınar daha küçük bir galeri yapmış.

      Konya suyunun ihtiyaca yetmemesi üzerine Su Komisyonu tarafından Mukbil Suyu’nun da kente getirilmesi karalaştırılır, 1910 yılında. Belçika’dan getirilen, 175 mm. Çapındaki borular döşenmeye başlar. Ama araya giren savaş sebebiyle yarısı kalır. 1924 yılında tamamlanır. Su, Alâeddin Tepesi’ndeki 1320 / 1904 tarihinde yapılmış olan 500 m3 hacimli depoda toplanır. Diğer kaynak suları gibi. Sonra borularla kente dağıtılır.

      MERAM KÖPRÜSÜ

      Meram Çayı üzerinde büyüklü küçüklü köprüler arasında en ünlü olanı bu. Yerli yabancı pek çok meraklının objektifine ve fırçasına poz vermiş. Hasbeyoğlu Hamamı (Meram Hamamı) önünde. Herhangi bir kitabe bulunmamakta. Selçuklular döneminden kaldığını veya o köprünün taşları da kullanılarak Karamanoğulları zamanında yenilendiğini kabul edebiliriz. İnşasında gayr-i İslâmî dönemin taş ve mermerleri de kullanılmış.

      Tarihi köprü, dört gözden müteşekkil. Dere seviyesine göre iki kıyı arasında fazla bir yükseklik bulunmadığı için gözleri küçük ve basık. Kemerleri yükselen ayaklardan ortadakilerin topuk ve burunlarında fazla bir orijinallik görülmez. Tempan, temele kadar indirilmiş. Ancak ana yatakta bulunan iki orta ayağın mukavemetini artırmak için, sonradan bazı destekler eklenmiş. Kesme taşlarla yapılmış olan köprü, birçok tamirlerle günümüze gelmiş. Hayli değişikliğe uğramış durumda.

      GEDÂVET

      Gedâvet sadece Meram’a mahsus bir güzel meltemin adı. Bedene rehavet, ruha letafet veren tatlı mı tatlı bir meltem. Hafiften hafiften, füfür füfür. Türüm türüm çam, çiçek, yaprak, çimen, nem kokularıyla karışık. Öylesine güzel ki ciğerleri tazeler. Herkesi hoşnûd eder.

      Meram Vadisi’ne, kuzey yakasındaki Kadıyokuşu’ndan girer, karşıya güneye geçer, Tavusbaba Türbesi ile Hasbeyoğlu Mescidi’nin kuzey eteğindeki Cennet Kayaları’nı yalayarak hayat verir sonra ovalara dağılır gider. Rehâveti, lezâzeti, tarâceti, letâfeti dilden dile söyleşile gelen “Gedâvet”le ilgili hoş bir Meramlı fıkrası şöyle:
      Vaktiyle, Meram’a yeni yerleşen bir memur, görevi icabı İstanbul’a gider. Orada Meram’ın hasretiyle yanan Konyalılar, Meramlılar etrafını alırlar. Söz arasında biri sorar:
      -Gedâvet yine var mı? Ah ah. O unutulur mu?
      Yeni Meramlı cevap verir:
      -Valla herkes ondan bahsediyor, çıktı çıkacak diye bekliyor, onu soruyor ama, camide, sokakta falan hiç görmedim. Nasıl bir adam; evinden filan hiç çıkmaz mı mübarek bilmem…                                                                            
       


      

Yorumlar

Popüler Yayınlar